Ana Sayfa Blog Sayfa 3061

Güneş panellerinin elektrik üretim kapasitesi ‘ilk defa nükleeri geçecek’

Güneş enerjisi üzerine araştırmalar yürüten GTM Research, dünya çapında güneş ışığından elektrik üreten güneş panellerinin üretim kapasitesinin önümüzdeki aylarda ilk defa nükleer santralların kapasitelerini geçeceğini açıkladı.

İngiltere’de yayınlanan i gazetesinin haberine göre 2017 sonunda dünyadaki güneş paneli sistemlerin kapasitesi 391,5 gigawatta ulaşarak 390 gigawatt elektrik üretme kapasitesi olan nükleer santralları geride bırakacak.

Fakat güneş ışığından üretilen elektriğin nükleer santrallardan üretilen elektriği geçmesine daha çok var. Dünyadaki nükleer santrallar saatte ortalama 2,5 milyon gigawatt elektrik üretirken bu miktar güneş enerjisinde 375 bin gigawatt. Aradaki farkın nedeni, güneş enerjisi üreten sistemlerin, üretim kapasiteleri daha fazla olsa bile hava kapalıyken ve geceleri elektrik üretememesi.

GTM Research’ten Stephen Lacey, bu yıl elektrik üretimine eklenmesi beklenen 81 gigawattlık güneş panelinin kapasitesinin 81 gigawatt olduğunu, bunun 2014’te faaliyete geçen sistemlerin 2 katı, 10 yıl önce faaliyete geçenlerin ise 32 katı olduğunu söyledi ve ekledi:

“2022’de küresel güneş enerjisi üretim kapasitesinin 871 gigawatta ulaşmasını bekliyoruz. Bu, 2017’deki nükleer santral kapasitesinin iki katına ulaşmak anlamına geliyor.”

Uluslararası Enerji Ajansı, bugün dünyanın elektriğinin yüzde 1,6’sını üreten güneş panellerinin, yüksek büyüme senaryosuna göre 2050’de yüzde 16’ya ulaşabileceğini öngörüyor.

 

(BBC Türkçe)

Güney Asya’daki sel felaketi 24 milyonu etkiledi: Ölü sayısı 800’ü aştı

Güney Asya’da geniş bir coğrafyayı etkileyen seller, korkunç bir tablo ortaya çıkardı. Hindistan, Nepal ve Bangladeş’teki aşırı yağış ve sellerde ölü sayısı 800’e yükseldi. Şiddetli muson yağmurlarının devam ettiği üç ülkede bir milyondan fazla insan evsiz kaldı. Bölgede sellerden 24 milyon kişinin etkilendiği bildirildi.

Hindistan’ın yalnızca Assam eyaletinde birkaç hafta içinde en az 180 insan yaşamını yitirdi. Üç çocuk annesi Lakshmi Das, her yeri kaplayan su nedeniyle sazlık kulübelerin kaybolduğunu, kıyafetlerini bile alamadıklarını söyledi. Hindistan’da Arunachal Pradeş, Bihar, Nagaland ve Manipur eyaletleri de sel altında kaldı. 7 bin köyün suyla kaplandığı Bihar’da can kaybı 253’ten fazla, yarım milyona yakın insan evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Geçmiş senelere göre bu yıl meydana gelen sellerin en kötüsü olduğunu kaydedildi.

Yalnızca Bangladeş’te 5.7 milyon insan felaketten etkilendi. Su seviyesinin sürekli yükseldiği Bangladeş’te ölü sayısı en az 115. Ülke çapında 225 köprü enkaza döndü, 400 bin hektarlık alan sular altında kaldı. Yardım kuruluşları felaketzedelere ulaşmakta güçlük çekiyor. Nepal’de ise resmi açıklamaya göre can kaybı 141’i buldu. Felaketten sağ kurtulmayı başaran binlerce kişi, evlerine döndüklerinde enkaz yığınıyla karşılaştı.

Felaket, yalnızca insanları değil vahşi yaşamı da öldürüyor. Aralarında nesli tükenmekte olan 24 gergedan, 5 fil ve bir kaplanın bulunduğu yaklaşık 225 canlı 12 Ağustos’tan bu yana süren sel felaketinde yaşamını yitirdi.

(Milliyet, Guardian)

Normal bilim yapmaya daha ne kadar devam edeceksiniz? – Levent Kurnaz

İklim değişikliği bugüne kadar karşılaştığımız problemlerden çeşitli nedenlerle farklı bir problemdir. Diğer konularla arasındaki en önemli fark küresel bir problem olması ve tüm gezegeni derinden etkileme ve değiştirme riski taşımasıdır. Bu nedenle de iklim değişikliği problemine bakışımız diğer tüm konu ve sorunlara yaklaşımımızdan doğal olarak farklı olacaktır. Bilim alanında aşina olduğumuz klasik problemlere alışılmış ve üzerinde anlaşılmış bir yaklaşım söz konusudur.

Normal bilim dediğimiz bu yaklaşımda gözlemler ve deneylerle kurduğumuz hipotezi sınayarak kurallara varmaya çalışırız. Bu tür bilimsel yaklaşımda belirsizlikler bir yandan çok az olduğundan, öte yandan da belirsizliklere izin verilmediğinden yargılara varma konusunda keskin davranma zorunluluğu vardır. Mesela CERN’de yapılan deneyler sonunda Higgs bosonunun varlığını kanıtlamak için elde edilen verilerin şans eseri oluşmayacağı bizim normal hayatta kullandığımız kesinliklerin çok ötesinde belirlenir. Bunun nedeni de normal bilimin doğasıdır. Normal bilimde belirsizliklere yer yoktur.

1992 yılında Rio’da toplanan dünya devletleri iklim değişikliğini görüştüler ve önemli kararlar aldılar. Bu kararların belki de en önemlisi sözünü ettiğimiz belirsizlikle ilgili olan karardır. Dünyadaki neredeyse tüm ülke yetkilileri iklim değişikliğinin çok önemli riskler taşıdığına ve devletlerin bilimsel belirsizlikleri bahane ederek önlem almaktan kaçınmamaları gerektiğine karar verdiler.

İklim değişikliği bilimsel anlamda önümüze yeni ve değişik bir problem getirdi. Bu problemde artık hem önemli derecede belirsizlik bulunuyor hem de sonuçlar çok büyük riskler içeriyor. Bu yeni bilimsel yaklaşım gereksinimine de normal ötesi (post-normal) bilim adı verildi (Funtowicz ve Ravetz, 1992).

Normal ötesi bilimin normal bilimden ciddi anlamda ayrılmasının en önemli nedenini belirsizlik ve risk oluşturuyor. Yani bu problemde normal bilimin kullandığı “verileriniz kaç standart sapma farklı olursa yeni bir bulgu sayılabilir” türü yöntemleri kullanabilmemize imkan bulunmuyor. Hepimiz biliyoruz ki içinde çok önemli belirsizlikler barındıran bir problemle uğraşıyoruz, ama bu belirsizlikler yakın ve orta gelecekte insanlık ve dünya açısından çok önemli riskleri de beraberinde getirebilir.

Normal ötesi bilimde bu nedenle bir bilim insanının laboratuvarından yaptığı deneyler yaklaşımının çok ötesine geçmemiz gerekiyor. Bu yeni yaklaşım içerisinde tüm paydaşları barındıran bir yaklaşım olmak zorundadır. İklim değişikliğinin ne olduğuna ve nedenlerine karar verdikten sonra yapılması gerekenler hepimizi ilgilendirdiği için tüm paydaşların da katılımı ile bir karar sistemi oluşturmak gereklidir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) de tam olarak bunu sağlamak için oluşturulmuştur. Artık yeni bir bilimsel yaklaşım ve bilimsel verileri paylaşım yöntemine ihtiyacımız vardır.

Yalnız burada karşımıza iklim değişikliğinin en önemli problemlerinden birkaçı çıkıyor. Normal bilimdeki kütleçekim dalgalarının keşfi kimse açısından önemli bir kazanç veya zarar nedeni olarak kabul edilmeyecek olsa da normal ötesi bilimdeki iklim değişikliği problemi her şeyden öte ekonomiyi derinden etkileyecek bir problemdir.

İklim değişikliğinin (neredeyse) tartışmasız nedeni, miktarı atmosferde her geçen artmakta olan sera gazlarıdır. Sera gazlarının miktarındaki artışın en önemli nedeni de insanların yaktıkları kömür, petrol ve doğal gazdır. Dünyadaki en büyük şirketlerin önemli bir kısmı gelirlerini bizlere kömür, petrol ve doğal gaz satarak elde eden şirketlerdir. Dolayısıyla bu şirketler, tamamen maddi kaygılarından dolayı iklim değişikliği biliminin paydaşlarından biri oluyorlar.

Paydaşlardaki bu değişiklik probleme bakışımızı da etkileyebiliyor. Kütleçekim dalgalarının keşfi işine gelmeyecek bir Fortune 500 şirketi olmayacağından konuya tamamen normal bilim açısından yaklaşmamızda bir sakınca bulunmuyor. Ancak gelirleri sera gazı salmaya bağlı olan dev şirketler bilimsel verileri bir sis bulutu arkasına saklayarak kendi alternatif gerçekliklerini yaratma konusunda usta olduklarından normal ötesi bilimin de bilimsel veriye yaklaşımı daha temkinli olmak zorunda kalıyor.

Tüm bunları anlatmamın arkasındaki ana neden özellikle bu yaz karşılaştığımız olağan dışı hava olaylarından sonra konuşmalara hakim olan “bu olaylar normal, hep olur” tarzının yarattığı etkidir. İklim biliminde normal tabii ki önemlidir, ama iklim değişikliği bu normalin her geçen sene biraz daha değişmesine neden olmaktadır. Bugün karşılaştığımız doğa olayları daha önce karşılaşmadığımız veya görmediğimiz olaylar değildir. Ancak küresel ısınma bu olayların hem şiddetini hem de sıklığını artırmaktadır. Bu nedenle de karşılaştığımız bu olağan dışı olaylara “bu olaylar normal, hep olur” tarzındaki bir yaklaşım önemli bir problem yaratır.

İklim değişikliği her ne kadar dev şirketlerin sattıkları kömür, petrol ve doğal gaz nedeniyle meydana geliyor olsa da onların sattıkları kömür, petrol ve doğal gazı satın alan da bizleriz. Biz karşımızda bir problem olduğunu algılar ve bir paydaş olarak çözüme yönelik adımlar atmak zorundayız. Ama duyduğumuz her “bu olaylar normal, hep olur” cümlesi çözüme yönelik adımlar atmak isteyen bireyin atacağı adımı tekrar düşünmesine neden olabilmektedir.

Normal ötesi bilimde bilim insanının sorumluluğu sadece normal bilimde kullandığı terminoloji ile konuşmak değil normal ötesi bilimin bizleri karşılaşmak zorunda bıraktığı belirsizlik ve riski de hesaba katarak davranmaktır. Bu sorumluluğu sadece normal bilim olarak gören bilim insanları çözümün değil problemin bir parçası olmaya başlıyorlar. Bu da 1992’de Rio’da tüm devletlerin üzerinde anlaştığı belirsizliklere rağmen önlem alınması prensibine zarar veriyor.

Doğan Akhanlı’nın gerçek durumu üzerine – Sennur Baybuğa

0

Doğan Akhanlı geçtiğimiz hafta sonu İspanya’da hakkında kırmızı bültenle arama kararı bulunduğu gerekçesi ile gözaltına alındı. Çıkarıldığı Mahkemece de, İspanya’yı bir süre terk etmemek koşulu ile serbest bırakıldı.

Akhanlı 2010 yılı ağustos ayında uzun yıllardır gelmediği  Türkiye’ye giriş yaptığı sırada havalimanında gözaltına alındı. Devamında, 1989 yılında İstanbul’da meydana gelmiş ,  varlığını o gün öğrendiğimiz bir döviz bürosu soygununa karışmak suçunun faili olduğu iddiasıyla tutuklandı. Sorgusunda hazır bulunan avukat olarak klasör halindeki dosyayı görmem için bana verilen süre 3 dakikaydı.

Akhanlı’nın  25.8.2010  tarihli iddianame ile, tutuklanmasına gerekçe eylemden ve örgüt üyeliğinden müebbeden mahkumiyeti istendi ve  8 Aralık 2010 tarihinde İstanbul 11.Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşmada tüm iddiaların  ve delillerin çürütülmesini takiben tahliyesine karar verildi.

Akhanlı, tahliyesinden sonra tarifeli uçakla Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan çıkmak üzere iken tekrar gözaltına alındı ve Yabancılar Şubesinin sınırdışı kararı ile Atatürk Hava Limanından yeni bilet aldırılmak sureti ile sınır dışı edildi. Zira TC vatandaşı değildi ve Türkiye’de üç aydan fazla zaman kalmıştı! Ajansların bir iki gündür Akhanlı’nın TC Vatandaşlığına geri alındığı haberi gerçekdışıdır ve Vatandaşlık Kanunumuz bu yönteme cevaz vermemektedir.

12.10.2011 tarihli 4.oturumda da Mahkeme Akhanlı’nın suçu işlemediği sabit olduğundan beraatine karar verdi. O zamanın savcısı şimdi FETÖ örgütü üyeliğinden kaçak durumda olan Celal Kara beraat kararına sinirlenerek  kararı temyiz etti.

Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı tebliğnamesinde Akhanlı’nın beraat kararının onanmasını istedi. 9.Ceza Dairesi 27.2.2013 tarihli  özensiz bir kararla beraat kararını bozdu.

9.Daire bu kararda özetle; İlk derece Mahkemesi ve Yargıtay savcılığının tebliğnamesinin aksine ‘yeni tezler’ geliştirdi. Örneğin Akhanlı ‘nın evvelce yasadışı TDKP üyeliğinden  20 yıl ceza aldığını’ iddia etti’. Bu hepimiz için sürpriz bir tespitti zira bu karardan bizim haberimiz olmamıştı! 1985 yılında Türkiye Devrimce Komünist Partisi (TDKP) üyeliği iddiası ile tutuklanarak Askeri Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılanan ve tahliye olduğu 1987’yi takip eden yıllarda da bu örgütün üyesi olmaktan 6 yıl 6 ay ceza alan Akhanlı 1991 yılında ülkeyi terk etmişti ve bundan başkaca bildiğimiz bir mahkumiyeti de yoktu.

TDKP örgütü ile dosyadaki eylemi gerçekleştirdiği iddia olunan örgütün  (THKP/YKB-HKG) aynı örgüt olduğunu, dolayısıyla Akhanlı’nın örgüt üyeliğinde devamın söz konusu olduğunu da ‘iddia etti’ . Bu iki örgütün ,birbiri ile uzak yakın ilişkisi olmadığını sıradan bir terörle mücadele şubesi masası polisi bile bilebilirdi ama uzman Yüksek Mahkeme bunu bilmiyordu. Yargıtay yine bu kararında, döviz büfesi soygununda öldürülen dükkan sahibinin iki oğlunun da eylem sonrası teşhis ettikleri fotoğraftaki kişi ile Akhanlı’nın aynı kişi olmadığını söyleyen beyanlarını ,neredeyse, korkudan söylemişlerdir bunu ‘yorumu’ ile geçersiz saydı. Ve esasen eylem tarihi itibarı ile zamanaşımına uğradığı sabit olan dosyanın zamanaşımı koşulları gerçekleşmediğinden bu yöndeki itirazlarımızı da tabii ki dinlemedi.

Ve Yargıtay 9.Ceza Dairesi, gerekçelerini dosyanın hangi bölümünden çıkardığını hala anlayamadığım bir şekilde beraat kararını bozdu.

31.7.2013 tarihinde, Akhanlı’nın adresi mahkeme kayıtlarında bulunmasına rağmen kendisine ve biz avukatlarına duruşma günü tebliğ olunmadan açılan ilk celseye  dışardan aldığımız bilgilerle katıldık. Ve Mahkemeden kararında direnmesini gerekçelerimizle birlikte talep ettik. Bu celsede savcı ve başkan  ısrarla ,müvekkilin Almanya’da bulunan ikamet adresini mahkemeye bildirdiğimi ve usulüne uygun olarak kendisine davetiye çıkarılmasını talep ettiğim  halde ,Müvekkilimi Mahkemeye  getirip getirmeyeceğim sordular. Talep ve itirazımıza rağmen de, Akhanlı hakkında ‘bozma ilamına karşı diyeceklerinin tespit edilmesi gerekeceğinden’ bahisle kırmızı bültenle arama kararı çıkarıldı.Akhanlı hala usulüne uygun olarak duruşmaya davet edilmiş değil. Adil Yargılanma hakkı böylece tartışmaya yer vermeyecek şekilde ihlal edilmişti.

İadeyi gerektirecek bir suçun sanığı, şüphelisi  ya da hükümlüsü olarak aranan kişinin, adresi tespit edilen ülkeden doğrudan istenmesi mümkündür. Bu şekilde iade talep edilen ülkeden hiçbir netice alınamazsa ilgili şahsın aranması difüzyon ya da kırmızı bülten ile diğer ülkelere genişletilebilir. Akhanlı’nın adresi Türkiye makamlarınca bilinmektedir ve yaşadığı ülkeden bizzat istenmemiştir. Akhanlı suçluların iadesine dair Avrupa sözleşmesi (SİDAS) ve İnterpol protokolü çerçevesinde gözaltına alınmıştır ve bu sözleşme tüm imzacı devletlere vatandaşın geri verilmemesi istisnasını tanımaktadır.

Kırmızı bültenle verilen yakalama kararında, bültenle aranan şahsın iade edileceği zorunluluğu bulunmamaktadır. Mahkeme iadesi istenen kişiye atfedilen suçun politik, askeri veya düşünce suçu olup olmadığını titizlikle incelemelidir, bu tip suçlarda iade kararı verilemeyeceği de yine sözleşme gereğidir.

Her şeyden önce, Akhanlı Almanya vatandaşıdır ve Almanya’nın iadeye ilişkin tüm diğer usuli prosedürlerin yerinde olmazlığı bir yana, açıkça ki siyasi suçlu olarak aranmakta olan vatandaşının Türkiye’ye iade edilmesinin engellenmesini talep hakkı vardır.

İçişleri Bakanlığının bugün basında çıkan ve Alman Hükümetine cevap veren açıklaması baştan sona kadar yanlış bilgilerle doludur ve bunun, hükümet yetkililerinin kendi Mahkemeleri tarafından yanlış bilgi ile donatılmış olduğundan başkaca bir açıklaması yoktur. Her şeyden önce Akhanlı işlediği bir suç nedeni ile aranmamaktadır. Türkiye makamlarının Akhanlı’nın iadesi ile ilgili oluşturacakları beklenen dosyada, ‘Yargıtay bozma ilamına karşı diyeceklerini soracağız’ demekten başka bir hukuki argümanları yoktur, Akhanlı ne hükümlü ve ne de gerçekte suçlu değildir, kendi iç hukuk mevzuatına göre usulüne uygun duruşmaya bile çağırmadıkları ve hala 4 yıldır her celse yinelediğimiz talebe rağmen yanlışlıklarında ısrar eden tutumları bundan sonra yapacakları yargılamanın da yazık ki ipuçlarını vermektedir.Yargılandığı Mahkemede ortaya çıkmayan adaletin, hukukun evrensel normlarında kendisini koruması dileğimle.

Sennur Baybuğa – Akhanlı’nın Avukatı

Turgut Uyar’sız 32 yıl: “Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak”

Göğe Bakma Durağı, Acıyor gibi unutulmaz şiirleri yazan İkinci Yeni akımının öncülerinden Ahmet Turgut Uyar, 32 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. 4 Ağustos 1927’de Ankara’da doğan 22 Ağustos 1985’de hayatını kaybeden ikinci yeni akımının öncüleri arasında yer alan şair Turgut Uyar, mutsuzluğu, umudu, ayrılığı, kavuşmayı, özlemi, hüznü ama en çok da insanı anlatan şiirleriyle tanındı. Konya Askeri Okulu, Işıklar Askeri Hava Lisesi ve Askeri Memurlar Okulu’nu bitirip, Posof, Terme ve Ankara ‘da personel subayı olarak görev yaptı. Henüz Askeri Memurlar Okulu’nda öğrenciyken 1947’de Yezdan Şener ile evlendi.18 yaşında baba olan Turgut Uyar’ın bu evlilikten Semiramis, Tunga ve Şeyda adında üç çocuğu oldu. 1966 yılında ilk eşi Yezdan Şener’den boşanıp İstanbul’a yerleşen Turgut Uyar o dönem Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan öykü yazarı Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başladı.

Turgut Uyar, ilk eşi Yezdan Şener ve çocukları (soldan sağa) Tunga, Şeyda ve Semiramis ile.

Tomris Uyar, Turgut Uyar ile tanışmalarını şöyle anlatır: “1966 yılında ben zaten Cemal Süreya’dan ayrılmak üzereydim. O da eşinden ayrılmıştı. İstanbul’a gelmişti çocuklarıyla. Burada tanıştık. Asıl tanışmamız herhalde o, çünkü o zaman daha bir yakın oturup konuşma fırsatını bulduk ve mektuplaşmaya başladık. Bu mektuplar önce sadece şiir üzerine mektuplardı. Hâlâ duruyor bende. Genellikle onun şiir üzerine düşünceleri, benim onun şiirleri üzerine düşüncelerim… Ve anladığım kadarıyla çok sıkışık bir dönem geçiriyordu. Yani evlilik hayatında bir süredir yaşadığı tedirginlik ve uyumsuzluk şiirini de etkilemişti, yedi yıldır şiir yazmıyordu. Esin periliği olarak ifade etmek istemiyorum ama herhalde çok konuştuğum, çok dürttüğüm, yazmasını çok rica ettiğim için diyeyim, yavaş yavaş şiir yazma isteği yeniden doğdu.”

Turgut Uyar ve Tomris Uyar, Büyükdere’deki evlerinde, 1970

Kendisini esin perisi olarak hissettiği Tomris Uyar’la 1969 yılında evlendi ve Hayri Turgut adında bir erkek çocuk sahibi oldu. Tomris Uyar, Turgut Uyar ile tanışmalarını şöyle anlatır: “1966 yılında ben zaten Cemal Süreya’dan ayrılmak üzereydim. O da eşinden ayrılmıştı. İstanbul’a gelmişti çocuklarıyla. Burada tanıştık. Asıl tanışmamız herhalde o, çünkü o zaman daha bir yakın oturup konuşma fırsatını bulduk ve mektuplaşmaya başladık. Bu mektuplar önce sadece şiir üzerine mektuplardı. Hâlâ duruyor bende. Genellikle onun şiir üzerine düşünceleri, benim onun şiirleri üzerine düşüncelerim… Ve anladığım kadarıyla çok sıkışık bir dönem geçiriyordu. Yani evlilik hayatında bir süredir yaşadığı tedirginlik ve uyumsuzluk şiirini de etkilemişti, yedi yıldır şiir yazmıyordu. Esin periliği olarak ifade etmek istemiyorum ama herhalde çok konuştuğum, çok dürttüğüm, yazmasını çok rica ettiğim için diyeyim, yavaş yavaş şiir yazma isteği yeniden doğdu.”

Senfoni

Önce sesin gelir aklıma

Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm

Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli

Sonra cumartesi günleri gelir

Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum

Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.

 

Kırk kere söyledim bir daha söylerim

Savaşta ve barışta, karada ve denizde,

Düşkünlükte ve esenlikte

Zamanımız apayrı bize göre

Yanyana olduk mu elele

Aç kalsak ağlamayız biliyorum.

 

İçim güvercinleri okşamış gibi rahat

Sen yanımdayken ister istemez

Geniş meydanlarda akşam üstleri

Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.

 

Sen yanımdayken ister istemez

Uzak ırmakları hatırlıyorum.

 

Ara sıra düşmüyor değil aklıma

Yabancı kadınların sıcaklığı

Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım

Yanında ihtiyarlamak istiyorum…

 

(NTV)

 

 

Barselona saldırısının baş zanlısı Yunus Ebuyakup öldürüldü

Katalunya Emniyet Müdürü Lluis Trapero, Barselona’nın batısındaki Subirats bölgesinde polis tarafından öldürülen şahsın Yunus Ebuyakup’un olduğunu açıkladı.

Fas doğumlu 22 yaşındaki Ebuyakup’un Barselona’nın Las Ramblas Caddesi’nde 13 kişinin ölümüne ve 120 kişinin de yaralanmasına neden olan minibüsü kullanan kişi olduğu belirtiliyordu.

Yapılan bir ihbar sonrasında zanlının bulunduğu yere polis operasyon düzenlendi.

Zanlı üzerinde patlayıcı yüklü bir kemerin olduğu, bunun sahte olup olmadığına ilişkin bomba imha ekiplerinin çalışma yürüttükleri kaydedildi.

Lluis Trapero operasyonun detaylarını anlattı: “O anda şüphelinin üzerinde bir tişört ile iliklenmemiş bir gömleği vardı. Birden zanlı gömleğini açarak Allahu Ekber diyerek bağırdı. Polis ekiplerimiz zanlının üzerinde patlayıcı yüklü bir kemer olduğunu düşündükleri bir aleti fark etti. Güvenlik güçlerimiz bu tür durumlarda olması gerektiği gibi silahlarını kullanmak zorunda kaldı.”

Terör saldırılarının ardından Ripoll’de düzenlenen operasyonda 4 kişi gözaltına alınmıştı.

Emniyet müdürü Lluis Trapero, 4’ü sağ olmak üzere 12 kişilik terör şebekesinin tüm üyelerinin yakalandığını açıkladı : “Güvenlik operasyonu henüz devam ediyor. Bu arada, yürüttüğümüz soruşturma kapsamında, şüphelilerin yaklaşık 12 kişi olduklarını belirtmiştik. Bugün ölen zanlıyla, peşinde olduğumuz 12 kişiyi de yakalamış olduk.”

Polis, Alcanar’daki patlamada ‘teröristlerin lideri’ olduğü düşünülen Abdülbaki El-Sadi isimli Ripoll imamının öldüğünü bildirdi.

 

(Euronews)

 

Ölen fındık işçilerinin yakınları isyan etti: Hâlimizi ölünce soruyorlar!

Sakarya’nın Hendek ilçesinde iş cinayetinde hayatını kaybeden ve yaralanan mevsimlik tarım işçilerinin yakınları yaşananlara tepki gösterdi. Sadece taşıma değil yaşama ve çalışma koşullarının da insanlık dışı olduğunu söyleyen aileler, önlem alınmasa ölümlerin süreceğine dikkat çekiyor. Ölen fındık işçisi yakını Mehmet Çağatay, “Yevmiyeler dışında da yakınlarımızı kaybettikten sonra yetkililer arıyor ‘Başınız sağ olsun. Bizim acımız sizin acınızdan daha büyüktür’ diyorlar ama orada o şartlarda çalışırken bir gün olsun yanımıza gelip halimizi hatırımızı sormuyorlar. Ancak yakınlarımız öldükten sonra numaramızı nereden bulmuşlar bilmiyorum, arıyorlar” dedi.

Mehmet Çağatay

İnanç Yıldız ve Fırat Topal’ın Evrensel’de yer alan haberine göre, 50 yaşındaki Şengül Akman, 39 yaşındaki Çiçek Çapat, 15 yaşındaki Bahar Çağatay, 38 yaşındaki Faruk Boz, 54 yaşındaki Bedirhan Çağatay, 13 yaşındaki Nildanur Akman ve 18 yaşındaki Gülistan Boz Sakarya Hendek’te mevsimlik tarım işçisi olarak çalışırken can verdi. 9 işçi de yaralandı. Hayatını kaybeden işçilerin yakınları da genellikle mevsimlik işçi. İşçiler, ölümlerden sonra hatırlanmaya tepki göstererek, hallerinin, çalışma koşullarının ölmeden önce sorulmasını ve tedbirlerin alınmasını istiyor.

Koşulların iyileştirilmesi şart

İlk olarak Bedirhan Çağatay’ın yakınlarından Mustafa İldem ile konuşuyoruz. İldem, “Gittiğimizde ya çadırda kalıyoruz ya da oturulmayacak bir evde, yeme, içme tüm masraflarımızı da biz kendimiz karşılıyoruz. Minibüs tutup gidiyoruz, 17 kişilik minibüse 22 kişi bindirildiğimiz zamanlar oluyor. Sigortamız yok, çalışmaya giderken yolda ölsek ne olacak? Bir daha ölümler yaşanmasın, diye tarım işçilerinin her şeyi denetlenmelidir, işçilerin çalışma koşulları da iyileştirilmelidir” diyor.

 

(Evrensel)

Sabotaj ihtimali üzerinde durulan Ayvalık yangınının kahramanları ortaya çıktı!

17 Ağustos’ta Ayvalık’taki Cennet Koyu’nda meydana gelen yangınla ilgili soruşturma sürerken, sabotaj iddialarına dair yanıt Orman ve Su İşleri Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu’ndan geldi. Toplu açılış töreni için Niğde Valiliği’ni ziyaret eden Eroğlu şu açıklamalarda bulundu:

“Ayvalık’ta meydana gelen yangında bir sabotaj ihtimali üzerinde duruyoruz ama netleşmedi. Jandarmamız ve polisimiz bu olayı araştırıyor. Ama ben orayı görmüştüm güzel bir yer. ‘Şeytan Sofrası’ ismi verilen bir yer ama biz ismini değiştireceğiz. ‘Cennet Sofrası’ ismini vereceğiz. ‘Hemen toprak işlemine başlayın’ dedim. Birkaç sanatçı da tweet atmış ‘Veysel hoca buraya hemen ağaç dik, dikersen biz de geleceğiz’ diye, buyrun toprak işlemi başladı. Ekim veya kasım ayında fidan dikimi yapacağız. 1 metrekaresini dahi hiç kimseye tahsis etmeyeceğiz. Dolayısıyla 1 yıl zarfında da biz orayı tamamen yeşil yaparız.”

Canlarını dişlerine taktılar

Gazeteci-yazar Banu Avar’ın sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlar sabotaj ihtimali üzerinde durulan Ayvalık yangınının  kahramanlarını ortaya çıkardı.

Ayvalık Tabiat Platformu, orman yangınını söndürmek için gece-gündüz çalışan orman ve itfaiye emekçilerine teşekkür etti.

 

(Birgün, Yeşil Gazete)

Malatya’da ‘pembe trambüs’e tepki: Vagonları ayırarak kadınları koruyamazsınız!

Bursa’daki ‘pembe vagon’ uygulamasının ardından bu kez de Malatya’da ‘pembe trambüs’ uygulaması hayata geçiriliyor. AK Parti’li Büyükşehir Belediyesi iki adet ‘pembe trambüs’ün yeni eğitim öğretim döneminde seferlere başlayacağını duyurdu. Uygulama kadınlar ve siyasetçiler tarafından tepkiyle karşılandı.

Kadınlar #pembetrambüsistemiyoruz hashtagi ile sosyal medya üzerinden söz konusu uygulamaya tepkilerini “Biz kadınlar toplumdan ayrılmayacağız, siz erkekler kendinizi kontrol edeceksiniz!”, “Tacizciyi tecavüzcüyü toplumdan yok edin kadınları değil!!!”, “Sorun kadınları ayrıştırıp, ulaşımı bile haremlik selamlık yapılarak çözülemez” ifadeleriyle dile getirdi.

Urfa’da pembe otobüs, Sivas’ta pembe taksi

İlk kez 2012 yılında Saadet Partisi İstanbul İl Kadın Kolları’nın yürüttüğü ‘kadınlara özel pembe otobüs’ kampanyası ile gündeme gelen uygulama, tepkiler üzerine hayata geçirilemese de 2015 yılının Mart ayında Urfa’da başlatıldı. Benzer bir uygulama kısa süre önce Sivas’ta hayata geçirilmek istenmişti. Kadınlar ‘pembe taksi’ uygulamasına, “Biz binmeyeceğiz, siz insan olmayı öğreneceksiniz” diyerek büyük tepki göstermişti.

Kadını toplumun dışına iten bir uygulama

Uygulamayı, 15 yıllık AK Parti iktidarının kadınlara yönelik politikalarından bağımsız değerlendirmemek gerektiğini aktaran TBMM Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu Başkanvekili ve CHP Tekirdağ Milletvekili Candan Yüceer, “Adım adım kadınlar toplumun dışına itiliyor ve toplumdan soyutlanıyor. Burada amaç, kadını korumak değil. Amaç kadın ve erkeği birbirinden ayrıştıran, kutuplaştıran ve maalesef sağlıksız bir toplum yaratmak. Vagonları ayırarak, kadınlara özel toplutaşıma uygulamasını hayata geçirerek kadınları koruyamazsınız. Bunun bir adım sonrası da ‘Kadın sokağa çıkmasın. Evinde daha güvende olur’ mu olacak? Yavaş yavaş kadınları toplumdan dışlayan, haklarını erozyona uğratan adımlar atılıyor. Bu uygulamayı masum ve kadınlar lehine değil, tam tersine kadınları ötekileştirici, kadınlara yönelik bir ayrımcılık olarak görüyorum. Kindar ve dindar toplum hayallerinin önündeki en büyük engel olarak kadınları görüyorlar. Bu yüzden kadınların bedenlerine ve yaşamlarına saldırıyorlar.”

“Ellerinde olsa kadınları görünmez kılacaklar”

Avukat Selin Nakıpoğlu ise, uygulamaya ilişkin şu değerlendirmede bulundu: “Kadınlar yine kendileri hakkında kendi kararlarını veremiyor, erkekler yine sahnede. Ellerinde olsa kadınları görünmez kılacaklar. Yine soralım, belki bir ışık yakar: Bu ayrımcı uygulamayı aldığınız ülkelerin deneyimlerine baktınız mı? O ülkelerde kadın ve erkeklerin yaşam alanları ayrıldıkça tecavüz ve şiddetin arttığını, tecavüz ve şiddet arttıkça da çözüm olarak kadın ve erkekleri ayırma yoluna gidildiği için tecavüz ve şiddetin daha da arttığına ilişkin yapılan çalışmaları okudunuz mu? Pembe otobüse binmeyen kadınlar, otobüste cinsel şiddete uğrarsa ne olacak? Yapanın yanına kâr mı kalacak yoksa, erkek yargının bol keseden dağıttığı indirimlerden mi faydalanacak? Senelerdir söylüyoruz; toplu taşımada tacizin kıyafetle, yaşla, makyajla, nasıl durduğunla hiçbir ilgisi yok. Aslında hiçbir durumda cinsel şiddetin bunlarla ilgisi yok. Muktedirler, kadınların hamileyken sokakta dolaşmasını günah sayan, ‘Kadınlar kamusal alanda sesli gülmemelidir’ deyip, ‘Önden fermuarlı pantolon giyen kadınlar kafirdir’ diye beyanat verebilen din adamlarına kanaat önderi yapılarak, benim verdiğim vergi ile devletin kanalında program yaptırıyorlar. Erkeklerin şiddeti ile uğraşıp, kadınların yakasını bırakmalılar.”

 

(Birgün)

 

Fikirler Ölmez: Uğur Mumcu 75 yaşında

24 Ocak 1993 tarihinde aracına konan bombanın patlaması sonrasında hayatını kaybeden gazeteci Uğur Mumcu bugün 75’inci doğum gününde anılıyor.

Uğur Mumcu’nun yazıları, konuşmaları dinsel siyasetin ve cemaatlerin devletin her köşesine yerleşmesi konusunda uyarılarla dolu. Suikastinden iki gün önce “İmam ve hatip olarak yetiştirilenler emniyet müdürü, savcı, yargıç, kaymakam olacaklar… subay da olacaklar” ifadelerini içeren yazısı; “Tarikatlara ve cemaatlere alınan genç çocuklar 30 yıl sonra general olacaklar ve Cumhuriyete karşı ayaklanacaklar” değerlendirmesinin olduğu konuşması gibi… İBDA-C’nin dergisi yayın organında cemaatin ilk operasyonlarından biri olan Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’ın yargılanması ile ilgili bir yazıda “İslamcı mücadele karşısında panikleyerek verdikleri, vermek zorunda kaldıkları laik telefatı ise zevklerin en büyüklerindendi… Uğur Mumcu… Uğruna geberip can verdiği Batıcı Kemalist rejimin cesedine bile sahip çıkmadığı Uğur Mumcu” ifadelerinin kullanılması ise uyarılarının yerindeliğini gösteriyor.

“Dağ gibi, karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar sırıl sırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık, vurulduk ey halkım unutma bizi…

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik diplomalarımızı, mor binlikler getiren senetler gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi.

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.

Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi…

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimliklik işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duyularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu´daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi…

Bağımsızlık, Mustafa Kemal´den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi…

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk, komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik, kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere…

Asıldık ey halkım, unutma bizi…

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına. Batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.

Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi…!

Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz, ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi, unuta bizi…”

Gömütü başında anma

Aracına konan bombanın patlaması sonrasında 24 Ocak 1993 tarihinde yaşamını yitiren Mumcu için, 75’nci doğum gününde, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı tarafından Cebeci Mezarlığı’ndaki gömütü başında anılıyor.

İki gün önce yazdı

Suikasttan tam iki gün önce 22 Ocak 1993’te Mumcu “İmam-Subay” başlıklı yazısında, Türkiye’nin 15 Temmuz’a ve nasıl gelindiğini adım adım anlatmıştı. Mumcu, imam hatiplerin hızlı yükselişi ile köy enstitülerinin kapatılmasını karşılaştırdığı bir konuşmasında, “Köy Enstitüleri yerine imam hatip okullarına gidiyorlar. Bunlar imam hatip olmuyorlar. Yargıç ve savcı oluyorlar, kaymakam oluyorlar. 2000 yılına doğru baktığımızda vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak” diyerek bugünleri işaret ediyordu.

“General olacaklar”

Katıldığı bir TV programında Nazlı Ilıcak’ın ve Taha Akyol’un sorularını yanıtlayan Uğur Mumcu, “Laikliğin tehlikede olduğunu düşünüyor musunuz” sorusuna bugünlere de ışık tutacak şu yanıtı vermişti:

“Bazı gözlemlerimiz var altını çizmek gerekiyor. Opus Dei bir Katolik örgütlenmesinin adıdır. Siyaset, ticaret ve din üçgeni arasında gelişir. Türkiye’de de İslamcı ideolojiye buna benzer yeni bir parasal kaynak bulundu. Türkiye’de özellikle son on yıldır tarikat, siyaset ve ticaret üçgeni var. İslamcı ideoloji veya tarikatlar yasaları aşan bir ayrıcalık sahibi oluyor. Bu nedenle devlet eliyle laiklik yok ediliyor, bunun içinde askeri rejim de var.” Mumcu, 1993 yılında yazdığı bir yazıda ise “Tarikatlara ve cemaatlere alınan genç çocuklar, 30 yıl sonra general olacaklar ve Cumhuriyete karşı ayaklanacaklar” ifadelerine yer verdi.

 

(T24)