Ben 6-7 Eylül’ün şiddetini kısıtlı olarak, 1964-74 ve yoğunlukla 1964-66 yılları arasındaki baskıcı ve saldırgan ortamı ise yakından yaşadım. Bu ortamı, aldıkları emirlerle yaratan, o devrin güdümlü basın organlarıydı. “Kopsi kefali, valto sto cuvali” (Kes kafayı, koy çuvala) tehditleri her gün gündemdeydi. Çetin Altan hariç hiçbir gazeteci bu duruma karşı çıkmıyordu. Sadece bir kere, bir vatandaş, Hürriyet gazetesine gönderdiği bir yazıda “İstanbul Rumlarına yaptıklarımız çok yanlıştır” diye yazmıştı. Sonrasında, aynı gazetede öyle küfürler geldi ki adamcağıza, beş gün sonra alenen özür diledi, “Bir yanlış yaptım, lütfen beni affedin” diye yazdı.
Bunun gibi birçok olay, Türkiye’de kalma imkânının tükendiğini gösteriyordu. Bardağı taşıran son damla, 20 Temmuz 1974 günü Kadıköy’deki evimizin taşlanması oldu. Allah’tan alt katta oturan genç bir öğretmen bizi korudu.
İstanbullu Rumlar Evrensel Federasyonu olarak üzerinde çalıştığımız sorunları ve taleplerimizi şöyle özetleyebilirim:
– Kitlesel bir şekilde vatandaşlıktan ıskat edilenlerin vatandaşlıklarını geri alabilmeleri ve benzer sorunların giderilmesi.
– İstanbul kökenli Rum gençlere, İstanbul’da iş bulmaları, iş kurmaları ve barınma konusunda destek verilmesi. Bu yaz Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın desteğiyle 20 gence yönelik bir pilot projeyi hayata geçirdik ve olumlu tecrübeler kazandık. Bunun gibi ama çok daha uzun süreli ve geniş bir projenin gerekliliğine inanıyoruz. Almanya’nın 1946’dan sonra Yahudi toplumuna verdiği destek, bu konuda örnek olabilir. Öğrencisi olmadığından kapalı olan Rum okullarına, dünyaca ünlü İstanbullu Rum bilim insanlarının desteğiyle üç araştırma enstitüsünün kurulmasını önerdik. Gereken ön çalışmalar yapıldı; hükümetten cevap bekleniyor.
– İstanbul Rum okullarına destek verilerek geçmişten gelen sorunların giderilmesi. Misafir öğrenci ara çözümü henüz vatandaşlığını geri alamamış çocuklara veya Yunanistan’dan İstanbul’a çalışmaya gelen ailelerin çocuklarına Rum okullarına kayıt olma imkânı sağlasa da, uzun vadede daha kalıcı bir çözüm aranıyor.
– Bizim için büyük manevi değeri olan Der Saadet Rum Cemiyeti’nin kitapları ve eşsiz arşivinin, şu anda Ankara’da birçok kütüphanede bulunan kitap ve evraklarının İstanbul’a geri gelmesi; 1862-1922 yılları arasında Osmanlı Rum milletine eğitim, kültür ve tıp alanlarında çok kıymetli hizmetler vermiş olan bu tarihi kurumun adıyla, araştırmacılara açık bir kütüphane kurulması.
– 1960’larda, korkunç bir panik içinde mülklerini bırakıp İstanbul’dan ayrılan Rumlar ve vârisleri mülkiyet haklarını geri almakta bürokratik engellerle karşılaşıyor ve emlakçı çevrelerinin ağlarına düşüyor. Devleti bile dolandırmaya çalışan, karaborsa niteliğindeki bazı çevreler, Rumların uğradığı haksızlıkların yaratığı ortamdan yararlanarak mağdurları istismar ediyor. Önerimiz, devletin bu sıkıntıları yaşayan vatandaşlarına destek verecek bir rehberlik makamının kurulması. Kamu Denetçiliği kurumuyla olumlu temaslarımız oldu; konunun ciddiyetini anlatabildiğimize inanıyoruz.
– Cemaat vakıflarının sıkıntılarının çok sınırlı ölçüde giderilmiş durumda. 2013 başında seçimlerin yasaklanmış olması çok menfi bir durum yaratıyor. Yetkili makamların bize açıkça söylediği gibi, bu seçim kararnamesinin askıda kalması bazı çok zengin vakıfların başında olan, gerçekten seçilmiş olmayan yöneticilerin nüfuzundan kaynaklanıyor. Başbakan Davutoğlu’na, bazı şahısların kanunların üstünde olduğunun görüldüğünü, bu çok endişe verici bir tespit olduğunu söyledik.
– Yurtdışında yaşayan Rumların, Mavi Kart uygulamasından yararlanmasının sağlanması. Yunanistan vatandaşlığı almış olan Rumlar, Türkiye vatandaşlığından izin alarak çıkanlara özel statü sağlayan bu uygulamadan yararlanamıyorlar. Bir genelgeyle getirilmiş olan bu kısıtlama, İstanbul’a dönmek isteyen Rumların önünde engel teşkil ediyor.
– Ekümenik Patrikhane’nin karşılaştığı ciddi sorunların çözülmesi ve en önemlisi, 1971’den beri süren, Heybeliada Ruhban Okulu’nun eğitim vermesinin engelleyen –Anayasa’ya aykırı– yasağın kaldırılması
Son olarak, belirtmek isterim ki, toplumumuzun maruz kaldığı insan hakları ihlallerinin neticelerinin giderilmesi ve İstanbul’da Rum varlığının devamının temin edilmesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 60/147 numaralı önergesiyle doğrudan ilişkilidir ve önerilerimizin büyük kısmı bu içeriktedir.
Nikos Uzunoğlu* – AGOS
*İstanbullu Rumlar Evrensel Federasyonu’nun başkanı
Bir gün hepimiz göçmen olacağız ya da şimdiden öyleyiz de henüz farkında değiliz.
2006-2011 yılları arasında Suriye topraklarının yarısını etkileyen büyük kuraklık 1.5 milyondan fazla köylünün geçim kaynaklarını yok ederek şehirlere göç etmelerine neden oldu. Suriye’de 2002 yılında 8.9 milyon olan şehirli nüfus 2010 yılında yüzde 50 oranında artarak 14 milyona yaklaşmıştı. Kuraklık nedeniyle yaşanan iç göçler, gıda üretim krizi, artan işsizlik ve yoksulluk Suriye’deki iç savaşın en önemli nedenleri olarak gösteriliyor. Kuraklığın en çok etkilediği bölgeler ile çatışmaların başladığı bölgelerin aynı olması bir tesadüf değil.
İç savaş öncesinde 23 milyon nüfusu barındıran Suriye’de bugün 4.5 milyonu yurtdışında olmak üzere 7 milyondan fazla insan yaşadığı yerleri terk etmiş durumda. Çatışmalarda 250 bin insanın hayatını yitirdiği tahmin ediliyor. Savaşın yol açtığı tahribat çok büyük. Örneğin, en sert çatışmaların yaşandığı, ülkenin ekmek sepeti olarak adlandırılan ve buğday üretiminin yüzde 75’inin gerçekleştiği Haseke bölgesindeki üretim kapasitesinin yarısı yok olmuş durumda.
Çatışmalar bitse ve ülkenin tarımsal üretimi yeniden canlandırılabilse bile çatışma öncesi dönemin gıda üretim kapasitesine erişmek artık olanaklı değil. Hem kuraklık geçici değil ve hem de ülkenin siyasal bir istikrara kavuşması pek olası görünmüyor.
Yaşanan yıkım ve insani acılarda AKP hükümetinin Suriye’deki iç savaşı körükleyen ve silah desteği vermeye kadar uzanan dış politikasının büyük payı var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha birkaç gün önce göç yollarında hayatını yitiren üç yaşındaki Aylan Kurdi’nin fotoğrafının yarattığı infiali fırsat bilip “Ey Batı! Ey insanlık! Neredesiniz?” diye ünlemesi ya da sıklıkla vurguladığı gibi ülkemiz kapılarının 2 milyon Suriyeli göçmene açılmış olması onun ve AKP hükümetinin Suriye’deki yıkıma ilişkin sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Batı olduğu yerde duruyor; bir taş gibi ve en azından Fanon’un yazdıklarından beri insanlığının da ne olduğunu biliyoruz. Bir soru sorulacaksa bize dair olmalı. İktidar partisinin mensupları, kanaat önderleri, yandaşları ne kadar hedef saptırırsa saptırsın, bir parça vicdanı olan herkesin sorması gereken doğru soru şudur kanımca: ”İnsanlığımız nerede ve ne yapabiliriz?”
Öncelikle barışçıl politikaların hayata geçirilmesini sağlamak için çaba sarf etmek gerekiyor. İnsanlar hayata bütünüyle elverişsiz bir hale bürünmedikçe yaşadıkları bölgeyi terk etme eğiliminde değil. Dolayısıyla Suriye’deki savaşın son bulması önemli. Bu sağlanabilir mi bilmiyorum. Sağlanabilse bile bu durum var olan göçmen krizini ve ülkemize sığınan insanların sorunlarını ortadan kaldırmayacak.
Göç ve göçmenlik durumu kalıcı. Ve sadece Suriyeliler ya da Iraklılar için de değil.
Çok uzak bir gelecekte değil; önümüzdeki birkaç on yıl içinde iklim krizi nedeniyle kalıcı olduğunu düşündüğümüz her şey değişecek: Devletler, sınırlar, coğrafi bölgeler, toplumlar, yaşam tarzları… Güvenli bir yer ya da güvenli kılınabilecek bir hayat hayal olacak. Bu yüzyıl içinde herkes göçmen olacak.
Dolayısıyla Suriye’yi terk ederek ülkemize sığınan insanların sorunlarını çözmek için yapılacak her şey insani dayanışma göstermenin yanı sıra yakın bir gelecekte karşımıza çıkacak sorunların çözümü için kafa yormak, yöntemler oluşturmak, deneyim biriktirmek anlamına da geliyor.
Yabancı, göçmen, sığınmacı, mülteci… Birbirimize her ne ad verirsek verelim kimse kimseye yabancı değil aslında; Edgar Morin’in sözleriyle “tek bir insanlık ailesinin üyeleriyiz.” Naif ama günümüzdeki gibi herkesin kaderinin tarihte hiçbir dönemde görülmediği kadar birbirine bağlı olduğu bir zamanda anlaşılır kılınması hayati önem taşıyan bir söz.
Savaş tüm hızıyla sürerken bir çok kentte sokağa çıkma yasağı uygulamaları ve bölgeye dışarıdan girişlerin yasaklanması halkın güvenliği konusundaki endişeleri artırıyor.
Cizre’de sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi ve çatışmaların yaşanması ardından bölgeye giden HDP heyeti yürüyerek Cizre’ye gidiyor.
Valilik tarafından sokağa çıkma yasağı ilan edilen Şırnak’ın Cizre ilçesinde çatışmaların yaşandığı, bir kişinin yaşamını yitirdiği, çok sayıda kişi de yaralandığı haberleri geliyor. Sağlıklı haberlerin ulaşamadığı Cizre’de telefonların ve internetin kesik olduğu bilgisi geliyor.
Sokağa çıkma yasağı ilan eden Valilik, ilçeye giriş çıkışları da kapatırken, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) bölgeye gönderdiği heyetin de ilçeye girişi engellendi.
Sabah saatlerinde HDP heyeti ile askerler arasında yaşanan tartışma sonrası heyet üyelerinden HDP Diyarbakır milletvekilleri Sibel Yiğitalp, Nursel Aydoğan, Antep Milletvekili Mahmut Toğrul, Şırnak Milletvekili Aycan İrmez ve Cizre Belediye Eş Başkanı Leyla Birlik ile birlikte Antep Milletvekili Mahmut Toğrul’unda aralarında bulunduğu çok sayıda kişi askerlerin kurduğu engeli aşarak Cizre’ye doğru yürüyüşe geçti.
Öte yandan HDP, 11 Eylül’deki Meclis Grup Toplantısı’nı Şırnak’ın Cizre İlçesi’nde yapacağını duyurdu.
İngiltere’nin Worcester şehrinde devam eden Tekerlekli Sandalye Basketbolu Avrupa Şampiyonası yarı final maçında Hollandayı 69-50 yenen TSB Erkek A Milli Takımımız Finalde ev sahibi Büyük Britanya’nın rakibi oldu… Final, Pazar günü 19:15’de
Tekerlekli Sandalye Basketbol Erkek Milli Takımı Avrupa Şampiyonasında finale uzanma başarısı gösterdi. Dün gece (4 Eylül Cuma) oynanan Yarı final müsabakasında Hollanda’yı deviren “Engelsiz Aslanlar” adını finale yazdırdı.
Engelsiz Aslanlar, Rio 2016 Paralimpik Oyunlar biletini çeyrek final maçında İspanya’yı geçerek kapmıştı
Müsabakaya kontrollu bir oyunla başlayan iki takımın ilk periyottaki mücadelesinden takımımız 1 sayı farkla önde çıktı :16-15.
İkinci periyoda fırtına gibi giren millilerimizde tüm dişliler düzenli çalışınca Hollanda’ya bu periyotta sadece 7 sayı atma fırsatı tanıyan Aslanlar buldukları 20 sayı ile devreyi 36-22 önde kapattı.
İkinci yarının başında Hollanda biraz silkelenir gibi olduysa da, Özgür Gürbulak’ın muhteşem oyununa Cem Gezinci, Ferit Gümüş, Bestami Boz, Fikri Gündoğdu ve İsmail Ar eşlik edince ipler hep takımımızın elinde kaldı ve 3. Periyot sonunda skor 54-38’e taşındı. Bu arada Hollanda’nın Türkiye asıllı oyuncusu Mustafa Korkmaz takımını inanılmaz güzel yöneterek, attığı ve attırdığı sayılarla farkın otuzlara ulaşmasına engel oldu…
Özgür’den 36 sayı, 10 ribaunt ve 14 asistlik performans
Son periyotta ise baştan sona Özgür şov vardı. Hücumda attığı üçlüklerle, yaptığı asistlerle Hollanda’nın iyi skor üreten kısalarının çabalarını boşa çıkartan Özgür Gürbulak, 36 sayı, 10 ribaunt ve 14 asistlik performansıyla maça damgasını vuran adam oldu. Takımımız maçı 69-50 kazanıp finalde ev sahibi Büyük Britanya’nın rakibi olurken, Özgür de maçın adamı seçilerek ödülünü aldı.
Avrupa Şampiyonasına fırtına gibi başlayan Türkiye, beş maçta beş galibiyetle gruptan lider çıktıktan sonra, çeyrek finalde Avrupa’nın bu spor branşındaki güçlü ekiplerinden İspanya’yı devirip yarı finalist olmuştu.
Takımımızda Özgür Gürbulak’ın 36 sayı, 10 ribaunt ve 14 asistlik triple double performansına Cem Gezinci 15 sayı 11 ribaunt, 2 top çalma ile doble double yaparak eşlik ederken, Ferit Gümüş 16 sayı 9 ribaunt ile double double yapmanın kıyısından döndü. İsmail Ar ise 2 sayı 1 asist ile maçı tamamladı.
Türkiye Hükümeti’nin Rus Hükümeti ile 2010 yılında anlaşmasıyla Rus şirketi Rosatom’un yetkilendirildiği Akkuyu Nükleer Güç Santrali Projesi, bu yılın başından itibaren, özellikle Çevre Etki Değerlendirme(ÇED) raporu başvuru sürecinde şeffaflık karşıtı politika izlenmesi, ÇED başvurusundaki imza sahteciliği, ÇED onayının Rus Başbakan Putin’in Türkiye’yi ziyaretine denk getirilerek jet hızıyla verilmesi, Hürriyet’in ABD Muhabiri Tolga Tanış’ın ortaya çıkarmasıyla detaylarını öğrendiğimiz Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından yapılan inceleme ve değerlendirmeler raporunun, ÇED onayına itiraz sürecinde bilirkişiler tarafından istenmesine rağmen mahkemeye sunulmaması: kamuoyundan sır gibi saklanması gibi usulsüzlüklerle Türkiye’nin gündemi olmaya devam ediyor . Öyle ki Akkuyu Nükleer santrali projesi 7 Haziran’dan sonra içine girdiğimiz siyasi belirsizlik süreci ve savaşın yıkıcı sonuçlarını yaşadığımız dönemde biraz arka planda kalmışsa da yoğun ve acılı gündeme rağmen yine de kendini göstermeyi başardı.
Samatya’da bir kitapçı, ya da bizim Devrim’in sahafı…
Hiç yolunuz düştü mü bilmiyorum, ama İstanbul’daysanız yolunuzu düşürmeniz ya da Devrim’i arayıp kitap istemeniz çok kolay.
Böylece hem istediğiniz kitapları tekelleşen kitap endüstrisinin çarkları içine fazla dalmadan edinmeniz, hem de kitapçılık hayalini gerçekleştirirken ayakta kalmaya çalışan bir arkadaşınızla dayanışmanız mümkün.
İşte Devrim’in ve Samatya Sahaf’ın hikayesi.
Türkiye’nin tek görme engelli kitapçısı
Samatya Sahaf
Devrim’in Türkiye’nin belki de tek görme engelli kitapçısı olmasının hikayesi Gezi’de başlıyor.
Barış ve insan hakları için, iklim değişikliği ve ekoloji için sokaklarda olan herkes ve tabii kurucularından biri olduğu Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin üyeleri Devrim’i yakından tanır. Politik toplantılarda, panellerde, yürüyüşlerde yıllardır hep vardır. Çok küçük yaşlarda geçirdiği bir hastalık nedeniyle görme yeteneğini kaybeden Devrim Tarım, politik aktivizmine engellilerin hakları için mücadeleyi de eklemiştir.
Tabii bütün aktivistler gibi, hepimiz gibi, Devrim de 2013’ün o özel günlerinde Gezi’deydi.
Devrim o zamanlar Osmanlı Arşivleri’nde İngilizce’den tercüme işlerinde çalışan sekiz yıllık bir devlet memuruydu. Ve Gezi’de bulunduğu sırada çekilen bir fotoğrafının gazetelerde yayımlanması üzerine, sudan sebepler gösterilerek işten atıldı. Gezi’ye katılan herkesin “çapulcu” ve “vatan haini” ilan edildiği o günlerde Devrim’in solculuğundan oldum olası hoşlanmayan ve daha önce de hakkında çeşitli nedenlerle soruşturmalar açmış olan “amirleri” bu fırsatı kaçırmadılar.
Kitap kurdundan kitapçıya
Devrim Tarım
Devrim, işsiz kaldıktan sonra bir süre ne yapacağını düşündü. Mahkeme masraflarını karşılayacak parası olmadığı ve kendisine destek olan pek bir kimse de bulamadığı için işini geri almak için dava açamadı. ODTÜ’de uluslararası ilişkiler ve İstanbul Üniversitesi’nde İletişim Fakültesi’nde okumuştu, ama seçenekleri sınırlıydı. İşsizliğin zaten alıp başını gittiği bir dönemde bir görme engellinin iş bulması iyice zordu. İşte o zaman Devrim en büyük merakını işi haline getirmeye karar verdi. Bütün kitap kurtlarının hayali olan, bir gün bir kitapçı açma hevesini hayata geçirdi.
Kendi mahallesinde, Samatya’da bulunan Surp Kevork Ermeni Kilisesi’nin hemen karşısında, Kilise Vakfı’na ait olan küçük bir dükkanı kiraladı. Kendi kütüphanesinde bulunan yaklaşık 1500 kitabı sermaye yaparak işe başladı. Sadece kendisine özel imzalanan ya da hediye edilen kitapları hariç tuttu. Şimdi de hem müzayedelerden ve benzeri kanallardan eski kitapları, hem de dağıtımcılardan yeni kitapları edinerek kitapçılığı sürdürüyor.
Akıllı düşünene kadar…
Gözleri görmeyen birisinin nasıl kitapçılık yapabildiğine dair soruyu ise biraz duraklayarak yanıtlıyor. Bu soruyu duyduğunda garipsediğini söylüyor. “Aslında ben kör olduğumu bir yere çarptığımda hatırlıyorum” diyor Devrim. Önemli olan hayatı engelsiz bir şekilde sürdürmenin yollarını bilmek ve uygulamak.
Devrim de bazen arkadaşlarının yardımıyla, ama çoğu zaman kendi başına kitapları kategorize ediyor, fiyatlandırıyor, diziyor, siparişleri alıyor, dağıtımcılardan temin ediyor, dükkana gelenlere satışını yapıyor veya telefon ya da internet üzerinden ısmarlayanlar için kargoya veriyor. Her kitabın ismini ve yerini zaten ezbere biliyor.
Devrim küçükken kardeşleri kendisine kitap okusun diye yalvardığını hatırlıyor. Okulda ise Braille alfabesini öğrenmiş ve bununla yazılmış ne bulursa okumaya başlamış. Okuldayken günde bir kitap bitirirdim, diyor. Tabii daha sonra sesli kitapları ve son dönemde de bilgisayarların ekran okuma araçları sayesinde e-kitapları ve internette yer alan yazıları okumaya ağırlık vermiş. Tabii kitapların kokusunu da en az içinde yazılı olanlar kadar seven bibliyofillerden biri o. Ama kağıt olmuş, ekran olmuş, fazla da ayırdetmiyor.
Bizim, yani gözleri gören insanların Devrim’in bir kör olarak yaşadığını varsaydığımız “büyük zorluklarla” nasıl başa çıktığına ilişkin olarak, kendisine kılavuzluk eden öğretiyi de bir atasözüyle gayet güzel özetliyor: “Akıllı düşünene kadar deli dereyi geçermiş.”
Çok dilli, çok kedili, engelsiz bir kitapçı
Devrim, Samatya Sahaf’ı aynı zamanda her dilden, her kültürden kitapların bulunduğu bir mekan olarak tasarlamış. “Kürtçe’nin yanı sıra Lazca’dan Gürcüce’ye, Rumca’dan Ermenice’ye kadar edinebildiğim muhtelif dillerdeki kitapları, asla satılmayacağını bilsem de burada bulunduruyorum” diyor. Bu arada raflardaki kitapların yerli-yabancı diye değil, türlerine göre ayrıldığını da hatırlatalım. Yani Samatya Sahaf’ın rafları da enternasyonalist.
Geçen aylarda yapılan bir okuryazar buluşmasından
Samatya Sahaf ayrıca Braille alfabesiyle yazılmış kitaplar için de bir arşiv. Devrim, “Yok olma riski taşıyan dillere gösterdiğim duyarlılığı, total görme engeli bulunan birisi olarak gene bilgisayar teknolojisindeki sesli ekran okuyucularının üretilmesi devrimi sonucu unutulmaya yüz tutan körlerin kullandığı Braille alfabesiyle oluşturulan kabartma yazıyla hazırlanmış kitaplara da gösteriyorum. Buranın, kabartma yazılı kitap ve makalelerin toplanıp bilabedel talep eden görmeyenlere ulaştırıldığı bir merkez de olması arzusundayım” diyor.
Samatya Sahaf sadece körler alfabesiyle basılan kitaplar için özel bir merkez olmayı hedeflemekle kalmıyor, burası engelliler başta olmak üzere bütün ezilenlerle ve dezavantajlı gruplarla ilgili kitaplara da özel raflar ayrılmış bir kitapçı. Zaten Devrim bugünlerde bir yandan da HDP içinde bir Engelliler Meclisi kurmak için girişimlerde bulunmaya hazırlanıyor.
Samatya Sahaf’ı Devrim tek başına işletiyor, ama kedileri saymazsak… Sayısı değişmekle beraber en son çoğu yavru olmak üzere 12 kedi kitapçıda yaşıyor. Gitmişken raflarda, kitap yığınlarının üzerinde uyuyan kedileri sevmeniz mümkün. Beyoğlu’ndaki Simurg kapandıktan sonra “ne kedisiz, ne kitapsız” sözünü Samatya Sahaf yaşatıyor yani.
Samatya Sahaf dayanışma bekliyor
Devrim mahalleliyle arasının iyi olduğunu söylüyor. Örneğin okumak için ödünç kitap alıp karşılığında yemek getiren kitapsever bir komşusundan bahsediyor. Kitapçıyı düzenlemek için yardım eden mahallenin çocuklarına da kitap veriyor. Ama tabii Samatya, İstanbul’un eski merkezinde yer alsa da, şimdi kitapçıların merkezi sayılan Beyoğlu’na veya Kadıköy’e uzak. Üstelik malum, internet kitapçıları en fazla onun gibi mahalle kitapçılarını tehdit ediyor. Bu nedenle Devrim’in işi hiç kolay değil.
Ne kitapsız, ne kedisiz
14 Ağustos günü Samatya Sahaf’ın facebook sayfasında bir S.O.S çağrısı yayımlandı. “Sahaf dükkanımın 2. kapanmama yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken” diye başlayan çağrı sayesinde Devrim’in yeterince kitap satamadığını ve bu nedenle geçinmekte ve hatta kirayı ödemekte zorlandığını öğrendik. Bazı günler hiç satış yapmadan dükkanı kapatmak zorunda kaldığını söyleyen Devrim’in yaptığı dayanışma çağrısı basitti: Kitap alın, diyordu.
Hepimizin bir parçası olduğumuz Gezi’ye katıldığı için haksız bir şekilde işten atılan Devrim’in açtığı bu güzel kitapçı dükkanının ayakta kalmasını ve az sayıda kalan mahalle kitapçılarından biri olan Samatya Sahaf’ın yaşamasını istiyorsanız yapacağınız dayanışma kitap almaktan ve arkadaşlarınıza bu dayanışma çağrısını yaymaktan ibaret.
Samatya Sahaf’tan yeni çıkan kitapları da, piyasada bulunmayan eski kitapları da kolaylıkla edinebilirsiniz. Bulunmayan kitapları arayıp bulmak Devrim’in en keyif aldığı şey. Holdinglerin eline geçmeye ve tekelleşmeye başlayan internet kitapçılarının yaptığı indirimlere yakın indirimleri Devrim de yapıyor. Yeni kitapları %20-25 indirimle edinmeniz mümkün.
Üstelik internet kitapçılarındaki online ya da müşteri temsilcili soğuk sistemlerden çok daha insani bir şekilde, Devrim’e cep telefonundan ulaşıp istediğiniz kitapları ısmarlayabilirsiniz. Telefon numarası 535-743 3564. İster arayıp konuşun, isterseniz cepten mesaj gönderin. Ben istediğim kitapların listesini mesaj olarak atıyorum, daha kolay oluyor. Email kullanmak isteyenler için ise adresi [email protected]
Ödemeyi, göndereceği hesap numarasına banka havalesiyle yapmanız mümkün. Devrim kitapları kısa sürede temin ediyor ve dükkanın karşısındaki PTT Kargo’dan Türkiye’nin ve hatta dünyanın neresinde olursanız olun, adresinize gönderiyor.
Tabii en iyisi bir fırsatını bulup kitapçıya uğramanız ve rafları karıştırmanız. Hatta gitmişken vaktiniz varsa kapının önünde oturup son siyasi gelişmeler hakkında laflamanız veya kitaplara fiyat yazarken Devrim’e yardım etmeniz de mümkün.
Adres kolay: Dükkan Samatya’nın merkezi olan Marmara caddesinde, Surp Kevork Ermeni Kilisesi’nin hemen karşısında bulunuyor. Krokisi yanda. Tarifi de basit. Kocamustafapaşa son durakta, Taksim dolmuşlarının kalktığı sokağa girip 100 metre aşağıya yürüyüp Marmara caddesine gelir gelmez sola döndüğünüzde kitapçıyı göreceksiniz.
Siz de bütün yazı soğuk kahvelerle geçirenlerdenseniz kahve almaya girdiğiniz irili ufaklı birçok dükkanda kasa önünde sağlıklı atıştırmalık olarak sunulan içi envai çeşit kuruyemişli bar paketlerini görmüşsünüzdür.
Paketlenmiş herhangi bir gıdadan daha sağlıklı oldukları kesin fakat yine de paketli olmalarından dolayı uzun süre muhafaza edilmelerini sağlayacak katkı maddelerinden azade değiller.
Oysa ki çok kısa bir hazırlık süreciyle en katkısızından kendi zevkinize, damak tadınıza göre granola bar hazırlamak mümkün.
Nasıl mı?
Malzemeler:
2 su bardağı yulaf ezmesi
1-1,5 su bardağı kuru meyve ve kuru yemiş (damak tadınıza uyan her türlüsü)
Çeyrek su bardağı bal
Çeyrek su bardağı susam
1-1,5 çorba kaşığı tereyağı
1 çay kaşığı tuz
1 çay kaşığı tarçın
Hazırlanışı:
Fırın tepsisi üzerine yağlı kağıdı serip önce yulaf ezmelerini 180 derecede pişirmekle başladım. Yulafların çıtır çıtır olmasını istediğim için bu ön pişirme işlemini yaptım. 10-15 dakikalık pişirme benim için yeterli oldu. Yulaf ezmesi için ben organik olanını tercih ettim. Yulafları pişirirken tereyağı ve balı birlikte erittim ve daha sonra pişen yulaflarla birlikte tüm malzemeyi genişçe bir kasede karıştırdım. Kuru meyve ve yemiş konusunda hayal gücünüzü kullanabilirsiniz. Ben kuru kayısı, fındık, badem, kaju ve yaban mersininden oluşan bir karışım yaptım. Daha tatlı bir tad arıyorsanız karışıma esmer şeker, hindistan cevizi rendesi de ekleyebilirsiniz. Karışımı bir borcama döküp 160 derecede 20-25 dakika daha pişirdim ve soğuduktan sonra dikdörtgenler şeklinde dilimledim. Granola barınızı sabahları kahvaltı, gün içinde ara öğün, spor öncesi veya sonrası atıştırmalık olarak keyifle yiyebilirsiniz.
Eskiden şarkılardan fal tutulurdu. Radyoyla hayattaki tek dostunmuş gibi yarenlik ederken, sıradaki parça benim kaderim olsun, denirdi. Didem Görkay’ın Eksik Bir Şey Mi Var? kitabında her öykünün bir şarkısı var ve yazar adeta öykülerden fal tutuyor.
Didem Görkay, edebiyatla ilgilenenlerin adını yakından bildiği bir isim. Editör olarak derleme kitapları hazırlamış, antolojilerde ve dergilerde öyküleri yayınlanmış, çeşitli mecralarda kitap tanıtım yazılarına ve röportajlarına rastladığımız bir edebiyatçı olmasına rağmen, Koyu Kitap’tan çıkan Eksik Bir Şey Mi Var? ilk öykü kitabı. Kitap, ismini içindeki öykülerden değil, Ezginin Günlüğü’nün unutulmaz şarkısından alıyor. “Eksik bir şey mi var hayatımda / Gözlerim neden sık sık dalıyor / Eksik bir şey mi var hayatımda / Gökyüzü bazen ciğerime doluyor.” Kitapta da hayatımıza girdikten sonra birden bire eksik bırakıp giden; kolay anlatamadığımız, atamadığımız, satamadığımız, anlayamadığımız insanlar anlatılıyor.
Didem Görkay
İlk öykü “Yüzünde Emanet Dururdu Gülüşlerim“, karşılıksız iki aşkın hikâyesi; şair Kemal Göleli’nin Selma’ya rağmen unutamadığı Eda’ya olan aşkıyla, Selma’nın Eda’ya aldırmadan içinde büyüttüğü Kemal Göleli aşkı. “Çiçek dürbünlerini bilir misin?” dedim. “İsterdim ki, çiçek dürbünleri gibi olsun hayat, camdan bakınca hep çiçekler açsın.” Gülümsedi Selma, gülmüyordu da gülümsüyordu sanki. Bir martının kanat çırpışı, inceden bir sümbül kokusu, yılın ilk karının sevinci… Ne çok şey saklıydı gülüşünde. Tanıdık bir şeyler… Cama burnunu dayamış, ödevlerini yapmayı unutmuş ama bunu dert etmeyen iki çocuktuk sanki o sabah. Her şeye yeniden başlayabilir miydim?” (Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır, Zeki Müren)
İkinci öykü adını Charles Aznavour’un ölesiye sevmek anlamına gelen şarkısı Mourir D’aimer’den alıyor; ilk buluşmalarından sonra, Mahir’in Gülgün’e yolladığı e-postaya eklenmiş ses dosyasının içindeki şarkıdan. Gülgün, yılın ilk karı gibi hüzünlü bulduğu şarkıyı çok sever, telefonunun zil sesine yükler ve Mahir’in numarasına göre ayarlar. İster ki Mahir her aradığında bu şarkı çalsın. Ama Mahir, şarkının aksine ölesiye sevebilecek bir adam değildir. “Kalktığı taşın üzerine tekrar oturdu, telefonu elinde sıkarken bir daha Mourir D’aimer’i hiç duyamayacağını düşündü. Kalbinin bir yerinde, bir ülkeyi savunan son asker de vurulmuştu sanki bunu düşünmesiyle. Aşkı savunurken sevmekten ölen son asker…” (Charles Aznavour, Mourir D’aimer)
Sonraki öykü de adını bir şarkıya borçlu; Haris Alexiou’nun adım adım anlamına gelen Vima Vima şarkısına. Maria’yla Ali İhsan’ın vuslata eremeyen aşkını anlatılıyor. (Haris Alexiou, Vima Vima) Üç Nokta’da güzel başlayan ama ayrılıkla biten bir aşkın ardından, adamın bıraktığı enkaz anlatılıyor. (Haris Alexiou, To Kyma) Aynada Saklanan Zaman’da da diğerleri gibi sonu mutsuz biten bir aşk hikâyesi anlatılsa da, kitaptaki kahramanlardan sadece Nurgül sevdiğinin ardından yas tutup karalar bağlamıyor. Zaten Nurgül’le Ali’nin bir şarkıları bile olmadığına göre bu belki de çok normal. (Kitapta şarkısı olmayan tek öykü!) O Gece Kaldı Geriye Sadece, yıkılmak üzere olan bir evin ağzından Ali ve Eleni’nin bir gece sürdüğü halde tüm bir ömür boyunca hatırlanan aşkının hikâyesi. (Celal İnce, Kıskanıyorum)
Kitabın son öyküsü “Sonrasında Saklı Kalandı Aşk“, Birhan Keskin’in Taş Parçaları VI şiiriyle açılıyor. Okudukça kahramanların Üç Nokta’da anlatılanlar olduğunu anlıyoruz. Her iki öyküde de unutulamayan eski sevgiliye bir armağan veriliyor, bu öykü sevgiliye ithaf edilen kitap üzerinden kuruluyor. “Eşyalarını toplamaya başladım, yastıkta kalan saçlarını görene kadar ağlamadım ama elime değen saçların gözlerimden yaş olup akmaya başladı. Seninle birlikteyken dalgalar boyumu aşıyordu, oysa ben sadece tatlı suyun durgunluğunda halkalar çıkaran küçük bir çakıl taşıydım. Sen benim kurduğum en uzun cümleydin Meriç…” (Doğal olarak bu da Haris Alexiou, To Kyma)
Kitabı okurken bir yandan da şarkısını dinleyin, arkadan Zeki Müren, Charles Aznavour, Celal İnce, Haris Alexiou’nun yumuşak sesi gelirken, siz yazarın hüzünlü satırları arasında kaybolun…
Didem Görkay, Eksik Bir Şey Mi Var?, Koyu Kitap, Öykü, 71 Sayfa, 2015
Bu yeni Ha-Ki mevsiminde manzum serzenişler sunmak istiyorum sizlere… Umarım beğenirsiniz…
Sanatla ve barışla kalın…
Nefes
Traşlandı kalem
pürüzlü iken hayat…
Elektrik şoku ile gözleri yuvalarından
uğramış kentselliğime
suni tenessüf yapmaya geldim
Üsküdar sahiline…
Yüzüme vurmuşken ilaçlı dertlerim
büyük kederleri ile dünyanın,
çelişkideyim…
Gelir piramidinin ortasında
konforlu ama gergin,
sahilde yatan çocuğun
bedenini izlemekteyim…
Ve tartışmalarını anglosakson editörlerin…
Önsayfada servis edilmesi
etik mi değil mi bu resmin?
Tartışma pek derin…
“Zamansız”
oynanası bir kelime…
Zamanın ruhu değil sızısı pay düşüyor
insan türüne…
Ben zamansızlığımdan şikayetçi,
– tatlı, şeker –
kimi oluk oluk kan akmasından,
Zaman’ın bu devrinde
bile…
Yitirdiklerim uzakta
nabız düşük
acı sinik
ufkun ötesinde…
Annen telefon açtığında hastanedeydim. Karım başında kırmızı bir kurdeleyle yatarken, kızım kucağımdaydı. Sabahtan beri arkası kesilmeyen tebriklerden biri sandım. Neşeyle, “Buyurun ben Derin’in babası,” dedim. Sessizlik oldu, sonra kararsız bir “Ebru,” duydum. “Çok hasta,” duydum. “Onu mutlaka görmelisin,” duydum. “Yanlış numara…” dedim, kapattım. Duvardaki pembe ‘It’s a girl’ yazısına tutundum. Yırtıldı yarısı elimde kaldı. Yazıyı mı, bebeği mi; hangisini karıma vereceğimi bilemedim. Anlamış gibi, “Kimmiş?” diye sordu. Bebeği kucağına bırakıp, “Ben çikolata alayım…” diyerek odadan çıktım. Arkamdan, “Çikolata var!” diye bağırdı. Biliyordum var olduğunu, içeride çok fazla çikolata vardı ama hepsi tatlıydı. Koridorun ucundaki yangın merdivenine gittim. Etraf izmarit doluydu. Bir sigara da ben yaktım. Son numarayı geri aradım. Çalmadan kapattım. Aynı şeyi defalarca tekrar ettim. Sonra telefon çaldı. Meşgule verdim, açmadım. Pastaneye gittim, acı çikolata aldım.
Dört gün sonra Antalya’ya gittiğimde, turunçlar ağaçlardaydı. Toroslar’ın dorukları karla kaplıydı ama şehir ılıktı. Seni aradım. Şaşırdın. “Bir iş için Antalya’ya geldim, akşama döneceğim. Müsaitsen görüşelim mi?” diye sordum. “Kalp kalbe karşıymış, ben de bu aralar seninle konuşmak istiyordum. Nasıl arayacağımı bilemiyordum,” dedin. Annenin aradığından haberin yoktu, ben de bir şey söylemedim. “Yat limanının üstündeki kafede birde,” dedin. Saat daha ondu; demirli yatlara, sisli denize ve çiseleyen yağmura bakarak seni bekledim.
Yanıma gelinceye kadar seni tanımadım. Oysa uzaktan ağır adımlarla yürüyen, iğreti sarı peruklu zayıf kadını görmüştüm. “Barlas,” dedin. Gözlerimiz kesişti. Gözlerin değişmemişti. İki yanağımdan öpüp, sandalyeye oturdun. Hâlâ şaşkınlıkla seni seyrediyordum. Gülerek, kafanı salladın, “Ne?” diye sordun. O zaman bakışlarımı denize çevirebildim. “Hiç değişmemişsin,” dedin. “Sen… de,” dedim, alt dudağımı ısırdım. Kahkaha atarak, “Göbeğimi erittiğim oradan fark edilmiyor mu?” diye sordun. Güldüm… hem de öyle çok, öyle sesli güldüm ki… Bir aptal bile bunun ağlamak olduğunu anlardı. Sen de anladın. Ellerimi tuttun. İki kuru dal parçası değmiş gibi oldum. Hemen ellerimi çektim. “Evliyim ben kızım…” dedim, hatamı kapatırcasına. Havadaki sis gözlerine oturdu. “Benden artık sana zarar gelmez. Ölüyorum!” dedin. Bir şey dememi bekledin ama diyemedim. “Şaka, şaka…” diyerek kahkaha attın. Güldüm… hem de öyle çok, öyle sesli güldüm ki… Bir aptal bile bunun ağlamak olduğunu anlardı. Sen de anladın.
Hâlâ konuşmamı bekliyordun ama tüm kelimeleri unutmuş bir amnezi hastası gibi garsonun getirdiği çaya bakıyordum. Kafandaki peruğu kabartıp sordun, “Nasıl sarı saç yakışmış mı?” Yüzünde kumrallığını hatırlatacak bir yer aradım ama kaşların bile dökülmüştü. Kafamı salladım. Dünyanın en ilginç şeyiymiş gibi tekrar bardağa yoğunlaştım. “Yaptıklarım için beni affet,” dedin. Bakışlarımı çaydan ayırmadan, “O nerede?” diye sordum. “Hastalığıma dayanamadı. Beni terk etti…” Gözlerinin içine baktım. “Uğruna beni bırakıp gittiğin adama bak. İlk zorlukta elini tutmaktan vazgeçip, çekip gitti.” Hâlâ onu savunarak kafanı iki yana salladın. “Gözlerinin önünde erimeme dayanamadı. Kim olsa öyle yapardı. Hatta sen bile!” Ayağa kalktım, “Ben seni asla terk etmezdim!” diye bağırdım. Hırsımı alamayarak, merdivenlerden Liman’a doğru inmeye başladım. Aşağıya inince sesli sesli, “Ben seni asla terk etmezdim!” diye tekrarladım. Gerisin geri döndüm. Masada kimse yoktu, garson bir dudak alınmış bardakları topluyordu. “Birader, çaylar kalsın,” diye seslendim. “Ağbi bunlar soğumuş, tazeleyeyim,” diyerek işine devam etti. Yakasına yapıştım. “Birader çaylar kalsın!” Söylenerek, elindekileri masaya bıraktı. Ruj izinin kaldığı yere dudağımı değdirerek, çayı içtim. Denizin üzerinde yağmur yağıyordu ve Antalya’da kışlar ılık ama yağışlı geçiyordu.
NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.