Ana Sayfa Blog Sayfa 2973

Doğa, Peyzaj, İnsan ilişkisi üzerine… – Ebru Bingöl

1995 Kimya alanında Nobel ödülü sahibi Paul Crutzen, ödül konuşmasında artık vahşi doğadan bahsedemeyeceğimizi, gezegenin en uzak noktalarının bile insan etkisinin oluşturduğu karbon ve nitrojen emisyonuna maruz kaldığını açıkladı. Anthropocene çağı olarak adlandırdığı bu çağda, İnsandan bağımsız bir doğanın varoluşu imkansızdı.

Doğa ve insan ilişkisi tarihsel olarak birçok evreden geçip bu hale geldi. Zaman içinde değişen teknoloji, bilim, dinler ve paradigmalarla insan-doğa ilişkisi de evrildi. Bu ilişkiyi anlamak peyzaj kuramcısı John.B. Jackson ‘ın söylediği gibi “dünyada var olmamızla ilgili kimliğimizin temel koşullarını anlamaktan geçiyor”[1]. Günümüzde artık neyin doğa, neyin insan eliyle üretilmiş olduğunu ayırt etmekte bu kadar zorlanırken, artık doğadan bahsederken dualiteye dayanan teoriler yerine doğayı ve kültürü birbirinden bağımsız görmeyen olgularla konuşmaya ihtiyacımız var.

Bu yazıda insan-doğa ilişkisinin evriminden bahsederken John Brinckerhoff Jackson (1909-1996)’ın peyzaj sınıflandırması üzerinden gideceğim. Neden J.B.Jackson’ın gerekçelerini şöyle sıralayabilirim. J.B.Jackson insanın doğayı değiştirdiğini kabul ederek, her türlü peyzajın üretilmiş olduğunu ileri sürer. Ona göre her peyzaj mekanın politik organizasyonudur; yeniden üretilmiştir. Doğayı dokunulmamış doğa ve insan eliyle yeniden üretilmiş doğa diye kategorize etmenin ötesinde insanoğlunun yerleşik hayata geçmesiyle birlikte araçsallaştırdığı, değiştirdiği, yeniden ürettiği doğanın daha derinlemesine incelemesini yapar. Aşağıdaki alıntısı bu yaklaşımını açıklamakta:

“Peyzaj, dünya yüzeyinde insanın yapımı sistemlerden fazlası değildir. Şekli ve büyüklüğü ne olursa olsun asla doğal bir mekan değildir, doğal bir olgu değildir. Her zaman yapay, sentetiktir, ani ve beklenmedik değişimlere gebedir. Biz onu yaratırız ve ona ihtiyaç duyarız. Çünkü kurduğumuz her peyzaj, insanın zamanı ve mekanı organize ettiği alanlardır: doğal peyzajın yavaş zamansal ritmi yerine hızlandırılmış, tarihin bile yeniden kurulduğu, kozmik programın yerine kendimizinkinin empoze edildiği alanlardır”[2].

Jackson, peyzaj üzerindeki organizasyonların ipuçlarını ararken, yakaladığı ortaklıkları kronolojik olarak sınıfllandırıyor. Yeniden üretilen doğayı da kendi içinde Birinci Peyzaj, İkinci Peyzaj ve Üçüncü Peyzaj olarak kategorilere ayırarak daha da detaylandırıyor.

Birinci Peyzaj, batı dünyasındaki geleneksel doğa ve kültür konseptine dayanmakta. İnsan ve doğa birbirinden ayrı ama birbiriyle ilişki kurmaktadır. İnsan doğaya gidip ondan faydalanıyor, değiştiriyor, doğa ise insana kaynak sunar ya da afetlerle alır niteliktedir (Resim 1). Birinci Peyzaj, verneküler ya da kırsal yerleşimlerin ürünüdür. Hak ve düzen gelenekler tarafından belirlenir. Kişisel ilişkilerin birarada olmayı sağladığı, geleneklerin mekanları örgütlediği organik bir yapılanmadır. Buradaki peyzaj, küçük, düzensiz, kullanımların ve sahipliğin hızlıca değiştiği, bolca geniş boş arazilerin hakim olduğu alanlardan oluşuyor. Birinci Peyzajda arazi, çalışan bir topluluğun parçası olmak anlamına gelir. Mobilite ve değişim bu peyzajın anahtar kelimeleridir. Ancak istençdışı ve rızasızdır. Değişim genelde değişen çevre koşullarına uyumdan kaynaklanır ve bu sebeple mecburiyetten doğar.

Resim 1. Birinci Peyzajda Doğa ve kültür konsepti. Resim: Yazar tarafından Martin Prominski’nin makalesinden[3] yeniden düzenlenmiştir.
 

Resim 2. Birinci Peyzaj örnekleri. http://future.ongov.net/wp-content/uploads/2012/06/rural-landscapes-3.jpg & https://www.123rf.com/photo_20427655_beautiful-rural-landscape-with-vast-green-field-and-a-herd-of-cows-pasturing.htmlİkinci peyzaj, erken ortaçağ peyzajının tariflenmesidir. 15. yüzyılın son döneminde Rönesans’la ilişkilendirebileceğimiz bu anlayış, peyzajı bir görüntü, bir manzara olarak değerlendirir. Mekan, yönetici sınıfın sıradan insanlar üzerindeki tahayyülleriyle şekillenir. İkinci peyzajın mekanları, kentsel ya da kırsal olabilir. Ancak mülkiyet esastır. Arazi ile ilişkili olan bir kimlik tanımlama çabası vardır. Daha çok duvarlar, sınırlar, bölgeler ve yollar ile sınırlandırılan peyzajlar göze çarpar. Düzenlenmelerinde güzellik kaygısı taşırlar.

İkinci peyzajda hala peyzaj ve insan arasındaki ilişkiyi belirleyen insan merkezli bakış açısı olmakla birlikte, kent ve kır arasında, orman ve tarla arasında, kamusal ve özel arasındaki ayrım daha da keskinleşmiş, kuralları belirleyen, insan olmaya başlamıştır (Resim 3). Kent, kırdan, tarla, ormandan, özel kamusaldan daha üstün tutulur. Düzenlenmelerinde güzellik kaygısı taşırlar.

Resim 3. İkinci Peyzajda doğa ve kültür konsepti. Martin Prominski, 2014. “Andscapes: Concepts of nature and culture for landscape architecture in the ‘Anthropocene’”, Journal of Landscape Architecture.
Resim 4. İkinci Peyzaj örnekleri. https://tr.pinterest.com/giersch/chateau-de-villandry/ & https://www.featurepics.com/online/Rural-Landscape-Fence-2214755.aspx

1940’larda biyolog Ludwig von Bertalanffy’nin doğada, toplumda, bilimde karmaşık yapıların birlikte çalışan sistemler olduğu iddia ettiği Sistem Teorisini geliştirmesi ile doğa ve kültür arasındaki keskin ayrım silikleşir.  Yaşayanların dünyası bütünsel işleyen bir sistem olarak ele alınmaya başlanır. Hayvanlar, bitkiler insanlar, taşlar, su, hepsi dinamik bir ilişki ağının bir parçasıdır ve insanlar ve doğa arasında dışsal bir ilişki mümkün değildir (Resim 5).

Resim 5. Sistem teorisine göre yaşayanların dünyası. Martin Prominski, 2014. “Andscapes: Concepts of nature and culture for landscape architecture in the ‘Anthropocene’”, Journal of Landscape Architecture.

 Üçüncü Peyzaj ise Birinci Peyzajın yeniden doğuşu gibidir. Son dönemde gördüğümüz, kent-kır, insan-doğa ayrımını yapmanın zorlaştığı hibrit peyzajlardır. Üçüncü Peyzaj, peyzajlardır. Sürekli değişen insan etkileşiminin, sürekli değişen fiziksel çevresidir. Bu sebeple topoğrafyayla, politik kararlarla oluşan bir peyzaj değil de, yer’e özgü örgütlenmeler ve çalışma, rekreasyonel, sosyal bağlantılar, doğayla kontaklar, yabancı dünyalarla iletişim gibi  yerel topluluğun ihityaçlarına hizmet edecek mekanlar oluşumunu kapsar. Politik statüleri olmayan, plansız, enformal, yerel alışkanlıklarla evrilen, malzeme değişiklikleri ile araziye uyumlanmaları bir iki yıldan çok sürmeyen üretken topluluklardır.

Endüstriyel toplum, park yerleri, alışveriş merkezleri, anayollar gibi hiçbir atmosferi olmayan yeni tüketim yerleri Üçüncü Peyzajdır. Üçüncü Peyzajda yer’in öneminden bahsettiğimizde, bu sadece doğal çevreyi değil, içindeki insanları da kapsar. Topluluklara gelince, temel servislere sahip bir grubun empoze etmesinin yerine, inşaat alanları, rekreasyon alanları, yürüyüş rotaları, göçmen mahalleleri, yerel toplulukları içeren farklı topluluklar mevcuttur.

Resim 6. Üçüncü Peyzaj Örnekleri.  https://www.pinterest.co.uk/rivermillcrafts/?redirected=1 & http://www.southeastroads.com/volusia.html

Üçüncü Peyzajın ilişki biçimlerine gelince ağlar görürüz. Dünya, farklı boyutlarda sonsuz sayıda sosyal çevre içerir. Sosyal çevreleri oluşturan içideki objeler değil, ilişkileridir. Her sosyal çevre açık bir ağdır ve diğer çevrelerle örtüşür. İlişkisel karakterinden ötürü, insanları sosyal çevreden izole etmek imkasızdır. İnsan varoluşu gereği ‘arada olan’dır, ayrılamaz.

Resim 7. Üçüncü Peyzajdaki ağlar, sosyal ilişkiler. Martin Prominski, 2014. “Andscapes: Concepts of nature and culture for landscape architecture in the ‘Anthropocene’”, Journal of Landscape Architecture.

Sonuç olarak, J.B. Jackson’ın peyzaj kategorizasyonu göstermekte ki, insanın doğa ile ilgili kurduğu ilişki, her türlü peyzaj müdahalesine meşruiyeti kazandıran temeli oluşturuyor.  Projeler buna göre çeşitleniyor. Örneğin Alman Nazi ekolünün yerel bitkileri ve doğal bahçeleri tercih etmesinin sebebi Ulusal Sosyalizm politikalarıyla yakından ilgili. Doğayla uyum içinde olma, koruma ya da doğal süreçleri yansıtma gibi kavramlar kullandığımız anda bile aslında insan toplulukları için bir yaşam modeli tanımlıyoruz. Yani, doğayı aklımızdaki ideal modele göre yeniden yeniden oluşturuyoruz. Bu noktada tıpkı peyzaj kuramcısı Ann Whiston Spirn’in iddia ettiği gibi, aslında herşey “insan olmayan şeylerin kendi otonomluğu ve bizim onlara atfettiğimiz olgu ve anlamlar arasındaki gerilim”[4]den kaynaklanmakta. Bunun yanında doğa da bizim onu şekillendirdiğimiz biçimiyle bizi etkiliyor, bizi değiştiriyor. Mesela Manuel Castells kollektif tüketim malları üzerine teorisini bu malların ekonomiyi ve toplumsal sistemi nasıl da ayakta tutmak için varolduğundan bahsediyor. Castells[5]’e göre kollektif tüketim mallarından kentsel kamusal yeşil alanlar emeğin yeniden üretiminin ve toplumsal sistemin devamlılığının olmazsa olmazlarından. Doğayı yeniden yeniden üretmemizin üzerinden yüzyıllar ve çeşitli deneyimler geçtikçe artık insan-doğa ilişkisinde kimin kimi ne derece biçimlendirdiği gittikçe daha karmaşık bir hal alıyor. Bu sebeple, insan aklı doğayı araçsallaştırdığı andan itibaren vahşi doğa zaten yok oldu. Aradığımız, özlemini çektiğimiz belki de hiç görmediğimiz bir rüya.

[1] Wolfram Höfer & Ludwig Trepl (2010) Jackson’s Concluding with landscapes – full circle, Journal of Landscape Architecture, 5:2, 40-51.

[2] John Brinckerhoff Jackson, Concluding with Landscapes, Discovering the Vernacular Landscape, Yale University Press, 147-157.

[3] Martin Prominski, 2014. “Andscapes: Concepts of nature and culture for landscape architecture in the ‘Anthropocene”, Journal of Landscape Architecture.

[4] Anne Whiston Spirn, “The Authority of Nature: Conflict and Confusion in Landscape Architecture”, in Nature and Ideology: Natural Garden Design in the Twentieth Century, ed Joachim Wolschke Bulmahn, 249-262 (Washington D.C: Dumbarton Oaks Research Library and Collection, 1997), 260.

[5] Manuel Castells, 1978. Collective Consumption and Urban Contradictions in Advanced Capitalism içinde City, Class and Power. London: Palgrave.

 

Ebru Bingöl

[Kedi-Siz] Fehmi Öztürk: Birlikte yaşadığım dört kedi de beni buldu

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Biri çıkıp sorsa; “şu hayatta bildiğin en iyi kalpli adam kim?” sanırım en ön sıralarda bu adam yer alır. Fazlası ile seviyorum onu…

Çok uzun zamandır tanışırız. Hayvanların yenmeyeceğini anlayacak kadar bir koca kalp, taze bir vegan, böyle de gider. Kimsesiz kalmış kedilerin Süper kahramanı. Evi kedi ile doldurmuş.

Az bulunacak bir dosttur o. Televizyonda bildiğiniz birçok önemli dizide hep onun parmağı vardır. Onun gibi adamların çevremizde çoğalması dileği ile…

Çünkü o Fehmi Öztürk

***

27 – Fehmi Öztürk: Birlikte yaşadığım dört kedi de beni buldu

Tolga Öztorun: Birbirinden güzel dört güzel kızın babasısın. Zaman içinde hep çaresiz kedileri sahiplendin. Nedir seni bu çaresize yakın kılan?

Fehmi Öztürk: Açıkçası hayvan sevgim çocukluğumdan beri hep oldu. Çocukken tavşanlarımız tavuklarımız köpeklerimiz koyunlarımız güvercinlerimiz vardı. Bayağı hayvanlar içinde geçirdiğim bir çocukluk yaşadım. Hayvanların davranışlarından duygu dünyalarını az çok anlayabiliyordum.

Büyüdükçe eve hapsedilen hayvanlar için üzülmeye başladım, bayağı insanlar tarafından kontrol altında tutulan başka canlılara dönüştüğünü düşünüyorum hayvanların, kaka saatlerini bile biz belirliyoruz.

Eve kedi almaktan çok, dışarıda hayatlarını devam ettiremeyecek hale gelmiş eve alıştırılan ve bakılamayan kedileri alıp onlara alıştırıldıkları ev hayatında daha huzurlu bir ortamda hayatlarına yardımcı olmak niyetiyle evimizin kapılarını açtım…

Şu an dört kediyle yaşıyorum. Pembe, Perihan, Ayten ve Şenay. Dördü de başkaları tarafından satın alınmış, çeşitli sebeplerle bakılamamış kediler.

Tolga Öztorun: Hayatında onlardan sonra neler değişti?

Fehmi Öztürk: Her gelen kediyle mama ve veteriner masrafları arttı :)

Şaka bir tarafa hayatımda çok büyük değişimler olmadı. Dediğim gibi hayvanlar içinde büyüdüğüm için bende büyük değişimler yaratmadı ama özellikle Perihan’ın geçirdiği değişimi görmek canlılar üzerindeki etkimizin iyileştirici özelliği bende iç huzur yarattı.

Perihan çok kedili bir evde hem hayvan hem insan şiddetiyle büyümüş bir kediydi. Eve ilk geldiğinde sadece Pembe vardı, Pembe’ye de insanlara da uzun süre yaklaşmadı hatta bir zarar görecek diye fazlasıyla saldırgandı, diş geçiriyordu tırnaklıyordu. Pembe de ben de sabırla Perihan’ın iyi olacağını bekledik, özellikle Pembe, Perihan’ın tüm saldırılarına tepkisiz kaldı, ben tüm ısırık ve tırnak darbelerine rağmen Pembe’yi okşadığım sevdiğim kadar Perihan’ı okşadım sevdim özen gösterdim.

Perihan kendini sevdirmediği gün Pembe’yi de sevmedim; bu evde her canlı eşit şartlar altında yaşayacağına onu ikna etmeye çalıştım ve başardım. Perihan şu an kucak kedisi olmuş durumda :)

Perihan’daki bu değişimi Pembeyle birlikte gerçekleştirdiğimiz için çok mutluyum.

Tolga Öztorun: Bu dört güzel kız da ırk kediler? Neden bu ırk takıntısı?

Fehmi Öztürk: Birlikte yaşadığım 4 kedi de ırk; Pembe Abbysinian, Perihan Van kedisi, Ayten sfenks ve Şenay Scottish. Dördü de beni buldu diyebilirim.

Pembe ve Perihan senin sayende eve girdi, herhangi bir ırk takıntım yok, seni aradım “hayatımı düzene soktum bir kediyle evimi paylaşabilirim artık” dedim ve tamamen tesadüf önce Pembe bir yıl sonra da yine senin sayende Perihan hayatıma girdi :)

Ayten’i çok yakın bir arkadaşım almıştı; bir gece telefonum çaldı “Fehmi ben bu kediye bakamıyorum; onu mutsuz ettiğimi düşünüyorum senden daha iyi bakacak birini bulamayacağım sanırım, sana getiriyorum” dedi ve Ayten de eve böyle girdi.

Şenay ise iş arkadaşımındı, o da bakamayacağını söyleyince “getir ben bakarım” dedim ve Şenay da hayatımıza bir buçuk ay önce böyle girdi.

Sokaktan kedi almayı çok düşünmedim çünkü bir kedinin yaşaması gereken yerin ev olmadığını düşünüyorum; bu yüzden sokakta yaşama becerileri unutturulmuş kedilerle evimizi paylaşıyorum.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

 

 

 

[Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] Denizdeki Zeytin Ağacı – Eda Uysal

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Denizdeki Zeytin Ağacı

“Sözcüklerin derinliklerinde, bir öykünün en başında ya da en sonunda, küçücük bir ev vardır. Masalların ozanı yani gerçeklere masalsı elbiseler giydiren kişi orada yaşar. Ozan uyuduğunda, rüyasında masallar dans eder. Asla yalnız kalmaz…Ozan sabahleyin bir dolu yeni fikirle uyanır ve durmadan yazar, yazar…Öyküler yazar.”

Denizdeki Zeytin Ağacı, büyülü bir masalın sesiyle göz kapaklarımızı okşayarak başlıyor. Bir öyküdeki ormanın içinde kaybolan yazar, ozanın  masalsı güzelliklerle dolu evinin kapısını çalıyor ve o gece orada misafir ediliyor. Ozanın kahvaltıda ikram ettiği öyküleri bizimle paylaşan Yunanlı yazar Fotini Fragouli’nin “sözcüklerden döşeğine” uzanıp, ağaçların ve kuşların seslerine kulak veriyoruz. On hikayeden oluşan kitabın resimleri Evi Tsaknia tarafından karakalemle çizilmiş. Siyah beyaz resimler, hikayelerin ve dilin sadeliğini vurgulamaya yardımcı oluyor.

Her bir hikayede doğanın bir parçası konu edilirken eko-merkezli düşünce yapısı didaktik değil masalsı bir yumuşaklıkla veriliyor. Yazar, iyi rol modellerle çevreye duyarlılık bilincini aşılarken doğanın dili oluyor. Kimi zaman şehirde binaların arasında büyüyen bir okaliptüs ağacının “Sadece ışık ve hava istiyorum. Işığı ve havayı özlüyorum.” diyen buruk sesine şahit olurken, kimi zaman Evantiya ile konuşan çınar ağacının bilge sesini duyuyoruz.  Mirto ile dolunayın seyrine çıkıp, Yanni ile balon balığını denize kavuşturuyoruz. Yazar, doğa ve çevreyle kopan bağın tamirini insanlar arası ilişkileri düzenleyerek de yapıyor. Dede ve torun diyaloglarıyla çocuklara zaman kavramını sorgulatan “Kayıp Zamanlar” hikayesinde akıp giden zamanda kaybedilmeyen o güzel anılar, jenerasyonlar arası kurulan o sımsıcak bağ içimizi ısıtıyor.

Yazın gelmesini sabırsızlıkla bekleyen Haralambi’ nin kış günü hasır şapka bulmasına yardım eden esnafın çabalarını gösteren “Kafadaki Yaz Mevsimi” ve  kış boyunca kahvehanesine sığınan kırlangıca yem veren kahvecinin öyküsünü anlatan “Kış Kırlangıcı” hikayeleri iyiliğin yaşam döngüsündeki önemini vurguluyor. Bazen geciken ama mutlaka gelen iyilikler küçük bir hediye paketiyle önümüze bırakılıyor. Bereketli zeytin ağacı ile bir çocuğun kurduğu düşlerin yer aldığı kitaba ismini veren “Denizdeki Zeytin Ağacı” adlı öyküde hayal gücünün bizi nerelere götürdüğünü, çocukluk anılarımızda saklı o neşeli anların doğayla kurulan bağlarla tekrar canlandığını gösteriyor. Çocukken yediği zeytinlerin çekirdeklerini denize atan Sotiri denizde bir zeytin ağacının filizleneceği ve kendinin de bir gün kaptan olacağı hayalini kuruyor.

Ülkemizde 117 milyon zeytin ağacının idam fermanı için yasalar yürürlüğe girmeyi beklerken,  Fotini Fragouli Yunan kıyılarına zeytin çekirdeklerini serpiştiriyor. Yazar, tüm evrendeki canlıların yaşama hakkını sevgi sözcükleriyle savunuyor ve iyilik tohumlarını okurların kalplerine de ekiyor. Büyürken koruduğu tek şeyin hayalleri olan Kaptan Sotiri gibi kim bilir belki bir gün “sonsuz, sınırsız düşler kuran” çocukların karşısına da denizde bir zeytin ağacı çıkıverir?

Yazar: Fotini Fragouli

Resimleyen: Evi Tsaknia

Türkçesi: Seda Kostik

Kuraldışı Yayıncılık

64syf- 6 +

 

Eda Uysal

40 Şizofrenden 1 Öykü- Özlem Çuhadar

“İntihar geçici bir çözüm olabilir belki ama geride kalanlar, kim olursa olsun bir süre sonra seni unutacak. Yaşama bir iz bırak… İntihara karşı ölümsüzlük bu… Hayat ağacına bir çentik at! Sanatla uğraş; mesela öykü yaz, resim çalış.  Ama ne yaparsan yap, en iyisini sen yap”  dedi. Tamam dedi İdris, gözü parladı.” ( s.142)

” 40 Şizofrenden 1 Öykü”;   personaya meydan okurken,  arafta kalmanın sancılarını da duyumsadığım,  hem gerçeğin hem de kurmacanın parodisi niteliğinde bir öykü kitabı,  bir ironi çeşitlemesi.

Kendisi de bir şizofren olan Okay Uludok,  öykülerinde hayal gücünün sonsuzluğuna yaslanarak,  bir bedene gizlenmiş çok sayıda şizofren karakteri, mizahın direngenliğiyle buluşturmuş. Zengin malzemesiyle,  absürdü fantastikle bütünleştiren;  deliliğin gizemli olduğu kadar trajik tarihiyle de yüzleşmemiz için kapı aralayan eser,   kırk kısa öyküden oluşmuş.

Uludok’un kitabını okurken eş zamanlı olarak Foucolt’un   ” Deliliğin Tarihi ” adlı eserini de yeniden gözden geçirdim.   Çünkü öykülerdeki anlatıcıların,  bir akıl hastanesine kapatılmaya, uygun olmayan koşullarda tedavi edilmeye veya EKT    ( Elektroşok tedavisi) gibi tedavi yöntemlerine itirazı vardı sanki.

 ” …hem nedir bu hastaların çektikleri! Sürekli hor görülüyor, hatta dövülüyorlar.” “Gün aşırı EKT oluyordu. Sebzeden farkı kalmamıştı…”(s.39)

“… Şimdiye kadar dantel gibi ilmek ilmek ördükleri ağlar EKT yüzünden artık kübist yapıtlara benziyordu.” ” Heyhat! Kader ağlarını örmüştü ve sebzeye dönüşen hastalar akıl hastanesi yönetimi tarafından Esenler Sebze Meyve Hali’nde satışa çıkarıldı.”(s.55)

  “Berber akıl hastanesinden arkadaşıydı. Ama hasta olarak değil berber olarak. Xiaolion genellikle şizofren olan hastaların sakallarını sabunla köpürtüyor, berber de aynı jiletle yirmi kişiyi tıraş ediyordu. Saçlar da makineyle yapılmış eşek tıraşıydı. Sevilen bir şahsiyet değildi arkadaşı. Deli dahi olsalar hastalar adam yerine konmadıklarını anlıyordu. Hastalık bulaşabilirdi birbirlerinden: Hepatit C, AIDS… Allah muhafaza.”(s.77)

Michel Foucault, “Deliliğin Tarihi”  adlı eserinin başında,  Rönesans’ın başlangıç döneminde Avrupa’da, özellikle de Almanya’da delilerin sürgün edilmesine dikkat çeker.   Sürgüne gönderilen delilerin, genellikle gemilere bindirilerek,  kaçmanın olanaksız olduğu teknenin içine hapsedildiklerini,  her şeyin dışında olan büyük belirsizliğe teslim edildiklerini ve yolların en serbest, en açık olanının ortasında, sonsuz kavşağa sağlam bir şekilde zincirlenmiş olarak esir olduklarını vurgulayan Foucault, sonraki dönemlerde burjuva devletinin karanlığında, kötülük alemine mensup olmasından kuşku duyulan herkese yapıldığı gibi delilerin de zorla kapatıldıklarını anlatır. Yazar,  ayrıca kapatmanın 17.yüzyıla özgü bir kurumsal yaratı olduğunu ve zamanla,    kendisini ancak deliliğin zıddı olarak tanımlayabilen,  akla dayalı düzenin inşası için deliliğin toplumsal düzende varlığının şart olduğunu ifade ederek, deliliğe dair felsefi ve politik çıkarımlarda bulunur.

Anlaşılan delilerin akıl hastanelerinde tedavi olmaları ve rehabilite edilmeleri yüzyılları kapsayan toplumsal değişimlerin bir sonucuydu.  Ya delirtilenlere ne demeliydi. İşte Foucault ile Uludok’u buluşturan en önemli unsurlardan biri de deliliğe çok katmanlı bir olgu olarak bakabilmek. Uludok,  şizofreninin nedenleriyle ilgili temel yaklaşımlara denk düşen öyküler yazmış.  Örneğin   “Müzik Ruhun Gıdasıdır” öyküsünde kalıtımsal özelliklerin etkisini vurgularken;  “Elektrik Bağımlısı Salih ile Halis”  öyküsünde ise Amerikancı 12 Eylül 1980 askeri darbesinde, kendilerine elektrik verilerek işkence edilmiş iki arkadaşın durumunu,   kara mizahla absürdü iç içe geçirerek anlatmış.  Özellikle bu öyküyü okurken geçmiş dönemlerin delirtilenlerini düşünmeden edemedim,  Gomidas,  Nezihe Muhiddin ve daha niceleri…

Kitapta saçmanın içindeki gizli gerçeği merakla takip ederken bazen doğrudan,  bazen de satır aralarında çok sayıda esere gönderme yapıldığını fark ettim.  Örneğin   “Godot Seyahat”  öyküsünde,  ölü edebiyat karakterleri ülkesinden Vladimir ve Estragon’un bilirkişi olarak çağrılması, Samuel Beckett’ın yazdığı “Godot’yu Beklerken” adlı oyuna eleştirel bir gönderme niteliğinde.  Absürd tiyatro örneği olan oyunda,  anlamsız bir bekleyiş içerisinde olan ve var oluş sancıları çeken karakterler, varlığın ve hiçliğin karşıtlığını simgelerken,  öyküde ise şizofrenideki perseküsyon ve büyüklük hezeyanını düşündüren bir atmosfer oluşur.

“Şizofren Sinbad” öyküsünde, Binbir Gece Masalları’nın denizler aşıp maceradan maceraya koşan kahramanıyla aynı adı taşıyan,  şizofren ve obsesif tiplemesi Sinbad,  hayalinde halısıyla uçarken çeşitli badireler atlatmak zorunda kalır.

” Delirmek örgütlenmektir bir düşünün abiler.”

Ece Ayhan’ın  “Mor Külhani” şiirine nazire diyebileceğimiz bir epigrafla başlayan “Deliliğin İçinden “adlı öykü,  örgütlenmenin farklı bir biçimine dikkat çekerken,  ” Kendi Kendine Konuşan Şizofren Ağaç Faruk”  öyküsünde ise Melih Cevdet’e ait çok sevdiğim “Rahatı Kaçan Ağaç ” şiirinin dizelerini anımsadım.

“Tanıdığım bir ağaç var

  Etlik bağlarına yakın

  Saadetin adını bile duymamış

  Tanrının işine bakın.

 

 Geceyi gündüzü biliyor

 Dört mevsimi, rüzgârı, karı

 Ay ışığına bayılıyor

 Ama kötülemiyor karanlığı.

 

 Ona bir kitap vereceğim

 Rahatını kaçırmak için

 Bir öğrenegörsün aşkı

 Ağacı o vakit seyredin. “

Öyküdeki ağacımız, “ağacım, bir yere gidemiyorum, elimden ne gelir,” demeyen aydın bir ağaç;  çünkü gölgesinde serinleyen hastalar gibi o da akıl hastası… Üstelik kuşlar dallarına konsun,  ustalar dallarından yeni yeni fidanlar üretip kalem, tahta yapsın, diye dallarını mümkün mertebe göğe uzatırken; kendiliğinden yetişen ağaçlardan silah kabzası da yapıldığını öğrenince kahroluyor…

Bazı öykülerde basından haber metinleri kullanan ya da kurgulayan yazarın,   kurmacayla üst kurmacanın iç içe girdiği bir öykü malzemesi oluşturduğunu söylemek mümkün. “Sahte Peygamber” öyküsünde ve alnında burunla yaşayan adamı anlattığı öyküde, öykü kurgusu,  kurmacanın sınırları zorlanarak adeta fantastik bir şölene dönüştürülmüş.

Yine birçok öyküde,   yabancılaştırma tekniğinin kullanıldığını da düşündüm. Nitekim yazar anlatıcının kimi öykülerin içerisinde bir dış ses olarak varlığı,  kurgusal gerçekliği kıran ve anlatılanların bir yanılsamadan ibaret olduğunu hissettiren epik bir özelliği sergiliyor.

“Okay Uludok,  bu dünyadan itirazını bildirdi.” (s.24)

“Cemaat az kalsın öldürüyordu Sinbad’ı! Ya da biz öyle sanıyorduk. Ne malum?”(s.38)

“Böyle bir şey yok. Sen de inandın. Şizofren misin? “(s.45)

Uludok,  öykülerinde sınırsız üçüncü kişi anlatıcıyı ağırlıklı olarak kullanırken,   mekân olarak da genellikle akıl hastanesini betimlemiş.

Öykülerde dikkatimi çeken bir başka özellik ise öykü kişilerinin çeşitliliği. Yazarın gözlem gücü ile kurgu yeteneğinin birleştiği satırlarda Güvercin Sıdıka Hanım Teyze,  Karga Mafya, aşkı ölüme kendisini ispatlamaya çalışan Örümcek Jack,   koğuş arkadaşlarını beğenmeyen Sümüklüböcek, greve çıkan Bal arıları, grev kırıcı Peygamberdevesi,  aralarında çekim olan otomobiller,  konuşan nazarlık… Birer şizofren öykü kahramanı olarak selamlıyor okuyucuyu.

“İş Hissi”  öyküsüyle, işsizlik sorununa;  “Çiğköfte” öyküsüyle de kaçak göçmenlerin trajedisine dikkat çeken yazarın,  toplumda tabu olarak görülen birçok meseleye,   dinamik ve sürekli eylem içerisinde olan karakterleriyle değinmesi bir nevi arı kovanına çomak sokmak olarak değerlendirilebilir.

Öykü kahramanlarını ve deliliği düşünürken,   kitabı okuduğum dönemde izlediğim Haneke’nin “Mutlu Son” filminden bir sekansa odaklanıyorum: Filmin en gizemli karakterlerinden biri olan on üç yaşındaki Eve’nin,  koruyucu aileye verileceği endişesinden dolayı intihar teşebbüsünde bulunmasının ardından, babayla bir araya geldiklerinde,    babasının yüzüne onun gerçekte hiç kimseyi sevmediğini ve bu yüzden hayatına giren kadınları hep aldattığını haykırması üzerine, babanın samimiyetsiz bir ifadeyle verdiği yanıt,    “deli misin ?”  olur…  Deli misin? diye yanıtlar baba,  kızının sorularını;   bütün akıllı geçinen riyakârlar gibi…

Güneşin balçıkla sıvanamayacağını haykıran asi midir deli?

Uzun tiratların kahramanı Hamlet midir yoksa?

Hayallerinin peşinde koşarak yel değirmenlerine karşı mücadele eden Don Kişot mu,    inanmadığı halde çıkarı uğruna Don Kişot’a yardım eden Sanço mudur gerçekte deli?

Deliliğin dünyası,  gösteri toplumunun zannettiği kadar renkli midir gerçekten;  yoksa acılarla dolu bu dünyanın gerçekliğini örtmeye mi yarar bakışlarımız…

” Akıl hastanesi yerleşkesinin merkezindeki Rodin’in ünlü Düşünen Adam heykeli, olan biten haksızlığa daha fazla dayanamadı ve çatırdayarak canlandı.”(s.39)

Şimdilerde  “Düşünen Adam” heykeli,  yine bir başka heykel olan Dersim’in delisi Sey Uşên’e,   hem hastanenin akıbetinin ne olacağını soruyor hem de yazarın sitemini aktarıyor olabilir mi,  kim bilir?

“En verimli çağımızda insanı şizofren yapıyorlar.”

 

Özlem Çuhadar Koşal

[Babil’den Sonra] İmroz’da bir bozlak ustası

Anadolu erenlerinin son nefeslerinden Ali Ekber Karakuş birkaç gün önce, 14 Kasım akşamı 18.20’de İzmir’de hakka yürüdü. Bedeni 15 Kasım’da Egekent Cem Evi’nden uğurlandı ve Ulukent mezarlığında doğaya- börtü böceğe emanet edildi. Yanına da oğlu Cemal’in Abdal Musa’dan getirdiği yedi elma bırakıldı.

1985’den beri hemen her yıl İmroz’a (Gökçeada’ya) giderim. Ali Ekber amcayla da 2000 yılında Muammer Ketencoğlu’nun Tepeköy’de vereceği bir konser için adaya gittiğimiz sırada tanışmıştım. Kaleköy’de bir lokantada Muammer ve arkadaşlarımızla oturuyorduk. Kalabalık bir gruptuk. Bir ara birisi masamıza bir poşet İmroz üzümü bıraktı. Cemal Karakuş’u ilk o gün tanıdım. Ertesi gün buluşmak üzere sözleştik. Sabah ilk işimiz Kaleköy plajında yer alan Jandarma kampının arkasındaki düzlüğe kurulu çadırlara gitmek oldu. Cemal Karakuş’u bulduk. Ali Ekber amcayla ve Cefayil anayla, Mine’yle ve diğer dostlarla o gün tanıştık. Ondan sonra İmroz benim için daha bir anlam kazandı. Sonra birçok defa Ankara’da veya İmroz’da bir araya geldik.

İmroz,  Kastro (Kaleköy), 2011

Ali Ekber amcayla adada üzüm topladık. Üzümlerden şarap yaptık. İçtik, muhabbet ettik, türküler söyledik, gezdik, dolaştık, deniz kenarına, adanın acı- hüzün kokan eski köylerine gittik.

İmroz,  Agridia (Tepeköy), 2011

Ali Ekber Karakuş 1932 yılında Çorum-Alaca’nın Harhar köyünde dünyaya gelmiş. Müzikle tanışması da 1945’li yıllarda yöre sanatçısı Âşık Hüseyin Çırakman’ın çevresinde gelişen dost meclislerine katılmasıyla başlamış. Ritm çalar, dem tutarmış. O yaşlarda Çerkes düğünlerine de ritm çalması için davet edilirmiş. Oğlu Cemal’in anlattığına göre Ali Ekber amca Çerkes oyunlarını da çok güzel oynarmış.

Ali Ekber amca 1955’de Devlet Demiryollarında santral memuru olarak çalışmaya başlamış. Mors alfabesi öğrenmiş, teleks ve telgraf kullanmış. O yıllarda bütün devlet memurlarına ilk yardım öğretilirmiş. Cemal’in anlattığına göre Ali Ekber amca öğrendiklerini her zaman cesaretle kullanmış, insanları hayata tutundurmuş.

Sonra demiryolları hastanesinde çalışmaya devam etmiş. Oradan da emekli olmuş.

Ankara’da yaşadığı yıllarda da müziğin peşinden gitmiş. Birçok halk müziği sanatçısını da orada tanımış. Bu isimlerden birisi de Feyzullah Çınar’mış.

Emekli olduktan sonra 30 yıl boyunca hep çalışmış milli piyango bileti satmış, manavlık yapmış, baca temizleme işine girmiş. Hepsinin çok güzel, esprili hikâyeleri de var.

İmroz, Agridia (Tepeköy), 2011

Bugün Açık Radyo(94,9) Babil’den Sonra programında Ali Ekber amcanın 2011 yılının gri, soğuk ve rüzgârlı bir sonbahar gününde İmroz’da soba başında buluştuğumuz bir dost meclisinde yaptığım ses kayıtlarını dinleteceğim.

O gün ona bağlamasıyla arkadaşımız Murat Işık eşlik etmişti. Ali Ekber amcanın bugün de İmroz’da yaşayan oğlu Cemal Karakuş ve adaya İstanbul’dan birlikte gittiğim arkadaşım Ali Rıza Özkan ile ben de o gün meclisi tamamlamıştık. Unutulmaz bir gündü benim için.

Çankırı’dan, Kırşehir’e, Çorum’a, Erzincan’a; Malatya’dan, Yozgat’a kadar birçok yerden türküler söyledi Ali Ekber amca. Feyzullah Çınar’dan, Küçük Satı’dan, Âşık Hüseyin Çırakman’dan, Şemsi Yastıman’dan, Sefil Selim’den, Ekrem Çelebi’den, Kul Hüseyin’den, Neşet Ertaş’tan dinlediği, öğrendiği, bildiği türkülerdi bunlar. Onlarca türkü kaydı yaptım o gün. Kayıt kalitesi çok çok iyi olmasa da bu güzel yürekten çıkan bu güzel sesin geride bir kaydının kalması iyi oldu. İlk işim bu kayıtları CD’lere çekip herkese dağıtmak olacak.

2012 yılında Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’ni kurarken aydınlardan-sanatçılardan yüzlerce destek yazıları gelmişti. Doğa tutkunu Ali Ekber amca ve oğlu Cemal de canı gönülden yazdıkları yazılarıyla bizi onurlandırmış, cesaretlendirmişlerdi.

Sonra uzun süren bir hastalık dönemi başladı onun için. Artık türkü söylemekte zorlanıyordu. Yıllardır öğrendiği türkülerini yazdığı defterini de o günlerde Satılmış Dede’ye emanet etmişler.

Çeşme, Alaçatı, Germiyan Köyü, 2014

2014 yılında Çeşme-Germiyan Köyü’nde yaşadığım günlerde İzmir’den beni ziyarete gelmişlerdi. Kızı Mine’nin rahatsızlığı ilerliyordu. Önce Mine hayata veda etti. Geçen gün de Ali Ekber amcayı hakka uğurladık.

Doğada hiçbir şey yok olmuyor. Başka bir şeye dönüşerek yaşamaya devam ediyor. Alevi inancında da ölmek- yok olmak diye bir şey yok. Yaşamın başka canlıların yaşamında devam ettiğine inanılır. O nedenle de insanın vefatı hayatının sonu olarak görülmez. Tanrısal öz taşıyan insanın, nurundan yaratıldığı hakka geri döndüğü, hakka gittiği kabul edilir. Mutlak ölüm yoktur, göçmek, sır olmak vardır. Aslına dönenin ondan sonraki hayatı, geride kalan bizler için bir sırdır, bilemiyoruz. Ama Ali Ekber amcanın doğanın-yaşamın döngüsüne karışan bedeninin- rüzgâra karışan ruhunun-sesinin yeryüzündeki yolculuğu sonsuza kadar devam edecek. Bunu biliyoruz.

İmroz, Gliki (Eski Bademli), 2011

Ali Ekber Karakuş’un anıları ruhumuzda, aklımızda; güzel insan yüzü her an gözlerimizin önünde; sesi-sözü kulaklarımızda; dokunuşu-kucaklamaları tenlerimizde sonsuza kadar kalacak.

Anadolulu hem şehrimiz yazar William Saroyan diyordu ki: Hiç kimse hakkında bir şey yazılmadan, söylenmeden bu dünyadan gitmemeli. Ben de bugün buraya Ali Ekber Karakuş’u yazmak istedim. Onun hakkında daha çok şeyler yazacak-söyleyecek olanlar vardır elbette.

“Kimseye yük olmadı. Hep başkalarını düşündü.” diyordu oğlu Cemal. Öyle ki, sözlü vasiyetinde ben nerede ölürsem beni orada toprağa verin diyormuş. Geride kalanlara, sevenlerine “Beni oradan oraya taşıma külfetini yaşamayın!” diyor yani. Öyle de oldu. 14 Kasım’da İzmir’de hayata veda etti ve Ankara’da veya İmroz’da değil, hemen oracıkta İzmir- Ulukent mezarlığında doğaya- toprağa emanet edildi.

Ruhu şad olsun Ali Ekber amcamın. Onun hizmet ettiği gerçeklerin demi her zaman bizlere kılavuz olsun.

 

Ercüment Gürçay

[Erozyonla Mücadele Haftası] Türkiye’nin yüzde 86’sı erozyona uğruyor

TEMA Vakfı, bu yıl Erozyonla Mücadele Haftası’nda (13-19 Kasım) toprak bozulumu konusuna vurgu yaptı. Toprak bozulumunun toprak kaybı ve toprağın üretkenliğindeki azalmayı ifade ettiğini söyleyen TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, “Toprak gıda, ilaç, temiz su temini, üretim, su ve besin döngüsü ile iklim ve su rejimini düzenleme, karadaki tüm canlıların yaşamlarına ortam sağlama gibi çok sayıda hizmet üretiyor. Toprak bozulumu, tüm canlılar için yaşamsal önemi olan toprağın sunduğu hizmetlerin azalmasıdır. Tüm karasal yaşam doğrudan toprağa bağlıdır ve yaşam toprakta filizlenir. Toprak bozulumu insanlığın ve seslerini duyamadığımız tüm canlıların yaşam hakkı ve yaşam kalitesini etkiler. Bu nedenle ülke genelinde toprak yürüyüşleri, tanıtım ve bilgilendirme için stant çalışmaları ve eğitim etkinlikleri yaparak toprak bozulumuna dikkat çekeceğiz” dedi.

Fotoğraf: Emrah Taşkıran

Toprak karnemiz zayıflarla dolu: Türkiye’nin yüzde 86’sında erezyon görülüyor

Toprağın yaşamsal önemine rağmen yeterince korunmadığına, Türkiye’de ve dünyada toprak bozulumu görüldüğüne değinen TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı, “Dünyada ekilebilir arazilerin %33’ünün toprak bozulumuna uğradığı biliniyor. Türkiye’de erozyon hala en büyük toprak bozulumu nedenlerinin başında geliyor. Topraklarımızın %86’sında erozyon görülüyor. Erozyonla toprağın en verimli olan ve ona hayat veren üst kısmını kaybediyoruz. Büyüyen kentler ve tarım topraklarının tarım dışı alanlara tahsisi nedeniyle verimli tarım alanları beton ve asfalt ile örtülüyor. Oysa toprak yaşamın kaynağıdır. Sadece insanlar için değil, karada yaşayan tüm canlıların varlığı toprağa bağlıdır. Toprak insanlık için barış, huzur ve zenginliktir. Bugün dünyada fakirlik, savaş ve huzursuzluk olan bölgelere dikkatlice baktığınızda toprağın verimsizleştiği ve çöle dönüştüğü bölgeler olduğunu görürsünüz. Buna rağmen bugün toprak varlığının ekonomik, sosyal ve ekolojik öneminin yeterince anlaşılmadığını görüyoruz. Çünkü dünyada toprakların 1/3’ü insan eliyle bozuluma uğramış durumda. Koruma tedbirleri alınmadan yapılan toprak işlemesi erozyonu arttırırken bilinçsizce yapılan gübreleme de toprağın kimyasını bozuyor. Pestisit olarak isimlendirilen tarım kimyasalları toprak canlılarını yok ediyor. Toprak ekosistemini bozan tüm bu uygulamalarla toprak verimsizleştiriliyor. Ayrıca kentleşme arttıkça toprak ile bağı azalıyor. Toprak bozulumu kentte veya kırda herkesin sorunudur. Bu nedenle Erozyonla Mücadele Haftası’nda tüm bunlara dokunmayı, toprağın yaşamımız ve diğer canlılar için önemine dikkat çekmeyi, toprak hakkında farkındalık yaratmayı amaçlıyoruz” dedi.

Sürdürülebilir tarım ve toprak yönetimi vazgeçilmez

Toprakların korunması için önlemler alınması gerektiğini ve kötü gidişi tersine çevirmenin mümkün olduğunu söylerek sözlerine devam eden Deniz Ataç, “Erozyon ve toprak bozulumunu önleyebilmek için sürdürülebilir arazi yönetimi yapılması büyük önem taşıyor. Arazi işleyenlerin ve karar vericilerin erozyonu önleyen ve toprağı koruyucu tedbirler alması önem arz ediyor. İşlemesiz tarım yapılması ya da toprak işleme sayısının azaltılması, eğimli arazilerde seki teraslar tesis edilmesi, eğim yönünde sürüm yapılmaması gibi çok temel tedbirler uygulanarak erozyon büyük ölçüde kontrol altına alınabilir. Bireyler de bu kapsamda yürütülen teraslama, ağaçlandırma ve bitkilendirme çalışmalarına, meraların ve ormanların korunmasına destek verebilir, toprak kaybına karşı farkındalık çalışmalarına katkı sağlayabilirler. Kamunun yapması gereken önemli çalışmalar da var. Örneğin; tarım arazilerinde teras tesisi destekleri verilmesi, kontür şeritvari, tarla şeritvari ekim sistemleri ile yeşil gübreleme, ürün rotasyonu gibi uygulamaları teşvik edecek mekanizmalar oluşturulması önemlidir” şeklinde konuştu.

 

(Yeşil Gazete)

[Bonn 2017] Ankara iklim değişikliği zirvesinde sunulan taslak öneriye olumsuz bakmıyor

Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, DW Türkçe’den Özge Artunç‘a konuştu. Bonn’da 6 Kasım’da başlayan ve bugün (17 Kasım) sona erecek olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği 23. Taraflar Konferansı‘na ilişkin konuşan Özhaseki, Türkiye’ye Paris Anlaşması’nı kabul etmesi için 3 maddelik taslak öneri sunulduğunu, bu maddeler “kabul edilebilir” nitelikte olduğunu söyledi.

Türkiye ile müzakereleri, konferansa başkanlık eden Fiji adına Almanya Çevre Bakanlığı Müsteşarı Jochen Flasbarth‘ın yürüttüğünü belirten Özhaseki, “Bu konuda üç maddelik bir müzakere neticesi bize sundular. Biz görüştük, baktık. Tam istediğimiz gibi değilse bile en azından kabul edebileceğimiz bir şey olduğunu kendilerine söyledik” dedi.

Türkiye’ye sunulan maddelerle Ankara’nın şartlarının biraz daha netleştiren bir ortam oluştuğunu vurgulayan Özhaseki, metnin içeriğine de değindi. Özhaseki, “Türkiye’nin (fonlara) erişim noktasında karşısına çıkabilecek engelleri kaldırmaya çalışan bir madde var. Bir takım irtirazları giderici, insanların kafasını biraz daha netleştirici bir takım maddeler var” dedi.

BM Genel Sekreterinin tutumu memnuniyet yarattı

Türkiye’nin taleplerinin yerine getirilmesi için gösterilen gayretleri takdirle karşıladıklarını belirten Özhaseki, konunun Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres‘le yapılan görüşmede de ele alındığını söyledi. Özhaseki, “Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ile yaptığımız görüşmede çok daha sıcak bir ortamda bize hak verdiği gibi, bize nasıl yardımcı olacağını sorup, bilfiil işin içerisine girdiği ortam da doğdu. Bundan da memnuniyet duyduk” diye konuştu.

Paris Anlaşması’na göre, ülkelerin yenilenebilir enerjiye geçişine yardım için kurulan BM’nin Yeşil İklim Fonu’ndan (GCF) gelişmiş ülkeler faydalanamıyor. Türkiye de Paris Anlaşması’na temel oluşturan 1992 tarihli BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (UNFCCC) göre gelişmiş ülke sınıfında olduğu için bu fondan destek alamıyor.

Ancak Türkiye, 22 Nisan 2016’da Paris Anlaşması’nı, gelişmekte olan bir ülke olarak imzaladığını duyurdu ve 2015’teki BM İklim Değişikliği Konferansı’nda bu fondan faydalanabileceğine dair Fransa’dan güvence aldığını açıkladı.

Ankara’nın bir başka itirazı da GCF fonu kuralları yüzünden, GCF’in dahil olduğu diğer ortak iklim finansmanı programlarından da yararlanamamasına yönelik.

Türkiye’nin taleplerinin konuşulduğu Bonn’daki konferansta, Ankara’nın fondan destek almasına özellikle gelişmekte olan ülkelerin karşı çıktığı belirtiliyor.

Türkiye’nin taleplerine yönelik itirazları eleştiren Çevre Bakanı Özhaseki, “Bizim hiç yardım alacak ülkelerin parasında gözümüz yok. O pastadan illa pay alalım diye bir derdimiz yok. Ancak Türkiye’nin kendine has özel şartlarının belirlenmesi lazım diye düşünüyoruz. Bu şartların belirlenmesi için özellikle bastırıyoruz” dedi.

 

(DW Türkçe)

Van Gölü’ndeki sazlıklar kayyım atanan belediye tarafından yok ediliyor

Kayyım atanan Van’a bağlı Edremit Belediyesi, Van Gölü kıyısında bulunan ve birçok canlının yaşam alanı olan sazlıkları yok ediyor.

Mezapotamya Haber Ajansı’nın haberine göre, yüzlerce kuş türüne ev sahipliği yapan Van Gölü çevresindeki sulak alanlar, bilinçsiz kentleşme projeleri nedeniyle bir bir kurutuluyor. Bu alanlardan biri de Van’ın Edremit ilçesindeki sazlıklar.

Van Gölü etrafında bulunan kilometrelerce sazlık alan, kayyım atanan Edremit Belediyesi tarafından yok edildi. Yok edilen sazlık alanlarda, özellikle tehdit altında olan Dikkuyruk adlı yabani ördekler barınıyordu.

Doğa Derneği üyesi Can Yeniyurt, Van Gölü çevresine yapılan inşaatlar ve göl kıyısının taş, toprakla doldurulmasının birçok canlının yaşamını tehdit ettiğini belirtti.

Dikkuyruk

Sazlıkların sulak alanların böbreği olduğunu kaydeden Yeniyurt, “Böbreklerin vücudumuzdaki kanı temizlemesi gibi sazlıklar da alanları kirleticilerden arındırır. Bunun soncunda sazlık alanların azalması sulak alanların kirlenmesine sebebiyet verebilir” dedi. ‘

Sazlıkların aynı zamanda sulak alanlarda yaşayan canlıların yaşam alanları olduğunu vurgulayan Yeniyurt, “Örneğin balıklar ve su kuşları üremek için sazlık alanların aralarına gizlenerek avcılarından korunurlar. Kamışçın ve Bıyıklı Baştankara gibi kuşlar da sazlıkların arasında yaşar. Sazlıkların yok olması burada yaşayan tüm bu canlıların yok olmasına neden olur.”

Kayyım atanan Erciş Belediyesi, Van Gölü’ne binlerce ton hafriyat dökülmesine izin verdi!

 

(Mezapotamya Haber Ajansı, Artı Gerçek)

Malatya’nın Kristal Kayısı’sında en iyi film ödülü “Daha”ya gitti

7. Malatya Uluslararası Film Festivali kapanış töreni dün akşam gerçekleşti. Ulusal Yarışma En İyi Film Ödülü de Onur Saylak’ın yönettiği “Daha” filmine verildi.

Onur Saylak

Bu yıl 7.si düzenlenen festivalin Onur Ödülü’nün sahibi kariyerinin başından itibaren dünya sinemasına damgasını vurmayı başarmış, İranlı kadın sinemacı Rahkshan Bani Etemad oldu. Ödülünü Festival Başkanı ve Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Çakır’ın elinden alan yönetmen, “Burada bulunmaktan çok gurur ve mutluluk duyuyorum” dedi.

Ödül Gecesi’nde Siyad Ödülü’nün sahibi ise insanlığın güncel ve ertelenemez sorunlarına yaklaşımındaki tutarlı, dengeli ve sağaltıcı bakış açısı ve işlenmesi zor konuyu yalın bir dille sinemalaştırmasındaki başarısı nedeniyle Semih Kaplanoğlu’nun yönettiği  “Buğday” filminin olurken, Kemal Sunal Halk Ödülü ise Ümit Ünal’ın yönettiği “Sofra Sırları” filminin oldu.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali Ödüllerinin tam listesi: 

Ulusal Ödüller

  •  En İyi Film Kristal Kayısı Ödülü DAHA
  • En İyi Yönetmen Kristal Kayısı Ödülü SARI SICAK (FİKRET REYHAN)
  • En İyi Senaryo Kristal Kayısı Ödülü SARI SICAK (FİKRET REYHAN)
  •  En İyi Görüntü Yönetmeni Kristal Kayısı Ödülü GILES NUTTGENS (BUĞDAY)
  •  En İyi Kadın Oyuncu Kristal Kayısı Ödülü BAŞAK KÖKLÜKAYA (İŞE YARAR BİR ŞEY)
  •  En İyi Erkek Oyuncu Kristal Kayısı Ödülü AHMET MÜMTAZ TAYLAN (DAHA)
  •  En İyi Kurgu Kristal Kayısı Ödülü ÖMER GÜNÜVAR / FİKRET REYHAN (SARI SICAK)
  •  En İyi Sanat Yönetmeni Kristal Kayısı Ödülü NAZ ERAYDA (BUĞDAY)
  •  Fahri Kayahan En İyi Müzik Kristal Kayısı Ödülü KORHAN FUTACI (KIRIK KALPLER BANKASI)
  •  Jüri Özel Ödülü Kristal Kayısı Ödülü EKSİ BİR (YASEMİN KÜÇÜKÇAVDAR)
  •  En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Kristal Kayısı Ödülü (ÖYKÜ KARAYEL – İŞE YARAR BİR ŞEY)
  •  En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Kristal Kayısı Ödülü (MEHMET ÖZGÜR – SARI SICAK)
  •  Umut Vadeden Kadın Oyuncu Kristal Kayısı Ödülü İNCİNUR DAŞDEMİR (MURTAZA)
  •  Umut Vadeden Erkek Oyuncu Kristal Kayısı Ödülü HAYAT VAN ECK (DAHA)
  •  Ulusal Kısa Metraj En İyi Film KOT FARKI (AYRİS ALPTEKİN)
  •  Ulusal Kısa Metraj En İyi İkinci Film BİR İŞ GÖRÜŞMESİ HİKAYESİ (ALKIM ÖZMEN)
  •  Ulusal Kısa Metraj En İyi Üçüncü Film TOPRAK (ONUR YAĞIZ)
  •  Ulusal Kısa Metraj Jüri Özel Ödülü VADİ (SALİH TOPRAK – CAN ERKAN)

Uluslararası Ödüller

  •  Kristal Kayısı En İyi FilmÖdülü“Nar Bağı” / Pomegranate Orchard
  •  Kristal Kayısı Jüri Özel ÖdülüHayat Van Eck (Daha)
  •  Uluslararası En İyi Kısa Metraj Film “Annemle Geçen Bir Yaz” (Summer Time with My Mother)

Özel Ödüller

  •  NETPAC ÖDÜLÜ Mavi Sessizlik / Bülent Öztürk
  •  SİYAD ÖDÜLÜ Buğday / Semih Kaplanoğlu
  •  KEMAL SUNAL HALK ÖDÜLÜ Sofra Sırları / Ümit Ünal

Malatya Film Platformu

  •  TRT Ön Alım Yapım Destek Ödülü Birlikte Öleceğiz (Hakkı Kurtuluş, Melik Saraçoğlu, Aslı Erdem)
  •  Ertem Eğilmez Aile Filmleri Yapım Destek Ödülü Julia’ya Aşık Olmak (Alp Kamber, Kamil Koç)

 

(Beyaz Perde)

Deniz ekosistemi tehlike altında: Hayvanların midesinden plastik çıktı!

Newcastle Üniversitesi akademisyenleri tarafından yürütülen araştırmada plastik kirliliği konusunda “çok endişe verici bulgular” ortaya çıktı. Araştırma Pasifik Okyanus’unun en derin noktalarında yaşayan hayvanlar üzerinde yapılan araştırmada muhtemelen plastik şişe, ambalaj ve sentetik kıyafetlerden kaynaklanan plastik lifler bulundu.

Araştırmanın başında bulunan Dr. Alan Jamieson, bulguların dehşet verici olduğunu ve plastik kirliliğinin yer yüzünün her köşesine yayıldığını kanıtladığını söyledi ve “Plastik kirliliği her yere o kadar nüfuz etmiş ki, artık yeryüzünün ne kadar uzak ve ulaşılamayan bir köşesi dahi bundan kaçamıyor” dedi.

Pasifik Okyanusu’nun genelinde, Mariana, Japonya, Izu-Bonin, Peru, Şili, New Hebrides ve Kermadec açıklarında, dünyanın en derin noktası olan Mariana çukuru da dahil, okyanusun derin noktalarında yapılan araştırma hakkında bilgi veren Jamieson şöyle devam etti:

“Denizlerin 11 km derinindeki hayvanlardan bile plastik lifler çıkması sorunun boyutunu ortaya koyuyor. Ayrıca bu bulgulara ulaştığımız yerlerin sayısı da az değil. Birbirinden binlerce kilometre uzak noktalarda aynı bulgulara ulaşmamız bunun bölgesel değil küresel bir sorun olduğunu teyit ediyor.”

Bu yılın başlarında bilim insanları dünya çapında musluk sularının yüzde 83’ünde plastik kalıntısı bulmuşken, başka bir araştırma ise kaya tuzu ve balıklarda da plastik bulgularına rastlamıştı. 1950’lerden bu yana insanlığın 8.3 milyar ton plastik ürettiğini belirten bilim insanları bu durumun gezegenin kalıcı olarak kirlenmesi riski oluşturduğunu aktarıyor.

 

(Cumhuriyet)