Ana Sayfa Blog Sayfa 2979

Etnik gerilim ve ulus devlet- Sermin Özürküt

0

İspanya’daki etnik gerilim, son günlerin dış politika gündeminden düşmüyor. Gündemin İspanyası, ispanyol imparatorluğunun ulus devlete dönüşmüş devamıdır. Her ulus devlette olduğu gibi İspanya’da da çoğunluk ve azınlık etnisiteleri, ispanyol yurttaşlığı şemsiyesi altında birleşiyor. Birliğin ilke ve kuralları ise, başta anayasa olmak üzere yasal bir sistem ile düzenleniyor.

Bu düzenleme, meşruiyet içinde işlerken İspanyanın özerk bölgelerinden Katalonya, önce bağımsızlık  bildirisi’ni onaylıyor. Sonra da özerk meclis tarafından referanduma gitme kararı alınıyor. Halkoylaması teklifini, İspanya anayasa mahkemesi iptal ediyor. İptal kararına rağmen bağımsızlık bildirisi, katalanların onayına sunuluyor. Katalanlar, bağımsızlığa ’evet’ diyor. İspanya, bu ’evet’li sonucu, merkezi hükümet ile uzlaşılmadığı için geçersiz sayıyor. Bunun üzerine Katalonya, tek taraflı bağımsızlık kararı alınca İspanya, anayasanın 155. maddesine dayanarak bölgenin özerkliğini askıya alıyor. Ayrıca, yeni hükümetin kurulabilmesi için, 21 Aralıkta seçime gidileceğini ilan ediyor. Bu arada da, seçim sonrası bir anayasa reformunun politik işaretleri veriliyor.

James Buchanan (1791-1861)

Bütün bunlar, İspanya’nın, bölünmeyi önlemek için yasal çerçeveyi aşmadan yani meşruiyet içinde, başvurduğu çarelerdir. Bu durumu, ABD eski başkanlarından James Buchanan,  Kongre’ye yaptığı ’yıllık ulusa sesleniş konuşması’nda şöyle açıklıyor: ”..Birliğimiz, halk iradesine dayanır. Bu birlik, hiçbir zaman iç savaş ile yurttaş kanı akıtarak pekiştirilemez. Birliği korumak için Kongre’nin elinde uzlaşmaya dayalı birçok olanak vardır. Ancak, bu olanaklar arasında birliği, şiddet kullanarak korumayı amaçlayan bir kılıç yoktur..”.

Abraham Lincoln’dan önceki başkan Buchanan,1860 yılında yaptığı bu konuşmada, 1789 anayasası ile uzlaştırılan değişik ırk ve etnisiteleri sükunete davet ediyor. Kongre’ye de Amerikan yurttaşlığında uzlaşıldığını hatırlatarak bu uzlaşmanın meşruiyet içinde korunmasını istiyor. Yakın tarihte, bu görüşün devamını eski Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti’nde görmek mümkün. Ancak, Yugoslavya’da yasal çerçevedeki çareler tıkanıyor ve meşruiyet bunalımı ortaya çıkıyor. Bu bunalım da iç savaşa dönüşüyor. Böylece federal yapı ile sağlanan etnik uzlaşma, yerini, etnik uzlaşmazlık ile başlayan etnik çatışmaya hatta etnik temizliğe bırakıyor. İç savaştan önce Yugoslavya, Avusturya-Macaristan imparatorluğunun yıkıntıları üzerine kurulmuş bir ulus devlet iken, iç savaş sonrası sekiz parçaya bölünüyor. Bu sekiz parçanın bugünkü adları şöyle sıralanabilir: Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ (Montenegro), Kosova ve Makedonya.

O günün Yugoslavyası ile bugünün İspanyası arasındaki fark, etnik sarmalı çözme yöntemlerinden kaynaklanıyor. İspanya, özerk bölge yapısını, Yugoslavya federe devlet yapısını seçiyor. Her iki yöntemin de amacı, etnik uzlaşmayı sağlamaya dayanıyor. İspanyanın meşruiyet içinde karşı çare aradığı katalanların yerini, o günün Yugoslavyasındaki hırvatlar alıyor.

Hırvatlar, kendi ulus devletlerini kurmayı içeren talepleri federal hükümete iletiyorlar. Hükümet de federe devlet Hırvatistanın istemlerini, bölünmemek amacı ile karşılamaya çalışıyor. Başaramıyor.  Federal anayasa, buna uygun değil. Çünkü, o günkü anayasa, etnisite ile dini birbirine karıştırıyor. Yugoslavya federal devlet anayasasında, ”Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar” deniyor. Oysa islam dini, musevilik ve hristiyanlık gibi dünyadaki üç büyük tek tanrılı dinden bir tanesidir. İslam dinine inanan müslümanların da   sırplar ve hırvatlar gibi etnik kimlikleri vardır. Bu gerçek, iç savaş sonrası parçalanan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti yerine kurulan devletlerde açıkca görülüyor.

Bu devletler arasında bir ”Müslümanlar Devleti” yok. Onun yerine Bosna-Hersek var. Kosova var. Kosova’nın çoğunluk etnisitesi arnavutlardan, azınlık etnisitesi boşnaklardan oluşuyor. Bosna-Hersek’te ise, boşnaklar çoğunlukta bulunuyorlar. Azınlıkta ise, sırp ve hırvatlar var.

Her meşruiyet bunalımı, Yugoslavya’da olduğu gibi iç savaşa dönüşmek zorunda değil. İç savaş bir yana, tek hayatın bile heba edilmediği çözümler de mümkün. Avrupanın yakın tarihinde yaşanan Çekoslovakya bölünmesi buna örnek gösterilebilir. O günün Çekoslovakyası da Yugoslavya gibi Avusturya-Macaristan imparatorluğunun ulus devlete dönüşmüş bir diğer devamıdır. Çekler de Yugoslavyadaki gibi federal yapıyı seçiyor. Bölünmeden önce Çekoslovakya’da çekler çoğunlukta; slovaklar, azınlıkta bulunuyor. Bu iki etnisitenin ayrılma süreci, meşruiyet içinde gelişiyor. Her iki taraf liderleri, bölünme konusunu birkaç ay görüşüyorlar. Görüşmeler uzlaşma ile sonuçlanıyor. Böylece, Slovakya, Çekoslovakya’dan bağımsızlığını alıyor ve ayrılıyor.

Ulus devletlerin etnisite sarmalını, Avrupa’da çözen de var; çözülen de.. Her çözülen iç savaş ile çözülmek zorunda değil. Her çözen de iç savaşı yaşamak zorunda değil. Bir tarafta Yugoslavya, öbür tarafta Çekoslovakya. Bu iki uç arasında ise, çeşitli yapısal uzlaşmalar ve Avrupa Konseyi’nin etnik çoğunluk-azınlık anlaşmaları yer alıyor. İspanya, hem yapısal bir uzlaşma olan özerkliği seçen hem de konsey anlaşmalarını imzalamış olan bir ulus devlettir. Bu durumda, ne olursa olsun, önemli olan, Buchanan’ın ta 1800’lerde dediği gibi, ’meşruiyet içinde çare tükenmez’ diyebilmektir. 

 

Sermin Özürküt

İsveç Sol Parti Eski Milletvekili

İsveç Parlamentosu AB Komisyonu Eski Üyesi

 

Süleymaniye ve Halepçe şehirlerinin kesişme noktasında 7.3 şiddetinde deprem

Irak – İran sınırında, merkez üssü Süleymaniye ve Halepçe şehirlerinin kesişme noktası olan bölgede şiddetli bir deprem meydana geldi. Büyüklüğü 7.3 olarak açıklanan depremde nedeniyle hem İran’dan hem de Irak’tan can kaybı haberleri geliyor.

İran devlet televüzyonu, Irak sınırındaki Kirmanşah vilayetinde 145 kişinin hayatını kaybettiğini aktardı ve 1500’ün üzerinde de yaralı olduğunu bildirdi. Özellikle Kirmanşah eyaletinde bulunan Kasr-ı Şirin kentindeki binalarda büyük hasar olduğu ifade ediliyor.

Kirmanşah’taki bir diğer yerleşim yeri Serpol Zehap da depremde büyük hasar gören yerlerden. Fars Haber Ajansı, Serpol Zehap’ın tek hastanesinin depremde yıkıldığını, kentin tamamında elektriklerin kesildiğini aktarıyor.

Kirmanşah ve çevresinde yıkılan binaların altında mahsur kalanları kurtarmak üzere bölgeye arama – kurtarma ekipleri sevk edildi.

Irak’ta 4 ölü

Iraklı yetkililer ise ilk belirlemelere göre depremde en az 4 kişinin hayatını kaybettiğini duyurdu.

Süleymaniye çevresindeki köylerde büyük hasar olduğu da ifade edildi.

Türkiye’de yardım yola çıktı

Türkiye de bölgeye yardım gönderdiğini açıkladı.

Türk Kızılayı’ndan yapılan açıklamada, Erbil’deki ekibin deprem bölgesine sevk edildiği, öncü bir araç ve müdahale ekibinin de karayoluyla Türkiye’den yola çıktığı belirtildi.

Depremin ardından Başbakanlık’tan yapılan açıklamada ise “Yardım için Merkezi Irak Hükümeti ile görüşülüyor” dendi.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumu sonrası kapatılan hava sahasının, gelecek yardım talebi doğrultusunda açılabileceği de Başbakanlık açıklamasında yer aldı.

 

(BBC Türkçe)

[Bonn İzlenimleri – 2] Kömürden çıkış ve 1,5 derece!

Yeşil Gazete COP 23’te

***

2 – Kömürden çıkış ve 1,5 derece!

Bu sene iklim müzakerelerinde ileriye doğru iki önemli adım atıldı. Tabii ikisi de sivil toplum ve iklim hareketinin çabasından kaynaklanıyor: Kömürden çıkış ve 1,5 derece.

Bildiğiniz gibi mevcut iklim rejiminin temelleri 2009’daki Kopenhag faciasından sonra atılmıştı. Kopenhag’da yapılan COP 15’de dönen dolaplar sonucunda anlaşmaya varılamamış, ancak hemen ardından Paris’in temelini teşkil eden kararlar alınmıştı. Böylece iklim rejimi Kopenhag sonrasında tersine dönmüş oldu. Yukarıdan ülkelere verilen bağlayıcı hedeflere dayalı Kyoto sistemi yerine, aşağından, ülkelerin kendi hedeflerini belirledikleri neredeyse gönüllü denilebilecek bir sisteme geçildi. Bu değişiklik bir yandan rejimin iklim değişikliğini önleme anlamındaki gücünü zayıflatırken (zira Paris hedefleri tutulsa bile en az 3 derce ısınma garanti), bir yandan da gelişmekte olan ülkelerin ve klasik yan çizicilerin Paris’e evet demesini sağlayarak kapsayıcılığı genişletti (İmzasını çekeceğini açıklayan ABD dışında bütün ülkeler Paris’i imzalamış oldu, şu ana kadar 169 ülke de onayladı ve taraf oldu).

Ancak Kyoto’dan Paris’e bir şey değişmedi: En başından, 1990’lardan bu yana iklim müzakereleri aslında “talebi düşürmeyi” hedefliyor. Bu da anlaşmalarda emisyon indirimi olarak ifade ediliyor. Yapılan kısaca şu: Ülkeler ekonomik faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazları emisyonunu belli bir tarihe kadar belli bir oranda düşürme hedefi veriyorlar, bunu da yenilenebilir enerji yatırımlarını artırma ve enerji yoğunluğunu düşürme gibi hedeflerle birleştiriyorlar. Yani hangi yolla olursa, sera gazı salımına neden olan uygulamalara olan talebi düşürmeyi ve alternatifleri artırmayı hedefliyorlar. Artık ister vergi koysunlar ister teşvik versinler, o kendilerine kalıyor. İşin özü talebi azaltarak kirliliği azaltmak, bir de kirleten öder prensibiyle kirleteni caydırmak. Bu nedenle ne Paris’te ne de önceki metinlerde fosil yakıt, kömür vb. lafları geçmiyor. Oysa herkes biliyor ki, kömür ve diğer fosil yakıtlar serbestçe çıkartılmaya devam ettiği sürece, onu yakacak birileri bulunuyor. Hatta değil mevcut fosil yakıt rezervlerini çıkarmaya devam etmek, sürekli yeni kuyular, yeni maden sahaları açılıyor. Bir zamanlar kömür ve petrol nasılsa tükenecek diye bekleyenler avucunu yalıyor. Dokunulmamış rezervler tükenmek bilmiyor, hatta katran kumulları, kaya gazı gibi konvansiyonel olmayan yeni fosil yakıtlar devreye giriyor.

Birkaç yıl önceye kadar “emisyonları bırakın, kömüre moratoryum uygulamayı gündeme alın” diyenler müzakerelerin ruhunu anlamayan uçuk radikaller olarak görülüyordu. Oysa birkaç yıldır kömürden, uzun vadede de bütün fosil yakıtlardan çıkmanın (phase-out) tek yol olduğunu herkes görmeye başladı. Karşı tarafın stratejisi şimdi bunu olabildiğince yavaşlatmak.

Üstelik bu “talep” yerine “arz” temelli politikanın temellerini bu konudan hiç bahsetmeyen Paris anlaşması atıyor. Çünkü anlaşmanın uzun vadeli hedefin tanımlandığı 4. maddesinde “bu yüzyılın ikinci yarısında sera gazlarının kaynaklar temelinde insan kaynaklı emisyonları ile yutaklar temelinde uzaklaştırmaları arasında dengeyi” sağlamanın amaçlandığı yazılı. Bu karmaşık ifade “net emisyonların sıfırlanması” olarak basitleştiriliyor. Zaman hedefi muğlak verilmiş de olsa, aslında bunun 2050’lerde başarılması gerektiği açık. Ayrıca o zamana kadar yutakların kapasitesini artırmak pek mümkün olmadığına göre (ki ormanlar vb. zaten azalıyor) geriye kaynağı kurutmak kalıyor. Yani anlaşma muğlak bir ifadeyle de olsa 40 yıl içinde fosil yakıt “arzını” durdurmayı öngörüyor. İşte COP23, bu gerçeğin daha fazla gündeme getirildiği bir zirve oldu.

Üstelik bunun yanına 2 derece yanılsamasından kurtulmamız gerektiği vurgusu da ekleniyor. Paris Anlaşması aslında küresel sıcaklık artışını herkesin sandığı gibi 2 derecede durdurmayı hedeflemiyor. O hedef AB’nin eski hedefiydi ve müzakerelerde Cancun’da, hatta Kopenhag’da dile getirilmişti. Oysa Paris özellikle ada ülkelerinin büyük çabasıyla (burada bu yıl kaybettiğimiz Tony de Brum’un çabasını saygıyla analım) hedefi çok daha aşağı çekti ve “ortalama sıcaklıktaki artışı endüstri öncesi düzeylerin 2 derece üstünün çok aşağısında tutarak ve sıcaklık artışını endüstri öncesi düzeylerin 1,5 derece üstüyle sınırlamak yönünde çaba göstererek” gibi yine ustaca kurulmuş bir muğlak ifadeyle de olsa 1,5 derece olarak koydu. Şu anda elimizdeki bütün karbon bütçesi (en fazla ne kadar daha sera gazı salabiliriz) hesapları 2 dereceye göre yapılmış. Ancak Pazartesi günkü açılışta IPCC Başkanı Hoesung Lee, 1,5 derece özel raporunun 2018 COP’undan önce yayınlanmış olacağını açıkladı. Yani seneye elimizde 1,5 derece için gerekli karbon bütçesi vb. de olacak, üstelik en güncel haliyle. Yani artık Pasifik adalarını sular altında bırakacak, Afrika’yı kuraklıktan yaşanmaz hale getirecek, aşırı hava felaketlerini iyice şiddetlendirecek 2 dereceyi hedefmiş gibi dillendirmekten vazgeçmemiz, hâlihazırda ortalama 1 dereceyi geçen küresel ısınmayı 1,5 derecede tutmayı hedeflediğimizi daha sık dillendirmemiz gerekiyor.

Bu da fosil yakıtları 40 yılda, ama önce çok hızlı, kalanını (onlar da az gelişmiş ülkelerde kullanılmak şartıyla) biraz daha yavaş bir hızla terk etmemiz anlamına geliyor. Gereken emisyonları düşürme hızı için şu grafik bir fikir verebilir (turuncu çizgi 1,5 derece, yani Paris hedefi):

Bu hızlı azaltımda aslan payını elektrik sektörü alıyor ve öncelikli ve en hızlı olarak kömürden elektrik üretimini terk etmek gerekiyor. Bunun için de Climate Analytics’in önceki gün Bonn’da yaptığı sunuma göre, AB ülkelerinin 2030’a kadar, tüm dünyanın ise 2050’ye kadar kömürü elektrik üretiminde kullanmayı tamamen bırakması gerekiyor. Türkiye’de hâlâ ekonomik ömrü en az 40-50 sene olan yeni kömürlü termik santrallar yapıldığını düşünürseniz, mevcut politikaların iklim koruma hedeflerine ne kadar ters düştüğünü rahatça görebilirsiniz. Zira rezervlerdeki kömürün en az %80’ini yerin altında bırakmadan ısınmayı 2 dereceyle sınırlamak bile mümkün değil. Bu oran 1,5 derece için çok daha yüksek. Aslında yapılması gereken şey bir daha hiç kömürlü santral yapmayıp, ömür uzatacak yenileme işlerini de bir yana bırakıp, hızla termik santralları ve kömür madenlerini kapatmak. Bu size gerçekçi gelmiyorsa iklim değişikliği konusunda kaygılanmayı bırakabilirsiniz. Olacağına varır.

***

Bonn’da bu konuda yeni raporlar açıklanıp duruyor. Örneğin Urgewald’ın açıkladığı Küresel Kömürden Çıkış Listesi madencilikten kömürden elektrik üretimine, kömür ticaretinden termik santral tasarımına kadar her türlü kömür işi yapan dünya çapındaki 770 şirketi listeliyor. Bu listedeki şirketler en büyükleri ve dünya kömür üretiminin %88’ini, kömürden enerji üretiminin %86’sını temsil ediyor. Dünya çapındaki bütün bankalar ve yatırımcılar yatırımlarını bu şirketlerden çekmeye çağrılıyor. Oysa bu şirketlerden 225’i yeni kömür madenleri açmayı, 282’si (kimileri aynı şirketler tabii) yeni kömürlü termik santrallar yapmayı planlıyor. Bu hedefler gerçekleşirse dünya çapında 1600 yeni kömürlü termik santral yapılmış, kömürden elektrik üretim kapasitesi yüzde 40’ın üzerinde artmış olacak. İşte bu “kara” listeyi yeşillerin ve iklim-ekoloji hareketinin de çok iyi bilmesi gerekiyor. Çünkü aralarında çok sayıda Türkiye kökenli şirket de bulunan bu liste mücadelenin hedefini de gösteriyor. Onları ve onlara yolu açanları durdurmazsak iklim değişikliğini durdurmak hayalden ibaret kalır.

Bonn’da elbette pek çok başka konu tartışılıyor, onlardan biri de Türkiye’nin Paris’ten beri devam eden Yeşil İklim Fonu’nda yararlanma talebi. Müzakerelerde neler olduğunu ve Türkiye’nin neler yaptığını bir sonraki yazıya bırakıp Bonn’dan çıkarmamız gerektiğini düşündüğüm temel mesajı tekrar not ediyorum: Isınmayı 1,5 derecede durdurmak ve kömürden derhal çıkış! Radikalse radikal!

 

Ümit Şahin

[Kendi Evini İnşa Etme] İnsan kendi evini niçin kendi yapar ki? – Miraz Ruspi

Yeşil Gazete olarak 2014 senesinde Mersin’den başlayıp Türkiye’nin doğusuna doğru gerçekleştirdiğimiz ve 10 şehri kapsayan (Mersin, Adana, Nevşehir, Gaziantep, Antakya, Van, Batman, Mardin, Diyarbakır ve Dersim) Yerel Muhabir Ağı projesi kapsamında Batman’da bizi ağırlayan ve gönüllü yerel muhabir ağımıza katılan Miraz Ruspi‘den hafta içi (8.11.2017 Çarşamba) bir mesaj aldık

“Şu ev inşaası bittiğine göre kendi evini yapma konusunda bir yazı dizisi hazırlayayım diyorum, ne dersiniz?
Ama uzuuun bir yazı dizisi de olabilir haberiniz olsun” diyordu

“Sahalara hoşgeldin diyoruz elbette” diye yanıt verdik kendisine ve [Kendi Evini İnşa Etme] yazı dizisi de bu şekilde başlamış oldu

İlham olması dileklerimizle…

***

1 – İnsan kendi evini niçin kendi yapar ki?

Kırk – elli yıl önce böylesi bir soruya büyük çoğunluğu köylü olan ülke halkı kıçıyla güler; ‘Bu nasıl soru” derlerdi.  Çünkü efendim o zamanlar evlerin konu, komşu, akraba ile imece usulü yapılmasını geçtim. Beyler dahi yaşayacağı evin inşaatında çalışır, çalışanlara akıl verir, ustalara akıl danışırlardı.  Kırk – elli yıl gibi insanlık tarihinde zerre miskal yer tutmayacak bu zaman aralığında hepimizin nevri döndü.  Ülkenin köylü nüfusu yüzde yetmiş iken nüfusun yüzde yetmiş yedisi kentli oluverdi. Köyde kalanların önemli bir çoğunluğu orman vasfını yitirmiş arazi ya da zirai gübreye bulaşmış hibrit tohumlar gibi henüz tam olarak tanımlayamadığımız canlılara dönüştüler. Şehre göçenler ise bu yeni yaşam alanlarına yerleşir yerleşmez geçmişe ait birçok şeyi televizyonun, telefonun, internetin ateşinde eritip yitirdiler. Böylece yarım asır önceki ‘biz’ ile alakası olmayan;  İnsan Kendi Evini Niçin Yapar ki? Sorusunun sorulabildiği bir gezegende yaşar olduk.

Ya hoca sen onu bunu boş ver de insan kendi evini neden kendisi yapar ki?

“Barınmak, Yaşamak, Huzur İçinde Yaşlanmak İçin…”  Ayşegül ve Robin ile Canhıraş evimizi inşa ederken bunlar ne yapıyor, diye merakını gidermeye gelen köylü komşular ile kentli arkadaşlarımızı genellikle böylesi yalın cevaplar pek kesmedi.  Çoğunlukla “yav he he” diyeceklerken mimiklerini bizim için üzülüyormuş moduna getirip  (yahu üzülüyorsan bir el atsana)

“Senin için, diyorum. İnsan kendi evini hiç kendisi yapabilir mi? Zor çok zor. Hem de toprakla ev yapmak… Çok emek ister, nıç olmaz Hoca,”

Size, İyiliğimiz için konuşan! bu insanlara yanlış anlarlar, kalpleri kırılır, tartışırız da yuvamıza kötü enerji yüklerler diye söyleyemediğim o çok önemli sırrı söyleyeyim mi?

Köydeki evler, kentteki apartmanlar, gökdelenler gökyüzünden inmiyor. İnşaat çalışanı değilseniz eğer en fazla yoldan geçerken ya da ev satın almak için gittiğiniz şantiyelerde gördüğünüz o inşaat işçileri sabahtan akşama kadar, tuğla taşıyorlar, demir diziyorlar, kalıp çakıyorlar, iskele dikiyorlar, beton döküyorlar, fayans döşüyorlar…  Çalışıyorlar da çalışıyorlar.

 

İnsan evini birçok nedenden dolayı kendisi yapabilir ama elbette ki başkasının emeğini sömürmemek ayrıca emeğine de yabancılaşmamak ev yapmak için yeterli bir sebep.

Evlenir evlenmez ev kredisi çeken bu sebepten geçim sıkıntısı çeken ilişkileri zedelenen hatta boşanan bir dolu insanı düşünürsek orta sınıf için ev satın almak daha bir yıpratıcı ve de yorucu olmalı.  Diğer taraftan biriyle sırt sırta verip düşünüp, tartışıp danışarak evini inşa ettiğinde o kişi ile arasında özel bir bağ oluşuyor hele bu insan sevgiliniz ise ilişkiniz bambaşka bir yerlere eviriliyor.  (En azından bizde öyle oldu.)

Nasıl Bir Ev?

İçinde yaşayacağın evi kendin inşa etmeye karar verdiğin an önüne bu soru dikiliyor: Nasıl bir ev? Alakır Nehri Dayanışmasındakiler Çuva ve Yuva diye isimlendikleri Yeryüzü evleri için soruyu şu şekilde tanımla cevaplamışlar; Etrafındaki tüm canlılarla “barış ve uyum” içinde olma niyetindeki özgür “yaşam alanları” dır. (Dileyen Tam metni şuradan okuyabilir )

Bense üç yıl kadar önce İŞİD belası yüzünden Ortadoğuda çıkan savaşlarla evinden olanlar ve mültecilik meseleleri yüzünden derinden incelediğim nasıl bir ev sorusunu Özerk-Ekolojik Ev olarak tanımlamış. Bu tanımlama için dünyadaki ekolojik ve doğal evleri incelemiş, her koşulda kendine yetebilecek ekolojik- özerk evler için kendimce yedi temel kıstas belirlemiştim. Bunlar:

  • İklimlendirme:

Yapının bir parçası olan yalıtımlı duvarlar, ısı pompaları venturi bacaları, rüzgar kepçesi, tromp duvarlar, sera gibi teknik bölümleri sayesinde evin soğutma ve ısıtmak en fazla 7-8 derece ısı için enerjiye ihtiyaç duyacak şekilde inşa edilmeli.

  • Enerji:

Güneş enerji panelleri, enerji değirmeni(evin yakınından geçen akarsu varsa) ve dikey rüzgar gülleri sayesinde ev kendi enerjisini sağlanmalı aynı zamanda. Ev güneş ışığından maksimum düzeyde faydalanmalı, toprağın ısısı yardımıyla besin koruma üniteleri sayesinde elektrik ihtiyacı minimum seviyeye çekilmeli

  • Besin üretimi VE Su Hasadı:

Öz yeterlilik esas alındığından evin girişinde bulunan sera evin kış için yiyecek ihtiyacını karşılamanın yanı sıra evin iklimlendirmesine de yardımcı olmalı.Toprak kısıtlılığı varsa dikey bahçeler, balkon ve teras bahçecisi hane üyelerini yiyecek acısından desteklenmeli.  Özerk ve ekolojik evler her koşulda öz yeterliliğini sağlaması gerektiğinden evin arka tarafındaki su deposu veya sarnıç vasıtasıyla su hasadı yapılmalı evin temel su ihtiyacını karşılamalı.

  • Geri Dönüşüm:

Ekolojik ve özer ev modelleri olabildiğince kapalı bir sistem olarak tasarlanmalı. Kapalı sistemlerde bir ürünün çıktısı başka bir ürünün girdisi olduğundan örnek vermek gerekirsek: lavaboda kullanılan su klozetin deposunu doldurmalı. Kanalizasyona giden su burada basit bir arıtma sistemiyle bostanın sulanmasını desteklemeli. Evin çöpleri ayrıştırılmalı organik çöplerden kompost yapılmalı ya da kümes hayvanları beslenmeli.

  • Sığınak:

Ekolojik özerk evlerin olmazsa olmazlarından birisi de barış zamanlarında toprağın serinletici etkisiyle kiler görevi gören aynı zamanda acil çıkış kapısı ihtiyacını da sağlayan bir sığınağın ekolojik özerk evlerin bir parçasıdır.

  • Ekonomik olma:

Özerk ve ekolojik evler az bir paraya inşa edilebilinir olmalıdır. Kimi inşası pahalıya mal olan ekolojik evlerin Enerji sarfiyatını azalttığından uzun vadede bu inşası için ödenen masrafları geri ödemesi de dahil olmak üzere hiçbir şey özerk ve ekolojik evlerin en yoksul insanın dahi inşa edebileceği kadar ekonomik olma gerekliliğini değiştirmez.

  • Yeryüzünü Koruma:

Ekolojik özerk ev modelleri yeryüzüne en az zarar verecek şekilde inşa edilir. Bu evlerde yaşayan insanlar karbon üretimini sıfıra indirmeyi hedefler.

Yazmak ve yapmak aynı şey değil. Yıllardır ekolojik ve özerk evler hakkında panellerde konuşmuş,  yazmış, tartışmıştık.  Şimdi iş başa düşmüştü. Söylediğimiz şeylerin ne kadarını yapabileceğimizi doğrusu bizde merak ediyorduk. Normalde ev yapımı konusunda pratik deneyimi olmayan insanların böylesi zor bir işe soyunduğunda yapılabileceği en akıllıca iş bilinen yollardan ilerlemek ve en basit teknikleri kullanmasıdır. Ama işte çoğunluğun kentlere akın edip yüklü krediler çekerek sitelerde akıllıca yatırımlar yaptığı dünyanın kurallarına göre biz gibi dağ başına ev yapmaya kalkışanlar pek de akıllı sayılmaz.  Biz de pek bilmediğimiz bir ev modelinde karar kıldık.

 

Miraz Ruspi

Evimiz neresi? – Melih Aşanlı

Dağcılık eğitimlerine başladığımda büyük bir heyecan ile bulabildiğim malzemeleri çantama atıp, doğanın çok fazla insan tarafından ziyaret edilmemiş yerlerine gitmek için yola çıkmıştım. Yıllarca Atlas dergisi ve o zamanlar Türkçe  yayınlanmayan national geographic dergisinde gördüğüm resimlere doğru bir adım daha atmıştım. Kamplar ve geziler hayatımda hep vardı ama doğanın kalbine yolculuk bir başka olmalıydı.

Neredeyse tüm çocukluk ve ilk ergenlik yıllarım Atlas dergisini beklemek ile geçti. Yeni çıkan sayıyı bayiden alıp önce sakin bir yere gitmek ilk şartıydı Atlas okuru olmanın benim için. Öyle ortalık yerde ayaküstü derginin jelatini açılamazdı. Rahat bir köşe bulunur sakince şeffaf koruyucu açılır ve önce derginin ekleri incelenirdi. Kocaman bir serüvendi benim için. Eklerdeki haritalar bazen İnka medeniyetine götürürdü beni, bazen Ulu Manitu’nun diyarına. İllüstrasyonları kayıt edercesine inceler, çocuk parkındaki ağaçların dibinde uzanıp hayal kurardım. Engin denizlerden, Macahel’in vahşi ormanlarına değin hiç bitmeyecek bir geziye çıkardım ağacın gölgesinde. Sıra dergiye geldiğinde, önce yayınlanmış tüm başlıkları okurdum. Bir sıralama yapmak ayrı bir heyecandı. Derginin arkasındaki tur haberlerini, malzeme satılan yerleri inceler sürekli bir hesap yapardım. Çok sonraları haberini okuduğum Gezievi’nin sahibi Erdoğan ile dost olacağımızı, Lino Sport’un müdavimi olacağımı, hatta ilk sarı renk goreteks montu ve çantamı oradan alacağımı aklımın ucuna getiremezdim.

Haritalarını incelediğim Karadeniz’i Bukla ile adımlayacağımı hayal bile etmemiştim. Öyle çok bir alternatif yoktu o yıllarda gezmenin ve ekipman bulmanın. Bir gidene sorulur, Ortaköy’de atölye de buluşulur filmler izlenir, İstanbul’da Lino’dan, Ankara’da Alpinist’ten malzeme alınırdı. Tadı da belki burada saklıydı. Küçük samimi  dost bir topluluktuk sanki. Birden bire içlerine girmiş, dağlar tepeler dolanır olmuştum. Bir çoğumuz sanki üniforma gibi sarı mont giyiyorduk bir dönem. Benzin ocağı bir efsaneydi. Haberlerini takip ettiğim, Kürşat Avcı’nın, Uğur Hocanın hikayelerini okuyarak büyüyorken, dağın başında nasihatleri ile tırmanacağım aklıma bile gelmezdi. Bence Türkiye’nin çok iyi dönemleriydi.

Benim yaşantımda önce evime giren dergiler ile, sonrasında ise dostlukları, nasihatleri destekleri ile Atlas ailesinin kapladığı alan oldukça fazladır anlayacağınız. Öykülerin sonu gelmez, elbette ki zaman içinde oldukça hüzünlü, üzücü kayıplar ve ayrılıklarda oldu yine öykülerin doğası gereği. İşte tüm bu heyecan dolu anların ilk adımı dağcılık eğitimi için gittiğim 9 günlük Beydağları eğitiminde başladı. Tüm maceraperest hedeflerimin listesini çıkarmış, olumsuz her an için survival senaryolar çalışmış, gerekli gördüğüm malzemeleri yanıma almış, gecekonduyla, çaput bağlanan dilek ağacına benzer bir halde iki bacağı olan bir top gibi karların üzerinde yürümeye başlamıştım . Ağırlıktan ve teknik yetersizlikten kafam önde kervan eşeği gibi sadece bastığım yeri görebiliyordum. Karın adımlarımın altında çıkardığı sesi dinliyor, ayakkabının su geçirmemesine hayran kalıyor, ilk kez tozluk kullanıyordum. Ve hayaller, hayaller, hayaller.

Elbette ki böyle başlayan bir serüven sayfalar dolusu anlatacak konu ile sonlandı ve belki de hala sonlanmadı aslında. Tüm bunlar başka bir yazıda mevzubahis olabilir. Benim anlatmak istediğim ise tüm hayallerimin ve hazırlıklarımın dışında hiç aklıma gelmeyen bir detay, konunun çekirdeği, ilk tohumuydu. Eğitimde verilen teknik bilgiler ve anıların dışında bir şey fark etmiştim. Bize eğitim verenlerin hal ve hareketleri oldukça ilginçti. Soğuktaki davranış biçimleri, kar üzerinde nasıl oturdukları, buz gibi sularda nasıl ellerini yıkadıkları ve diğer tüm davranışları.

Bizim şehirdeki davranışlarımızdan hiç farkları yoktu. Soğuk veya sıcak, kar ve kaya, şartlar fark etmeksizin davranış biçimleri değişmiyordu. Evdeki bir koltukta oturmaktan faklı değildi onlar için bir kayanın üzerinde bağdaş kurmak. O an doğayı algılama biçimimizde bir yanlışlık olduğunu düşünmüştüm. Tüm günübirlik yürüyüşler, hafta sonu turları, kamplar hepsi basit bir  simülasyonun parçası olduğunu düşündüm. Asıl konu bizlerin algılama biçimiydi. Şehirlerde ısısı sabitlenmiş mekanlar, insan anatomisine uygun üretilmiş mobilyalar, yumuşak yataklar, sıcak su akan musluklar, kendimize taktığımız tasmanın zincir halkalarıydı. Yaşamını değiştirmekle kalmayıp yaşam alanını bozan tek canlı olarak insanın bu yabancılığı ile ilk kez bu eğitimde yüz yüze gelmiştim. Oysa İnsan sadece diğer canlılar gibi dünyada yaşayan bir memeli olabiliyordu kolaylıkla. Aslına barışması çok zor değildi. Konu ev olarak algıladığımız mekanla ilişkiliydi. Evimiz dünyanın kendisiydi.

20 yıl sonra bu gün ekolojiden, ekolojik mimariden bahseder olduk. Söyleşi ve konferanslarda tasarım, yaratıcılık ve ekoloji anlatıyorum. O dönemlere kıyasla artık daha fazla dinlenir hale geldik. Bu bir bayrak yarışıydı diye düşünüyorum çoğu zaman, ilk ateşi yakanlardan aldığımız ışığı biz de taşıyabildiğimiz yere kadar götürmeye çalışıyoruz. Tabi dinlenir olmamızın sebeplerinden en büyüğü iklim değişikliğinin artık hissedilir bir şekilde insan yaşantısını etkiliyor olması. Kaynak sorunu ayyuka çıktı, doğanın bedelsiz verdiği tüm kaynaklar, gıdamıza kadar krize girdi, açlık ve susuzluk, hastalık ve diğer tüm yaşam şartları insanın uyum sağlayabileceği sınırları zorlamaya başladı.

Tüm bu şartlar altında mimari ve tasarımında da ekolojik modadan fazlasıyla bahsedilmeye başlandı. Çeşitli tasarım formülleri, malzeme seçimleri, saygılı olmak, sürdürülebilirlik, daha sağlıklı bir yaşam söylemleri, konuşmaların, tekniklerin ve yöntemlerin sürekli üretildiği bir dönemdeyiz artık.

Fakat  Ekolojik mimari ve tasarımda en başta anlatılacak ve dikkat edilecek kısım ise bu yazının konusu çekirdeği, tohumu olduğunu düşünüyorum. Hane tanımı,  içini doldurduğumuz , bilinç altımızda katmanlardan oluşan büyük bir kütle aslında. İlkel atalarımızdan farklı olarak biz bu tanımı malzemelerin dünyasına dahil edip onu kardeşi olan ruhsal ve imgelerden dünyasından kopardık. Mistik dünyanın büyüleri, salt enerjiden oluşan bugün doğa üstü diye adlandırdığımız canlıları, dünya üzerinde yaşadığını artık varsaymadığımız tüm canlıları bu gün mitolojik masallar olarak adlandırmamız imgeleri fiziksel yaşantımızdan ayırdık. Oysa hane ilkel topluluklarda bireyi fiziksel etkilerden korumaya yarayan, maddesel dünyada konforlu bir yaşam sürdürülmesini sağlayan bir tanım iken, imgeler ise bireyin enerjisini dengeleyen, ruhsal varlıklardan koruyan, diğer tanımlayamadığı canlılar ile sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlayan, yani yaşamı paylaştığı varsayılan diğer tüm dünyevi ve dünya dışı canlılar ile bütüncül bir yaşam kurmasının köprülerini inşa eden diğer önemli bir parçası olduğunu görüyoruz.

Av ve avcı ilişkileri, mağara duvar resimleri, totemler, ayinler, şaman ve pagan ritüelleri gibi elimizde çok fazla kaynak ilkel dönem okumalarını oldukça kolaylaştırıyor. Ev tanımı sadece fiziksel şartları karşılamaya indirgenmiş bir barakanın yanında, ruhsal dünyada tüm dünyayı hatta evreni kapsayan bir imge olarak kabul ediliyordu.  Biz geçen yıllar içerisinde bu tanımı sıkıştırıp vasat bir hale soktuk, İmgelerin, enerji ve mitlerin dünyasını yaşantımızdan kopardık ve rafa kaldırdık. Diğer canlılar ile olan ilişki biçimimizi yeniden tanımladık ve bu tanımı faydacılık üzerinden kurguladık. Tüm yaşamın insan varlığının sürdürülmesi için var olduğunu kabul ettik ve hatta hastalıklı bir psikoloji ile varlığımızı sağlamak adına yaşamı var ettiğimize inandık.

Oysa evimiz olarak nereyi algıladığımız doğrudan yaşam biçimimizi ve tavırlarımızı etkilemekte. Ev güvenli, konforlu, bilinmezi olmayan, aile bireyleri ile paylaştığımız yaşamımızı var eden bir yapının tanımıdır çoğu zaman. Ev tanımımızın duvarlar ile inşa ettiğimiz yapılar ile sınırlandırılması, bizim barışı, huzuru, ve aile bireylerini tanımladığımız ve sınırlandırdığımız anlamına gelir. Yani bize yeterli olan barış ve huzur oltamı ev tanımımızın kapsadığı alan kadardır. İletişim içinde  olmaya çalıştığımız alanda bu alandan fazlası olamaz.

Yaratıcılık ve tasarım, geniş ufuk, büyük düşünce ve özgürlük ihtiyacı duyar. İnsan da diğer canlılar gibi kendi doğasında, özgürce yetişebildiğinde meyve verebilir ve sağlıklı bir yaşam sürebilir. Doğal ortamından koparılmış her canlı fiziksel ve zihinsel olarak beslenme kanallarından yoksun bırakılmıştır. Barış, sağlık, ve aydınlık isteklerimizi düşündüğümüzde evlere hapsedilmiş canlılardan aslında çok şey beklediğimizi görürüz. Gökyüzü yerine 2.5 metrelik bir tavana bakmak, dört adım sonra evin diğer ucuna ulaşıp geri dönmek zorunda kalmak, bir pencereden gelen ışık ile aydınlanmak, tüm bir ömrü aynı koltuk üzerinde geçirmek, canlı doğasına aykırıdır. Biz bu aykırılığı önce kendimiz reddederek, türlü bahaneler ve gerekçeler ile tüm insanlığı kandırmayı başardık. Sonrasında da tüm yaşamı bu inanç doğrultusunda değiştirmeye ve dönüştürmeye kalktık. Kendine acımasız olan canlılar olarak bir başkasına merhametli olmamız düşünülemezdi.

Sadece gıda olarak adlandırdığımız canlıları, apartman daireleri gibi besi çiftliklerine kapattık, bitkileri topraktan koparttık, yapay vitamin ve mineraller ile su içinde yaşamaya zorlanan nebatları gıda saydık.  Kendimize kullandığımız antibiyotikler gibi tüm bu canlılara da kimyasal ilaçlar verdik. Hapsolmuş, zehirlenmiş, yaşam alanlarından koparılmış fiziksel ve ruhsal olarak hastalanmış bu canlılara besin dedik.   sonra bu canlıdan beslenerek var olmaya çalışan insanlar olarak kendimizden, inşa ettiğimiz duvarlar arasında , barışçıl, özgür düşünceye sahip, açık fikirli bir yaşam yaşamasını bekledik. oldukça sıra dışı beklentilerimiz olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde ise bu beklentilerinizi ekolojik kaygılar ile pekiştiriyoruz.

Aslında, ekolojik mimari kaygısı bütüncül bir yaşam kaygısıdır. Çünkü ekoloji parçalara ayırabileceğimiz bir oyun hamuru değildir. Biz bunu kısımlara ayırıp, tasarımlar ile bölmeye başladığımızda kendimizi kandırmaya da başlarız. Yapılacak tasarım dünya için yapılmak zorundadır. Zaten insan için yapılan bir işin dünyadan ayrılması son derece sapkındır.

Bu bizim dünya dışı veya dünya üstü varlıklar olduğumuzu düşünmemize benzer. Sanki kaynak olarak kullandığımız bir gezene gelen üstün bir tür gibi davranmamız bu gezegende herhangi bir sorunu çözmez. Siz bir yasam alanı tasarlamak için yola çıkıp, yaşamdan insanı ayıklayıp, diğerleri yok saydığınızda, ancak günümüz şehirlerine ulaşabilirsiniz. Bu şehirlerin hali ise ortadadır. Bizler için asıl  yaşam dünyadadır, dünyanın kendisidir.  Ve bu yaşamın sürmesi tüm aile bireylerine bağlıdır.

Ekolojik tasarım konusunda kendimize  bir soruyu yeniden sormamız gerekir, ekolojik tasarım kimin içindir. Bence Odak noktasına insanı  koyduğunuz hiç bir tasarım ekoloji ile bağdaşmaz. Malzeme, teknik, coğrafya fark etmeksizin doğru mesajı veremez, dengeli bir enerjiye sahip olamaz. Dolayısı ile de Talep edeni tatmin etmez, var olma amacını gerçekleştirmez.

Bu yazı, yazarının da onayı ile harmoniaekotopya.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

 

Melih Aşanlı

[Hayvan Deneyleri] Kıtalara Yayılan Protesto: SHAC – Yağmur Özgür Güven

İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek? [Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız

***

1998 yılında, İngiliz ulusal kanalı Channel 4’te (bazı yayınlarda gizli görüntüleri yayınlayan bu kanal BBC olarak geçer) HLS adlı deney laboratuvarında hayvanların korkunç eziyetler görmesine dair görüntülerin yayınlanmasının ardından büyük bir toplumsal tepkiyle karşılaşıldı. Görüntülerde, iki laboratuvar çalışanı Beagle ırkı bir köpeğin yüzüne sürekli yumruk atıyorlardı. Zaten korkmuş olan hayvanlar dövülüyor, azarlanıyor, havaya kaldırılıp sarsılıyorlardı. Cambridge yakınındaki Huntingdon Life Sciences (HLS), 1952 yılında İngiltere’de kurulmuş, aynı zamanda ABD ve Japonya’da da faaliyet gösteren Avrupa’nın en büyük test laboratuvarıydı, ilaç, pestisit, temizlik malzemeleri, gıda katkıları gibi ürünler (insan ve) hayvan denekler üzerinde test ediliyordu (firmanın şu anki ismi Life Sciences Research Inc.). Yayının ardından, HLS ve bu şirketle bağlantısı olan ya da iş yapan tüm şirketlere protesto mektup ve telefonları yağmaya başladı ve tepkiler azalmak yerine zamanla daha da büyüdü. Tepkilerin başlamasının ardından, görüntülerdeki üç laboratuvar teknisyenine soruşturma açıldı ve hayvanları döven diğer iki çalışanın da işine son verildi. Ancak bu da yeterli değildi.

 

1999 yılının Kasım ayında HLS’nin hayvanlar üzerinde yaptığı korkunç deneyleri durdurmak amacıyla, hayvan hakları aktivistleri Greg Avery ve Heather Nicholson’ın girişimleriyle bir grup genç hayvan hakları savunucusu “Stop Huntingdon Animal Cruelty” (SHAC) isimli bir kampanya başlattı. Kısa sürede uluslararası üne kavuşan kampanyaya, ABD, Almanya, İtalya ve Portekiz gibi ülkelerdeki hayvan hakları savunucularından da destek gelmeye başlamıştı.

 

SHAC, firmanın Huntingdon’daki merkezinin giriş kapısının önünde oturma eylemlerine başladı, çalışanlar evlerine kadar takip edilip protestolar evlerinin önünde de sürdürülüyordu. Civardaki evlerin kapısı çalınıp, komşularının hayvanları öldüren bir firmada çalıştığı anlatılıyor, arabalarına zarar veriliyor, günün her saati evlerinden aranıyor ve tehdit ediliyorlardı. 2000 yılında, çalışanların adres ve iletişim bilgilerini ve ayrıca arasında (sonradan şirketteki payını çekecek) İşçi Partisi’nin de bulunduğu HLS hissedarlarının listesini web sitelerinde yayınladılar. Firmanın hisseleri düşmeye başladı.

İngiltere’de bunlar olurken SHAC ABD kolu da boş durmuyor, HLS’nin New Jersey’deki şubesinin müşterisi olan firmalar durmaksızın protesto ediliyordu. Bir yıl içinde yapılan HLS karşıtı gösterilerin sayısı 800’ü aşıyor, örgüt bu vahşete ve laboratuvarın çalışmalarına karşı olanlardan maddi ve manevi destek görüyordu. HLS’nin ABD’deki deney merkezinden beagle ırkı 14 köpek, HLS’ye deneylerde kullanmak üzere hayvan tedarik eden çiftliklerden olan Highgate Rabbit Farm’dan 129 tavşan çalınarak özgürleştirilmişti. HLS’ye finansal destek sağlayan Bank of America’nın yöneticisinin teknesi “PARA HİÇBİR ŞEY – YAŞAM HER ŞEYDİR” mesajıyla Long Island’da batırılmış, HLS’nin CEO’su Brian Cass yüzü maskeli 3 kişi tarafından saldırıya uğramış ve darp edilmişti. HLS pazarlama müdürü Andrew Gay, evinin önünde saldırıya uğramış ve gözüne sıkılan bir kimyasal sprey nedeniyle geçici görme kaybı yaşamıştı.

2001’de, SHAC kurucularından Greg Avery “kamu rahatsızlığına sebep olan suikastler düzenleme” suçlamasıyla 6 ay ceza aldı. Aynı yıl, HLS’nin bankacılık işlemlerini yapan Royal Bank of Scotland şubeleri önünde yapılan protestoların ardından müşterilerinin arasından HLS’yi çıkardığını duyurdu. Protestoların bankalara yönelmesiyle birlikte bankalar bir bir HLS ile çalışmaya son veriyordu, bunun üzerine İngiliz hükumeti Bank of England’ı resmi olarak görevlendirmek zorunda kaldı.

Greg Avery ve Heather Nicholson

2003 yılının Ağustos ayında HLS müşterilerinden ve bir biyoteknoloji firması olan Chiron’un, California’da 2,000 çalışanı olan merkezine bir saat arayla iki ses bombası atılmış, çok kısa bir süre sonra bir diğer HLS müşterisi Shaklee Incorporation’un merkezinde de el yapımı bir patlayıcı patlamıştı. FBI olaylarla ilgili soruşturma başlatsa da SHAC bu olaylarla ilişkisi olduğunu reddediyordu. Daha sonra bu saldırıları, HLS müşterilerine e-mail atarak tüm firmalara bir şans verdiklerini söyleyen ve kendini “The Revolutionary Cells of the Animal Liberation Brigade” (Hayvan Kurtuluş Tugayı Devrimci Hücreleri) olarak tanıtan bir örgüt üstlendi. O güne kadar ve o olaylardan sonra da kimsenin duymadığı bir isimdi bu. Ekim ayında, bombalamalarla ilgisi olduğu düşünülen 1978 doğumlu Daniel Andreas San Diego için tutuklama emri çıkartıldı ve yeriyle ilgili bilgi verilmesi durumunda da $250,000 ödül konuldu. FBI’ın en çok arananlar listesine giren ilk çevreci olan San Diego ortadan kayboldu. Bombalamalarla ilgili gözaltına alınan Kevin Jonas hem olaylarla ilgisi olduğunu hem de San Diego’nun SHAC’la ilgisi olduğunu reddediyordu. 26 Mayıs 2004’te, 6 SHAC aktivisti çeşitli suçlardan dolayı tutuklandı.

Tutuklanan “SHAC Yedilisi”nin 6 üyesinin aldığı cezalar ise şöyleydi: Kevin Jonas (28) 6 yıl, Andy Stepanian (28) 3 yıl, Josh Harper (31) 3 yıl, Lauren Gazzola (27) 4 yıl 4 ay, Darius Fulmer (29) 1 yıl 1 gün, Jake Conroy (29) 4 yıl. 15 Aralık 2008’de cezaevinden çıkartılan Andy Stepanian, 22 Kasım 2006’da tutukluyken yazdığı mektupta şöyle diyordu: “…. Her gece uyumadan önce, Orta Doğu’daki çatışmaların bitmesi, Darfur’daki kıyımın son bulması için dua ediyorum. Bir üretim çiftliği ya da laboratuvar evi olmuş, tüm hayvanlar için dua ediyorum, barış ve özgürlükleri için dua ediyorum. …”

40’tan fazla firmayı 12,6 milyon pound zarara uğratan SHAC İngiltere üyelerini yargılayan yargıca göre ise bu 6 kişi; Sarah Whitehead (53), Nicole Vosper (22), Thomas Harris (27), Jason Mullan (32), Nicola Tapping (29) ve Alfie Fitzpatrick (20), asil bir amaç için mücadele eden kurban ya da şehitler değil, şiddet yoluyla panik yaratarak karşılarındakini sindirmeye çalışan teröristlerdi, yasal faaliyetleri ise sadece bir kılıftı. 2010 yılında, Winchester mahkemesinde 15 ayla 6 yıl arasında değişen cezalara mahkûm edildiler. En gençleri olan Alfie Fitzpatrick, 12 ay ceza almış ve cezası ertelenmişti.

SHAC üyelerinin tutuklanması, protestoları sonlandırmaya yetmedi. 2005 yılında Vancouver merkezli borsa ve yatırım firması Canaccord Capital, bir çalışanının aracına ALF  tarafından patlayıcı atılmasına yanıt olarak HLS müşterilerinden olan Phytopharm PLC ile çalışmayı durdurduğunu açıkladı. Aralık 2006’da HLS, New York Menkul Kıymetler Borsası’nda listelenmemeye başladı ve bunun hemen ardından, The New York Times’da tam sayfalık bir ilan gördüldü; ilanda, yüzü maskeli bir aktivist vardı ve şöyle yazıyordu: “I Control Wall Street” (Wall Street’i Ben Yönetiyorum). 2007’de, ALF’nin şirketlerindeki üst düzey yöneticilerinin evlerine yaptığı saldırıların ardından 8 şirket daha HLS ile çalışmayı bıraktı, bu şirketlerin arasında iki büyük yatırımcı AXA ve Wachovia da bulunuyordu. İzleyen yıllarda, aralarında Citibank, HSBC gibi dünyanın en büyük bankalarının da bulunduğu 250 şirket HLS ile doğrudan ya da bağlantılı iş yapmaya son verdi.

 

Hayvan hakları ve özellikle deney karşıtı mücadelede, yıllık karı milyonlarca pound olan uluslararası bir firmayla global ve örgütlü bir mücadele sürdürerek bu kadar büyük hacimde zarar veren ilk ve tek kampanya olarak tarihe geçmiştir SHAC. 12 Ağustos 2014’te “Tarih yazdık… Gelecek bizim” başlıklı bir duyuru yayınlayan SHAC, HLS’ye karşı 15 yıldır yürüttüğü kampanyayı sonlandırdığını açıkladı. Mektubun sonlarında şöyle diyorlardı: “SHAC bundan böyle HLS ile değil, hükumetle savaşacaktır- çok daha büyük ve güçlü bir düşmanla”. SHAC, Terörizm Araştırma ve Analiz Konsorsiyumu TRAC (The Terrorism Research and Analysis Consortium) websitesinde de “Çevreci Terörist Grup” kategorisinde yer almaktadır.

 

KAYNAKLAR:

  1. Phelps: The Longest Struggle: Animal Advocacy from Phythagoras to PeTA

Gus Martin: The SAGE Encyclopedia of Terrorism, 2011, s.525

https://www.shac7.com/andy/index.htm

https://crimethinc.com/2008/09/01/the-shac-model-a-critical-assessment

https://nyc.indymedia.org/en/2006/05/70707.html

http://www.encyclopedia.com/politics/legal-and-political-magazines/stop-huntingdon-animal-cruelty-shac

https://www.theguardian.com/science/2010/oct/25/animal-research-animal-welfare

 

 

Yağmur Özgür Güven

[Kedi-Siz] Gaye Su Akyol: Çok kediyle dostluk ettim, besledim ama hiç sahiplenmedim

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Sanki bambaşka bir Dünya’dan geliyor o.

Bildiğimiz müziğin dışında bir şey yapıyor, hiç duymadığımız, sınırları olmayan kendine has bir şey yapıyor. Mest oluyorum onu dinlerken.

Büyülü bir sesi var. En bilindik nameler bile başka geliyor ondan.

Güzel, pozitif, duyarlı, yetenekli. Çok az bulunacak cinsten bir müzisyen. Müzik tarihimizin başına gelen en güzel şeylerden biri o… Üstelik sadece benim değil Dünya’nın yorumu da böyle. Dünyanın onu sevmesini pek sevmiyorum. Çok sevilen çabuk bozulur kaygısı galiba. Bu hali ile benim için bir efsane o.

Çünkü o Gaye Su Akyol

***

26 – Gaye Su Akyol: Çok kediyle dostluk ettim, besledim ama hiç sahiplenmedim

Tolga Öztorun: Bu ülke sanırım geçtiğimiz 110 yılda hayvan hakları konusunda yaşadığı neredeyse en kötü dönemi yaşıyor. Popülaritesini yitirmiş gazeteciler, şarkıcılar, mankenler haydi sokak hayvanlarını asalım – keselim temalı demeçler vererek vicdan yoksunu işlere soyunuyorlar. Medyanın bu konuda geldiği nokta hakkında ne diyorsun.

Gaye Su Akyol: Cehaletin ve kötülüğün yüceltildiği çok karanlık zamanlardan geçiyoruz. Medya bunun en net karşılığı. Bu ortamdan, savunmasız her canlı zarar görüyor ne yazık ki.

Fakat bütün bu kötülüğün karşısında, çok iyi niyetli oluşumlar, hayvanların daha iyi şartlarda yaşaması için her gün çalışan çok fazla insan var.

Bu durumu görüp yapabileceğimiz ne varsa yapalım, katkı sağlayalım derim, mümkünse daha kalabalık hareket ederek.

Tolga Öztorun: Kliplerde veya videolarda seni izlerken sanki vücut dilinin, estetiğinin kedi gibi olduğunu görüyorum. Böyle düşünen birkaç arkadaşım daha oldu. Gerçekten sence kedilerden böylesine etkilenmiş olman mümkün mü?

Gaye Su Akyol: Mantıklı :)

Tolga Öztorun: Hayatını paylaştığın kediler kısır mı? Kısırlaştırma hakkında ne düşünüyorsun?

Gaye Su Akyol: Hayatımda çok kediyle dostluk ettim, istikrarla besledim ama hiç sahiplenmedim.

Galiba başka türlü bir iletişimle mutlu oluyorum. Öyle bir bağlılıktan kaçıyorum belki. Derinlerde bir yerde ölüm korkusu bile olabilir.

Kısırlaştırma meselesi de çok hassas, doğru bir cevabım yok. Yaptıranları anlıyorum ama ben olsam sanırım yaptıramazdım, kendimde o hakkı bulamayabilirdim.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

Gaye Su Akyol: Harikulade iltifatlar için teşekkürler

Sevgiyle!

 

Kedili fotoğrafları bizler ile paylaşan Poyraz Tutuncu ‘ya teşekkür ederim.

 

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

[Çocuklar için Kitaplar] Sidney ve Stella Hiçbir Şeyi Paylaşamıyor

Sidney ve Stella birbiriyle çok iyi vakit geçiren ikiz kardeşlerdir. Çok eğlenirler, her şeyi birlikte yaparlar ama sadece bir şeyi başaramazlar: Paylaşmak.

Öyle ki bu huylarından bir türlü vazgeçemezler. İstedikleri şey ortaksa hemen çekişme başlar. Biri bir ucundan, diğeri diğer ucundan derken istedikleri şeyi de kaybederler ama hiçbir zaman bundan ders çıkaramazlar. Ta ki bir gün yine topu sahiplenmeye çalışırken top ellerinden kaçıp pencereden dışarı kaçana kadar. Ve inanılmaz bir şey olur. Top Ay’a çarpar ve Ay paramparça olur. Tüm dünya bu haberle çalkalanır. Ay nasıl olur da birdenbire yok olmuştur? Elbette ki bunun sebebini sadece ikizler bilmektedir. Buna bir çözüm bulmaları gerekir. Öncelikle Ay’ın yerine bir şey koymaları gerekmektedir. Bulurlar bulmasına ama onu Ay’ın yerine nasıl koyacaklar? İşte birlikte çalışmak ve görevi paylaşmak için bir fırsatları vardır artık.

Kitap, adından da anlaşılacağı üzere “Paylaşmak” konusunu işliyor. Çoğu kez şahit olmuşsunuzdur çocukların paylaşmakta güçlük çektiğini. Bu kitap, çocuklara paylaşmanın ve işbirliği yapmanın önemini oldukça eğlenceli bir hikâye ile öğretiyor.

Kendi içerisinde tatlı bir gerilimi olan hikâye bitince siz de Sidney ve Stella gibi derin bir “OHHH!” çekeceksiniz.

Yazan ve resimleyen: Emma Yarlett

Çeviren: Zeynep Alpaslan

Redhouse Kidz Çocuk Kitapları

4+

 

Tunç Kurt

Son dönemin Yeşil Kitapları

Eşitsiz Gelişim

Doğa, Sermaye ve Mekanın Üretimi

Eleştirel coğrafyanın önde gelen isimlerinden Neil Smith’in Eşitsiz Gelişim: Doğa, Sermaye ve Mekânın Üretimi başlıklı bu eseri tutkulu bir çalışmanın ürünü. Tezine Henri Lefebvre’in Mekânın Üretimi’nde bıraktığı yerden başlayan Smith, insan doğasından yapılı çevreye, kent ölçeğinden kolonyalizmin coğrafyasına ve emperyalizmin küreselliğine kadar uzanan soyut ve somut mekânlarda görülen, düşünülen, incelenen doğayı merkeze alıyor. Doğa, sermaye ve mekânı bir bütünsellik içerisinde inceleyerek, doğayı insana dışsal bir “nesne”ymiş gibi ele alan yaklaşımın metafizik karakterinden kurtarıp maddileştiriyor.

Frankfurt Okulu teorisyenlerinin savının aksine, doğanın insanın üretici eyleminin kapsamı olduğunu ve verili koşullar çerçevesinde onu kendisiyle birlikte dönüştürdüğünden kapitalist gelişim dinamiklerinin çeşitli ölçeklerdeki mekânlar üzerinde nasıl eşitsiz bir karakter taşıdığına işaret ediyor. Tarihi coğrafyayla, kenti kırla, şehrin yapılarını ormanlarla, Güney Asya’nın fabrikalarını Amerika’nın düzlükleriyle buluşturan Smith, eleştirel mekân teorisinin kapsamını genişletiyor. Bundan milli parklar da nasibini alıyor!

“Neil Smith’in Eşitsiz Gelişim’i entelektüel ve siyasi açıdan bir güç kazanma denemesi, insanlık durumunun hayati yönlerini dogmatik olmayan ve geniş kapsamlı bir çerçevede ele alan bir araştırma, gerçekten mümkün olan o başka dünya hakkında bize hâlâ ilham verip çok şey öğretebilen bir çalışma. Özenli okumayı ve tekrar okumayı hak ediyor. Pişman olmayacaksınız.” David Harvey

Eşitsiz Gelişim

Doğa, Sermaye ve Mekanın Üretimi

Neil Smith

Çeviren: Esin Soğancılar

Sel Yayıncılık, KentSel Dizisi

2017

***

Ekolojik Mahalle 

Ekolojik mahalle, çocuğunuza, mahallesindeki voleybol sahası eksikliğinden iklim değişikliğine kadar karşılaştığı sorunlar karşısında çözüm üretme seçeneği ve gücü olduğunu hissettiriyor.

Mahallelerinde yaşayan her canlıyı düşünerek, bazen komşulardan,  itfaiyeden bazen polis karakolundan yardım isteyip bazen de yaşlılarla sohbet eden çocuklar (isimleri), öğreniyor, üretiyor, paylaşıyor ve ekolojik cafe açma hedeflerine ulaşmak için gerekli parayı yardımlaşarak ve çalışarak biriktiriyor.

Kitap, doğal beslenme, geri dönüşüm, kompost, tasarruf gibi ekolojik temellerden bahsederken çocuğu da dahil ederek kendi çözümlerini ve fikirlerini üretmesini sağlıyor.  (Tanıtım bülteninden) 

Ekolojik Mahalle

Ralph Weder

Çeviren: Çisel Cengiz

Yeni İnsan Yayınevi

2017

*** 

İstanbul Bisiklet Rehberi

Bir şehri keşfetmenin en iyi aracı bisiklettir. Dik yokuşları, dar sokakları, kalabalık nüfusu ve yoğun trafiğine rağmen bu hakikat İstanbul için de geçerlidir.

İstanbul’a dair ilk bisiklet rehberini Türkiye bisiklet dünyasının önde gelen isimlerinden Aydan Çelik hazırladı. Onlarca yıldır yollarını aşındırdığı bu kadim şehrin rotalarını çizimleriyle bezeyerek şimdi okurla paylaşıyor.

Yazarın şehre dair tarihi anekdotları ve mitleri ustaca serpiştirdiği İstanbul Bisiklet Rehberi’nde her rota için ayrıca hazırlanmış harita, eğim grafiği ve dijital yönlendirmeler bulunuyor. Bunların ışığında İstanbul’un pastoral köşelerini olduğu kadar arabaların iktidarındaki kalabalık semtlerini de içeren 41 güzergâhta 2000 km’nin üzerinde bir mesafeyi kâh hızlanıp kâh yavaşlayarak katedeceğiz.

Kuzeyde Çilingoz’dan Ağva’ya, güneyde Silivri’den Tuzla’ya kadar uzanan bir coğrafyada İstanbul’un azizliğine bisikletinin selesinden şahitlik etmek isteyen herkese… (Tanıtım Bülteninden)

İstanbul Bisiklet Rehberi

Aydan Çelik

Hil Yayınları

2017

 

Derleyen: Barış Gençer Baykan

Kağıttan sanat: Eski kitaplardan minyatür yapıyor

Kağıttan sanat eserlerine bir örnek de İspanya’dan geldi.

İspanyol sanatçı Malena Valcarcel’in kağıtlardan minik şaheserler yaratarak dönüşüme katkı sağlıyor.

Sanatçı eserlerini eskimiş kitaplarından dönüştürüp yapıyor.

Minyatürlerini Instagram hesabı @Malena.Valcarcel.Art üzerinden satan Malena’nın paylaştığı eserlerden bazıları…

 

(Bored Panda)