Ana Sayfa Blog Sayfa 2972

Yeşilin her tonuna düşman yasa tasarısı – Pelin Cengiz

Bir ülkenin enerji, iklim ve doğa koruma politikalarına bakmak isterseniz, o ülkenin yasalarına bakmanız yeterlidir, yasalarla yapılan oyunlardan ve yine o yasalarla açılan yollardan ülkenin gideceği yer de bellidir.

Şimdi bahsedeceğim yılan hikayesine dönmüş yasa tasarısına da, hele de adında “koruma” geçen bir yasa tasarısına normal şartlar altında, normal ülkelerde destek verilir. Ancak, bizdeki gibi uygulamaya konmak istenen yasa tasarısı, mevcut durumu daha kötüye götürecek, korunan alanların statülerinde kritik değişiklikler yaratacaksa, aynı zamanda doğayı tamamen tüketilecek bir meta haline getirecekse bırakın desteği, isyan sebebi oluyor.

Her ne kadar kanunun adı “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu” olarak geçse de, adındaki koruma sözüne sakın aldanmayın. Kanun gerek hazırlanma aşamasında toplumsal mutabakattan yoksun olmasıyla gerekse de getirdiği düzenlemelerle aslında bir “korumama” yasa tasarısı. Doğayı korumaktan çok doğayı sınırsız şekilde kullanıma, yağma ve talana açma imkan veren bu yasayla, doğal varlıklar üzerindeki her türlü koruma kararı kaldırılabilecek, koruma alanlarının sınırları değiştirilebilecek, kısmen veya tamamen farklı bir statüye geçirilebilecek.

Yasa şu günlerde TBMM Çevre Komisyonu’nda görüşülüyor ancak geçmişi epey eskiye dayanıyor. Bu yasa tasarısıyla ilgili ilk çalışmalar 2000’li yılların başlarında başladı. 2000-2006 yıllarını kapsayan dönemde STK’ların, üniversitelerin ve kamu çalışanlarının katılımı ile ilgili bir taslak hazırlandı. O dönemde aslında hayli katılımcı bir süreç izlendi. Ancak, 2010 yılında bu taslak yerine tamamen farklı bir taslak hazırlanarak, TBMM Çevre Komisyonu’nda görüşülmeye başladı. STK’ların yoğun itirazları neticesinde bazı değişiklikler yapılan tasarı, 2011-2012 yıllarında TBMM Çevre Komisyonu’nda görüşülerek kabul edildi. Gezi direnişinin yaşandığı günlerde çevre örgütlerinin sert tepkilerine neden olan tasarı o günlerde AKP hükümeti tarafından rafa kaldırıldı. Fakat 2016’da küçük değişikliklerle tekrar hazırlanan tasarı, 2017’ye gelindiğinde tekrar Çevre Komisyonu’nun gündemine alındı.

Tasarının en temel gerekçesi olarak, “Türkiye’de tabiatı ve biyolojik çeşitliliği koruma amaçlı çok sayıda hukuki ve idari düzenleme bulunduğu açıklanarak mevzuatın uygulanmasından sorumlu kuruluşlar arasında görev ve yetki karmaşası olduğu, farklı koruma kategorilerinin birbiriyle uyumlaştırılması gerektiği” ifade ediliyor.

Burada yapılmak istenen doğal varlıkların yönetimini yasal düzenlemelerle tek yasa altında ve tek elde toplamaktan başka birşey değil. Böylece doğal varlıklarla ilgili yetkiler tamamen iktidarın elinde olacak, iktidarın tek belirleyici olduğu bir düzenle herşeye karar verilecek.

Zaten tasarının maddeleri ile gerekçe tam olarak örtüşmüyor zira biyolojik çeşitlilik açısından önem taşıyan yaklaşık 5,5 milyon hektar alan tasarının dışında bırakılmış.

İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden Prof. Dr. Doğanay Tolunay’ın yasa tasarısıyla ilgili yaptığı çalışmada bu konu şöyle ifade ediliyor:

“2016 itibariyle korunan alanların toplamı 7,74 milyon hektar. Ülke yüzölçümünün yüzde 10’undan daha azına karşılık gelen korunan alanların oranının dünya ortalaması ise yüzde 12,8 kadar. Ülkemizde korunan alanların miktarı yıllar içinde artmıştır. Ancak 2014 yılında Sulak Alanlar Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle tescil süreci getirildiği için korunan alan miktarında azalma olmuştur. Tasarı kapsamında yer alan Milli Parklar Kanunu ve Kara Avcılığı Kanunu’nca ilan edilen korunan alanların miktarı ise 2,19 milyon hektar kadardır. Böylece biyolojik çeşitlilik açısından önemli olan yaklaşık 5,5 milyon ha kadar alan kanun tasarısının dışında bırakılmaktadır.

Teklif edilen kanun tasarısı ile bu kanunlardan Milli Parklar Kanunu tamamen kaldırılmakta ve Kara Avcılığı Kanunu’ndaki bazı ibareler ise kaldırılmakta ya da değiştirilmektedir. Dolayısıyla kanun yasalaştığı anda tabiatı ve biyolojik çeşitliliği koruma konusunda dört kanun yürürlükte olacaktır. Bu durumda da kaldırılması hedeflenen yetki karmaşası halen devam edecektir.”

Tasarının korunan alanlar için tehdit oluşturan en önemli maddelerinden biri de 17. madde. Madde ile korunan alan planlarına uygun olmak şartıyla turizm tesisleri ile savunma, ulaşım, haberleşme, su isale hattı, doğalgaz, petrol, enerji iletim hattı, altyapı tesisleri, gölet ve mezarlıklara izin verilebileceği ifade ediliyor. 

İzin sürelerinin 29 yılı geçemeyeceği yazılmış olsa da, 49 yıla kadar uzatılabileceği belirtilmiş. Kanun tasarısının genel gerekçelerinde stratejik ve ülke kalkınması için önemli ve “üstün kamu yararı” açısından önemli görülen faaliyetlere izin verme usullerinin düzenlendiği iddia edilmiş.

Bu üstün kamu yararı sözünü AKP iktidarları döneminde sıkça duyduk. Kanun tasarısında en çok tehlike içeren ve suistimale en açık ifadelerden biri bu. Üstün kamu yararına kim karar verecek, politikacılar mı, bakanlıklar mı, mahkemeler mi?

Doğanay Tolunay’ın çalışmasında o maddeyle ilgili çekinceler şöyle anlatılmış: “Maddenin birinci fıkrasında sıralanan izin verilecek uygulamaların bir çoğunun üstün kamu yararı kapsamında değerlendirilmesi olanağı yoktur. Kaldı ki korunan alanların tahrip olmadan gelecek kuşaklara aktarılması ve biyolojik çeşitliliğin korunmasında da üstün kamu yararı bulunmaktadır. Bu madde kapsamında üzerinde durulması gereken bir diğer konu da bu kanun tasarısı ile korunan alanlarda izin verilebilecek faaliyetlerin birçoğunun Çevresel Etki Yönetmeliği kapsamında yer alabileceğidir. Ancak korunan alanların tamamı ÇED Yönetmeliği’nin duyarlı yörelerinde kalmaktadır.”

Son yıllarda başta ormanlar olmak üzere doğal alanlar, mera ve tarım alanları, kıyı ve denizler amacı dışında kullanıma açılıyor, yapılaşmaya ve ranta maruz bırakılıyor. Son 15 yılda orman alanlarından başka kullanımlara verilen izinlerin miktarı 600 bin hektarı, Orman Kanunu’nun 2B maddesi ile orman dışına çıkarılan alanların miktarı ise 550 bin hektarı geçmiş. Diğer yandan torba yasalara gizlenen maddelerle, KHK’larla doğal alanların tahrip edilmesinin yolu açılıyor. Pek çok uygulamayla Türkiye’nin altında imzası olduğu doğa koruma sözleşmelerini ihlal ettiğinden bahsetmiyorum bile…

Yasa maddelerinin tekrar gözden geçirilmesi, hatta bazı maddelerin tamamen çıkarılması gerekiyor. Yoksa bu haliyle nurtopu gibi yeşilin her tonuna düşman bir doğa korumama yasası yolda, hızla geliyor demektir. Her dereye bir HES, her dağa maden arama ruhsatı, her ormana inşaat projesi, her kıyıya turizm tesis derken, bir daha yerine gelemeyecek tabiat varlıkları yok edilecek demektir.

 

Pelin Cengiz

Tarihi sokak çeşmelerimizin söyledikleri

Sokak çeşmeleri vardı; içlerinden sular akardı. Parası olan olmayan herkes bu sulardan içerdi. Kurdu kuşu, kedisi köpeği bu çeşmelerden ihtiyacını giderir; insanlar başlarında karşılaşır sohbet ederdi. Bu çeşmelerin suyu içilir, bir damlası heba edilmezdi. Sonra bir şeyler oldu? Çeşmelerin suyu kurudu, kuşların sesi çıkmaz oldu. Ağaçlar kesildi, yer gök betona kesti. Çeşmeler birer ikişer görünmez oldu. Muslukları söküldü, üstleri çizildi, taşları söküldü, boyandı, kırılıp döküldü. Yıllar boyunca üst üste bindirilen asfalttan döşeme taşları yüzünden yarı bellerine kadar gömüldü. Çeşmelerin suyu çevrildi, pet şişelere hapsoldu. Parayı veren suyu aldı, alamayan susuz kaldı…

Emetullah Gülnuş Valide Sultan Çeşmesi I, içinden hala su akan ve esnafın hala temizlik amaçlı kullandığı bir tarih İstanbul çeşmesi. (Fotoğraf: Akgün İlhan)

İstanbul’un suyla ilişkisi

Susuzluk İstanbul’un en büyük sorunlarının başında geliyor. Bu kentin suyla benzersiz bir ilişkisi var. O, ne Paris ve Londra’da olduğu gibi bir nehrin iki kenarına, ne de Beyrut ve İzmir’de olduğu gibi bir dağın, yani bir tatlı su deposunun yamaçlarına kurulmuş bir kent. Tarih boyunca içme suyu sıkıntısı çekmiş bu koca şehir tepelerle dolu, bir boğaz ve iki iç denizle çevrili ve içinden şimdilerde kurumuş ya da fosseptik kanalına dönüşmüş 80 civarında derenin aktığı benzersiz bir coğrafya. Jeopolitik önemi ve bir dünya ticaret kenti olması nedenleriyle hep kalabalık bir şehir olagelmiş İstanbul. Cumhuriyet Dönemi öncesi 1896 yılında nüfusu bir milyona[1] ulaşarak o zamanın rekorunu kırmış. Kentin nüfusunu kontrol altında tutan en önemli doğal baskılayıcı her zaman su olmuş. İstanbul suya karşı verdiği mücadele içerisinde tarih boyunca muazzam su yapıları ve sistemleri kurmak zorunda kalmış. Şimdi de nüfusu 15 milyonu geçmiş İstanbul suyun doğal sınırlayıcı olma özelliğini hiçe sayarak havzalararası su taşıma projelerini bir biri ardına hayat geçiriyor. Bunlar da büyük yapılar ama ne eskiden olduğu gibi doğa dostu ne de ekonomikler. İstanbul büyüyor, büyüdükçe susuzluğu artıyor. Susuzluk arttıkça da su arzını artıracak su altyapılarının sayısı artıyor. Sonuç muazzam bir ekolojik ayak izi ve ondan etkilen insanların maruz kaldığı ekolojik adaletsizlik. Murat Güvenç’in de dediği gibi İstanbul’da toplumun refahı su sisteminin devam ettirilmesiyle doğrudan ilişkili. Toplumsal refah ve politik istikrar ortadan kalktığı zaman su sistemlerinde de sorunlar yaşanıyor[2]. Tersten okunduğunda da suyun varlığı ya da yokluğu siyasi istikrarı belirleyici bir rol oynamış. Bunu en net şekilde İstanbul’un tarihini bize anlatan çeşmelerden öğreniyoruz.

Hırdavatçılar Çarşısı’nda Gülnuş Sultan’ın çeşmeleri   

Dün Muzaffer Özgüleş[3] rehberliğinde İstanbul’un Karaköy semtinde yer alan Hırdavatçılar Çarşısı etrafında bulunan 3 tarihi sokak çeşmesini (Emetullah Gülnüş Valide Sultan Çeşmeleri I, II ve III) ziyaret vardı. Salt Galata’da İşveren Sergisi’ne paralel olarak düzenlenen bu gezi ninelerimizin ve dedelerimizin mezarlarını ziyaret gibiydi adeta. Biri hariç olmak üzere içinden su akmayan bu çeşmeler mezarlık taşları gibi ıssız objelere dönüşmüştü.

Emetullah Gülnuş Valide Sultan Çeşmesi II önünde Muzaffer Ergüleş çeşmenin tarihini anlatıyor. (Fotoğraf: Akgün İlhan)
Emetullah Gülnuş Valide Sultan Çeşmesi III adeta görünmez hale gelmiş. (Fotoğraf: Akgün İlhan)

Özgüleş, sadece çeşmeleri değil her gün önünden geçip gittiğimiz Hırdavatçılar Çarşısı’nın tarihçesinde Galata’nın 17. yüzyılla başlayan dönüşümünü ve suyun toplumsal yaşamı belirleyiciliğindeki önemini de anlatıyordu. O dönemlerde gayrimüslimlerin yeri olarak bilinen Galata semti, 1696’daki büyük yangının ardından demografik ve dini bir dönüşümden geçmeye başlamıştı. Semtin en önemli Katolik yapısı olan San Francesco Kilisesi de bu yangından büyük ölçüde zarar görmüş fakat yeniden yapılmasına izin verilmediği gibi, yerine Osmanlı padişahı II. Mustafa’nın annesi Gülnuş Valide Sultan[4] tarafından Galata’nın ilk ve tek valide sultan camisi Yeni Cami 1698’de inşa edilmişti. Bu inşaatla,  o dönemde Kutsal İttifak Devletleri’ne karşı alınan yenilgilere bir cevap verilmiş olurken, Galata semti Müslümanlar için de çekici bir hâle getirilmeye çalışılıyordu. Bu süreçte cami kadar ve hatta belki daha fazla önem verilerek inşa edilen bir başka yapı da Emetullah Gülnüş Valide Sultan Çeşmesi’ydi. Sultan, Galata’yı suyun gücüyle Müslümanlaştırmak için sonraki yıllarda caminin çevresine yine kendi ismiyle anılan iki çeşme daha yaptırdı ve hepsine yeni su yollarıyla su sağladı[5].

Galata Hırdavatçılar Çarşısı’nın tepeden görünümü (Fotoğraf: Akgün İlhan)

Yanan katedralin yerine yapılan Yeni Cami 1936 yılına gelindiğinde bakımsızlıktan yıktırıldı. Böylece onun yerine günümüzde de faaliyette olan Galata Hırdavatçılar Çarşısı (1959) kurulmuş oldu. Yüzlerce hırdavat dükkânının bulunduğu bölge pek çok belediye başkanının zaman zaman boşaltmaya çalıştığı ve kentsel dönüşüme tabi tutulmak istenen bir yer haline geldi. Sokak çeşmelerinin sağladığı iyi yaşam koşullarıyla bugünlere gelen bu bölge rengârenk dükkânları, esnafı, eski sokakları ve kesintisiz tarihiyle İstanbul’un kesinlikle gezilip görülmesi gereken yerlerinden biri. Ve binaların arasına sıkışmışlığına, susuz kalmışlığına ve yağmalanmışlığına inat bu tarihi çeşmeler zamana meydan okuyor.

Çeşmeler sadece tarihi anlatmakla kalmıyor…

Sokak çeşmeleri suyu zengin fakir ayrımı olmaksızın herkese ve hatta kentteki diğer canlılara taşıyan yapılardı. Zira bu çeşmeler tüm canlıların en temel gereksinimi ve hakkı olan suyu alınıp satılan bir metaya dönüştürmeden, yani ekonomik döngünün dışında bir yerden sağlıyordu. Günümüzdeki su tedariki ise tam tersi şekilde işliyor. Kullanım suyu ve içme suyu olarak iki kaleme ayrılmış olan suyumuz, evdeki musluklardan, pet şişelerden ve damacanalardan sağlanıyor. Suyumuzu sağlamakla görevlendirilmiş belediyeler ve ambalajlı su şirketleri sokak çeşmelerinden akan suyun kaynaklarını tamamıyla kontrol altına almış durumda. Gerek kullanım suyu gerekse içme suyu için sürekli büyüyen ekonomik bedeller ödüyoruz. Üstelik İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin pek çok büyük kentinde evdeki musluklarımızdan akan su içilmeyecek kalitede akıyor. Su borularımız asbestli, suyun kaynağı akarsularımız ve göllerimiz kirli. Su borularımız patlak ya da çatlak; su kayıpları %55’lere çıkıyor. İstanbul’a su yetmez olmuş; 200 km öteden Melen Çayı’ndan su taşınıyor. Tüm bunların maliyeti yine bizden çıkartılıyor. Su faturasını ödeyemeyenin suyu kesiliyor; en temel yaşam hakkı olan su hakkı ihlal ediliyor.

Su sıkıntısının nüfus yoğunluğuyla birlikte yükseldiği İstanbul’da çeşmeler “İstanbul’un toprağın altında ve üstünde kurduğu su ağının, su yüzüne çıkan ipuçları olarak, insanla buluşma noktalarıydı. Onlar bir kültür ve mimarlık kanıtı olmanın yanı sıra arkalarında Mimar Sinan öncülüğünde gelişmiş, doğa dostu ve ileri bir teknoloji saklardı”[6].  Günümüzde ise kendi su varlıklarını ambalajlayıp dünyanın öbür ucunda onlarca ülkeye satmakla övünen bir belediyenin[7] doğa dostu işler yapmadığı ortada. İstanbul susuzlukla boğuşur, Marmara bölgesinin kuzeyi boyunca var olan hemen tüm tatlı su varlığını barajlar, kanallar ve su yolları ile kendine akıtırken, bu su ihracı sadece suyumuza, toprağımıza değil su ticareti yoluyla yarattığı karbon emisyonlarıyla iklime de zarar veriyor. Bizi ambalajlı suya mahkum eden bir su hizmetleri anlayışıyla, ekolojik ayak izi şebeke suyundan kat be kat fazla olan bu ambalajlı su sektörü iyice palazlanıyor. Oysa su altyapılarının yenilenmesi, gri suyun yeniden kullanımı ve yağmur hasadı gibi roket bilimi gerektirmeyen kolay adımlarla suyumuzun kalitesi ve sudan yararlanma oranımız artarken ambalajlı suya gerek kalmaz. İşte su meselesine ekonomik ve doğa dostu kolektif bir çözüm olarak sokak çeşmelerine bakmak bu nedenlerle çok önemli.

Tarihi İstanbul Çeşmeleri Kurtarılmalıdır Kampanyası

 

Bereketzade Çeşmesi (Galata)

Sokak çeşmeleri tarihin tozlu sayfalarında birer fotoğraf ya da gravür olarak kalmasın, günümüze kadar kalanları da sadece bir mimari süs objesi olarak görülmeden içinden tekrar sular aksın denilerek yola çıkan Tarihi İstanbul Çeşmeleri Kurtarılmalıdır Kampanyası’nı anmadan bu yazıyı bitirmek olmaz. 1984-1986 yılları arasında gerçekleşen bu proje, dönemin Milliyet ve Güneş gazetelerinin katkılarıyla basın, kamu, belediye, özel ve sivil toplum kuruluşları işbirliği ve finansmanında 1 yılda 50 tarihi çeşmenin onarımını ve suya bağlanarak tekrar canlanmasını amaçlıyordu. Bu sürecin mimarlarından Avniye Tansuğ projenin sonunda halkın da katkılarıyla 70’in üzerinde tarihi çeşmenin restore edildiğini ve içlerinden su akmaya başladığını söylüyor[8]. Maalesef proje yerel yönetim değişikliği başta olmak üzere çeşitli nedenlerle günümüze kadar süremedi.

Ancak bu girişimden alınacak çok ders var. Çeşmeler sadece geçmişimizi anlatmada değil, bugünümüzü ve yarınımızı şekillendirmede de bize kılavuzluk etmeye devam ediyor. Koşulsuz olarak en temel yaşam hakkımızı bize sunan çeşmeler, susuzluğu doğa dostu ve ekonomik çözümlerle ortadan kaldırmanın mümkün olduğunu bize hatırlatıyor. Sokak çeşmelerinden ve evdeki musluklarımızdan temiz, içilebilir kalitede ve lezzette su aksın istiyoruz. Ve su sadece parasını ödeyen değil, herkes ve her canlı için aksın istiyoruz.

Suyumuz petşişelere değil, geleceğimize aksın istiyoruz…        

Son notlar

[1] Kemal Karpat (2003). Osmanlı Nüfusu (1830-1914). Tarih Vakfı Yurt Yayınları: İstanbul.

[2] Murat Güvenç (2016). Sunum: İstanbul’un Su Yolları ve Çeşmeleri. Yaşam için Su Yaz Kampı (19-21 Ağustos 2016). https://www.youtube.com/watch?v=S1pb9bOm57Q

[3] 2014 ile 2015 yılları arasında Khalili Araştırma Merkezi’nde (Oxford Üniversitesi) doktora sonrası araştırma projesini yürüten Muzaffer Özgüleş “The Women Who Built the Ottoman World: Female Patronage and the Architectural Legacy of Gülnuş Sultan” adlı kitabını 2017’de yayımlandı. Çeşitli yayınevleri ve dergiler için mimarlık tarihi ve çocuk yazını alanında yazarlık, çevirmenlik ve editörlük yapmakta olan Özgüleş Gaziantep Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde öğretim üyesidir.

[4] Emetullah Gülnuş Sultan, Sultan IV. Mehmed’in başhasekisi Gülnuş Sultan II. Mustafa ile Sultan III. Ahmed’in de annesidir. Gülnuş Emetullah Sultan, IV. Mehmed’in hasekisi olarak başladığı harem kariyerini onun tahttan indiği 1687’ye dek sürdürmüş, 1695’te büyük oğlu II. Mustafa’nın tahta geçmesiyle bu kez valide sultan olarak saraya dönmüştür. 1703’teki Edirne Vakası’yla büyük oğlunun tahttan indirilişine ve küçük oğlu III. Ahmet’in tahta çıkışına tanık olmuştur. İkinci valide sultanlığı ise 1715’teki ölümüne dek sürmüştür.

[5] Muzaffer Özgüleş (2014). “Belgeler Işığında Gülnuş Emetullah Sultan’ın Galata’da Yaptırdığı Çeşmeler”. Tasarım + Kuram 17: 27-38.

[6] Avniye Tansuğ (2013). İstanbul Ansiklopedisi- NTV Yayınları, Madde: “İstanbul Çeşmeleri”. https://tarihiistanbulcesmeleri.blogspot.com.tr/

[7] Bir kamu iştiraki olan Hamidiye Su A.Ş. İstanbul’un Avrupa Yakası’nda kalmış tek ormanı olan Belgrad Ormanı’ndan çektiği suyu aralarında Avustralya, Hollanda ve İngiltere’nin de olduğu 24 ülkeye ihraç ediyor. http://www.hamidiye.istanbul/index.php/d-s-ticaret/sat-s-temsilciliklerimiz

[8] Avniye Tansuğ’un Su Hakkı Kampanyası tarafından 2 Kasım 2013 tarihinde düzenlenen “Su adaleti olmadan demokrasi olmaz! Ortak varlıklarımızı ve su hakkımızı savunuyoruz” adlı panelinde yaptığı “Çeşmelerin hayat bulması için – Mahallenin suyu mahallenindir!” başlıklı konuşmanın videosu için bakınız: http://www.suhakki.org/2014/01/video-avniye-tansug-cesmelerin-hayat-bulmasi-icin-mahallenin-suyu-mahallenindir/#more-9102

Akgün İlhan

[Özel Haber] Yasak ne ayol: Buradayız! Alışın! Gitmiyoruz!

Gönüllü muhabirimiz Irmak Keskin, Ankara Valiliği’nin LGBT+ etkinliklere dair aldığı süresiz yasak kararı sonrası LGBT+ bireylerin ve stkların görüşlerini aldı.

***

Bugün 20 Kasım, 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü. Dün Ankara Valiliği OHAL bahanesi ile LGBTİ+ etkinliklerini süresiz olarak yasakladığını duyurdu. Özgür Renkler “SanatMahal’e gelen emniyet görevlileri, görevli arkadaşlara, etkinliğin iptal edilmesini, aksi takdirde yarın etkinliğe müdahale edileceğini bildirmişlerdir.” açıklaması ile etkinliklerini iptal etmek zorunda bırakıldı. 

Türkiye LGBTİ+ tarihine bakıldığında bu yasakların ve baskıların ilk kez karşımıza çıkmadığını görmek ve Hortum Süleyman’ların, cunta rejimlerinin karşısında alınmış tavrı, televizyonlarda basın açıklamalarının yayınlanmaması için 90’lardan hatırlayacağımız “travesti terörü” haberlerinin RTÜK tarafından yasaklanmasını ve tabii ki daha pek çok “ahlak” bahaneli sansürlenmeyi, şiddeti, yasağı, dernek kapatılmalarını unutmadık. 

Yasağın ardından sivil toplumdan, politikadan, siyasetten, hak savunuculuğundan, sokaktan yorumları ve açıklamaları derledik.

***

Pembe Hayat ve Kaos GL, Ankara Valiliğinin yasak ilanı üzerine ortak kaleme aldıkları açıklamada temel hak ihlallerine değinerek şu ifadelerde bulundu:

“Valiliğin bu hukuka aykırı, ayrımcı ve keyfî yasak kararının yasal takibini yapacağız. Böylesi toptan ve hakkın özüne dokunan yasaklama kararının hiçbir meşru ve yasal gerekçesi olamaz.”

“Ankara Valiliği’nin bu torba yasağa gerekçe gösterdiği “genel sağlık ve ahlakın korunması”, “toplumsal hassasiyet ve duyarlılıklar”, “kamu güvenliği” ve “başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” ifadeleri apaçık ayrımcılıktır. Bu karar ile LGBTİ’lere yönelik hak ihlalleri ve ayrımcılık meşrulaştırılmaktadır.”

“Ankara Valiliği’nin yasak kararı Anayasa’mızın eşitliği düzenleyen 10. maddesine yine düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini düzenleyen 26. maddesine; Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere aykırıdır.”

“Bu açıklama ile aynı zamanda yerel mülki idare; kamu güvenliğini sağlama görevini icra etmek yerine kamunun önemli bir parçası olan LGBTİ’ler ve sivil toplum kuruluşlarını hedef haline getirerek kamu güvenliğini de tehlikeye atmaktadır.”

“Bu kararın en kısa sürede yeniden düşünülmesini ve geri alınmasını bekliyoruz. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılık ve nefretin bu kadar yoğun olduğu ülkemizde ulusal ve yerel idarelere düşen bu ayrımcılık ve nefrete karşı mücadele etmektir.”

Eski bir Ankaralı olan Beşiktaş Belediyesi Meclis Üyesi Sedef Çakmaktan da bu durumu yorumlamasını istedik.

Sedef Çakmak

“İstanbul Valiliği son 3 yıldır, 2003 yılından beri düzenlemiş olduğumuz LGBTİ Onur Yürüyüşü’nü her sene başka bir sebep göstererek yasaklamaktadır. Fakat bu LGBTİ’lerin her sene Haziran’ın son pazarı İstiklal Caddesi’nde buluşmasını engellememektedir. Hepimiz kendi kişisel hayatlarımızdan da biliyoruz, yasaklar ve baskılar bizi engelleyemiyor. Ankara Valiliği’nin bu içeriği belli olmayan yasağı da aynı kaderi paylaşacaktır.

Evet, son iki yıldır ülkede yaşanan gelişmeler ve Devlet’in sivil toplum ve vatandaşlar üzerinde kurduğu baskıdan dolayı hepimiz umudumuzu korumak konusunda sıkıntılar yaşıyoruz. Ama mücadelenin de tam olarak böyle bir şey olduğuna inanıyorum, kendi kişisel hayatlarımız bile binbir türlü zorluk içinde geçerken, dayatmalara karşı yaratıcılığımızı ve gullümümüzü kullanarak karşı koyacağız elbette.

Sadece Ankara’da değil, tüm ülkede LGBTİ+ olmak zaten zor bir deneyim, ama mücadelemiz ve inatçılığımız sayesinde başardığımız kazanımlar da var! 10 sene önce çevremizdeki arkadaşlarımız sadece diğer LGBTİ+’lardan oluşurken şimdi bizi olduğumuz gibi Kabul etmiş LGBTİ+ olmayan arkadaşlarımız da var. Sesimiz çok daha az duyulurken bugün sosyal medya sayesinde sesimizi duyan ve bize destek olan daha geniş bir kesim var. Olumsuzluğa düşmeden önce bunları düşünmekte fayda var diye düşünüyorum.

Türkiye, özgürlük ve haklar konusunda çok ağır ve acılı bir süreçten geçiyor, ama her inişin bir çıkışı vardır ve o zaman da gelecektir. O zamana kadar bizlere düşen de akıl sağlığımızı koruyabilmektir. Bunun için de hayatımızdan sevgiyi, kahkahayı ve dayanışmayı eksik etmemeliyiz diye düşünüyorum.”

***

Hem LGBTİ+ hak savunucularıyla, hem de yerelden dostlarla bunun üzerine hemen söyleştik, neler düşündüklerini, hissettiklerini paylaştık.

Ankarada LGBTİ+ olarak yaşamak nasıl bir deneyim? Kimliğini özgürce ve şiddetsiz yaşayabiliyor musun? 

Vedat Yaşar: Ankara’da LGBTİ olarak açık bir kimlikle yaşamak İstanbul deneyimim sonrasında açıkcası zorlandığım bir deneyim. Burası İstanbul gibi metropol ve bir çok kültürün bir arada olduğu bir kent değil öncelikle. Daha çok devlet memurlarının ve üniversite öğrencilerinin yaşadığı küçük bir kent İstanbul’a göre bir de tabi aile faktörü var. Benim ailemde bu kentte yaşadığı için ve hala anneme ve babama açılmadığım ve açılmayı da düşünmediğim için ektra zorluklar yaşıyorum. Direk olarak bana uygulanan fiziksel bir şiddetle karşılaşmadım.

Sadece bir kez erkek arkadaşımla birlikte otururken yan taraftaki esnaftan ibne bunlar diye birbirileri ile konuşup bize kötü kötü baktıkları bir olay geçti başımdan. Ancak sebebsiz yere yolda yürürken fiziksel şiddet gören lezbiyen bir arkadaşım var.

Ankara’da kimliğimi açık olarak ve özgürce yaşayabileceğime inanmıyorum. Türkiye’nin aslında herhangi bir yerinde bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. En iyisinden insanlar Lgbti bireylere psikolojik bir baskı gerçekleştiriyorlar. Bunu sözlerle, ima ile yapıyorlar ve bu beni çok rahatsız ediyor.

Meriç Aytekin: 2012 yılında üniversite öğrenimim için Ankara’ya gelmiştim. Benim geldiğim yıl gerek LGBT+ dernekleri gerekse de LGBT+ üniversite toplulukları açısından çok daha örgütlü bir ortam vardı.
Bu elbette LGBT+ hareketine özgü bir durum değildi. 2012-2015 yılları arası toplumsal muhalefetin bugüne göre çok daha güçlü olduğu dönemlerdi. Bu açıdan kendimi güçlü ve dayanışma halinde hissediyordum.
Darbe girişimden sonra şehir toplumsal hareketler açısından tanınmaz hale geldi diyebilirim.
Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Ankara’da da bir LGBT+ olarak güvende hissetmeniz mümkün değil. Kamusal alanda kendimizi gösterme şansı bulamadığınız bir şehirde LGBT+’lar olarak özgürce yaşayamayız.

Işıl: Düzenlenen sinema, sinevizyon, tiyatro, panel, söyleþi, sergi gibi etkinlikler sayesinde kimliğimizi yaşamaya çalışıyoruz. Kendi içimizde.

Fakat tabiki özgürce değil. LGBTİ+ olarak şiddetin var olmadığını söyleyemem, bizzat karşılaşmasam bile LGBTİ+ lara bırakın fiziksel şiddeti, sözlü tacizler özgürce yürümeyi bile mümkün kılmıyor sokaklarda.

Benim şiddet görmemiş olmam bu durumun varlığını yok etmiyor. Ancak ve ancak LGBTİ+’ların özgür ve şiddetsiz var olmaları durumunda evet kimliğimi özgür ve şiddetsiz yaşıyorum diyebilirim. 

İş, sosyal yaşam, başkalarıyla tanışma, vs. gibi konularda nasıl başkentin tutumu? 

V.Y: Son bir yıldır çalıştığım ve yeni ayrıldığım firmada asla kimliğimi açıkca ifade etmeme karşın kırk yaşlarında bir adamın yalnız olması başımdan bir evlilik geçmesine ve ayrıldığımı söylememe rağmen her zaman bir soru işareti olarak kalıyor ve insanlar cinsel kimliğim konusunda imalar yapabiliyorlar. En eğitimli olanları dahil. Daha önce İstanbul’da çalıştığım kurumsal bir firmada dahi kimliğimi açıkladığımda çalışanların ve yöneticilerin psikolojik olarak şiddetine maruz kaldığım için bu konuyu asla iş yerinde konuşmak istemiyorum.

Işıl: Ankara bu konuda biraz daha sığ malesef. Özellikle sosyal yaşam ve başkalarıyla tanışma.

Sosyal yaşamda mecburen kimliğimizi özgürce yaşayabileceğimiz yerleri tercih ediyoruz.

Daha rahat olabildiğimiz mekanları. Saygo duyulan, rahatsız edici bakışların

olmadığı her yer bize kendimizi, kimliğimizi bulduruyor.

Bu durumu malesef iş hayatlarımızda göremiyoruz, heteroseksist söylemler başta olmak üzere bir çok rahatsız edici mobinglere bile maruz kalınabiliyor.

Buna çok üzülüyor ve içten içe kızıyorum.

Başkalarıyla tanışma konusu ayrı bir mevzu, burada toplumun duruþunu elimin tersiyle iterek bizler hakkında birşeyler söyleyeceğim.

Hala görünürlük konusunda toplumun bakış açısıyla kendisini baya baya geri çeken arkadaşlarımız söz konusu.

Bence bu konuda içinizdeki tabuyu yıkın dostlarım.

Meriç: İş olanakları açısından İstanbul’a göre, sermayenin akışını düşünürsek, daha kısıtlı olduğunu söyleyebilirim. Sosyal yaşam ve tanışma içinse az ama öz güvenli ilişkiler kurma şansı veriyor Ankara. En güvenilir arkadaşlıklarımı orada geliştirdiğimi ve dayanışma kültürünü öğrendiğimi açıkça söyleyebilirim. 

LGBTİ+lar mı Ankara için tehdit, Ankara mı LGBTİ+lar için?

V.Y.: LGBTİ’lerin kimse ve hiç bir kent için bir tehdit olması mümkün değil. Bunu söylemek için gerçekten muhafazakar ve gerici olması gerekir insanın. Bir kentinde LGBTİ’ler için tehdit olması mümkün değil. Ancak o kentte yaşayan insanların bakış açıları, eğitim seviyeleri bir azınlık grubu için bir tehdit unsuru barındırabilir. Ankara’nın belirli başlı ilçeleri dışında, ki bunlar Çankaya, Bilkent vs gibi genel olarak daha liberal insanların yaşadığı yerler, LGBTİ kimlikli insanlar kimliklerini açık bir şekilde yaşayamazlar. 

Meriç: Bir başkent düşünelim ki dünya kenti olduğunu iddia ediyor ve dünyanın diğer büyük başkentleriyle denklik iddiasında bulunuyor ama LGBT+ derneklerinin etkinliklerini süresiz olarak yasaklayabiliyor. Bugün ister Berlin’i ele alın isterseniz Kopenhag’ı, göreceğiniz şey LGBT+’ların ve queer kültürün şehrin bir parçası haline geldiğinin toplumun her kesimi tarafında öyle veya böyle kabul edildiği olacaktır.

LGBT+ etkinliklerinin ve dernek faaliyetlerinin sekteye uğratıldığı bir başkent kültürel anlamda bir başkent olma iddiasını daha baştan kaybetmiştir. Bu açıdan, LGBT+’lar Ankara için bir tehdit olamaz, aksine bir başkent olma iddiasının göstergesi olabilirler.

Görüyoruz ki Ankara Valiliği evrensel değerlerle çelişen bu kararıyla sadece şehri LGBT+’lar için güvensiz kılmıyor aynı zamanda bir başkent olma iddiasından vazgeçerek Yakup Kadri romanlarından bildiğimiz o kasabalılığa kapı aralıyor.

Işıl: İkisi de değil. Bizler kimseye tehdit unsuru değiliz. Tehdit olan eğitimsizlik, bilinçsizlik. Ne mutludur ki genç nesil en azından benim çevremdeki, LGBTİ+’lara karşı biraz daha bilinçliler eskiye nazaran. Bir kaç yıl öncesine kadar bir sürü beni benimseyen heteroseksüel arkadaş edindim ve edinmeye devam ediyorum. Bu vesile ile çevrem ve LGBTİ+ çevreleri biraz daha gelişiyor.

Daha iyi anlamaya bilinçlenmeye gayret gösteriyor bir çoğu. Bu konuda bazı derneklerin ve gönüllü çalışanların çabasını da es geçmemek lazım. 

Yasağı nasıl değerlendiriyorsun? 

V.Y.: Yasaklar bizim ülkemizin bir paradosi gibi. Türkiye yasaklar cumhuriyeti ve sadece lgbti’ler için değil aslında tüm azınlıklar için bu durum böyle. Kızılay’da Nuriye ve Semih için eylemler sonrasında polis insan hakları anıtını demirlerle çevreledi ve hemen yanında aslında Ankara’da eskiden bu yana marjinal insanların bir araya geldiği Yüksek Caddesine gezer bir karakol yerleştirdi. Yine’de insanlar hala Nuriye ve Semih’e destek vermek için sayıları bu korku cumhuriyetine rağmen sayıları giderek azalsa da orada eylem yapmaya devam ediyorlar. LGBTİ bireyler de bu korku cumhuriyetinden payını alıyor doğal olarak. Daha kimliklerini açıkça korkmadan yaşayamıyor iken bir de bu insanların bir araya gelme ve birlikte güçlü olma haklarını yani örgütlenme haklarını genel ahlak(!) ı korumak adına yasaklayabiliyorlar. Elbette tüm diğer ötekiler gibi biz de örgütlenme bilincimizi geliştirmeli ve yasaklara karşı bir arada olarak mücadele etmeliyiz. 

Işıl: Çok ilkel ve tehlikeli. Yasaklar kimseyi durdurmaz ve var olan bir şeyi yok etmez. Açıkçası umrumda değil. Biz bu zamana kadar ne yasaklar gördük gülmekten öldük. 

Meriç: Yasağın, eğer gerçekten bu yasak sıkı bir şekilde uygulanacaksa, pratikte Ankara sınırları içerisinde LGBT+ olmayı yasakladığını söyleyebilirim çünkü Ankara Valiliği yaptığı açıklamada şöyle bir ifade kullanıyor ‘’

LGBTT_LGBTİ vb. örgütler tarafından’’

Bu ne demektir?  Bu LGBT+ temalı herhangi bir kamuya açık veya kamu tarafından görülebilen faaliyetin yasaklanmasıdır. Hoş LGBTT örgütler tamlamasıyla ne kastediliyor emin değilim zira biz genelde LGBT+ örgütleri demeyi tercih ediyoruz. Sanırım açıklamada okumamızı ve anlamamızı zorlayan bazı anlatım bozuklukları da var lakin kavrayabildiğim kadarıyla LGBT+ kültüre ve yaşama dair olan şeyleri yasakladıklarını söylüyorlar.

Yasağı tüm demokratik ülkelerin akılcı bir şekilde mutabık kaldığı değerleri zedeleyici bir tavır olarak görüyorum. 

Yasak sonrası evde oturmak mı yeni plan, yoksa yaratıcılık konuşur mu? 

Meriç: Arzu ettiğim ve edeceğimiz şey elbette yıllardır olduğu gibi sesimizi kamusal alana taşımaktır ancak Anayasa’nın 34.maddesi ile güvence altında olması gereken barışçıl gösteri ve yürüş hakkımızın bile işlemediği bir süreçteyiz. Bilindiği üzere tam 3 yıldır İstanbul Onur Yürüyüşü’ne‘’güvenlik’’ bahane izin verilmemektedir.
Bunlar demek değildir ki LGBT+ hareketi ve aktivistleri sessiz kalacaklar, elbette elimizden geldiğince hem yurtiçindeki hem de yurt dışındaki arkadaşlarımızla dayanışmamızı büyüterek bu yasağın geri çekilmesi için mücadele edeceğiz. Hem ‘’yasak’’ kelimesi kadar LGBT+ hareketini heycanlandıran bir kelime olabilir mi?!
Aşkın da, Politikanın da yasağını ve sertini sevdiğimi kendi adıma söyleyebilirim.

V.Y.: Planım bu anlamda evde oturmak değil elbette Ankara’ya geleli yaklaşık 1,5 yıl oldu ve maalesef Kaos GL ile bazı bireysel temaslar dışında bir iletişimim olmadı. Ancak ilk fırsatta kendileri ile iletişime geçerek. Bireysel olarak bu örgütlenmeye nasıl yardımcı olabileceğimi konuşmak istiyorum.

Işıl: Tabiki evde oturmayacaðým. Evi de bok götürebilir. Birlikte ne yapılması gerekse aksine dahil olacağım. Beni, LGBTİ+’ları hiç bir yasak alıkoyamaz, aksine daha da kenetler.

Peki bu yasak sana kendini daha güvende hissettirdi mi?

 V.Y.: Hiçbir yasak bana kendimi güvende hissettiremez. Hiç bir insana da güvende hissettireceğini düşünmüyorum. Sonuç olarak bir eylemi yasaklamak insanların özgürlüklerinin elinden alınması anlamına gelir. Ben özgür olduğum sürece güvende olabileceğimi düşünüyorum. 

Işıl: Kendimi bir tarafa bırakıyorum, beraber çalıştığımm bir arkadaşıma açıldım. Geçen hafta yasaklanan Alman LGBT Film Günlerinin yasakladığından bahsettim.Heteroseksüel arkadaşımla, ileride oluşabilecek baskıları vb durumları değerlendirdik. Bu bakış açısı, yasaklar kimse için kendini daha güvende hissettirecek bir algı öngörmüyor. 

Meriç: Güvenlik iddiasını taşıyan Ankara Valiliği’nin bu kararı güven hissi vermek bir yana LGBT+’ların çok daha bıçak sırtında hissetmesine neden olmuştur. Zaten mücadelemizin tarihi nefret cinayetlerinde kaybettiğimiz sayısız arkadaşımızın hatırasıyla doluyken bu kararın bizi daha çok nefret cinayeti işlenen bir topluma sürükleyeceği ortadadır.

Güvende hissetmiyorum ancak umudumu kaybetmediğim gibi hiçbir LGBT+ bireyin de rehavete kapılmasını istemem. Her özgürlük mücadelesinin tarihinde böylesine zor ve sancılı dönemler yaşanır. Bizler elimizden geldiğince birbirimizi güçlendirmeye ve bu totaliter rejim baskısına direnmeye bakalım. Biz LGBT+’lar gelecek çağı çoktan kazandık. Bunu herkes görüyor ve biliyor, Ankara Valiliği dahil.

LGBT+’ların sadece öldürülmediği ve toplumsal kabul kazandığı değil, evlilik hakkından çocuk sahibi olmaya kadar bütün haklarını kazanacağı bir Türkiye tarihsel akışın bir gerçeğidir. Er ya da geç bugün hayal gibi görünen gerçek olacaktır, olmaktadır.

Kim bilir belki de gelecekte bu ülkeyi LGBT+’lar yönetir!

Son söz niyetine:
Buradayız! Alışın! Gitmiyoruz!

 

Haber: Irmak Keskin

(Yeşil Gazete)

Almanya’da koalisyon görüşmeleri çöktü

Almanya’da liberal Hür Demokrat Parti (FDP) koalisyon görüşmelerinden çekildi. Başbakan Angela Merkel ya Yeşiller Partisi ile bir azınlık hükümeti kuracak ya da erken seçim kararı alacak.

Almanya Başbakanı Angela Merkel ya Yeşiller Partisi ile bir azınlık hükümeti kuracak ya da erken seçim kararı alacak.

FDP lideri Christian Lindner Pazar gecesi yaptığı açıklamada, Merkel’in liderliğindeki Hristiyan Demokrat Parti (CDU) ile karşılıklı güvene dayalı bir anlaşmaya varmanın mümkün olmadığını, aralarında büyük görüş ayrılıkları olduğunu söyledi. Lindner, “Ülkeyi yönetmemek, kötü yönetmekten iyidir” dedi.

Başbakan Merkel de üçlü koalisyon pazarlıklarının çökmesi sonrası yaptığı açıklamada bugün Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ile görüşeceğini açıkladı. Steinmeier’in ülkeyi erken seçime götürme yetkisi bulunuyor.

Gelinen noktada tüm partilerin kapsamlı bir durum değrlendirmesi yapması gerektiğini vurgulayan Merkel, ülkeyi zor haftaların bekleyebileceği uyarısında bulundu.

Almanya’da 24 Eylül’de yapılan genel seçimlerde hiçbir parti parlamentoda çoğunluğu elde edememişti.

Seçimler sonrası beliren tek hükümet seçeneği CDU/CSU (Hristiyan Sosyal Birlik), FDP ve Yeşiller Partisi’nin kuracağı üçlü koalisyondu.

709 üyeli Almanya Federal Meclisi’nden partilerin sandalye sayıları şöyle:

  • CDU/CSU 246
  • SPD 153
  • AfD 94
  • FDP 80
  • Sol Parti 69
  • Yeşiller 67

 

(BBC Türkçe)

Ankara Valiliği’nden “toplumsal duyarlılık” gerekçesi ile tüm LGBTİ etkinliklerine yasaklama

Alman LGBTİ Film Günleri’ni yasaklayan Ankara Valiliği, kentteki tüm LGBTT ve LGBTİ etkinlikleri için de benzer bir karar aldı.

Alman LGBTİ Film Günleri’ne “birtakım toplumsal duyarlılıklar nedeniyle bazı kesimler tarafından tepki gösterilebileceği” gerekçesiyle izin vermeyen Ankara Valiliği, bu kez de LGBTT ve LGBTİ örgütlerinin kentte düzenleyeceği tüm etkinlikleri yasakladığını duyurdu.

Valilikten yapılan açıklamada, “Çeşitli sosyal medya ve birtakım yazılı ve görsel medya organlarından LGBTT (Lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel veya travesti) ile LGBTİ (Lezbiyen, gay, biseksüel, transgender, intersex) adıyla çeşitli sivil toplum örgütleri tarafından, ilimizin muhtelif yerlerinde birtakım toplumsal hassasiyet ve duyarlılıkları içeren sinema, sinevizyon, tiyatro, panel, söyleşi, sergi vb. etkinliklerin gerçekleştirileceği şeklinde bilgiler elde edilmiştir” denildi.

Açıklamada, “Söz konusu paylaşımlarla halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edeceği, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkabileceği; ayrıca kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunmasını tehlikeye düşürebileceği göz önünde bulundurulduğunda yapılmak istenen organizasyona katılacak olan grup ve şahıslara yönelik olarak; birtakım toplumsal duyarlılıklar nedeniyle de bazı kesimler tarafından tepki gösterilebileceği ve provokasyonlara neden olabileceği değerlendirilmektedir” ifadesi kullanıldı.

Valilik, bu nedenlerle; Ankara’da LGBTT, LGBTİ vb. örgütler tarafından düzenlenecek “birtakım toplumsal hassasiyet ve duyarlılıkları içeren sinema, sinevizyon, tiyatro, panel, söyleşi, sergi vb. etkinliklerin” 18 Kasım 2017 tarihinden itibaren süresiz olarak yasaklandığını duyurdu.

Kararın, Ankara’da “huzur ve güvenliğin, kişi dokunulmazlığının, tasarrufa müteallik emniyetin, kamu esenliğinin sağlanması amacıyla gerekli tedbirlerin alınması” kapsamında alındığı açıklandı.

 

(DW Türkçe)

Türkiye’de 81 ilden 53’ü hava kirliliğinde sınıfta kaldı!

Türk Toraks Derneği Türkiye’de hava kirliliği oranlarını açıkladı. Türk Toraks Derneği Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Osman Elbek, “Türkiye ulusal mevzuat sınır değerlerine göre 81 ilin 53’ü hava kirliliğinde sınıfta kaldı. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre ise yalnızca bir ilimiz temiz havaya sahip. Önceden ‘Yeşil Bursa’ denilirdi, şimdi ise ismi ‘kirli Bursa’ oldu. Çünkü her tarafı santrallerle dolu. Kocaeli, Düzce, Dilovası, Çanakkale gibi yeşile dönmüş bir yerde santraller açılıyor. Cerattepeleri kaybettikçe havamızı kaybediyoruz. Bu kirlilikler havadan düşmüyor. Birileri daha fazla para kazansın diye santrallerle havamızı kirletiyorlar. O yüzden bireysel olarak yapmamız gereken Karadeniz’in, Akdeniz’in yani ülkenin doğasını korumak. Hava kirliliğinin metreküp başına 20 miligramdan 120 miligrama çıkması demek akciğer hastalıklarının 6 kat artması demektir” dedi.

“İstanbul şantiye alanı”

Fosil yakıtların kullanımının arttığını, termik santrallerin yapılmaya devam ettiğini ve bu nedenle kirliliğin artacağını belirten Yrd. Doç. Dr. Nilüfer Aykaç, yeşil kentlerin önemine dikkat çekti ve “İstanbul bir şantiye alanına çevrildi. Her tarafta inşaat var, nefes alacak alan yok. Yukarıdan baktığınızda İstanbul gri, siyah bulutlar arasına gizlenmiş vaziyette” dedi.

Türk Toraks Derneği’nin ‘Hava Kirliliği ve Akciğer Sağlığı’ başlıklı Güz Sempozyumu’nda konuşan uzmanlar dikkat çekici veriler paylaştı. Türk Toraks Derneği (TTD) Genel Başkanı Prof. Dr. Fuat Kalyoncu, Sempozyum Eş Başkanı Doç. Dr. Haluk Çalışır, Sempozyum Eş Başkanı Yrd. Doç. Dr. Nilüfer Aykaç, Sempozyum Dış İlişkiler Sorumlusu Prof. Dr. Elif Dağlı, Sempozyum Bilimsel Komite Başkanı Prof. Dr. Hasan Bayram, Türk Toraks Derneği Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Osman Elbek ile Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Temsilcisi Dr. Annette Prüss-Üstün ve Avrupa Göğüs Derneği Temsilcisi Bert Bruneekref’in de katıldığı toplantıda hava kirliliğinin önemine dikkat çekildi.

“İskenderun Körfezi’ndeki santral kirliliği 5 kat artıracak!”

Iğdır ve Muş’un havası en kirli bölgeler olduğunu belirten Doç. Dr. Osman Elbek, metreküp başına 84 miligram partikül madde düşen Bursa’nın havasının da çok kirli olduğunu, ardından 83 miligram ile Düzce’nin geldiğini söyledi ve “Bursa ve Düzce’nin ortak özellikleri santraller ve sanayi bölgesi olması. Kontrolsüz bir şekilde sanayileşme, fosil yakıt yakılmasının karşılığı hava kirliliğidir. Akdeniz Havzası da şu anda orta kirlilikte görünüyor ancak İskenderun Körfezi’ne yapılacak santral buradaki kirliliği çok kuvvetle 5’e katlayacak hale getirecektir” dedi.

“İstanbul’da sadece 3 ilçe temiz, Ankara’da ise temiz ilçe kalmadı”

Üç büyük şehrimiz olan İstanbul, Ankara ve İzmir’deki hava kirliliği oranlarını da ilçe bazında anlatan Doç. Dr. Elbek, “İstanbul’da Silivri, Şile ve Sarıyer’in havası temiz kabul ediliyor. Yani İstanbul’un bir ucundaki ilçeler. Bu da İstanbul’dan kaçmak gerektiğini bize gösteriyor. İstanbul’un en merkezi yerleri olan Göztepe, Esenyurt, Aksaray’daki kirlilik oranı ise 120 mikrograma çıkmış durumda. DSÖ sınırının 6 katı. Bu bölgelerde hatırlarsanız kentsel dönüşümler var. Burada binalar yıkılıyor, oradan çıkan tozlar havada kalmıyor, akciğerlerimize gidiyorlar. Bu yüzden Göztepe, Esenyurt, Aksaray son derece kirli bölgeler. Ankara’da ise DSÖ sınırlarına göre havası temiz hiçbir yer yok. En temiz kabul edilen Sincan ve Bahçelievler bile sınırın 3 katı kirli. Hastanelerin olduğu Sıhhiye ise çok kirli. Sağlık kurumlarının olduğu yerler sağlıksız ve ölüm saçıyorlar. Bunun anlaşılabilir bir tarafı yok. İzmir ise nispeten DSÖ değerlerine yaklaşmış bir bölge. İzmir’de toplu taşımanın ve elektrik ile güneş enerjisinin daha fazla kullanılıyor olması nedeniyle havası daha temiz” dedi.

“Her yıl 7 milyon insan hava kirliliğinden ölüyor”

Toplantıda konuşan Türk Toraks Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Fuat Kalyoncu ise hava kirliliğinin DSÖ tarafından ‘Görünmez katil’ olarak tanımlandığını belirtti ve şunları söyledi:

“Her yıl yaklaşık 7 milyon insan hava kirliliği nedeniyle hayatını kaybediyor. Akciğer kanserine bağlı ölümlerin yüzde 25’i, zatürriyeye bağlı ölümlerin yüzde 17’si, inmeye bağlı ölümlerin yüzde 16’sı, iskemik kalp hastalıklarına bağlı ölümlerin yüzde 15’i ve KOAH’a bağlı ölümlerin yüzde 8’inden hava kirliliği sorumlu.”

“İstanbul Göztepe’de yaşayan bir kişi yılda 233 gram zehirli toz soludu”

Türk Toraks Derneği olarak Android telefonlarda yeni bir cep telefonu uygulaması geliştirdiklerini belirten Doç. Dr. Haluk Çalışır ise şunları söyledi:

“Bu uygulamanın adı ‘Nefesiniz Cebinizde’  Bunu indirdiğiniz zaman bulunduğunuz bölgedeki hava kirliliği ölçüm istasyonlarından bölgedeki hava kirliliği verilerini öğrenebiliyorsunuz. Burada verilen değerlerin üzerine tıkladığınızda da size o değerlerin ne anlama geldiğini gösteriyor. Bir de soluduğumuz partikül madde miktarını anlatmak için bir çalışma yaptık. İstanbul Göztepe’de yaşayan, hiç evden çıkmayan, spor yapmayan bir kişi geçtiğimiz bir yılda 233 gram zehirli toz solumuştur. Bu orana göre Ankara Kayaş’ta ise 319 gram, İzmir Gaziemir’de ise 205 gram zehirli toz solumuştur.”

 

(Evrensel)

Dünya şampiyonu Naim Süleymanoğlu son yolculuğuna uğurlandı

Olimpiyat ve dünya şampiyonu eski milli halterci Naim Süleymanoğlu Pazar günü son yolculuğuna uğurlandı. Siroza bağlı karaciğer yetmezliğine bağlı gerçekleşen karaciğer naklinin ardından tedavi gördüğü hastanede beyin kanaması ve ödem nedeniyle hayatını kaybeden Süleymanoğlu (50) için Fatih Camii’nde cenaze töreni düzenlendi.

Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak “Bu millete çok büyük sevinçler yaşattı. Çok üzgünüz. Mekanı cennet olsun acımız büyük” dedi. Türkiye Basketbol Federasyonu Başkanı Hidayet Türkoğlu ise “Spor dünyası için çok değerli bir insandı. Hepimizin başı sağ olsun. Ailesine sabırlar diliyoruz. Mekanı cennet olsun” diye konuştu. Naim Süleymanoğlu, cenaze namazının ardından Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi.

Naim Süleymanoğlu kimdir?

Naim Süleymanoğlu, 23 Ocak 1967’de Bulgaristan’da doğdu. Naim Süleymanoğlu haltere 1977 yılında başladı. 15 yaşında iken Brezilya’da düzenlenen dünya gençler halter şampiyonasında 52 kiloda iki altın madalya alarak şampiyon oldu. Aynı dönemde silkme kategorisinde vücut ağırlığının üç katını kaldıran ikinci halterci olarak tarihe geçmiştir. On altı yaşında rekor kırarak yine şampiyon oldu. Böylece halter tarihinde en genç dünya rekortmeni ünvanını aldı.

Başarıları

İlk dünya rekorunu kırdığında sadece 15 yaşındaydı.

1984, 1985 ve 1986 yıllarında dünyada ‘yılın haltercisi’ seçildi.

1988 Seul, 1992 Barcelona ve 1996 Atlanta Olimpiyatları olmak üzere üç kez olimpiyat şampiyonu oldu.

8 Kez dünya şampiyonu oldu, 46 dünya rekoru kırdı.

Kendi kilosunun üç katından fazla kaldırarak, ‘efsane’ oldu.

Spor otoritelerine göre ‘tüm zamanların en iyi haltercisi.

1988 yılında Time dergisine kapak oldu.

60 kg’de koparmada 200 kg kaldırarak dünya rekoru kırdı.

1988 yılında Seul olimpiyatlarında 9 dünya 6 Olimpiyat rekoru kırarak büyük bir zafer kazanmıştır.

Türkiyeye Olimpiyatlarda güreş dışında ilk altın madalyasını kazandıran sporcudur.

1992 yılında Uluslararası Halter Basın Komisyonu tarafından “Dünyanın En İyi Sporcusu” seçildi.

 

(Hürriyet)

Hikâye anlatıcısı Güneşin Aydemir ile masalın doğuşuna yolculuk

Her şey çocuklukta başlar. Annemizin, babamızın, babaannemizin ya da öğretmenimizin okuduğu masallar uçsuz bucaksız bir hayal aleminin kapısını açar. Zira orada başka bir gerçeklik vardır. Büyüyüp daha az hayal kurdukça dinlediğimiz o masalların aslında bir mesaj verdiğini fark ederiz. Bir nevi kılavuzumuz olurlar.

Bana Bir Masal Anlat. Gerçeği Dinlemek İstiyorum!” etkinliğinde de benzer bir düşünceden yola çıkılmıştı. Masal deyip geçmeyip, içindeki bilgilere bakmalıydık. Masallar geçmişin bilgisini bize getirdiğine göre bugünün bilgisini de geleceğe götürebilirdi. Ama nasıl?
Yeşil Düşünce Derneği‘nin ev sahipliğinde masal severlerle buluşan hikâye anlatıcısı Güneşin Aydemir, bize geleceği şekillendirmede masalların ve hikâye anlatıcılığının önemini anlattı.

Söz anlamına gelen masalın geleneksel ve sezgisel bilginin buluşmasıyla ortaya çıktığını söyleyen Güneşin, kadim bilginin kökeninin doğa olduğunu hatırlatarak Aborijinleri örnek gösterdi. Kendi yaşadıkları ortamı resmederek anlatan Aborijinlere karşılık Türkiye’de Sarıkeçeliler ve Berivan gibi göçer topluluklarda da bu tür sanatsal izlere rastlanıyor. Şarkılarla toplumda iz bırakan olaylar anlatılıyor, ustadan çırağına geçiyor.

Akademik olarak masalların edebiyat ve halk kültürü türü altında incelendiğini anlatan Güneşin, edebiyat dışında psikolojide de geniş yer aldığını, insanların ortak bir bilinçaltında buluştuğunu öne süren İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung‘un (Sigmund Freud’un öğrencisi) araştırmalarına konu olduğunu söyledi.

Kahramanın yolculuğunu anlatan masalların insanoğlunun ruhunun gelişmesini amaçladığını söyleyen Güneşin, sosyoloji alanında da masallardaki öğelerin içinde bulunulan toplumun değer yargılarına dair pek çok ipucunu taşıdığını anlattı.

Güneşin konuşmasına tanıdığı en ilginç “iklim bilimcilerinden” biri olan Salih Amca ile devam etti. Ege’de yaşayan yörük Salih Amca’nın her yıl 12 gün boyunca güneşi, ayı, bulutu, rüzgarı izleyerek 1 yılın hava tahminini yapabilmesinin mantık sınırlarını nasıl zorladığından, Salih Amca’nın uyguladığı yöntemlerin benzerinin Karadeniz’de de uygulandığını keşfettiklerinden bahsetti.

Etkinliğin en ilgi çekici anlarından biri de masal atölyesi oldu. Etkinliğin sonunda katılımcılar ortak bir masal çemberi oluşturarak, ritm çalışmarı eşliğinde hayal alemine doğru yeni bir kapı açtılar.

 

[Kuşlar, Orman ve Ben] Memlekette şu masal işi nasıl buralara geldi anlatayım

[Kuşlar, Orman ve Ben] Memlekette şu masal işi nasıl buralara geldi anlatayım II

Damdan avluya düşen hikayeler: Mardin Masalcılar Buluşması

 

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

CAMMA Perşembe Konuşmaları Yapı Kredi Kültür Sanat’ta başladı

İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi Yüksek Lisans Programı’nın (CAMMA) geleneksel Perşembe Konuşmaları bu kez Yapı Kredi Kültür Sanat’a konuk oldu. Moderatörlüğünü Yapı Kredi Kültür Sanat (YKKS) Genel Müdürü Tülay Güngen’in üstlendiği bu haftaki etkinlikte, YKKS Genel Müdür Yardımcısı Veysel Uğurlu, YKKS Müze Müdürü Şennur Şentürk ve YKKS Danışmanı ve Editör Güven Turan konuşmacı olarak yer aldı.

Etkinlikte Yapı Kredi Kültür Sanat’ın kırk yılı aşan serüveninin yanı sıra bir kültür kurumunu yönetmenin ne anlama geldiği, hangi noktalarda diğer sektörlerdeki kurumların yönetiminden ayrıldığı tartışıldı.

İlk sergisinin “Türk resminde ortak bilinç” olduğunu söyleyen Yapı Kredi Kültür Sanat Genel Müdür Yardımcısı ve sergi sorumlusu Veysel Uğurlu, uzun süre bankaların sanat eserlerini nasıl aldığını araştırdığını ve kişiler yerine kurumların kalıcı oldukları esasıyla hareket ettiklerini ifade etti.

“Etem Ruhi Üngör çok yüksek bir sigorta bedeli istedi”

YKKS Müze Müdürü Şennur Şentürk ise, 1992 yılından bugüne kadar 58 tematik sergi açıldığını anlattı. Çalışma yaşamında unutamadığı iki olayı katılımcılarla paylaşan Şentürk, gramofon ve taş plak sergisi sayesinde plakların yeniden gündeme taşınmasını ve insanların unutulmuş plak dükkanlarına yönelmelerini sağladıklarından bahsetti. Bir diğer hikâye ise eski müzik aletleri biriktiren 2009’da hayatını kaybeden Etem Ruhi Üngör hakkındaydı. Şennur Şentürk, dünyanın en büyük bilimsel enstrüman koleksiyonuna sahip olan araştırmacı-yazar Üngör’ün sergilenmesi planlanan eserleri için çok yüksek bir sigorta bedeli istemesi nedeniyle planı iptal ettiklerini söyledi.

Her sayısı en az 2 baskı yapan Cogito dergisi dünyada bir ilke imza attı

1995 yılından bu yana Yapı Kredi Kültür Sanat’ın resmi danışmanlığını yürüten Güven Turan ise YKKS’ye nasıl katıldığından ve editörlük serüveninden bahsetti. Dünyada editör adıyla çalışan kişilerin ilk kez Türkiye’de Yapı Kredi Yayınları’nda çalışmaya başladıklarını anlatan Turan, üç aylık düşünce dergisi Cogito’nun 1994’teki ilk sayısında Laiklik konusunu işledikleri için çok eleştirildiklerini, derginin her sayısının en az 2 baskı yaptığını ve bunun dünyada ilk olduğunu söyledi. Güven Turan en çok talep gören Freud hakkındaki sayının ise ders kitabı olarak okutulduğunu sözlerine ekledi.

Oğul Doğan Taşkent İsviçre’deki çığda hayatını kaybedince ismi Doğan Kardeş ile yaşadı

Sohbette 60’ların sonuna kadar yayın hayatını sürdüren Doğan Kardeş de yer aldı. Yeni neslin taleplerinin artık geçmişten farklı olduğu için Doğan Kardeş dergisinin yeniden çıkmasının mümkün olamayacağını söyleyen Turan, Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in oğlu Doğan Taşkent’in İsviçre’de kayak yaparken çığ altında kalması sonucu hayatını kaybetmesiyle babasının anısını Doğan Kardeş dergisi ile yaşatmak istediğini, genç kuşakları da kaliteli bir yayınla buluşturmayı hedeflediğini anlattı.

Yapı Kredi Kültür Sanat’ın içinden Galatasaray Meydanı’na bakış

“21’inci yüzyıl kitaplığı dizisine çevre yazarları ve çizerlerini de eklemek istiyoruz”

Yapı Kredi Kültür Sanat (YKKS) Genel Müdürü Tülay Güngen etkinliğin sonunda katılımcıların sorularını yanıtladı. Bir sanat kurumu olarak insan yönetimini doğru yapmaya çalışıp arşive dikkat ettiklerini söyleyen Güngen, 21’inci yüzyıl kitaplığı dizisine başladıklarını, çevre konusunda yazar ve çizerlere de yer vermek istediklerini ifade etti. Yenilenen Yapı Kredi Kültür Sanat binasının Beyoğlu ile olan ilişkisini değerlendiren Güngen, binadaki merdivenleri yarı kamusal bir alan olan Galatasaray Meydanı’nın bir parçası olarak görmek istediklerini kaydetti. Beyoğlu’na dair inançlarını hiçbir zaman kaybetmediklerini söyleyen Tülay Güngen, Pera’dan bu yana zengin bir kültürün biriktiği bir yerden başka bir yere taşınmayı hiç düşünmediklerini belirtti.

Akdeniz, İlhan Koman

Beyoğlu İstiklal Caddesi’nin önemli kültür sanat merkezlerinden Yapı Kredi Kültür Sanat binası, yenilenmiş haliyle 13 Eylül 2017’de yeniden ziyarete açılmıştı.

Galatasaray Meydanı’ndaki bina İlhan Koman’ın ünlü Akdeniz heykeline de ev sahipliği yapıyor.

 

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Çiçeklerin dili – Seran Vreskala

Neredeyse bilinen tüm çiçeklerin isimlerinin kökenine, karakteristik özelliklerine ve zengin mitolojisine dayanan hikayeleri var.

Bu hikayelerde kullanılan semboller ve anlamlar da çiçeklerin hayatımızdaki yerini belirliyor!

Hazırladığım bu çiçek kılavuzuyla hem çiçeklerin masalsı mitolojik hikayeleri ile tanışacak hem de hangi çiçeğin kaçıncı yıldönümünde verilmesi gerektiğini bileceksiniz.

KARANFİL – İlk yıldönümü


2000 yılı aşkın bir geçmişi olan karanfillerin, sembolizm ve mitoloji açısından çok zengin olması pek öyle şaşırtıcı bir şey değil!

Bazıları çiçeğin isminin eski Yunan’da taç giyme törenlerinde kullanılan ve ‘çelenk’ anlamına gelen ‘corone’ ya da ‘taç giyme’ anlamına gelen ‘coronation’dan geldiğini ileri sürerken, bazıları da orijinal pembemsi renginden dolayı tanrının insan etine bürünmesine atfen, Latince ‘et’ anlamına gelen ‘carnis’ ve ‘vücut bulma’ anlamına gelen ‘incarnation’ kelimelerinden türediğini iddia ediyor.

Beyaz karanfiller ise saf sevgiyi temsil ettikleri için evliliklerin ilk yıldönümlerinde kullanılıyor.

LİLYUM – 2’inci ve 30’uncu yıldönümleri


Kökeni M.Ö. 1580’lere dayandığı için kadim Yunan mitolojisinde önemli bir rolü olan bu görkemli çiçekler ilk kez Girit’teki buluntuların üzerinde keşfedilmiş.

Yunanca ‘Leiron’ kelimesinden türetilen lilyumlar, iffeti ve erdemi temsil ettikleri için 2’nci evlilik yıldönümlerinde, aynı zamanda alçakgönüllülüğü ve bağlılığı simgeledikleri için de 30’uncu yıldönümlerinde de kullanılıyor.

 

AYÇİÇEĞİ – 3’üncü yıldönümü


İlk kez Orta ve Güney Amerika’da keşfedilen ve farklı görüntüsüyle dikkatleri çeken ayçiçeklerinin diğer çiçeklerden çok farklı hikayeleri var.

And Dağları’ndaki tapınaklarda ayçiçeği görüntülerinin bulunması ile ortaya çıkan bir rivayete göre; İnka İmparatorluğu’nda halk dev bir ayçiçeğine tapar, ruhani papazları da giysilerine altından büyük bir ayçiçeği takarlarmış. Eski zamanlarda da Kızılderililer ölülerinin mezarlarına bir kase ay çekirdeği koyarlarmış.

Empresyonist sanat döneminde bile imzası bulunan bu çarpıcı çiçeğin, evliliklerin 3’üncü yılında verilmesinin sebebi, devamlı güneşi takip ettiği ve yüzünü güneşe döndüğü için sıcaklığı, mutluluğu ve uzun ömürlülüğü simgelemesi…

ORTANCA – 4’üncü yıldönümü


İlk kez Japonya’da keşfedilen çiçeğin orijinal ismi ‘Hydrangea’, Yunanca ‘su’ anlamına gelen ‘hydor’ ve ‘kap’ anlamına gelen ‘angos’ kelimelerinden türemiş.

Çiçeğin bu ismi almasının en büyük sebebi çok fazla su istemesi ve yıldız şeklindeki çiçeklerinin kendiliğinden bir buket oluşturması…

Topraktaki asit seviyesine göre renkleri beyazdan maviye, pembeye ve mora değişiklik gösteren bu ponpon çiçeğin temsil ettikleri hala tartışılmasına rağmen, genelde verici kişiliğin anlayışı ile alıcı kişiliğin minnettarlığını sembolize ediyor.

Bu semboller de 4’üncü yıldönümü için birebir…

PAPATYA – 5’inci yıldönümü


İskandinav mitolojisinde Deniz Tanrısı Njord’un kızı olan Aşk Tanrıçası Freya’nın sembolü kabul edilen papatyalar, gerçek aşkı, duygusallığı ve doğurganlığı simgeliyor.

Eski bir Roma efsanesine göre de çayır perisi Belides, meyve ve bahçelerin tanrısı Vertumnus’un sırnaşık aşkından korunmak için kendisini papatyaya çevirmiş. Bu yüzden batı dünyasında papatya, sadeliğin ve dönüşümün simgesi…

Genelde evliliklerin 5’inci yılında aile kurma kararı alındığı ve bir dönüşüme girildiği için, bu yıldönümünde papatya veriliyor.

GELİN (Kala) ÇİÇEĞİ – 6’ıncı yıldönümü


Yunanca ‘güzel’ anlamına gelen ‘calla’ kelimesinden ismini alan çiçek, Yunan tanrılarının kraliçesi Hera ile ilişkili…

Efsaneye göre Zeus başka bir kadından oğlu Herkül’e, karısı Hera uyurken onun sütünü içirir. Hera uyandığında göğsündeki çocuğu iter, sütünün bir kısmı toprağa düşer ve düştüğü yerde bu çiçek açar. Hera’nın sütünden filizlendiğine inanılan bu çiçeği gören Venüs, çiçeğin güzelliğini kıskandığı için yapraklarının ortasına sarı bir pistil yerleştirir.

Bu hikayeden dolayı çiçeğin şehveti ve tutkuyu da sembolize ettiği de söyleniyor. Fakat genel inanışa göre gelin çiçekleri –ismi gibi- saflığı, bağlılığı ve büyümeyi simgeliyor.

Bu yüzden de saf aşkı ve ilişkinin büyüdüğünü göstermek için 6’ıncı yıldönümünde veriliyor.

FREZYA – 7’nci yıldönümü


İsmini Alman hekim Friedrich Heinrich Theodor Freese’den alan frezya, çan ve yunus şeklindeki yaprakları ve tatlı narenciye kokusu sayesinde ‘en güzel kokulu çiçekler’ arasında bulunuyor.

Her tür rengi bulunan çiçeğin beyaz renklisi ise en hoş kokuya sahip…

Dostluğu, samimiyeti ve sadakati simgelediği için 7’nci evlilik yıldönümlerinde veriliyor.

 

LEYLAK – 8’inci yıldönümü


Yunan mitolojisine göre leylakların hikayesi ‘Syringa’ isminde güzel bir periyle başlar.

Perinin güzelliğinden etkilenen ormanların, satir ve çobanların tanrısı (yarı keçi yarı insan) Pan, periyi bir türlü rahat bırakmaz. Onu ormanın en kuytu köşelerine kadar kovalayan Pan’dan çok korkan Syringa, en sonunda kendisini leylak çiçeğine dönüştürür. Periyi kaybeden Tanrı Pan ise leylağı bulur ve çiçeğin içi boş olan saplarından meşhur flütünü yapar.

Yunanca ‘nefes borusu’ anlamına gelen ‘syrinks’ kelimesinin buradan geldiği söyleniyor.

Baharın müjdecisi olarak kabul edilen çiçek, özgüveni ve itimadı sembolize ettiği için 8’inci yıldönümü çiçeği olarak kabul ediliyor.

CENNET KUŞU (Starliçe) – 9’uncu yıldönümü


Parlak renkli kanatları olan bir turnaya benzeyen çiçeğe neden ‘cennet kuşu’ denildiği ortada; ancak çiçeğin bilimsel ismi olan ‘Strelitzia’nın verilme hikayesi çok ilginç…

Güney Afrika’dan Büyük Britanya’ya getirilen çiçeği gören kraliyet bahçıvanı, güzelliğinden ötürü çiçeğe aynı zamanda amatör bir botanikçi olan kraliçe Mecklenburg-Strelitz’li Charlotte Sophia’nın ismini verir.

Belki de bundan dolayı çiçek seyahati, özgürlüğü, umudu ve tabii ki cenneti sembolize ediyor.

Genelde buketin tam ortasında kullanılan çiçek, 9’uncu evlilik yıldönümlerinde veriliyor.

ZERRİN (Yalancı Nergis) – 10’uncu yıldönümü


Botanik ismi nergis olmasına rağmen, çiçek Fransa’da fulya, İngiltere’de zerrin olarak biliniyor.

Baharın müjdecisi olan çiçek, yeniden doğuşu ve yeni başlangıçları sembolize ediyor. Gelecek için de bir şans amblemi sayılıyor.

Mesela Galler’de baharın ilk nergisini bulursanız, o yıl hayatınızın refah içinde geçeceğine inanılıyor.

Bir Çin efsanesine göre de eğer nergisinizin yeni yılda çiçek açması, evinize iyi şans getireceğinin göstergesiymiş.

Çiçeğin 10’uncu evlilik yıldönümünde verilmesinin sebebi ise mutluluğu garantilemek…

Yalnız çiçeği kesinlikle tek soğanlı vermeyin; efsaneye göre bu şanssızlık getiriyor.

LALE (Tulipa) – 11’inci yıldönümü


Kökeni İran ve Türkiye’den gelen çiçeğin Avrupa’ya ayak basması 16’ncı yüzyıla dayanıyor.

O zamanlar çiçeğin tam açmış hali, türbanın sarılma şekline benzetilirmiş. 17’inci yüzyılda laleler o kadar popüler olmuş ki, çok pahalı olmasına rağmen dünyada bir lale çılgınlığı başlamış.

150 farklı çeşidi olan laleler renklerine göre değişik anlamlar taşıyor. Sarı laleler mutluluğu, beyazlar af dilemeyi, morlar asaleti ve zarafeti sembolize ediyor. K

ırmızı lalelerin anlamı ise ‘Ferhat ile Şirin’ efsanesinden geliyor; Şirin’in öldüğünü duyan Ferhat’ın intihar etmesiyle kanının değdiği yerlerden fışkıran kırmızı lalelerin kadifemsi siyah merkezi, aşığın tutkunun ateşiyle kararan kalbini sembolize ediyor.

Lalenin 11’inci evlilik yıldönümlerinde verilmesinin sebebi, tabii ki mükemmel aşkı simgelemesi…

ŞAKAYIK – 12’inci yıldönümü


Binlerce yıl önceye dayanan geçmişi yüzünden çiçeğin mitolojisinin birden fazla versiyonu olması pek şaşırtıcı değil.

Rivayete göre botanik ismi ‘Paeonia’ olan çiçeğin ismi, tanrıların doktoru olarak bilinen Paeon’dan geliyor. Bir efsane doktor Paeon’un çiçeği, tanrıların yaşadığı Olympos Dağı’nda Apollon’un annesinin elinden aldığını anlatırken, başka bir efsane can vermeden evvel ‘şakayık’a dönüşerek ölümden kurtulan bir doktorun hikayesinden bahsediyor.

Başka bir rivayete göre devamlı ilgi isteyen çiçek, ilgisiz kaldığında çiçek açmayarak karşısındakini cezalandırıyor.

12’nci evlilik yıldönümü çiçeği olan şakayıklar iyi şans ve mutlu bir evliliğin göstergesi olarak kabul ediliyor.

KRİZANTEM (Kasımpatı) – 13’üncü yıl


15’inci yüzyılda ortaya çıkan ve mitolojisinde pek çok öykü ve sembol barındıran krizantem, ismini orijinali altın renkli olduğu için Yunanca ‘altın’ anlamına gelen ‘chrys’ ve ‘çiçek’ anlamına gelen ‘-anthemion’ kelimelerinden almış.

Rivayete göre Konfüçyüs, güneşi de simgeleyen kasımpatıların bir meditasyon aracı olması gerektiğini önermiş; bundan dolayı bazı tapınaklarda krizantemden başka çiçek kullanılmıyor.

Bir inanışa göre de kutlama yaparken krizantemin tek bir yaprağı şarap kadehinin dibine konulursa, uzun ve sağlıklı bir yaşam garantilenirmiş.

Bugün pek çok rengi olan ve papatyayı andıran çiçek, iyiliği ve mutluluğu sembolize ettiği için evliliğin 13’üncü yılında veriliyor.

ORKİDE – 14’üncü yıldönümü


Süs bitkilerinin en narini ve en zarifi kabul edilen egzotik orkide, sevgiyi, lüksü, güzelliği ve gücü temsil ediyor.

Bir rivayete göre Antik Yunan’da orkideler erkeklik ile ilişkilendirildikleri için, kadınlar doğmamış çocuklarının babasına büyük orkide kökü yedirirmiş. Böylece çocuğun erkek olacağına inanırlarmış.

Özellikle Viktorya döneminde lüksün ve şaşaanın sembolü olan çiçek, bugün bile ihtişamı ve nadir güzellikleri simgeliyor.

Pembe orkideler saf sevgiyi, katelyalar da olgun cazibeyi temsil ettikleri için, bu narin çiçekler 14’üncü evlilik yıldönümünde veriliyor.

GÜL – 15’inci yıldönümü


Antik Yunanlar ve Romalılar bile aşkın ve tutkunun sembolü olan gülleri, aşk tanrıçaları Afrodit ve Venüs ile ilişkilendirmişler.

Yüzlerce yıldır aşka dair mesajları sözsüz iletmek için kullanılan bu çiçekler, mahremiyeti ve gizliliği de temsil ediyor. Mesela Latincede kullanılan ‘sub rosa’ ifadesi (‘gülün altında’ demek), ‘sır olarak söylenen şey’ anlamına geliyor.

Eski Roma’da da gizli konular tartışılacak bir odanın kapısına yaban gülü konurmuş. Her renginin ayrı bir anlamı olan güllerin buketlerdeki sayısı bile başka başka duyguları ifade ediyor.

15’inci evlilik yıldönümlerinin klasik çiçeği olan güllerin kırmızısı kalıcı tutkuyu, beyazı saflığı ve masumiyeti, sarısı dostluğu ve sevinci, pembesi takdiri ve hayranlığı, turuncusu coşkuyu ve arzuyu simgeliyor.

Mor güllerle kullanılan beyaz leylaklar ise ilk görüşte aşkı anlatıyor.

ASTER (Yıldızpatı) – 20’nci yıldönümü

Papatya familyasının bir cinsi olan yıldızpatı, diğer adıyla ‘saraypatı’, vahşi güzelliği ve gür dokusundan dolayı gerçekten büyüleyici bir çiçek…

Kadim zamanlarda, çiçeğin yapraklarından çıkan parfümün yılanları uzaklaştırdığı düşünülürmüş, bu yüzden koruyucu çiçek kabul edildiği için de kutsal sayılırmış.

İsmini Yunanca ‘yıldız’ anlamına gelen ‘aster’den alan çiçeğin yaprakları da aynı yıldızlara benziyor. Bugün aşkın tılsımı ve sabrın simgesi olarak kabul edilen çiçek, 20’nci evlilik yıldönümlerinde verilen tek çiçek olma onuruna sahip…

İRİS – 25’inci yıldönümü


Diğer adı ‘süsen’ olan çiçeğin mitolojisi antik Yunan’a kadar dayanıyor.

Efsaneye göre ismini dünya ile cennet arasında bir köprü vazifesi gören ve sembolü gökkuşağı olan Tanrıça İris –Yunanca’da gökkuşağı- ’den alan çiçeğin mor renkli türleri, İris cennete olan yolculuklarında rehberlik etsin diye ölen kadınların mezarlarına konulurmuş.

Başka bir rivayete göre de Frankların ilk kralı Clovis vaftiz edildiği sırada Meryem Ana cennetten kendisine irisler göndermiş. Cennetten gönderilen bu çiçekler, Clovis’in armasındaki hilallerle ‘mucizevi’ bir şekilde yer değiştirmiş ve ‘fleur-de-lis’ ismiyle ‘kutsal’ bir kimliğe bürünerek Fransız monarşisinin ulusal bir sembolü haline gelmiş.

Sembol çiçeğin 3 dik yongası inancı, değeri ve bilgiliği temsil ediyor.

Bu yüzden de evliliklerin çeyrek asırlık yıldönümlerinde bu çiçek kullanılıyor.

GLAYÖL ÇİÇEĞİ – 40’ıncı yıldönümü

Yapraklarının şeklinin benzemesinden dolayı, ismini Latince ‘kılıç’ anlamına gelen ‘gladius’ kelimesinden alan glayöller, Afrika’dan Akdeniz’e kadar uzanan bir geçmişe sahip…

Yukarıya doğru yükselen ve birbirinden rengarenk ve çarpıcı çiçekleri nedense –belki de isminden dolayı- Roma gladyatörlerini çağrıştırıyor.

Gücü, erdemi ve ahlaki bütünlüğü simgeleyen ve 40’ıncı evlilik yıldönümü çiçeği olarak kullanılan bu çiçekler, bitmeyen aşkı ve karasevdayı da anlatıyor.

 

 

MENEKŞE – 50’inci yıldönümü

Geçmişi antik Yunan ve Roma’ya dayanan menekşenin mitolojideki hikayeleri anlata anlata bitmiyor.

Bir efsaneye göre Anadolu kökenli ana tanrıça Kibele’nin büyük aşkla sevdiği Attis, bir ayı tarafından öldürülür ve kanının düştüğü yerlerden menekşeler fışkırır.

Başka bir efsanede ise MÖ 8’inci yüzyılda bir Trakya kralı ile bir Apollon rahibesinin oğlu olarak dünyaya gelen ozan ve kahin Orfe’nin büyülü enstrümanı ‘lir’i koyduğu yerden çıkan çiçekler olarak anlatılır. Diğer bir rivayete göre de Apollon ve Evadne’nin oğlu İamos doğduğunda annesi onu terk eder ve Arkadyan’nın vahşi ormanlarında bir menekşe yatağında bırakır. Burada balla beslenen bebeği çobanlar bulur ve ona Yunanca ‘menekşe’ anlamına gelen ‘İo’dan türeyen İamos ismini verirler. Yine bir efsaneye göre Venüs oğlu Erosla kimin daha güzel olduğu hakkında tartışırken Eros kızların tarafını tutunca, annesi kızları mosmor oluncaya kadar döver ve menekşeler böyle ortaya çıkar.

Başka bir hikâyede ise Zeus’un Kral Argos’un kızı İo’yu çok sevdiği, karısı Hera’nın kıskançlığından kıza zarar vermesin diye onu bir ineğe dönüştürdüğü ve yemesi için de menekşeleri yarattığı anlatılır.

Çiçeğin bu kadar çok hikayesinin olması geçmişinin çok eskilere dayanması tabii…

50’nci yıl dönümünü kutlamak için menekşelerin verilmesi de yarım asırlık bir ilişkiyi kutsaması…

Mütevazılığı, erdemi, değeri bilinmeyen güzelliği, şefkati, asaleti ve sadakati temsil eden çiçeğin yarım asırlık ilişkileri kutlamak için kullanılması çok da şaşırtıcı değil!

 

Seran Vreskala