Ana Sayfa Blog Sayfa 3060

Nalan Erkem’e kelepçeli muayene, hastaneye sevk 2 ay sonraya

Büyükada’da gözaltına alındıktan sonra tutuklanan hak savunucularından Nalan Erkem, Silivri Cezaevi’nde mide kanaması geçirdi. Hastaneye sevki için 1 Kasım’a tarih verildi.

Avukatı Murat Dinçer, Erkem’in cezaevindeki hastaneye kelepçeyle götürüldüğünü ve genel cerrahın görüşmeleri sırasında Erkem’in kelepçelerini çıkarmadığını söyledi. “Nalan Erkem, doktorun yüzlerine bile bakmadığını ve muayene etmediğini söyledi. Bu onur kırıcı davranış onu çok üzmüş” dedi.

Erkem’in mide kanaması geçirdiğinin raporla sabit olduğunu vurgulayan avukat Dinçer, hukuksuz uygulamalara son verilmesi gerektiğini belirtti.

“Hastalara kelepçe takmaları ciddi bir ihlal”

Avukat Murat Dinçer, şöyle konuştu:

“Nalan Erkem bir aydır tutuklu. Mide kanaması geçirmişti, ince bağırsakta bir doku bozulması söz konusu. İnce bağırsakla ilgili sıkıntısı daha önceden olan bir şeydi, içeride tekrar nüksetmiş. Cezaevinde epeyce kilo verdi, halsizlik söz konusuydu.

“Silivri’de cezaevi içinde bir hastane var, dispanser gibi bir yer. Cezaevlerinde hiçbir aşamada kelepçe takılmıyor ancak sadece doktora giderken kelepçe takıyorlar. Hastalara kelepçe takılması ciddi bir insan hakkı ihlali.

“Ayrıca Nalan Erkem, kapalı alanlarda verilen sağlık hizmetleri konusunda çalışmış, projeler yapmış bir insan. Bu nedenlerle cezaevindeki hastaneye gitmek istememiş, dilekçe vermiş. Sonra gardiyanlar ikna etmişler, o da birkaç kez muayeneye gitmiş.

“Doktor kelepçeyi çıkarmamış, muayene etmemiş”

“Genel cerrah kelepçesini çıkartmamış. Nalan Erkem diğer doktorlardan değil ama genel cerrahtan şikayetçi. Kelepçesini çıkarmasını hatırlattığı halde çıkartmamış, muayene etmemiş, yüzlerine bile bakmamış. Bu onur kırıcı muamele onu çok üzmüş, gözleri dolarak anlattı.

“Nalan Erkem’in rahatsızlığı gözaltındayken başladı. Zaman zaman azalıyor ve artıyor. Rahatsızlığı nedeniyle beslenmesine dikkat etmesi gerekiyor. Bir ayda ciddi bir kilo kaybına uğramış.

“Kanaması raporla sabit ama hastane randevusu 1 Kasım’da”

“Doktorlarda Nalan Erkem’in mide rahatsızlığıyla ilgili raporu var. Yani kanaması sabit. Neden 1 Kasım’a tarih verdiklerini biz de bilmiyoruz. Bununla ilgili girişimde bulunacağız.

“Uğradığı bu haksızlık, medya spekülasyonu, haklarında çıkan haberler, zaten hassas olan bir kişinin sağlık sorunlarını ağırlaştırıyor. Tamamen haksız ve usulsüz bir suçlamayla karşı karşıyalar. Yıllardır mücadele ettiği ihlallerin öznesi durumunda. Bir an önce hukukun uygulanmasını istiyoruz.”

 

(Bianet)

78 kuşağının öğrenci liderlerinden Bülent Uluer mücadeleleriyle hatırlanacak

Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (Dev-Genç) kurucularından Bülent Uluer, dün hayatını kaybetti. Bülent Uluer önceki hafta akciğer embolisi sebebiyle Kozyatağı Acıbadem Hastanesi’ne kaldırılmıştı. Yurtdışından gelecek yakınları için bekletilen Uluer’in cenazesi 24 Ağustos Perşembe günü ikindi namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı’nda Şehitlik Camii’nden kaldırılacak.

Bülent Uluer kimdir?

Bülent Uluer, 1952 yılında Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde doğdu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğrenci olan Uluer, kısa bir süre sonra okulun öğrenci derneği başkanı oldu. Bülent Uluer 1974 yılında içlerinde Oğuzhan Müftüoğlu, Nasuh Mitap, Paşa Güven ve Dursun Karataş gibi isimlerle birlikte Devrimci Gençlik dergisini çıkarmaya başladı ve Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun kuruluşunu gerçekleştirdi.

Dursun Karataş ve Paşa Güven ile birlikte Devrimci Sol’da yer aldı. 1978 yılına kadar Dev-Genç Genel Sekreterliği yaptı. 12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde ilk arananlar listesinde bulunuyordu. Bu sebeple yurtdışına çıkıp Filistin’e gitmiş, bu yıllarda Filistin kamplarında gerilla eğitimi almıştır. Ardından uzun süre Avrupa’da kalmıştır. Uluer aldığı cezaların zaman aşımına uğraması sebebiyle daha sonra Türkiye’ye dönmüş, 1995 seçimlerinde Halkın Demokrasi Partisi’nden (HADEP) milletvekili adayı olmuştur. Ardından Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) kuruluşuna katılmış ve bu partinin Parti Meclisi Üyeliği’ni yapmıştır. Ardından Halkların Demokratik Partisi (HDP) Danışma Kurulu üyesi seçilmiş, Haziran 2015 seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul 1. bölge milletvekili adayı olmuştur.

 

(Gazete Duvar, Yeşil Gazete)

 

 

 

Arkeolojik sit alanlarında güneş enerjisi santralleri kurulmasının önünü açan karara Danıştay ‘dur’ dedi

Danıştay, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın binlerce arkeolojik sit alanında Güneş Enerjisi Santralleri (GES) kurulmasına izin veren, Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 662 sayılı İlke Kararı’nın yürütmesini durdurdu. Kararda, “Kimi zaman belli bir alanda yer alan tüm katmanların ortaya çıkarılması, onlarca yılı aşan kazı çalışmaları sonunda ancak mümkün olabilmekte. Toprak üstünde görünür bir kalıntı bulunmaması, altında da arkeolojik kalıntı bulunmadığı anlamına gelmemektedir” denildi.

‘Toprak altı korunmaz’

Hazal Ocak’ın Cumhuriyet gazetesinde çıkan haberine göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun geçen şubat ayında aldığı kararla, 1. ve 2. derece arkeolojik sit alanlarında güneş enerjisi santralleri kurulmasının önü açılmıştı. 18 Ocak 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ilke kararına göre, bilimsel kazı planlanmayan arkeolojik sit alanlarında bağlı olduğu koruma bölge kurulunun görüşü alındıktan sonra ilgili müze müdürlüklerinin denetiminde enerji santrali kurulabilmesi sağlanıyordu.

Arkeologlar Derneği, Mimarlar Odası ve Ekoloji Kolektifi Derneği karara karşı “güneş enerji santrallerinin kurulumu için yapılması gereken uygulamaların arkeolojik kalıntılara zarar vereceği ve bir arkeolojik çalışmada katmanlardaki buluntuların birlikte değerlendirilme şansının bu uygulamalarla ortadan kalkacağı; bilimsel kazı planlanmamış alanlarda var olan kültür varlığı potansiyelinin, yani toprak altının korunmayacağı” gibi gerekçelerle iptal ve yürütmeyi durdurma istemiyle dava açtı.

Koruma kalkanı

Danıştay 14. Dairesi’nde görülen davada 1. ve 2. derece Arkeolojik Sit Alanları’nın korumaya yönelik bilimsel çalışmalar dışında aynen korunacak sit alanları olduğu anımsatıldı. Kararda GES’lerin kurulumu sırasında toprak yapısına göre arazilerde 2 metreye yakın derinliklere kazık çakıldığı, kaya zeminlerde ise patlatma usulü kullanıldığı, taşıyıcı ayakların zemine yerleştirileceği, deliklerin açılacağı ve hatların yer altından geçirilebilmesi için toprak içerisinde kazı yapıldığı belirtildi. 1.ve 2. derece arkeolojik sit alanlarında mutlak yapılaşma yasağı olduğunu belirten Danıştay bakanlığın kararını durdurdu.

Türkiye toplam 13 bin 947 tane arkeolojik sit alanına sahip

Dünyanın en fazla örenyerine sahip coğrafyalarının başında gelen Türkiye’de toplam 13 bin 947 arkeolojik sit alanı bulunuyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı verilerine göre Anadolu’nun zengin kültür mirasını korumayı amaçlayan arkeolojik sit alanlarının 9 bin 380’i birinci, 639’u ikinci, 1427’si de 3. derece olarak belirlenmiş. 1530 karma dereceye sahip arkeolojik sit alanı bulunurken ayrıca 971 de derecelendirme çalışması süren korunan alan bulunuyor. Söz konusu sit alanlarının çok büyük bir bölümünde ise arkeolojik kazı yapılmıyor.

 

(Cumhuriyet)

Kuşadası’nda “jeotermal enerji santrallerine hayır” protestosu!

Kuşadası’na bağlı Davutlar, Caferli ve Kirazlı bölgeleri ile Söke’ye bağlı Ağaçlı’da kurulması planlanan 4 adet JES’e karşı çıkan köylüler daha önce verilen izinlerin iptali için idare mahkemesine başvurmuştu.

ÇED raporu olmadan jeotermal enerji santrallerine izin verildiğini ileri süren köylülerin başvurusu üzerine idare mahkemesi tarafından görevlendirilen bilirkişi heyeti dün inceleme yaptı.

Çevrecilerden oturma eylemi

Bilirkişi heyetinin bölgeye gelişi sırasında Aydın Çevre Platformu ve Kuşadası Kalamaki Çevre Platformu’nun da destek verdiği köylüler ellerinde pankartlarla eylem yaptı.

Davutlar, Ağaçlı, Caferli ve Kirazlı’da JES istemeyen köylüler, ÇED raporu olmadan verilen izinlerin iptal edilmesini istediler. Köylüler ve çevreciler bir süre Davutlar-Ağaçlı yolunu da trafiğe kapattı ve oturma eylemi yaptı.

 

(Aydınpost)

Bakanlık Türkiye’de fipronilli yumurta yok dedi ama GDO’lu ürün sayısı 36’ya ulaştı

Avrupa’da ortaya çıkan yumurta krizinin ardından Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı konuyla ilgili inceleme başlattığını ve belli başlı yumurta üreticilerinden numune alarak ülkemizdeki yumurtalarda fipronil olup olmadığını araştıracağını duyurmuştu. Bakanlık araştırma sonucunda yumurtalarda fipronile rastlanmadığını duyurdu.

Fipronil maddesi hayvanlardaki pire, bit ve keneleri yok etmek için kullanılan bir böcek ilacı. Maddenin, kümes hayvanları gibi insanların tükettiği hayvanlarda kullanımı yasak. Bu tip hayvanlara temas etmesi durumunda tüy ve deri tarafından emilen madde yumurtalara bulaşabiliyor. Dünya Sağlık Örgütü, fipronil maddesini ‘orta derecede tehlikeli’ olarak tanımlıyor ve yüksek miktarlarda tüketildiğinde böbrek, karaciğer ve tiroit bezlerine ciddi etkileri olabiliyor.

GDO’lu ürün sayısı 36’ya ulaştı

Buğday Derneği’nin haberine göre, Bakanlığın yumurtalarda fipronil bulunmadığını açıklaması, yumurtaların “temiz” ve sağlıklı olduğu anlamına gelmiyor. Geçtiğimiz haftalarda alınan kararla hayvancılıkta yem olarak kullanılan GDO’lu ürün sayısı 36’ya ulaştı. Bu GDO’lu ürünlerin yoğun olarak kümes hayvanlarında kullanıldığı tahmin ediliyor; ancak hangi hayvansal gıda ürünlerinin GDO’lu yem verilen hayvanlardan elde edildiği konusunda bilgilendirilmiyoruz.

Hangi hayvansal ürünlerde GDO’lu yem kullanıldığı, bu konuda bir inceleme yapılıp yapılmadığı, yapıldıysa sonuçları meçhul. Bu yemler başka gıda ürünlerinde, örneğin birkaç ay önce Adana’daki ekmek örneğinde olduğu gibi, kullanılıyor mu bilmek istiyoruz.

Konuyla ilgili açıklama yapan Prof. Dr. Tayfun Özkaya; Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın yumurtalarda fipronil olmadığına yönelik açıklamasının yumurtaların “temiz” olduğu anlamına gelmediğini belirtti. Özkaya; hayvancılıkta kullanılan GDO’lu yemlerin glifosat barındırdığını ve glifosatın Dünya Sağlık Örgütü tarafından kansere yol açtığının tespit edildiğini hatırlattı. Özkaya ayrıca, şayet GDO’lu yem kullanılmasa bile, hayvanlara verilen yerli yemlerin üretimlerinde de pestisit kullanıldığını; bu yüzden yumurtalarda fipronil olmasa bile, başka birçok pestisite rastlanabileceğini söyledi.

Peki ne yapmalı?

GDO’ya da pestisitli ürünlere de mecbur değiliz. Üretiminde insana ve ekosisteme zarar veren hiçbir madde ve yöntemin kullanılmadığı ekolojik ürünleri tercih edebilirsiniz.

 

(Buğday Derneği)

 

 

Samsun’da işitme engelliler için bir milyon harcanan atletizm pisti 1,5 ayda enkaz oldu

Samsun’da bir ay önce düzenlenen İşitme Engelliler Olimpiyat Oyunları (Deaflympics) için 1.1 milyon Türk Lirası maliyetle yapılan İlkadım Atletizm Sahası’nın ısınma pisti, Büyükşehir Belediyesi tarafından arazide arkeoloji müzesi yapılacağı gerekçesiyle sadece 1.5 ay sonra yıkıldı.

Habertürk’ten Murat Ağca’nın haberine göre; Samsun’da gerçekleşen 23. Yaz İşitme Engelliler Olimpiyatları için 1.1 milyon TL maliyetle yeni inşaa edilen atletizm pisti ısınma sahasının ömrü çok kısa oldu. Yaklaşık 1.5 ay önce biten pist, ‘arkeoloji müzesi’ yapılmak üzere dün apar topar yıkıldı. Samsun Büyükşehir Belediyesi Fen İşleri Dairesi Başkanlığı tarafından oyunların bitiminden sadece dört gün sonra, 3 Ağustos 2017’de Samsun Gençlik Hizmetleri ve Spor İl Müdürlüğü’ne gönderilen yazıda, geçici olarak oyunlara tahsis edilen alanda Arkeoloji Müzesi projesinin yapım çalışmalarına başlanacağı için atletizm ısınma pistinin kaldırılarak, arazinin boş bir şekilde teslim edilmesi istendi.

Kimseyi dinlemediler

Gençlik Hizmetleri ve Spor İl Müdürlüğü kanalıyla durum, Spor Genel Müdürlüğü ile Gençlik ve Spor Bakanlığı’na iletildi. Ancak iki haftadır süren atletizm pistinin kurtarılması çabası ne yazık ki sonuç vermedi. Hiçbir kurumun haberi olmadan dün piste gelen Samsun Büyükşehir Belediyesi’ne ait iş makineleri, henüz 1.5 ay önce yapılan ve sadece İşitme Engelliler Olimpiyatları için kullanılan pisti enkaza dönüştürdü.

Resmi yarış yapılamaz

Isınma sahasının yıkılmasıyla, Samsun’daki oyunlar için iki yılda tribününden pistine kadar yenilenen İlkadım Atletizm Sahası, hiçbir ulusal ve uluslararası resmi yarışta kullanılamayacak hale geldi. Buraya yapılan milyonlarca liralık yatırım da boşa gitmiş oldu.

Başkan Yılmaz ‘Koruyacağız’ demişti

Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz, oyunlar sırasında yaptığı açıklamalarda, tesislerin korunacağını ve atıl durumda kalmayacağını ifade etmişti. Yılmaz, “Gelecekte bu tip uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapmak üzere her zaman hazır durumda olacağız. Tesislerin atıl durumda kalmasını önleyeceğiz” diye konuşmuştu.

 

(T24, Habertürk)

 

İdlip ya da Peşaver Sendromu – Mete Çubukçu

Bu yazı birikimdergisi.com sitesinden alındı

2011’de Suriye’deki ayaklanma, rejimin demokratik taleplere çok sert yanıt vermesi üzerine, muhalefetin çabuk silahlanması/silahlandırılması; Suriyeli olmayan unsurların ülke içinde birden ortaya çıkması sonucu bir iç savaşa sürüklendi. Bugün bölge ve dünya ülkeleri için tehlike oluşturan IŞİD, El Kaide veya bunların türevi örgütlerin temeli ayaklanmanın ilk yılları, hatta ilk aylarında atıldı. Belki de başta ABD olmak üzere birçok ülke kısa sürede Esad’ın devrileceğini dolayısıyla bu tür örgütlerinin yeşermeye fırsat bile bulamayacaklarını düşünüyorlardı. Ama olmadı.

Peki ne oldu?

6 yıl boyunca IŞİD gibi bir örgüt ile ondan aşağı kalmayan El Kaide uzantısı yapılar Suriye’deki iç savaşı domine ederken bırakın Suriye yönetimini devirmeyi, sadece Suriye değil çevre ülkeler hatta dünya için, sadece bugün değil gelecek açısından da büyük tehlike oluşturdu.

IŞİD var olan haliyle yolun sonuna geldi. Musul’dan sonra Rakka’da da benzer bir son yaşanacak. IŞİD yeni formatları ile muhtemelen önümüzdeki dönem karşımıza yine çıkacak ancak Irak ve Suriye’deki “hilafet öyküsü” çok hızlı bir yükseliş ve düşüşle sonuçlandı.

Ama El Kaide duruyor hem de sınırımızın yanı başında Hatay’la 150 km sınırı olan İdlip bölgesinde. El Kaide’nin Suriye’deki yapılanması Heyet Tahrir Şam (HTŞ) adlı örgüt bu kentte diğer örgütleri püskürterek yönetimi ele geçirdi, Bab El Hava sınır kapısını kontrol etmeye başladı. Bunun üzerine Türkiye Cilvegözü sınır kapısını tek taraflı olarak kapattı. Diğer cihatçı örgütler de kent dışına çıktı. Bugün Türkiye sınırında, başlarında El Kaide olmak üzere cihatçı örgütler toplanmış durumdalar. Suriye’nin değişik yerlerinde irili ufaklı bu örgütlerden bazıları bulunsa bile artık hemen hepsi İdlip ve civarındalar.

Suriye iç savaşının başında dünyanın dört bir yanından Suriye’ye akan “mobil cihatçılar”ın bir süre sonra El Kaide benzeri yapılar altında (o yıllarda henüz IŞİD en azından bu haliyle yoktu) toplanacağı tahmin edilebilirdi; en azından Afganistan ve Irak tecrübelerinden sonra. Çünkü benzer savaşlarda güç kimde ise diğer örgütler ona biat etti. Suriye’de yönetimi devirmek için şimdi farklı cephelerde bulunan birçok ülke Suriye’ye yönelik cihatçı/Selefi akınını görmezden gelmiş, belli ülkeler bu gruplar için “yol olmuştu”. Daha sonra bu durumdan en çok sınırdaş ülkelerin etkileneceği de biliniyordu. O dönem yıllar sonrasına dair sorulan soru da şuydu:

Türkiye sınırında Peşaver olur mu?

3 yıl önce şöyle yazmışım: “Türkiye Suriye’deki ‘Peşaver’den nasıl kurtulacak belli değil. Bu nedenle enerjisini Suriye’deki rejimi devirmekten çok bir gün sonra ne olacağını hesaplamaya harcamalı… Geçmiş tecrübelere bakılarak en büyük riskin Peşaver sendromu olduğu söylenebilir. Nedir Peşaver sendromu? ABD etiketli, Suudi finansmanlı, Pakistan istihbaratı eğitimli Taliban’ın Peşaver’de örgütlenip ardından Pakistan’da hâlâ devam eden problemlere neden olması. Pakistan’da eğitilen Taliban toplumsal dokuya sirayet etmiş, o dokuyu belirlemiş ve Pakistan’ın kuzeyini Taliban yurduna çevirmiş, Pakistan Taliban’ı da o yapıdan doğmuştu.”

“Peşaver metaforu” aslında cihatçı/selefi yapıdaki örgütleri destekleyenlerin daha sonra bizzat bu örgütlerin hedefi haline geldiği bir tür bumerang etkisini anlatmak için kullanılan bir kavram. Artık çıkış noktasını çoktan aşmış ve taktik değiştirmiş örgütler olsa da 1 Eylül’den bugüne kadar gerçekleşen birçok terör eyleminde bunun izlerini görmek mümkün.

Tabii ki hiçbir olay birbirinin aynı değildir ama benzerlikleri olabilir. Türkiye ile Pakistan gibi farklı coğrafya ve sosyolojisi olan iki ülke. Türkiye sınırında Pakistan boyutunda bir tehlike olamayabilir belki ama belli ölçülerde risklerin olduğu söylenebilir. Türkiye buradaki El Kaide oluşumunu desteklemese, El Kaide’yi terör örgütü olarak kabul etse bile sonuç olarak Suriye iç savaşında bu grupların gelip dayandığı nokta Türkiye sınırının öte yanı oldu. Bu gruplar bir anlamda burada sıkıştı. Durumun, Astana ve çatışmasızlık bölgeleri sürecinin bir tarafı olan Türkiye’nin de içinde bulunacağı bir çözüme ihtiyacı var. Ama tam anlamıyla Türkiye’nin inisiyatifi söz konusu değil artık.

Nereye gidecekler?

Türkiye haritasının Suriye sınırlarını içeren bölümünü gösteren bir haritayı önümüze alırsak mevzuyu daha iyi anlayabiliriz. Zaten Ortadoğu’daki birçok sorunu ya da sorunlu bölgeyi değerlendirip anlamaya çalışırken bölge haritasının hep önünüzde olmasını tavsiye ederim.

Hatay sınırında 150 kilometrelik bir alanda Türkiye’nin önümüzdeki dönemini etkileyecek olan bir gelişme söz konusu. 6 yıllık savaşta farklı muhalif örgütler İdlip’te toplanmak zorunda kaldılar. Bir anlamda buraya sürüldüler, sıkıştırıldılar. Karşılarında Suriye ordusu ve Rusya var. Suriye ordusu, bu kişileri Halep’ten sürerken bunu da düşünmüştü. Çünkü sürüldükleri yer Türkiye sınırıydı.

Şimdi bu grupların bundan sonraki adımda ne yapabilecekleri büyük bir soru işareti. Çünkü Esad ve Ruslar bu örgütleri orada tutmayacak ve Türkiye’ye sürmeye zorlayacak gibi görünüyorlar. ABD, İdlip konusunu dikkatle takip ediyor. Bu grupların teslim olmayacağını kabul edersek bir diğer seçenek Türkiye’ye Türkiye’nin kontrolündeki 100 kilometrelik Cerablus hattına Türkiye üzerinden transfer edilmeleri. Daha önce Menbiç bölgesinde bu grupları YPG’ye karşı “kullanmayı düşünenler de olmuştu ama bu sadece Türkiye’nin vereceği bir karar değil. Öte yandan Türkiye İdlip konusunda bu kez daha dikkatli gibi görünüyor.

İdlip’te toplanan ve El Kaide kontrolündeki HTŞ ve diğer cihatçı yapılanmalar aslında bu savaşta bu tür örgütleri destekleyen ülkeler açısından yeni bir başarısızlık hikâyesi.

Çünkü altı yıl boyunca isim değiştiren onlarca Selefi grup, Suudi Arabistan, Katar, ABD tarafından desteklendi. Türkiye tarafından örgütlenen ve görece ılımlı olduğu (bu kavram tartışmalıdır) ÖSO’nun ise esamisi bile okunmuyor. Gelinen son noktada İdlip’te son ismi Heyet Tahrir Şam olan El Kaide grubu yine El Kaideci ama sözüm ona örgüte biat etmeyen Ahrar Şam’ı devre dışı bıraktı. ABD’nin bu tür örgütlere artık yardım yapmayacağını açıklaması, Suudi, Katar, Türkiye işbirliğinin dağılması, savaş ağası haline gelen ve savaş rantı ile ayakta kalan bazı örgütlerin HTŞ karşısında tutunmalarını zorlaştırdı.

Ahrar Şam ise yeni bir lider seçerek dünyaya El Kaide’den koptuğunu ispat etmeye hem de bombardımanlardan kaçınmaya, ABD ve Rusya’ya “değiştim ve Suriyeli bir örgütüm” mesajı vermeye çalışıyor. Eğer önemliyse Ahrar Şam sadece diğerine göre daha Suriyeli bir örgüt sayılabilir. HTŞ de hâlâ yabancı savaşçıların hatırı sayıda etkisi olan bir yapılanma.

Peşaver binlerce kilometre uzaklıkta bir tehlikeydi. Ama 6 yıl içinde Suriye Afganlaştı. Pakistan 20 yıldır benzer sorunu ve terörü yaşıyor. Bu tehlike artık bize daha yakın. Çünkü Suriye yönetimi Rusya ile birlikte o grupları orada barındırmayacak ve sıkıştıracaktır. Buralarda binlerce sivilin olduğunu ve bu sivillerin korunması gerektiği açık. Ama şiddetli bir karşılaşma olacağı da kaçınılmaz.

El Kaide grupları Türkiye’ye yönelir mi? Bu grup içindeki sivillere karşı Türkiye sınırı açar mı? Suriye yönetiminin amacı tüm bu yapılanmayı Türkiye’ye yollamaya zorlamak. Tabii ki aynı bölge ve sınırda Türkiye açısından bir de PYD-YPG, Afrin “sorunu” söz konusu. Beri yandan nasıl sağlanacağı belli olmasa bile Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunan bir Türkiye var. Yakında Suriye yönetimi ile belli bir süre için anlaşma durumunda kalan bir Ankara kimse için sürpriz olmamalı. Çünkü sınırın öte yanında sadece Peşaver değil çoklu sorun söz konusu. Zaman daha çok sürpriz gösterecek gibi.

Mete Çubukçu – birikimdergisi.com

Baskın basanındır ya da suç ve ceza – Yıldız Tar

Bu yazı kaosgl.org sitesinden alındı

“Sedat Peker’in dava arkadaşı Sivas Ülkü Ocağı eski başkanı Oğuz Bulut erkek çocukla basıldı.”

Sabahtan beri bu cümle ve varyasyonlarını içeren kaç haber okuduk, kaç video linkine tıkladık, kaç yazı inceledik bilmiyorum. Ortada bir video, videoda yer alan şahıslar, bu şahıslardan birinin Ülkü Ocakları’ndan olması ve dahası Sedat Peker’in arkadaşı olması gerçeği var.

Sivas Eski Ülkü Ocakları Başkanı Oğuz Bulut

Gelin en baştan başlayalım. Bahsi geçen video nasıl bir video? Eve giren birileri var. Arkada sesleri duyuluyor. Muhtemelen bu kişilerden birisi “15 yaşındaki erkek çocuğun” annesi. Çekim eve girildiği anda başlıyor. Belli ki bu “baskına” hazırlanılmış. “Suçüstü” yapılıyor. Sonrasında anne olduğu iddia edilen kişi Oğuz Bulut’u ayıplıyor. Bulut kendini “Kahve içmeye çağırdı” geldim diye savunmaya çalışıyor. Allahtan videoda 15 yaşında olduğu söylenen “erkek çocuk” yer almıyor.

Bu video bize ne hissettiriyor? Planlanmış bir baskın ve ortak olunması icap eden “rezil rüsva olma hali”. Rezil olan kim: Oğuz Bulut. Neden rezil oluyor? Kimilerine göre çocuk istismarından ancak ekseri çoğunluğa göre “erkek çocukla” ilişkiye girmekten.

Aklıma Osmanlı’dan bir minyatür geliyor. Cinsel ilişkiye giren iki erkeğin (yetişkinler mi bilemiyoruz) davulla, zurnayla basılması anı. Minyatür gerçek mi bilmiyorum ama anlatmak istediği ziyadesiyle gerçek. Baskının birleştiren, yek vücut hale getiren şevki!

“Bunlar hep böyle” cümleleri havada uçuşuyor. Kim onlar? Ülkücüler, sağcılar vs. Nasıllar? Çocuk istismarcısı mı? Yooo. O cümledeki “böyle” en hafif tabirle “oğlancı”, imlemek istediği ise “gizli ibne”.

Bir diğer yandan Oğuz Bulut’un “LGBTİ+” olduğu söyleniyor. Kimileri bunu homofobileri için kullanıyor, kimileri ise bu bilgiden homofobi ile istismarı ayrıştırmak için faydalanıyor. Oysaki en temelde bu bilgi yanlış! Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği öyle bizim birilerine atamamızla olmaz. Tek bir şekilde olur: Beyan! Oğuz Bulut kendisi hakkında bir şey demediği sürece onun eşcinsel, biseksüel ya da başka bir cinsel yönelimde veya cinsiyet kimliğinde olduğunu varsayamayız.

Bu meseleden ve çocuğa yönelik cinsel istismardan bağımsız olarak erkek olduğu varsayılan iki kişinin cinsel birliktelik yaşaması onların sadece cinsel birliktelik yaşadıklarını gösterir. Cinsel yönelimlerine dair hiçbir bilgi vermez.

Çocuk istismarı tartışmasına girme niyetinde değilim. Ancak videoyu gördüğümden beri üzüldüğüm bir durum var: 15 yaşındaki çocuk! Kimse çocuğu düşünmüyor. Kimse bu video ile neler yaşayabileceğini hesaba katmıyor. En başta da videoyu çekenler ve yayınlayanlar! Videodan beri kafamda senaryolar dolaşıyor. Reşit olmayan kişi yani çocuk belki internetten yazıştı, ev boşken görüşmek istedi, bu durum ebeveynleri ya da videoyu çekenler tarafından fark edildi ve “basıldılar!” Evet yapılan eylem tam olarak bu: Basmak. Hatta daha amiyane tabirle bu cümleyi yazanların ve videoyu çekenlerin aklından geçen, “iş üstünde basmak”.

Belki olaylar hiç böyle gelişmedi. Belki ilişkiye zorlandı. Tehdit edildi. Belki edilmedi. Belki, belki, belki…

Bu belkiler bizi ilgilendiriyor mu? İlgilendirmemesi gerekir değil mi söz konusu çocuk olunca? Ama o çocuk, ergen ya da reşit olmayan kişinin neler yaşadığını ve yaşayabileceğini düşünmek hepimizi ilgilendiriyor.

Reşit olmayan bir kişi yani yasalara göre bir çocukla “cebir, hile ve tehdit” olmaksızın “cinsel ilişki” suç. Cebir, hile ve tehdit olduğunda; cinsel istismar söz konusuysa ceza artıyor. Çocuğun yaşına göre de cezanın durumu değişiyor.

Peki bu video yaygınlaştığından beri yargı sürecini hiç düşündük mü? Neyin suç olduğuna kafa yorduk mu? Ekseriyetle hayır. Zira baskın ve bu baskına seyir yoluyla ortak olma şevkine kapılındı. Ve zaten suçun cezası video yoluyla verilmişti. Gerisi kimin umrunda?

Oysaki bu videonun yaygınlaşması çocuğu tehdit altında bırakabilir. Hukuka güvenmiyor olabiliriz. Bunun için çok haklı gerekçelerimiz de olabilir. Ancak “mağdurları korumamakla, mağdurun haklarını gözetmemekle, mağdurun bilgilerini paylaşmakla” eleştirdiğimiz hukukun yaptıklarının aynısını neden yapıyoruz?

Video ne zaman çekildi? Bilmiyoruz. Belki eski bir video. Belki daha dün yaşandı. Bilmediğimiz diğer şey ise “15 yaşındaki erkek çocuğun” şu anda nerede, neler yaşıyor olduğu. Videoda görünmüyor, adı sanı yok ancak küçük yerlerde laf, söz hızla yayılır. Videoyu çeken kişilerin yanında mı? Ne diyorlar ona her gün? Neler yaşıyor?

Oğuz Bulut bugün belki sokağa çıkamıyor. Ancak sokağa çıkamayan başka biri daha var: “15 yaşındaki erkek çocuk”.

Kıvılcım Turanlı, Kaos GL dergisinin “Çocuk” sayısına yazdığı “Çocuğun Cinsel Hakları” başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Çocuk örgütleri, çocukların cinsel haklarını üç başlıkta toplar; cinsel sömürüden korunma hakkı, cinselliğini ifade etme hakkı ve cinsel eğitim hakkı.”

Bu üç hak üzerinden yaşananları düşünürsek, cinsel sömürüden korunma hakkını en başta ihlal edenler arasında o videoyu çekenler yer alıyor. Ortada böyle bir durum varsa, bunun istismar olduğu düşünülüyorsa ilk yapılması gereken o videoyu çekmek midir? Hadi dava açmayı düşündünüz, delil lazım. Peki video neden yayınlandı? Hele hele videoyu çekenler arasında çocuğun ebeveynleri yani yasal olarak çocuğu cinsel sömürüden koruması gerekenler olduğunu düşündüğümüzde olay daha vahim bir hal alıyor. Yanı sıra sanırım kimse bu olay böyle herkese açıldığında ailesinin veya yakın çevresinin çocuğa, “Çok geçmiş olsun. İstismara uğradın. Yanındayız” dediğini sanmıyordur. Veya ülke olarak LGBTİ+ hakları ve kavrayışı konusunda Hollanda düzeyine geldik de benim haberim yok!

Ben olanları söyleyeyim: Videodaki reşit kişi ile reşit olmayan toplum ve yakın çevresi nezdinde aynı muameleyi gördü! Her ikisi de “basıldılar”!

Yaşananlar yargıya taşındı mı? Bilmiyoruz.

Çocuk yasal ve sosyal koruma altına alındı mı? Bilmiyoruz.

Hem videodaki şahıs ile yaşadıkları açısından hem de videonun yayınlanmasına ilişkin o “15 yaşındaki erkek çocuk” ne hissediyor? Ne durumda? Bilmiyoruz.

Bildiklerimiz bilmediklerimizi gölgeliyor. Ve olan yine o “15 yaşındaki erkek çocuğa” oluyor.

Üzgünüm. Kimse o çocuğu gerçekten düşünmediği için.

Üzgünüm, bu mevzuyu ilk gördüğüm andan itibaren “ya o basılan çocuk ben olsaydım, ailem elinde kamera ile bassaydı” fikri ve böyle bir durumda yaşım kaç olursa olsun kimsenin beni asla ve asla dinlemeyeceği endişesi dışında hiçbir şeyi düşünmeme müsaade etmeyen bir toplumda yaşamak zorunda kaldığım için.

Üzgünüm yukarıdaki üç haktan ikincisini, “çocuğun cinselliğini ifade etme hakkını” asla konuşamayan, düşünemeyen bir ülkede yaşadığımız için…

Üzgünüm, o “15 yaşındaki erkek çocuğun” cinsel yönelim veya cinsiyet kimliğini ifade etmesine olanak tanımadığımız, “erkek çocuk” diye bir milyon kere vurguladığımız için…

Ve yine üzgünüm “çocuğa yönelik cinsel istismar” meselesini siyasi koz, intikam, tehdit, karalama aracı haline getirmeyi, ilk refleksimizin “çocuğu korumak” olmamasını bu kadar olağan karşıladığımız için…

Yıldız Tar – kaosgl.org

Adalar için yeni imar planı: Nüfus 14 binden 76 bine çıkacak, kıyılar yapılaşmaya açılacak!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Adalar Belediyesi’nin onayladığı yeni imar planının Koruma Kurulu’ndan geçmesi halinde adaların nüfusu büyük ölçüde artacak. Söz konusu planda tescilli yapılar, arkeolojik ve doğal sit alanlarıyla ilgili herhangi bir açıklama bulunmuyor. Plan değişikliğiyle ilgili Ada halkına hiç sorulmadığını belirten Adalar Savunması Sözcüsü Ömer Süvari, “Tescilli yapılar, arkeolojik alanlar planda yer verilmediğini gördük. Yeni emsal artışları, 2000 m2 ve 4000 m2 den büyük arsalarla ilgili kararlar adada mafyatik grupların yeniden ön plana çıkmasını sağlayacak. Kıyı kenar çizgisi son 5 yılda defalarca değiştirildi. Ada halkı denize girecek plaj bulamaz hale geldi” ifadesini kullandı.

Hürriyet’ten Ömer Erbil’in haberine göre, Adalar 1/1000 Ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı, İstanbul 5 Numaralı Koruma Kurulu’nun önüne geldi. Adalar Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) onayladığı planı koruma kurulunun da onaylaması halinde hayata geçirilecek.

2011 yılında onaylanan ve halen yargı aşamasında olan 1/5000 ölçekli plana bile uygun yapılmayan yeni plan, 7 yıl önceki son nüfus sayımında 14 bin görünen Adalar nüfusunu 76 bine çıkarıyor. Üstelik onca tescilli yapı, arkeolojik ve doğal sit alanıyla ilgili tek bir plan notu bulunmuyor. Planın en büyük eksiklerinden biri de onaylı kıyı kenar çizgisi paftalarının kullanılmaması. Kıyı Kanunu gereği kıyı kenar çizgisine 50 metre mesafeye kadar yapılaşma yasağı bulunuyor. Bu dikkate alınmadığından adalarda kıyıların imara açılması tehlikesi baş gösteriyor.

İstanbul Adalar ilçesi 1/5000 ölçekli Adalar Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı 21.09.2011 tarihinde onaylandı. Adalar Savunması, Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası İBB tarafından hazırlanan bu plana nüfus yoğunluğunu artırdığı, kamusal kullanımı azalttığı, kaçak yapıları kentsel sit alanına dahil ederek yasallaştırdığı, kıyıdaki kaçak yapıların yasallaştırması, motorlu taşıt trafiğine açma riski taşıdığı gerekçeleriyle idari mahkemede iptal davası açtı.

Dava devam ederken Adalar Belediyesi tarafından 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar plan teklifi yapıldı. Yeni plan Adalar Meclisi ve İBB Meclisi’nden geçti. 5 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Kurulu ile Tabiat Varlıkları Komisyonu tarafından da onaylanırsa plan askıya çıkarılacak. Büyükada, Kınalı, Burgaz ve Heybeliada’yı kapsayan teklif plan Yassıada, Sivriada ve Sedef Adası’nı dışarıda bırakıyor. Bu adaların planları 2013 yılındaki Torba Yasa’yla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından gerçekleştirildi.

Bu yılın sonunda onaylanması bekleniyor

Uygulama imar planı 2017 yılı sonuna kadar onaylanması bekleniyor. 2010 yılı nüfus sayımına göre Adalar ilçesinde 14 bin olan kişi sayısı 1/5000’lik planda 52.500 kişiye çıktığı ve adalara yoğun nüfus artışı getirdiği gerekçesiyle itiraz edilmişti. 1/1000 ölçekli uygulama planında ise bu sayı 76.800 kişiye çıkıyor. 22 Temmuz’da yeni planı görüşen İBB İmar Komisyonu bu yoğun artışa dikkat çekiyor. ‘‘5000’lik planda nüfus 51.400 kişiyken 1000’lik uygulama plan teklifinde yoğunluk ve emsal değerleri plan kararları doğrultusunda hesaplandığında nüfusun 76.808 kişi olduğu tespit edilmiştir” deniliyor.

Kıyılarda yapılaşma riski

Korunan alanlarda yapılacak planlara dair yönetmeliğin 4 madde 2. bölümünde ‘‘Kıyı alanlarına rastlayan paftalarda kıyı kenar çizgisinin onayına ilişkin bilginin olması zorunludur’’ deniliyor. İBB İmar Komisyon raporunda bu konuyla ilgili onaylı kıyı kenar çizgisi paftalarının kullanılmadığının altı çiziliyor. Kıyı Kanunu gereği kıyı kenar çizgisine 50 metre mesafeye kadar yapılaşma yasağı bulunuyor. Bu durum dikkate alınmadığından adalarda kıyıların imara açılması tehlikesi baş gösteriyor.

Denize girecek yer bulunmaz

Adalar Savunması Sözcüsü Ömer Süvari: ‘‘Ada sakinleri olarak plan sürecine dahil olmak istedik. Ada halkına hiç sorulmadı. Plan notları bile gösterilmedi. Tescilli yapılar, arkeolojik alanlar planda yer verilmediğini gördük. Yeni emsal artışları, 2000 m2 ve 4000 m2 den büyük arsalarla ilgili kararlar adada mafyatik grupların yeniden ön plana çıkmasını sağlayacak. 1950’lerden sonra adayı terk eden Rum halkının arsaları ve terk edilmiş evleri işgal edilecek. Parsel birleştirmeleri yapılacak. Ege, Akdeniz kıyılarında gördüğümüz site yapılaşmaları ortaya çıkacak. Kıyı kenar çizgisi son 5 yılda defalarca değiştirildi. Ada halkı denize girecek plaj bulamaz hale geldi.’’

Tescilli yapılar tehlikede

İBB Komisyon raporunda “Planlama ekibinde şehir plancısı dışında restorasyon konusunda yüksek lisans yapmış mimar, peyzaj mimarı, sanat tarihçisi ve sosyoloğun bulunmadığı görülmektedir’’ deniliyor. Oysa imar planları yönetmeliğinin 19 maddesi buna hassasiyet göstermektedir. Adaların tümünde tescilli yapıların sayısı ve arkeolojik ve doğal sit alanları mevcuttur. Plan notlarında tescilli yapılar ve sit alanlarının korunmasına yönelik madde bulunmamaktadır. Bu durum tarihi eser niteliğindeki pek çok yapının durumunu tehdit eder vaziyettedir. Diğer yandan plan hazırlanırken kıyı kenar çizgisini belirleyen paftalar kullanılmamıştır.

(T24, Hürriyet)

Nesin Vakfı çocukları için başlatılan kampanyaya destek büyüyor: Hedef 2 milyon TL

1973 yılında Aziz Nesin tarafından kurulan Çatalca’daki Nesin Vakfı, 14 dönümlük arazisine artık sığmıyor. Vakıf, arazinin hemen karşısındaki 8 dönümlük araziyi almak istiyor. Bu alım işlemi için ise 2 milyon liraya ihtiyaç var. Şimdiye kadar 1 milyon 500 bin lira toplandı. Bağışçıların ismi eğer alınabilirse yeni kampüste ölümsüzleştirilecek.

Ali Nesin, Vakıf arazisinin genişleyebilmesi için 500 bin liraya daha ihtiyaç olduğunu hatırlattı ve şu mesajı paylaştı:

“Komşu arazinin 2 milyon liraya satılığa çıkarıldığını söylemiştim geçen hafta. Bir haftada 1,5 milyon lira bağış geldi. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Sağ olun, var olun. Güzel işler yapmaya devam edeceğiz.

500.000 lira kadar eksiğimizin olduğu gözünüzden kaçmamıştır herhalde… Gerek bağışta bulunarak, gerek yakın çevrenizde duyurarak gereğini yapacağınızdan hiç kuşkum yok.

Aziz Nesin’in tüm yazılı vasiyetini yerine getirdik. Vasiyet dışı bazı arzuları daha vardı, onların da çoğunu yerine getirdik. Bir ikisi eksik kaldı. Şu an almak istediğimiz arazi gerçekleştiremediği arzularından biriydi. Bugün yarın mutlu haberi duyururum diye umuyorum.

Bir de derenin öbür tarafındaki araziyi almak isterdi. Alıp derenin üstüne bir taş köprü inşa edecek… Sadece taş köprünün güzelliği için, başka bir nedenden değil… Hayal adamıydı babam, hayal kurarak mutlu olurdu. O araziyi aldık, ama zemin müsait olmadığından taş köprüyü yapamadık. Aklımızda. Bir gün yapacağız.

Bir de ilkokul isterdi. İlkokul için girişimde bulunduk. Arazi, planlar, projeler, eğitim felsefesi… Her şey hazırdı, ama maalesef o ekonomik kriz döneminde fizibiliteyi yerli yerine oturtamadık ve projeden vazgeçmek zorunda kaldık. Giriştiğimiz her işi başarıyla sonuca ulaştırmak gibi bir ilkemiz var. İlkokul projesinin o dönemde o ilkeye uyması zordu. Şu an üstünde çalıştığımız bir fen lisesi projemiz var. Fen lisesinden sonra bir ilkokul kurabiliriz.”

Nesin Vakfı’ndan sevgiler, saygılar.

Ali Nesin

Vakfın bağış için açtığı banka hesabının bilgileri:

Nesin Vakfı

Hesap No: 1042-0741176 İş Bankası Parmakkapı Şubesi

IBAN: TR280006400000110420741176

Kredi kartıyla bağış için: https://www.nesinvakfi.org/bagis-yap.php#kredi-karti

 

(Yeşil Gazete)