Ana Sayfa Blog Sayfa 3607

Ötekinin sesine kulak vermek: Azınlık Okullarında Tarih Eğitimi ve Çokkültürlülük – Akif Pamuk

Tarih ve tarih eğitimi Türkiye’de gündelik hayatta en fazla konuşulan konuların başında geliyor. Tarihe ve tarih eğitimine yüklenilen anlamlar, bunun temel nedeni. Kimi zaman makbul vatandaş yetiştirme çerçevesinde geçmişten örnekler veriliyor, kimi zaman da geçmişin, bugünden okuması yapılarak öne sürülen söylem meşrulaştırılmaya çalışılıyor. O kadar konuşulduğu halde neliğine ve işlevine dair nedense tartışma çokça yürütülmüyor. Yürütülse de tarih eğitimin amaçlarına yapılan vurguyla ve tarihin değer yüklü olduğundan hareketle, onun ideolojik bir aygıt olduğu tespitiyle yetiniliyor. Bu tartışma kimi zaman tarih ders kitapları üzerinden yürütülüyor, kimi zaman da sadece kavramsal düzeyle yetiniliyor. Bu haliyle bakıldığında tarih eğitimi tartışmalarının sosyal gerçeklikteki karşılığını görmek mümkün değil.

21Tarih eğitiminin, egemen söylemin geçmişi/kolektif hafızayı tanımlayarak ortaklıklar üzerinden “biz” kategorisini inşa ettiğini söyleyebiliriz. “Biz” kategorisinin inşası, beraberinde “öteki” kategorisini de üreten bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Eğer tarih derslerinde “Biz” kategorisindeyseniz birey için sorun yok. Çünkü “Biz” kategorisi tertemiz ve güvenli bir alan sunuyor bireye. Öteki kategorisindeyseniz, kaybedenlerdensiniz. Tarih dersleri her seferinde egemen söylem doğrultusunda, ötekinin kötülüğünden dem vuruyor. Türkiye’de, Cumhuriyet yurttaşı olan egemen söylemin ötekileri, azınlık öğrencilerinin tarih derslerindeki durumunu bir düşünün. Fatih Yazıcı’nın Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan Azınlık Okullarında Tarih Eğitimi ve Çokkültürlülük adlı kitabı, size bu düşünme fırsatını sunuyor.

Yazıcı, kitabına konu olan çalışmasında İstanbul’daki 6 azınlık okulunda öğrenim gören 183’ü Ermeni, toplam 199 öğrenci ile görüşmüş. Onların egemen tarih söylemi karşısında neler hissettiklerini kaleme almış. Ayrıca egemen tarih söyleminin aktörü olan 13 tarih öğretmeni de çalışma grubu içerisinde yer alıyor. Tarih öğretmenlerinin ne hissettikleri de kitabın bir parçası. Yazıcı, Levinas’ın diliyle söylersek eğer, ötekinin çağrısına cevap verebilmek için onların tarih derslerinde hissettikleri duygu ve yaşanmışlıklarını, bu kitap aracılığıyla paylaşıma açtığını ifade ediyor.

Kitabı yazma gerekçesini de şöyle açıklıyor: “Tarihin, egemen söylemin meşrulaşma aracı olarak kullanımı, ötekinin de tarihsel olarak meşrulaştırılması anlamını taşımaktadır. Başka bir deyişle tarih, geçmişten bugüne referanslar vererek egemen söylemin ötekilerinin, bugünde de öteki olarak etiketlenmesinin aracıdır. Böylelikle öğrenciler, bir anda sorumlulukları olmadıkları tarihsel sorunların birer parçası oluverirler. Bir anlamda bu durum, ‘biz’ adına ‘öteki’nin kurban edilmesidir. Bundan dolaydır ki; azınlık okullarındaki öğrencilerin, tarih derslerinde yaşadıkları duygusal ve bilişsel hali, çokkültürlülük bağlamında tartışmaya açmak, onların çağrısına cevap vermektir.” Bu sebeple Yazıcı, kitabında azınlık okullarındaki tarih derslerinin durumundan önce, çokkültürlülük ve çokkültürlü eğitimle ilgili kuramsal tartışmalara yer veriyor. Daha sonra ise Türkiye’deki egemen söylemin yarattığı kültürel farklılıklar rejimini ve bu rejimin bir parçası olarak değerlendirdiği tarih ders kitaplarını, erken cumhuriyet döneminden bugüne kadar geniş bir yelpazede tartışıyor.

Bu haliyle Yazıcı’nın kitabı, tarih ve tarih eğitiminin, tarih ve tarih eğitiminden daha fazla olduğunu bize gösteriyor. Okura, tarih eğitiminin başka bir yönünü, madalyonun diğer yüzünü gösteriyor ve size ötekinin çağrısına açık olmanızı salık veriyor.

22.Akif Pamuk

 

 

Akif Pamuk

Karl Ove Knausgaard’ın “Kavga”sı

Bu yazı bir nedenle sakıncalı, bir nedenle de sakıncasız. Jim Jarmusch’un son filmi Sadece Âşıklar Hayatta Kalır filminden iki kısa diyalog anlatılıyor. Spoiler olarak kabul ederseniz filmi izlemeden okumayın. Sakıncasız çünkü okunmaktan başka bir şey için yazılmadı tabii ki.

En çok okunanlar: edebiyatta kaybolan kahraman

Eve ve Adam birbirine yüzyıllardır âşık iki vampirdir. Dünya, en az bizim için olduğu kadar onlar için de küçülmüş olmalı ki Eve Fas-Tanca’da yaşarken Adam, Detroit’in terk edilmiş bir semtinde izole bir müzisyen hayatı yaşamaktadır. Eve, Adam’a telefon açar ve birbirlerini çok özlediklerinden hemen görüntülü konuşmaya geçerler. Fakat Adam, Eve’e biraz solgun ve yorgun görünür.

  • Bir kum saatinin dibine çökmüş kumlar gibi hissediyorum, der Adam.
  • Çevirmenin zamanı gelmiş o zaman.

Belirsiz bir sessizlik olur. Eve Adam’ın gerçek bir tepki vermesini beklemeden, “Bunları daha önce de yaşadık, unuttun mu? Sen asıl eğlenceyi hep kaçırdın. Ortaçağı, Tatarları, Engizisyonları, sel baskınlarını, veba salgınlarını…” Eve bir an durur. Nefes alır.

  • Müziğin ne âlemde?

Konuşmanın gidişatından Adam’ın içindeki tekinsiz sıkıntıyı Eve’le beraber hemen kavrarız. Modern zaman vampirinin bunalımını geçirebilecek ne olabilir? Zombilerin (insanlara zombi demektedirler) bu bıkkınlık veren haline daha fazla nasıl katlanabilir? Kendini ne kadar izole ederse etsin sanki sürekli Zombilerin dünyaya yaptıkları bir şekilde ona sızar, varlığını kemirir. Oysa bir kere öldükten sonra dayanmak daha kolay olmalıydı  – diye düşünüyor insan izlerken, ister istemez, bil(e)meden. Jim Jarmusch’un son filmi Sadece Âşıklar Hayatta Kalır, günümüzün varoluş sıkıntısında insan olmanın krizine zarif, zeki ve acımasız bir eleştiri güzellemesi. Adam’a göre zombiler – yani insanlar, biz – kendi hayallerinden bile korkuyorlar ve bu dayanılabilir bir şey değil. Gerçek bir şeyler yaşamak ve hissetmek isteyen akıl ve arzu, kurgu karakterlerde birer vampire dönüşerek – zombilikten soyutlandığı narsist bir naiflik var. Bu narsist naiflik, aynı zamanda bir çeşit varoluşsal krizi simgeliyor.

Kalbimiz atmaya, nefes alıp vermeye devam ettikçe bu krizle başa çıkmaya çalışabilir ya da onu yanlışlayabiliriz aslında. Onu anlamaya çalışarak onunla mücadele edebiliriz ya da tam tersi. Bütün bunlar olup biterken ise genelde böyle düşünmeyiz. Biz daha çok hava koşullarına en uygun şekilde giyinmeye çalışır, bir yere giderken trafiğe takılmamak için belki metroyu kullanırız, hastalanırız, şanslıysak âşık oluruz, yemek yaparız, çocuk yaparız, akşam haberlerini izleriz ve uyuruz. Demek istediğim, bütün bunları yaparken kendimizi bu krizin içinde ya da dışında hissetsek de bir şey değişmez, ölüyoruzdur ve bu değişmiyor. İzlediğim bütün vampirli film ve dizilerde ölüm, vampirler için sürekli bir gerçeklikken, ölümü sadece bir son olarak başka bir mekâna ve zamana gönderip sanki onu unutmuş gibi yaşayansa insanlar oluyor. Gündelik hayatlarının içerisinde ölüm üzerine onlarca bilgiye, kavramsal olarak ölüme alışıkken onu belki de sadece en yakınımızın başına geldiği takdirde tecrübe ediyoruz. Bir kere yüzleştiğinde de kavramsal olarak alışık da olsan, babanın ölümü – yani somut olarak ölüm sadece bir an olmaktan ibaret kalıyor, kalacak, biliyorum. Babamızı gerçekten öldürmek kolay değildir çünkü. Ölü bedenine bakmak, üzerine roman yazmak ya da film çekmek, olabildiğince içine atmak bile yeterli olmayabilir. Bütün bunları o bedeninin ölüme teslim olmasından önce ya da sonra yapmanın bir şey değiştirdiğinden de pek emin değilim. Kavramsal olarak – ya da gerçekten babanın senin için ölmüş olması ne demek, onu da bilmiyorum sanırım. Bunları düşünürken ve daha da hızlı bir şekilde yaşarken, çaresiz bir acıma ve belki de küçümseme duygusuyla değil de; kendimden daha büyük daha güzel bir şeyle tanıklık etmek istiyorum buna (söyleyelim, babamın ölümüne). Bütün bu varoluşsal krizlerdeki klişenin tam da ortasından o saf duyguyu dolandırmadan, kendinden ve kendiliğinden bir tür çıkış ve özgürleşme olabilir yazmak. Sırf bu yüzden, anlatmak istediğim, tam da böyle bir çıkış olabileceğini düşündüğüm bir hikâye.

13

Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard, 1998’de babasını kaybettiğinde 30 yaşındaydı. Bu sırada ilk romanı da yayına hazırdır. Cenaze hazırlıkları için gittiği babasının büyüdüğü evde bu ilk romanında aslında tamamıyla onu, babasını yazdığını anlar. Bunu daha önce fark etmemiştir. Daha da ötesi, bir alkolik olan babasının belki de ölmek istediğini de o zaman düşünebilmiştir. İşte, babasının da aynı kendisi gibi biri olabileceğini kavradığı bu peşi sıra gelen fark ediş anlarından hayatının asıl hikâyesi beliriverir: Kavgam.

Her zaman babasının ölümünü yazmak istediğini, ilk romanında da bunu yapmaya çalıştığını sonradan anladığını söyleyen yazar, bir gün kendisini bu kadar kasmayarak olanları, öyle, oldukları gibi yazmaya karar verir. Kavgam’ın ilk cildini bitirdiğinde toplam 6 ciltten oluşan 3600 sayfalık bir kitap yazmakta olduğunu kendisi de bilmemektedir. Kavgam ilk olarak 2009’da, 5 milyon nüfuslu Norveç’te basıldığında 450.000 gibi bir satış rakamına ulaşır ve ülkede nadir rastlanan bir dalgalanma yaratır. Bu etkinin sonucu olarak kitap kısa sürede 20 civarında dile çevrilir. Kitap Almanca çevirisinde “Otobiyografik Roman” olarak tanımlanırken, İlk 4 bölümü yayınlanan İngilizce çevirisinde her cilde farklı bir isim konur; ancak belli bir tür belirtilmez. (Book 1: A Death in the Family / Book 2: A Man in Love / Book 3: Booyhood Island / Book 4: Dancing in the Dark) Son dönemin en önemli edebiyat olaylarından biri olarak niteleyebileceğimiz bu kitap Haziran ayında Monokl Yayınevi tarafından Ebru Tüzel’in Norveççeden çevirisiyle Türkçe yayınlandı. Kitabın ilk baskısında, Kavgam üzerine The New Yorker, The Slate gibi uluslararası dergi ve gazetelerde yayınlanan yorumlardan yapılan alıntılara iki sayfa yer verilmiş.

15İlk defa üzerinde “The New York Times Bestseller” (New York Times – en çok satanlar) yazan bir kitap okuduğumdan ve bir de, tabii, okuyacağı kitabı eleştirilere göre seçen bir kitle olmadığımızı düşündüğümden – ben ne bilirim ki tabii – ilginç geliyor bana. Knausgaard’ın pek çok röportajında kitabı yazma nedeni babasının ölümünü yazmak istemesiyken, bu kadar çok okunmasının en çok kendisi için şaşırtıcı olduğunu söylüyor. Hatta HaberTürk Gazetesi için verdiği bir röportajda açıkça, “Dünya’nın en berbat şeyini yazdığımı düşünüyordum” diyor.  Bunun yanında Kayıp Zamanın İzinde’yi sadece okumak değil; resmen içine çektiğini söyleyen Knausgaard ‘ın günümüzün Proust’u olduğunu söyleyen değerlendirmelerin yanında Kyle Chayka’nın Baffler’daki değerlendirmesi ilginç ve eğlenceli. Chayka yazısına New York’taki iki önemli kitapevinde yapılan söyleşide mekân, heyecanlı okurlar ve Knausgaard’ın kendisi üzerine yaptığı somut gözlemlerle başlıyor. Karl’s struggle, Our Narcissism (Karl’ın Kavgası, Bizim Narsisizmimiz) başlıklı makalesinde Chayka, Kavgam’ın sayfalarındaki akışın sosyal medya çağına ne kadar paralel ve uyumlu olduğunu söylüyor ve ekliyor, “Onun kendini inkâr eden narsisizmi bize aynı detaylar üzerinden kendi yaşamlarımızı keşfetme olanağı veriyor. Kendimize bakmamız için bize bencil bir mazeret veriyor ve biz de ona bu yüzden tapıyoruz.” Chayka sayesinde Knausgaard’ın Tumblr sayfasını keşfediyorum:  Yazarın diğer sosyal medya hesaplarını da incelerken, bunu ilk defa bir yazar, özellikle de edebiyat yazarı için yaptığımı fark ediyorum. Knausgaard’ın kendi hayatını yazdığı Kavgam, okuyucu için belki de yazarla okur arasındaki perdeyi kaldırıyor. Edebiyat, tartışmalı haliyle orada dururken yazarla okur, hem yazarın hem de okurun tarafından eşitleniyor. “Hayat üzerine ve, aslında, kendi deyişiyle ‘hayatın en önemli boyutu ölüm üzerine bir meditasyon yapıyor Knausgaard; kendinizi bu meditasyona kaptırınca, kıpırdamak istemiyorsunuz.” Yasemin Çongar’ın 4 Şubat’ta k24 için yazdığı değerlendirmenin bu satırlarında kendi bencil mazeretimi bulduğumu söyleyebilirim,  gözlerim bu satırlara bir kere değdikten sonra artık Kavgam’ı okumak zorundaydım.

Şimdi, serinin ilk bölümünü bitirdikten sonra Knausgaard’ın bana, kendisine ve edebiyata ne yaptığını ve yapacağını merak ediyorum.  Örneğin Paul Auster’ın Yanılsamalar kitabını okuduktan sonra günlerce Hector Mann’in oynadığı sessiz filmleri aradığımı hatırlıyorum. Mann’ın, Auster karakterlerinden biri olduğunu anladığımdaysa, evet, Auster’a daha da hayran olmuştum. Ama aynı zamanda da üzülmüştüm çok. Telaşlanmıştım. Yanılsamalar Kitabında bulduğum benzersiz iyileştirici, hayat kurtarıcı etkiyi tekrar yaşayamayabileceğimi düşünmek beni ürkütüyordu. Sadece okuyacaklarım için değil; yaşayacaklarım için de ürküyordum. Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ı Ulricht’in, Musil’in kendisiyle alakasız bir hayat yaşadığını çok zor kavradım ve kabullendim. Viyana’ya gitsem, Ulricht’ten bir sürü iz, hatıra bulabileceğimi düşünüyorum hala, Avrupa şehirlerinin tarihine güvenerek. Bunlar, kendi hafızamdan da daha gerçek gerçeklerdi. Bugünse, Kavgam’la beraber gelen soru şu: Musil’in sefil bir hayat sürmesine ve hakkında pek bilgimiz olmamasına, Ulricht’in bakışlarına ve ses tonuna kendi kendime değiştiremediğim gerçekleri ve dolduramadığım boşlukları hem dolduran hem de başlı başına bir kült haline gelen bir edebiyat olayından mı bahsediyoruz? Sıradan bir Bahar’ın hafızasının Ulricht’inki gibi bir gerçeklik alanı yaratabileceğini söyleyeceğiz neredeyse.

Hatırlamakla yaratmak arasında hiçbir fark görmediğini söyleyen Knausgaard, büyük bir eser yazmak isterken, yine büyük bir aşağılanma duygusuyla her saniyesinden nefret ettiği bir sürece girdiğini söylüyor. Yazdıktan sonrasını soran pek çok röportajında daha rahatlatıcı bir süreç yaşadığını, babasının üzerindeki etkisi gibi kendisini kısıtlayan her şeyden çıkmak ve özgürleşmek için yazdığını belirtiyor.

Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard
Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard

“Bir şeyi az bildiğinde, o yoktur. Bir şeyi çok bildiğinde, o yoktur. Yazmak var olanı bildiklerimizin gölgesinden çekip çıkarmaktır. Yazmanın olayı budur. Orada olanlar değil, bizzat orasıdır. Orası yazmanın mekânı ve amacıdır. Ama oraya nasıl ulaşırız?” sayfa. 218

Yani, okurun ve yazarın ihtiyaçları ilginç bir biçimde uyum sağlıyor. Meditasyon ve narsisizm vurgularını bu yüzden aynı anda anlamlı buluyorum.  Knausgaard’ın kendisi de bir yazar olan ve 4 çocuğuyla söylediğine göre kimsenin edebiyatla ilgilenmediği insanların yaşadığı İsveç’teki Malmö kentinin bir kırsalında yaşadığını okuduğum ilk anda… Ya da, kitap yayınlandıktan sonra babasının ailesinin onunla görüşmeyi kestiğini ve dava açılmasının söz konusu olduğunu, karısıyla arasının iyice açıldığını öğrendiğimde bunun başka türlüsünün daha zor olduğunu düşündüm. Yaşananlardan dolayı değildi. Herkesin başına gelebilecek şeyleri anlatıyordu Karl Ove Knausgaard. İyi bir adam olmak istediğini söylerken riske aldığı göreceli bir ahlaki durum vardı. Yaşananları, hatırlama halindeki yeniden yaratım sürecine teslim edip kimseden hiçbir şey istemiyordu. Kabul gören bir gerçekliğin peşinde de değildi. Anonimleşemediğin, güzel bir topluluğun sevilen bir hiç-kimsesi olamadığın, hayal etmekten korktuğun – ve bunu bile bilmediğin tabii, bütün yaşamını anneni ve babanı memnun etmekle geçirdiğin bir zaman ve mekanda aslında olmayan bir çemberin kenarında meditasyon yapıyordu. Bütün bunlara işaret eden psikanalizden hiçbir şey anlamadığını, ona kelimelerden ibaret geldiğini belirtiyor. Her şeyin iç içe geçtiği bir var oluş halinde, böyle, teker teker söylemek bile, sürekli eksik bırakıyor ve işte, kelimelerden ibaret kalıyor onun için. Yapmak istediği şey, kendinden daha iyi bir şeyler yaratabilmek için yazmak. Bir şekilde, kum saatinin dibine akıyoruz; asıl mesele – en azından benim için, artık tamamıyla dibe çöktüğün zaman saati çevirmeyi istemek.

Daha telefonda görüşürken Adam’ın yanına gitmeye karar verir Eve. Gittiğinde Adam, sevgilisine umutsuz ve kaygılandırıcı cevaplar verir. Eve’se kararlı bir ses tonuyla,

  • Bu kadar uzun süre yaşamana rağmen hala nasıl anlamazsın? Bu saplantılı ruh hali hayatı heba etmekten başka bir şey değil. Hayatını bir şeyleri kurtararak geçirebilirsin, iyi şeyler yaparak, dostluklar kurarak (sesini yükseltir) ve dans ederek!

Ve filmin en sevdiğim sahnesine geçeriz. Bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, filmi de izlemenizi tavsiye ederim. Yasemin Çongar, Kavgam’ı Knausgaard’ın kendisi için bir çeşit edebi intihar olarak tanımlamış. Yazar da bir daha bir çeşit roman yazmayı düşünmediğini söylüyor. Yine de, demokrasilerde çareler tükenmiyor, öğreniyoruz ki Knausgaard bir senaryo üzerinde çalışıyormuş. Türkçedeki okurları içinse evli ve 3 çocuklu bir adamken yazmanın zorluklarından ve ilişkisinin tökezlediği noktaları anlatan ikinci bölümün bekleyişi başladı.

Ne kadar ilginç, karşınızda babasının etkisinden kurtulmak için yıllarını sayfalara dökmüş bir adam var. Belki de edebi olarak hiç de iyi yazmıyordur ve önemli olan da bu değildir. Onlarca kitap fuarı, söyleşi, anlattığı aynı şeyler ve hala bilmiyoruz babasını kendisi için, – kavramsal olarak da diyelim hadi – öldürüp öldüremediğini. Ve yazar konuştukça bunun kendisi için de önemsizleştiğini, geride kaldığını anlıyorsunuz. Elimizde, yine, narsistlik (mi?) kaldı. Vampirler, hobitler, ak gezenler, zombiler kahramanlarını arıyor.

Hepinize iyi meditasyonlar dilerim.

https://www.youtube.com/watch?v=s7qvvJWkUXk

12

 

 

Bahar Topçu

“Arap sabunu kullanıyorum, ama bir türlü köpürmüyor”

Soru

Sevgili Güneşin, Evdeki temizliklerde doğayı kirletmemek için arap sabunu kullanmaya çalışıyorum.

arapsabunuAma ne kadar kullansam arap sabunu köpürmüyor, bulaşıklar bir türlü temizlenmiyor, yağlı yağlı kalıyor ve parlamıyor. “Sorun diil devam et” diyebilirsin ama elimde değil, sinirleniyorum. Üstelik arap sabunu masrafı da beşe katladı. Var mı bir çözüm?

Rumuz: köpük delisi

Cevap

Sevgili Köpük Delisi,

Bu arapsabunundan değil onu kullanmayı bilmemenden kaynaklanıyor. Bu şekilde kullanmaya devam edersen ev bütçesinde hatırı sayılır bir oran kaplar. Çoğu insan da bilmiyor zaten.

Arap sabunu normal şartlar altında tam olarak çözülmediği için jel kıvamında bir sabundur. Onu olduğu gibi kullanmaya çalışırsan köpürmez ve çözünmediği için de yağ ile tam olarak etkileşime girmez ve yağları çözmez.

Bunun için şunu yapmanı öneriyorum: Bir miktar arap sabununu derince bir kabın içine al ve üzerini su ile doldur. Sabun bu kapta sulu bir şekilde kalsın. Kullandığın süngeri sabuna değil, bu sulu kısma daldırarak köpürtmeye çalış. Kısa sürede köpüreceğini ve yağlı tabakayı kolayca temizlediğini göreceksin. Arap sabununu bu şekilde su içinde çözerek sıvı sabun haline getirirsen çamaşır makinesinde de kullanabilirsin. Denemeyle sabittir.

Kolaylıklar dilerim.

Güneşin

GÜNEŞİN’E SOR, CEVABINI AL!

Organik ürünler neden bu kadar pahalı? Organik ürünler gerçekten organik mi?, Köyde canınız sıkılmıyor mu?, Buzdolapsız mutfak olur mu?, Evde çöpleri ayırsam ne işe yarar, gittiği yerde hepsi birbirine karışıyor?, Katkılı gıdalar neden zararlı?, Dünyayı ben mi kurtaracağım? Çocuğun karma aşısı geldi, yaptırayım mı?, Cemreler hala düşüyor mu?, Nasıl çiftçi olurum?, Nereden tohum bulurum? Hem yoga yapıp hem et yiyebilir miyim? Akdeniz Fokları yok olsa ne olacak?, Çobanlık trend olmuş, doğru mu? Ben vejeteryan oldum ama annemler bilmiyor, onlara nasıl söylerim?, Yeşil zeytin ile siyah zeytin ağaçları arasındaki 5 fark? Gönüllü çalışasım var ama nerede? Dolunayda saçımı kestirirsem kel mi kalırım?  Homeopati mi dedin? Buyur?!….

Ve daha nice enteresan sorunun cevaplarını bulup buluşturacağız bu köşede.

Soruları hazırlayın, [email protected] adresine yollayın ve bekleyin, artık ne çıkarsa bahtınıza…

Güneşinesor, verdiği cevaplardan mesul değildir.

(Yeşil Gazete)

Üç Beş Ağaç Kervanı #YeşilYolaDurDe demek için Samistal’de

Doğanın Talanına Karşı Bir Sanat Siperi şiarı ile bu yıl ikinci kez Anadolu Turu’na çıkan Üç Beş Ağaç Kervanı bugün (4 Eylül Cuma) Fırtına Vadisi’nde. Kervan’a Praksis Müzik Kolektifi adına dahil olan Soner Küçükergüler‘i aradık ve Yeşil Yol Direnişi‘ni sorduk.

Çamlıhemşin'de eylemce de başladı. Samistal'i Soner ile (En solda siyah gitar çalan) ile konuştuk
Çamlıhemşin’de eylemce de başladı. Samistal’i Soner ile (En solda siyah gitar çalan) ile konuştuk

“Şu an Rize Çamlıhenşin’deyiz” diyerek anlatmaya başlıyor Soner, Yeşil Yol talan çalışmalarının şimdilik kaydıyla durduğunu, bunun bir seçim arası olduğunu tahmin ettiğini ekleyerek.

Hopa’ya taziye ziyareti

Kervan, taziye için Hopa'ya da uğradı
Kervan, taziye için Hopa’ya da uğradı

Cerattepe sonrası Hopa’ya taziye ziyaretinde bulunduklarını, demokrasi güçlerinin kurduğunu ifade ettiği Kriz Masası’nda kendilerine ihtiyaç malzemeleri hakkında bilgi de verdildiğini ekleyerek, “Yiyecek ya da giyecek tarzı tarzı malzeme talep etmiyorlar. Şu an için acil olan heyalan sırasında yıkılan yerleşim yerlerini yeniden inşa için inşaat malzemeleri” diyor.

Kendisinin de Artvin Yusufeli’li olduğunu aktarab Ergüler, Cerattepe’deki direnişin kendilerine umut aşıladığını vurgulayarak devam ediyor sözlerine. “Cerattepe çok umutlandırdı bizi. Bütün bir kent uyanmış. Bütün dükkanlarda, “Madene Hayır” dövizleri asılı. Nöbet yerinde o kadar organize durumdalarki şu an yeni bir grup, “Ben nöbet tutacağım” dese en erken 20 – 25 gün sonrasına sıra bulabilir. Bu tabi bireysel olarak nöbete katılmak isteyenler için geçerli değil” derken sesindeki mutlu gururu sezmemek elde değil.

Üç Beş Ağaç’ın alamet-i farikası olan Eylemce

Ali Sesal, Çamlıhenşinli çocuklarla
Ali Sesal, Çamlıhenşinli çocuklarla

“Şu an sesi sana da ulaşıyordur, çocuklarla resim, yüz boyama etkinliğine başladık” bile diyerek iletiyor gittikleri her yerde adına “eylemce” dedikleri sanatsal faaliyetler hakkında bilgi verirken ve ekliyor “Çamlıhemşin’in Konaklar Mahallesi’ndeyiz şu an. Etkinliklere her zaman çocuklarla başlıyoruz. Şu an ben seninle konuşurken, Derya (Sağlam), çocuklarla birlikte resim yapıyor. Sonrasında gene çocuklarla drama çalışmaları, yüz boyama, kağıt katlama etkinlikleri yapıyoruz. Sonrasında pandomim ve müzik etkinliğimiz var çocuklar için. Arkasından Ali (Sesal), çocuklarla interaktif bir oyun şeklinde geliştirdiği, “Doğayı Koruma Yemini”ni gerçekleştiriyor. Çocuklarla soru cevap şeklinde gelişen bir oyun bu. Oyun sonunda çocuklarda ekoloji bilinci oluşturmayı ve onlara doğada herkesin birarada yaşama hakkı bulunduğu algısını yeşertme amacını güdüyor”

Karadeniz’de şahit oldukları çevre talanını ise, “Burda tek sıkıntı Yeşil Yol projesi değil. Bölgede granit ocakları, taş ocakları, bilinçsiz şekilde gelişen turizm faaliyeteleri ve hes’ler de çok büyük bir sorun teşkil ediyor” şeklinde açıklıyor.

Sarayın Savaşı Seyahat Özgürlüğünü de Etkiledi

36
Üç Beş Ağaç Kervanı savaş ortamı nedeniyle planladıkları yerlerden Batman, Şırnak ve Van’a uğrayamadı

Üç Beş Ağaç Kervanı’nın başlangıcında uğrak noktalarını bez bir afiş üzerindeki Türkiye haritasında kırmızı ile işaretleye işaretleye geçtiklerini, Kürdistan coğrafyasında ise Diyarbakır dışındaki noktalara gitme imkanı bulamamaları konusunu, “Haritayı ve kırmızı işaretli yerleri görenler, Kürdistan’ı gösterip, “Burada niye işaret yok?” diye soruyor. Onlara her yerde “Sarayın savaşı uğruna ülkenin yarısını elemek zorunda kaldık”  yanıtını veriyoruz” diyerek açıklıyor.

Karadenizli çocukların mesajı net: "Yeşil Yol'a Dur De!"
Karadenizli çocukların mesajı net: “Yeşil Yol’a Dur De!”

Bu sene özellikle Akdeniz’de daha önce uğrama imkanları olmayan bölgelere de gittiklerini kaydeden Soner Küçükergüler, “Özellikle Burdur çok etkiledi bizi. Mermer ocakları ve Salda Gölü’ndeki talan korkunç boyutlarda. Ama her yerde olduğu gibi Burdur’da da mücadele eden birkaç kişi var. İnsanlar mücadele ettikçe umut da kaybolmuyor. Bizim de gayemiz farklı farklı mücadele noktaları arasında köprü vazifesi görmek” diyerek özetliyor Üç Beş Ağaç Kervanı’nın misyonunu.

Kervan’ın Samistal’den sonraki uğrak noktasının Arhavi olacağını öğrenerek sonlandırıyoruz görüşmemizi. Sohbetimiz biterken arkadan yükselmeye başlayan enstrüman seslerinde aklımız kalmış olarak.

 

Fotoğraflar: Seyri Sokak

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

 

2040 yılında su krizi yaşamanın eşiğindeki ülkeler

Esha Dey tarafından Vice  News‘de yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Özge Geyik‘in çevirisiyle sunuyoruz.

***

Kar amacı gütmeyen araştırma organizasyonu World Resources Institute (WRI) tarafından yapılan bir çalışmaya göre 2040 yılında, iklim değişikliği kaynaklı olarak değişen yağış modelleri ve artan nüfus dolayısıyla yükselen talep sebebiyle, dünya genelindeki ülkelerin yaklaşık beşte biri ciddi su kıtlığıyla mücadele etmek zorunda kalacak.

http://mato48.com/tag/water-scarcity/
http://mato48.com/tag/water-scarcity/

Yapılan çalışmada, yaşanacak kıtlığın boyutuna göre bir sıralama yapıldığında Orta Doğu en fazla zarar görmesi beklenen bölge olarak belirlendi. 33 ülkeden 14’ü kıtlıktan muzdarip olması en muhtemel ülkeler olarak öne çıkarken Bahreyn, Kuveyt, Filistin, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail, Suudi Arabistan, Umman ve Lübnan’ın dahil olduğu dokuz ülke ise su kıtlığına karşı en savunmasız olanlar arasında yer aldı.

Rapor, “Çoğunlukla yeraltı suyu ve tuzundan arıtılmış deniz suyuyla su ihtiyacını karşılayan ve bu sebeple halihazırda dünya üzerindeki su güvenliği en düşük bölgelerden biri olan Orta Doğu’nun yakın gelecekte su kaynaklı ciddi problemlerle karşılaşması beklenmekte.” diye belirtiyor.

Kıtlık çekmesi beklenen diğer ülkelerin arasında ABD, Çin ve Hindistan gibi ekonomik aktivitesi yoğun ülkeler de var. Bu ülkeler, günümüzde de su sıkıntısı yaşamakta. 2040 yılında bu durumun devam edeceği öngörülse de ABD’nin güney batısı ve Çin’in Ningxia Bölgesi’nde su kıtlığının %40 ile %70 arasında artabileceği belirtiliyor.

Avusturalya, Endonezya, Filipinler, Moğolistan, Namibya, Botsvana, Güney Afrika, Peru, Şili ve pek çok Kuzey Afrika ülkesi de 2040 yılında su kıtlığı yaşama ihtimali yüksek olan ülkeler arasında.

Yapılan çalışma, dünyanın küçük bölgelere ayrılarak öngörülen yağış miktarı ile yine öngörülen su talebinin karşılaştırılması yoluyla hazırlandı. Su talebi su arzının %80’inden fazla olan ülkeler su kıtlığı bağlamında yüksek risk sınıfına dahil edildi.

2040 yılında su sıkıntısı yaşayacak ülkelerin sıralaması
2040 yılında su sıkıntısı yaşayacak ülkelerin sıralaması

Enstitü’nün Gıda, Orman ve Su Programları direktörü Charles Iceland, çalışmada kullanılan yağış tahminlerinin küresel ısınmada herhangi bir azalma meydana gelmemesi senaryosuna göre kurulan iklim modelleri aracılığıyla yapıldığını belirtti. Iceland’a göre ekvatora en yakın ülkeler su sıkıntısından da en fazla etkilenecek ülkeler olacaklar.

“Kurulan iklim modelleri, ısınan havanın, Ekvator’da buharlaşan suyun atmosferde yükselmesine izin vererek yerküre üzerinde daha kuzey ve güney noktalara gitmesine yol açtığı konusunda hemfikir.” diye ekledi Iceland. “Bu yüzden, mevcut durumda yağış alan bölgeler su kolonlarının kuzeye ve güneye kayması sebebiyle bu yağıştan mahrum kalacak.”

Yağış miktarındaki değişimlerin yanı sıra, nüfus artışı ve ekonomik kalkınma hızı göz önüne alınarak gelecekte suya olacak talep hesaplandı.

Iceland “Gelişen ekonomiyle birlikte kişi başına düşen su tüketimi de artacak ve bu gidişata göre dünya nüfusu 2050’de 9 milyara ulaşacak.” diye belirtti.

İklim değişikliği ve nüfus artışı baskın etmenler olsa da su kıtlığını tetikleyen dinamikler bölgeden bölgeye değişim gösteriyor. Örneğin, WRI Şili’nin 2010’da ortalama değerde görünen su sorununun artan sıcaklıklar ve değişen yağış miktarı sebebiyle üst seviyelere çıkacağını öngörüyor. Halihazırda su sorunu yaşayan Botsvana ve Nambiya ise iklim değişikliği sebebiyle önemli derecede risk altında olan ülkeler.

Stanford Üniversitesi Yeryüzü, Enerji ve Çevre Bilimleri Fakültesi’nde profesör Noah Diffenbaugh, “İnsanın temel hakkı olan temiz suya erişim hakkı şu anki iklimle bile tam sağlanamıyor.” diyor ve su krizinin ülkeden ülkeye değişeceği ve her ülkenin farklı ve bölgesel çözümler üretmesi gerekeceği fikrine katılıyor.

Uzmanlar, iklim değişikliğinin su arzı üzerinde yarattığı baskının yanı sıra bir ülkenin su kaynaklarının %70-90’ını kullanan tarım aktivitelerinin derinlemesine incelenmesi gerektiğini söylüyor. Bu bağlamda, kuraklığa dayanıklı tohum ekimi ve diğer bir takım verimli teknolojiler bu sıkıntıyı hafifletebilir.

Amerikan Savunma Bakanlığı raporunun da aralarında bulunduğu pek çok çalışmaya göre artan su kıtlığı, özellikle günümüzde de krize yatkın Orta Doğu ve Afrika gibi bölgelerde kaos ve savaşlarla sonuçlanabilir.

WRI’nn yayınladığı rapor tehdit yaratan bu tip durumların karmaşıklığına dikkat çekiyor.

Iceland son olarak, “Bu çalışmada dikkatimi çeken nokta, su kıtlığından ciddi ölçüde etkilenmesi beklenen ülkelerin halihazırda jeopolitik gerilim içinde olan ülkeler olması.” diye belirtti.

Haberin İngilizce Orijinali

Haber: Esha Dey

Yeşil Gazete için çeviren: Özge Geyik

(Yeşil Gazete, Vice News)

Melda Onur: Sokağın vekili olmaya talibim

CHP’nin 7 Haziran genel seçimleri öncesinde yaptığı ön seçimlerde alt sıralarda kalarak aday olamayan 24’üncü dönem milletvekili Melda Onur, 1 Kasım seçimleri öncesinde aday adayı olduğunu açıkladı.

mel3

Kişisel sitesinde yer alan açıklamada önseçim süresince ve sonrasında sevgi ve dayanışma mesajları ve imza kampanyaları ile kendisine destek olan herkese teşekkür ederek başlayan Melda Onur “Ardımda Türkiye genelinde çok değerli bir kamuoyu desteği olduğunu görmenin sorumluluğuyla yeni dönemde, yarım kaldığını düşündüğüm “yaşam hakları” mücadelemi sürdürmek hedefimle yeniden aday adayı olmakta hiç tereddüt etmedim.” diye duyurdu.

Görev yaptığı sürede partisinin ve meclisin en aktif vekillerinden biri olan Onur, özellikle ekoloji ve çevre mücadelesinin yakından tanıdığı bir isim. Çevre mücadelesi hedefleyerek çıktığı TBMM yolculuğunun ülke koşullarının getirdiği noktada her türlü yaşam hakkının savunulması olduğunu kaydeden Melda Onur açıklamasına “Kimi hayatlara dokunduk, ama dokunamadığımız çok…Bilerek çürütülen yargının, çöp davalarla cezaevlerinde çürümeye bırakılanların seslerini elimizden geldiğince duyurmaya çalıştık. Ama Poyraz Ali hala içerde. Kentlerde yok edilmeye çalışılan yaşam haklarının peşine düştük, Taksim’in ciğerlerini belki kurtardık. Ama İstanbul’un ciğerlerinin kuzeyden başlayarak tahribi sürüyor. Bazı dereleri, ormanları ve yaşamları kurtardık ama bir çoğu, yaylalarımız, köylerimiz büyük tehlike altında. Samistal hala tehdit altında, Arduçlar’ın ormanları yanıyor. “Bu kent, bu köy benim, bu yaşam benim” diyerek sokaklara savrulan çocuklarımızı vurdular, hala vuruyorlar. Ailelerine zulmediyor, katillerini bırakıyorlar. Berkin vurulalı kaç çocuk daha vuruldu? Komşularımıza ne yaptığımızı fark etmek için sahillerimize daha kaç çocuk bedeni vurmalı?

26

Ülke hergün dünden çok daha ağır koşullar yaşıyor. 8 Haziran günü kurulan bomba düzeneği, 20 Temmuz günü ülkeyi patlattı. Bugün sivil, asker, polis, kadın, erkek, genç, yaşlı, herkes aynı öfkenin hedefinde. Bu öfke yaşadığımız toprakları ve halklarımızı daha fazla yakıp kavurmadan “dur” diyebilmeliyiz.” şeklinde devam etti.

Daha güçlü dur diyebilmek için önce CHP yönetiminin kararı ve vatandaşların oyları ile yeniden sokağın vekili olmaya talip olduğunu duyuran aday adayına sosyal medyadan da birçok olumlu tepki geldi.

mel mel2

 

 

(Yeşil Gazete)

[İstanbul Güncel Sanat Rehberi] 14. İstanbul Bienali Yarın Başlıyor!

Yarın (5 Eylül Pazartesi) başlayacak Bienalin yanısıra açılan bir çok sergi ve bugün (4 Eylül Cuma) başlayan ArtInternational Çağdaş Sanat Fuarı ile İstanbullu sanatseverleri güncel sanat dolu günler bekliyor.

24
Büyükada, 18 August 2014” © Francis Alÿs

14. İstanbul Bienali, TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla yarın başlıyor. Carolyn Christov-Bakargiev tarafından şekillendirilen bu seneki bienalde,; Afrika, Asya, Avustralya, Avrupa, Ortadoğu, Latin Amerika ve Kuzey Amerika’dan 80’in üzerinde katılımcının 1.500 eseri ziyaret edilebilecek.

Carolyn Christov-Bakargiev, bienalin teması TUZLU SU’ya dair fikirlerini şu şekilde açıklıyor: “Boğaziçi ekseninde kentin geneline yayılan bu sergi bir materyalin –tuzlu su– ve çelişen düğüm ve dalga imgelerinin etrafında dönüyor. Sergi, dünyayı şiirsel ve politik olarak şekillendiren ve dönüştüren, görünür ve görünmez farklı dalga örüntülerini ve frekanslarını, su akıntılarını ve yoğunluklarını ele alıyor. Hem kelimenin düz anlamıyla su dalgaları vardır hem de insan dalgaları, duygu ve anı dalgaları. Dalgaları teşhis ederek, görerek örüntülerinin farkına varırız – sualtındaki su örüntüleri, rüzgâr örüntüleri. Sanatla birlikte ve sanat aracılığıyla yas tutuyor, hatırlıyor, kınıyor, iyileşmeye çalışıyoruz ve kendimizi bu mekânda beraber yaşamış birçok topluluğun neşe ve canlılık olasılıklarına adıyor, formdan yeşeren yaşama sıçrıyoruz.”

Adrian Villar Rojas, “The Most Beautiful of All Mothers” © İstanbul Bienali Facebook Sayfası
Adrian Villar Rojas, “The Most Beautiful of All Mothers” © İstanbul Bienali Facebook Sayfası

Sergi Mekanı Olarak Deniz Otobüsü

Bienalin kavramsal çerçevesini oluşturan tuzlu su, sergi mekanlarının seçiminde de öne çıkıyor. İstanbul’u çevreleyen tuzlu su düşüncesinden yola çıkarak sergi mekanları, Boğaz’ın Avrupa ve Anadolu yakasını içine alan 36 noktalık geniş bir alana yayılıyor. Bu seneki bienalde müzelerin yanı sıra tekneler, oteller, eski bankalar, otoparklar, bahçeler, okullar, dükkânlar ve özel konutlar gibi kara ve su üzerindeki geçici yerleşim alanlardan oluşan değişik sergi mekanları mevcut. Örneğin Büyükada’da, 1997 yılından bugüne kadar toplu taşıma aracı olarak hizmet veren Kaptan Paşa Deniz Otobüsü, bienal süresince iskelede kalarak sergi mekânlarından biri olacak. Geniş alandaki sergi mekanlarına özellikle vapurlarla yapılacak yolculuklarla, bienal, ziyaretçileri sanatı deneyimleme sürelerini yavaşlatmaya ve tuzlu su ile birebir temasa geçmeye davet ediyor. Çünkü tuzlu suyun solumun problemleri ve pek çok başka hastalığın iyileşmesine yardımcı olduğu ve sinirleri yatıştırdığına da dikkat çekiliyor.

Yeni İşler ve Tarihi Yapıtlar Birarada

Bienal’de sanatçıların yeni işlerinin yanı sıra; okyanusbilim tarihi, çevre incelemeleri, sualtı arkeolojisi, Art Nouveau, nörobilim, fizik, matematik ve teosofi tarihinden başka yapıtlar da bulunuyor.

Bienal Etkinlikleri

  1. İstanbul Bienali kapsamında bir çok etkinlik de gerçekleştirilecek. TUZLU SU: Söz Edimleri ve Söylem Biçimleri başlıklı programda farklı sanatçı, bilim insanı, küratör, filozof ve kültürel aktivistlerin katılımıyla yuvarlak masa tartışmalar, seminerler, sözlü sunumlar, dinleyicilerle söyleşiler, okuma grupları ve rehberli turlar düzenlenecek. Aynı zamanda Ekolojik Kurgular, Denizler Altında, Hayatta Kal! ve Kıyıdakiler olmak üzere dört tema etrafında hazırlanan ücretsiz film gösterimleri bienal boyunca İstanbul Modern Sinema’da ziyaretçilerle buluşmayı bekliyor.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Koç Holding sponsorluğunda düzenlenen 14. İstanbul Bienali, 1 Kasım tarihine kadar ücretsiz olarak ziyaret edilebilir. Bienal ile ilgili detaylı bilgilere, rehberli tur zamanlarına ve bienalin ücretsiz kataloguna http://14b.iksv.org/ adresinden ulaşılabilinir.

ArtInternational Çağdaş Sanat Fuarı ve Eleştirel Sanatsal Karşılaşmalar

Sanatseverleri, bienal etkinlikleri dışında da hareketli günler bekliyor. İspanya’dan Çin’e, İtalya’dan Bulgaristan’a, 27 ülkeden 87 galeri ve 400’den fazla sanatçının katılacağı ARTINTERNATIONAL Çağdaş Sanat Fuarı, bu haftasonu Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşiyor. SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da Halil Altındere, Aslı Çavuşoğlu, Ayşe Erkmen ve Hale Tenger’in de işlerinin bulunduğu Nerden Geldik Buraya, 1980 askeri darbesinden sonra ortaya çıkan toplumsal hareketler ve popüler kültür ögelerine odaklanarak Türkiye’nin yakın geçmişiyle bugünü arasındaki ilişkiyi irdeliyor ve izleyici eleştirel bir sanatsal karşılaşmaya davet ediyor. Sanatseverler, Tophane’deki Depo İstanbul’da açılan Gelecek Sergi: TORUNLAR, Aidiyetin yeni coğrafyaları sergisi ile Ermeni ulusaşırı toplumunda kişisel ve ortak bağlantılara, diaspora kimliklerini güçlendiren ve besleyen mekanizmaları irdeleyen eserleri görme fırsatı yakalarken Beyoğlu Pilot Galerisi’ndeki Çıkış Var sergisinde mizahi ve eleştirel üslubuyla Şener Özmen’in en yeni eserlerini görebilirler.

 

Haber: Ayşe Zeynep Pamuk

(Yeşil Gazete)

Bodrum, insanlık ve ötesi… ‪#‎KıyıyaVuranİnsanlık‬ – M. İrem Afşin

Kobane’li Aylan Kurdi 3 yaşında. 13 yaşındaki oğlum Nazım Özgün’le Bodrum’da tekne turlarımız sırasında en sevdiğimiz sakin koylardan birinde, Aspat koyunda kumsalda yatıyor… Aspat’ın çok güzel turkuaz rengi suları yüzüne, başına çarpıyor… Uzaktan bakınca sanki yanağını kumlara dayamış da denizin sesini dinliyor gibi gelse de Aylan boğuldu. Ölüm şekli olarak en acı verenlerden biri olduğu söylenen boğulmanın ne demek olduğunu 3 yaşında öğrendi ve öte yana geçti… 5 yaşındaki kardeşi Ghalep ve annesi de boğularak ölen göçmenler arasında. Geride kalan baba Abdullah ‘ellerimin arasından kayıp gittiler’ demiş, bu ne çeşit bir acıdır, nasıl dayanılır anlamam mümkün değil…

Sosyal mecrada ceset fotografı, hele de çocuk bedeni paylaşmayan, hatta paylaşılmasına da karşı olan ben, o sabah Twitter’da aniden Aylan’la karşılaşınca…’Herkes görsün’ dedim kendi kendime, sonradan linç edilmek de  umurumda olmadı, kafamda hep aynı soru vardı: Aylan Bodrum’dayken gördüğümüz çocuklardan hangi biriydi acaba?

11
Fotoğraf: Nilüfer Demir / DHA

Bodrum’da yaşadığımız uzun süre boyunca merkezdeki garajda, her türlü plajda veya ıssız koyda, restoranların kıyı köşelerinde, küçük parklarda, sokaklarda, limanda kısaca her yerde onlar vardı. Çoğu küçük yaşta çocuk, kadın, yaşlılar, erkek sayısı daha az gençler… Evlerini, işlerini, okullarını, memleketlerini bırakıp savaştan canını kurtarmak için kaçan, hiç tanımadıkları bir ülkeye sığınan binlerce insan…

Garajda minibüs beklerken kahyaların kenara itiştirdiği kadına su almamla başlayan, Nazım Özgün’ün deyimiyle ‘bizim Suriyeliler’ hikayelerimiz, yemek yediğimiz yerlerde masamızın önünde durup yutkunan bebelere yemek almak istediğimde beni tersleyen esnafla, plajda Nazım’ın mısırının yarısını kumun içinde burnundaki sümükleri silerek yalanan kardeşe vermesiyle devam etti. Bir kaç dükkanla ‘o sattığınız şey can yeleği değil, farkında mısınız?’ kavgası yaptığım bir gün esnafın birinin ‘Abla ölseler ne olacak ki, üçü beşi ölüyor, sürü halinde arkadan geliyorlar’ demesini hiç unutmam ki?

Bir kaç plajda ‘ ayy çok pisler, kokuyorlar, havası bozuldu buranın gidelim’ diyebilecek kadar vicdanını köreltmiş Türk tipi tatilciler, bir diğer koyda çocukların birlikte oynamasına bile tabii ki karşıydı. Nitekim oturduğumuz kumsaldan bir yan koya kadar kıyıdan büyükler tarafından kovalanan(!) çocukların arkasından gittiğimizde, ıssız yan koyda ağaçlara gerilmiş kıyafetlerin gölgesinde oturan yüzlerce göçmen ile karşılaşmak mümkündü. Bir arkadaşımla gittiğimiz Aktur’un yan plajı ise, açık kamp görüntüsündeydi: Her yaştan yüzlerce insan vardı 40 derece sıcakta, açlık, parasızlık ve vatansızlık dünyanın en net resmiydi…

Her gün sabah akşam alenen basit şişme botlara doluşup karşı kıyıya ulaşmaya çalışan ve her seferinde eyvah dedirten o insanlarla karşılaştıkça Nazım Özgün hep aynı soruyu sordu, ben de hep cevap veremedim: ‘Savaştan kaçıyorlar ama burada da açlar, kalacak yerleri yemekleri yok. Ne olacak bu insanlara?’

Plajda mısırını, lokantada yemeğini paylaşmakla aslında o insanlara gerçekten yardım edemeyeceğimizin farkındaydı. Kışın da Şişli’de sokaktaki Suriyelilere kıyafet götürdüğümüzde benzer sorular sormuştu: ‘Peki kar yağınca ne olacak bu insanlara?’

Öte yandan Bodrumlular arasında aralarında çok şükür arkadaşlarım da olan gruplar, kıyafetten yiyeceğe yapabildikleri yardımları Suriyelilere iletirken, nasıl eleştiriler hatta engellemeler ile karşılaşıyorlar, tabii ki anlamam mümkün değil. Müslümandık sözde biz, değil mi?

Aylan’ın fotografını gördüğümde, dönerinden bir ısırık aldıktan sonra bacaklarıma sarılan o küçük kara böcük çocuk geldi aklıma. Acaba ne olmuştu, neredeydi, hala yaşıyor muydu? Ya bana çekinerek gözlerini kaçırarak ya elini sıkmazsam endişesiyle elini hafif uzaktan havaya kaldıran annesi? Aynı dili konuşmasalar bile iki anne sadece gözleriyle anlaşabilir, hiç denediniz mi?

Aylan ve kardeşi Ghalep, kıyılarımızda veya Akdeniz’de aylardır boğulan göçmen çocuklardan sadece ikisi. Bu gidişle son da olmayacaklar. Sahte can yelekleri, 10 euroya satılan kolluklar, 10 kişilik bota 20 kişi binmeler, kişi başı 2.500-3.000 eurolara kadar çıkan ‘kaçma bedelleri’, o da şanslıysanız ve bot devrilip boğulmazsanız…

İşte bu yüzden fotograflar ortaya çıktığı andan itibaren, ‘etik değil’ ile başlayıp ‘içim kaldırmıyor çok üzülüyorum’la devam eden, en fenası da ceset fotografı paylaşanı psikopat ilan eden zihniyetle uğraşmayı bıraktım bir süre sonra… Tam tersini düşünüyorum şimdi: Evet, görmeli, bakmalı, anlamalı ve çok rahatsız olmalıyız. Çok rahatsız olduğumuz için de bir şeyler yapmalıyız. Biz normal hayatımıza sıradan aptal acılarla devam ederken, plajda oğlumla denizde gülerken utanmamı sağlayan his neyse, bütün dünyanın hissettiği de o olsun istedim.

Tabii ki bir yandan bir çocuk cesedi üzerinden ajitasyon yaparken, sokakta gördüğü Suriyeli aman ona dokunmasın diye yan yan yürüyenler ayrı. Bodrum plajlarında, sokaklarında konuşulanları yazınca, ‘Bodrumlu Beyaz Türkler ne yapsın ki, tatile gelmişler, ben de olsam aynı plajda durmak istemem’ yorumları bile geldi.
Siz ne ara bu kadar vicdansız oldunuz?

İnsanlığımızın bittiği nokta bu işte. Vicdansızlığımızın, bencilliğimizin, kötülüğümüzün bir sınırı yok artık. Ne o plajdaki vaktimden vazgeçerim, ne de Nazım Özgün’ün elindeki yarım mısıra korkarak elini uzatan çocuğu bir çırpıda kucağıma almaktan çekinirim…

Hep aynı korkuyla sarsılırken kayıtsız kalmam, aksini yapmam mümkün değil: Var mı artık, bir gün o botlardan birinde bizlerin de olmayacağının garantisi?

Aylan Kurdi’nin halası Kanada’da yaşıyor. Aile de Kanada’ya mülteci olarak gitmek istemiş, ancak geri çevrilmişler. Şimdi Aylan, kardeşi Ghalep ve anneleri boğulduktan sonra Kanada hükümetinin aklı başına gelmiş, babaya davet yollamışlar, isterseniz sığınmacı olabilirsiniz diye… Kanada’nın çok geç gelen teklifini reddeden baba Abdullah, eşini ve iki çocuğunu Kobane’ye geri götürüp orada defnedeceğini ve Kobane’de kalacağını açıkladı.

Dünyadaki büyük trajedi ve katliamlarda bazen tek bir kare fotograf onlarca siyasi girişimden etkili olmuştur. Bizim toplumun vicdanı artık nasır bağladığı için ‘ceset fotografları kanıksandı, normal karşılanıyor, bir etkisi olmuyor’ demek yerine, bir de bu açıdan düşünsek? Belki bir sonraki Aylan’la Ghalep’i kurtarmak mümkün olur?

Kıyıya vuran çocuklar değildi sadece, dünyanın insanlığı işte böyle kıyıya vurdu. Aylan’ın cansız küçük bedenini kucaklayan jandarmanın yüzüne bir bakın… Boğazınıza bir düğüm takılıyorsa ve içinizden ‘ben ne yapsam?’ çığlığı geçiyorsa, demek ki hala insansınız.

Beni, hala inatla insan kalabilen bizlerin neler yapacağı ilgilendiriyor bundan sonra, goygoycu duyarcılar lütfen yan koya…

#‎SavaşaHayır #BarışHemenŞimdi

10...

 

 

M. İrem Afşin

Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı, Rio 2016 biletini Avrupa Şampiyonası’nda kaptı

Türkiye Tekerlekli Sandalye Basketbol Erkek Milli Takımı, İngiltere’nin Worcester şehrinde devam eden 2015 Tekerlekli Sandalye Basketbol Avrupa Şampiyonası’nın çeyrek final maçında İspanya’yı, 63-54 yenerek yarı finale yükseldi. Bu sonuçla Türkiye, aynı zamanda 2016’da Brezilya – Rio’da düzenlenecek Paralimpik Oyunları’na da katılmaya da hak kazanmış oldu.

7

Namağlup Türkiye

28 Ağustos’ta başlayan 2015 Tekerlekli Sandalye Basketbol Avrupa Şampiyonası, 6 Eylül Pazar günü sona erecek. Türkiye, yarı finalde bugün (4 Eylül) 22:30’da Hollanda ile karşı karşıya geliyor. Milli takım grup maçlarında da karşı karşıya geldiği Hollanda’yı grubun ilk maçında 52 – 46 mağlup etmişti.

Tekerlekli Sandalye Basketbol Avrupa Şampiyonası, 2 grupta 12 takımın katılımıyla gerçekleşiyor. Türkiye Tekerlekli Sandalye Basketbol Erkek Milli Takımı yarı finale gelene kadar Hollanda’nın dışında İsveç’i 59 – 48, İtalya’yı 70 – 63, İsviçre’yi 79 – 52, İsrail’i ise 69 – 53’lük skorlarla geçti.

Tekerlekli Sandalye Basketbol Kadın Milli Takım’ı ise turnuvada şimdiye kadar Büyük Britanya, Almanya, Fransa ve Hollanda’ya farklı mağlup olurken İtalya’ya 42 – 20 üstünlük sağladı.

(Yeşil Gazete)

EGEÇEP’den Efemçukuru Altın Madeni için suç duyurusu

Ege Bölgesi’nde ekolojik mücadele yürüten Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP), Efemçukuru Altın Madeni için ‘İzmir’in suyunu ve çevresini kasten kirletmekten’ suç duyurusunda bulundu.

4

Haber Ekpres’den Halime Özçelik’in haberine göre EGEÇEP üyeleri, suç duyurusu sırasında, “İzmir’in temiz yüzeysel su havzası Efemçukuru yöresinde yaklaşık on yıldan bu yana altın ve gümüş madeni işletilmesi gündemde. Efemçukuru Altın Madeni’ne yönelik yıllardır süren tartışmalarda ve davalarda yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda, ‘yörenin kayaç yapısı ve işletmede yapılacak zenginleştirme işlemi sonucunda maden işletmesinin ağır metal kirliliği yaratacağı, böylelikle bölgenin yeraltı ve yerüstü su kaynaklarının kirleneceği, yörenin bitki ve orman örtüsünün zarar göreceği, bölgede uygulanan ekolojik tarımın sona erdireceği, kısaca ekolojik ve toplumsal yıkıma yol açacağı’na dair raporlar yazıldı. Bu ciddi bilimsel uyarılara rağmen çevre sağlığı ve canlı yaşamı için risk oluşturan altın madeni için hiçbir şey yapılmadığı gibi, kapasite artırımı mahkeme kararlarına rağmen gündemde.” açıklamasını yaptılar.

EGEÇEP üyeleri ve avukatları, Eldorado Gold Corporation İcra Kurulu Başkanı Paul Wright ve Tüprag Metal Madencilik Genel Müdürü Mehmet Yılmaz hakkında, mahkeme kararı ile tespit edilen şirket faaliyeti olarak çevreyi kasten kirletme suçu ile ilgili suç duyurusunu adli mercilere verdiler.

EGEÇEP Derneği vekilleri Avukat Arif Ali Cangı, Avukat Berrin Esin Kaya ve EGEÇEP üyeleri, konunun takipçisi olmaya devam edeceklerini söylediler.

 

(Haber Ekspres)