Ana Sayfa Blog Sayfa 2945

Bal arıları 57 farklı pestisit yüzünden ölüyor

Yapılan yeni bir araştırmada Avrupa’da bal arılarının 57 farklı pestisit (kimyasal böcek ilacı) yüzünden öldüğü ortaya çıktı.

Hem ABD hem de Avrupa’da koloni çöküş hastalığı (CCD) adıyla bilinen bir hastalık sebebiyle arı popülasyonlarında dramatik düşüşler yaşanıyor. Daha önce pestisit kullanımı ve arı ölümleri arasında bağlantı kuran çok sayıda araştırma yayınlanmıştı. Arıların ölümü, mahsüllerin ve yabani bitkilerin yüzde 80’i arıla tarafından taşınan polenlerle döllendiği için büyük önem arz ediyor.

honeycomb

Zehirlenerek ölmüş arılar üstünde 200 farklı pestisit denendi

Polonya’da bulunan Veterinerlik Araştırma Enstitüsü’nde yürütülen deneylerde zehirlenerek ölmüş arılar üstünde 200 farklı pestisit denendi. Bu pestisitlerin hepsi AB tarafından onaylanmıştı. Araştırma ekibi 70’den fazla bal arısının zehirlenme vakasını inceledi arıların üstünde 57 farklı pestisit çıktı.

2013 yılında Avrupa Komisyonu  neonicotinoid adı verilen kimyasalı içeren üç farklı böcek ilacını yasaklamıştı. Öte yandan son bilimsel bulgular bulguların ortaya çıkışıyla Avrupa’dan 80’den fazla STK’nın oluşturduğu Arıları Koruyun (Save The Bees) koalisyonu  böceklerin sinir sistemini felç ederek arıları öldürdüğü düşünülen neonicotinoid kimyasalını içeren bütün kimyasalların yasaklanmasını talep ediyor.

Seralarda kullanılan ilaçlar bile zararlı

Dış ortamda ekilen ekinlerde pestisitlerin hepsi arılara bir şekilde zarar veriyor. Greenpeace’in Bilim biriminin yayınladığı bir araştırmaya göre ise neonicotinoid içeren ilaçlar seralardaki mahsullerde kullanıldığında bile arıları etkiliyor.  İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nden Kirsten Thompson sadece mahsulleri değil etraftaki yaban hayatı da zehirlediğini hem  arıların hem de polen diğer böceklerin korunması için neonicotinoid içeren haşere ilaçlarının tamamen yasaklanması gerektiğini söylüyor. AB’nin bu yıl yıl haşere ilaçlarında yasağın kapsamını genişletmesi bekleniyor ama STK’ların taleplerinin ne kadarının karşılanacağı bilinmiyor.

 

(Yeşil Gündem)

Bisiklet süren kadına “tahrik” suçlamasına Belediye Başkanı’ndan özür

Zonguldak’ta Filyos Belde Belediye Başkanı Ömer Ünal, korumasının sahilde bisiklete binen kadınları taciz ettiği iddiaları üzerine özür diledi.

Ünal’ın koruması olduğu belirtilen Selçuk K.’nın 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde bisiklete binen kadınlara “Filyos’ta kadınların bisiklete binmesini istemiyoruz. Bisiklete binerek herkesi tahrik ediyorsunuz. (…) Evli kadınsın, utanmıyor musun?” dediği, bir kadının boğazını sıkıp eşini tehdit ettiği öne sürülmüştü.

Bisiklete binen kadınlar da bunun üzerine şikayetçi olmuştu.

Evrensel’in haberine göre Zonguldak Kadın Platformu üyeleri, bisiklet sürmek için bir kez daha Filyos’a geldi. Kadınları karşılayanların arasında bulunan Filyos Belde Belediye Başkanı Ömer Ünal, olayın yargıda olduğunu belirterek koruması adına özür dilediğini söyledi.

Başkan şöyle devam etti: “İstediğiniz zaman Filyos’a gelebilirsiniz. Benim eşim de sahilde dolaşıyor. Burada kimse kimseyi rahatsız etmez, taciz etmez. Bu olay şahsidir, siyasi değildir, bizle bir bağlantısı yoktur. Biz de size yardımcı olalım sizinle bisikletle gezelim.”

 

(Diken)

Türkiye’nin ilk ekolojik çocuk yuvasına ABD’den “yeşil” sertifika

Kadıköy Belediyesi tarafından geçtiğimiz yıl hizmete açılan ve Dünya Mimarlık Festivali’nde dünyanın en iyi tasarlanan 10 okulu arasına giren Bahriye Üçok Ekolojik Çocuk Yuvası, büyük bir başarıya daha imza atarak Türkiye’de LEED Platin Sertifikası almaya hak kazanan ilk eğitim kurumu oldu.

Amerikan Yeşil Bina Konseyi tarafından verilen LEED (Leadership in Energy and Environmental Design) sertifikası, uluslararası derecelendirme sistemleri içerisinde dünyada en yaygın olarak kullanılan çevre dostu bina sertifikası olma özelliğini taşıyor. Binaların sağlıklı ve çevreci olmasını sağlayan sistem olan LEED sertifikasını Türkiye’de yuva olarak alan ilk eğitim kurumu, Bahriye Üçok Ekolojik Çocuk Yuvası oldu. Eğitim kurumunun LEED Platin Sertifikası almasını sağlayan uygulamalar ise şöyle:

Sürdürülebilir araziler

LEED’in önemli amaçlarından biri, bireysel araç kullanımını azaltmak ve alternatif ulaşım yöntemlerine teşvik etmek. Bu amaç kapsamında toplu taşıma olanaklarına erişim önem taşıyor. Yuva konumu toplu taşıma olanaklarına yakın olduğu için, araç kullanımına ihtiyaç duyulmadan yürüyerek bu servislerden faydalanılıyor. Bisiklet kullanımını teşvik edici uygulamalar da proje kapsamında gerçekleştirildi ve yuvaya bisiklet park yeri yapıldı.

Su verimliliği

Çevresel kaynakların korunması hedefiyle LEED’in önem verdiği bir diğer başlık ise, proje alanlarında su verimliliğinin sağlanması. Yuvada kullanılan düşük debili vitrifiye armatürler ve düşük hacimli rezervuarlar ile iç mekânda yüzde 51 su tasarrufu sağlandı.

Enerji ve atmosfer

Projede ozon tabakasını incelten ve küresel ısınmayı tetikleyen kloroflorokarbonları (CFCs) içermeyen soğutuculara sahip ısıtma, soğutma ve havalandırma (HVAC) sistemleri kullanıldı.

Malzeme ve kaynaklar

Ekolojik yuvada geri dönüşümü sağlamak için ortak mekânlara geri dönüşüm kutuları yerleştirildi. Malzeme seçiminde yerel ve geri dönüştürülmüş içeriğe sahip olanların seçilmesine özen gösterildi.

Hava kirlilik kontrolü

İç mekân kalitesi kapsamında bina girişlerine konulan paspaslar, iç mekân hava kirlilik kontrolünü sağlamak amacıyla uygulandı. Tehlikeli gaz veya kimyasal madde içeren alanlarda negatif basınçlandırma yapılarak, mahal dışına kirli hava kaçışının önüne geçildi.

Leed Sertifikası

Amerikan Yeşil Bina Konseyi (USGBC) tarafından verilen LEED (Leadership in Energy & Environmental Design), yeşil bina değerlendirme sistemlerinin adıdır. Binanın yeşil bir bina (daha sağlıklı, çevreye duyarlı ve karlı yapılar) olduğunu onaylayan bir sertifikadır. Amerikan Yeşil Bina Konseyi tarafından yapılan derecelendirmede Sürdürülebilir Alanlar, Su Verimliliği, Enerji ve Atmosfer, Malzemeler ve Kaynaklar, İç Mekân Kalitesi, Tasarımda Yenilikler gibi kriterler dikkate alınıyor. Sertifikayı kazanmak için tasarım ve inşaat öncesinde, sırasında ve sonrasında mutlaka yapılması gereken 8 adet ön koşul bulunuyor. Bu koşulları yerine getiren, en yüksek puan olan platin sertifikayı almaya hak kazanıyor.

 

(Kadıköy Life)

[AlakırSahipsizDeğildir] Tuğba ve Birhan’ı kameralı tacizle yıldırmaya çalışıyorlar

Alakır Nehri’ndeki HES’lere karşı verdikleri mücadeleyle tanınan Tuğba Günal- Birhan Erkutlu çiftinin yaşadığı alana giden su kaynağını engelleyen HES şirketi, iki ayı aşkın süreden bu yana 200 metre uzaktaki nehirden taşıma suyla hayat mücadelesi veren çiftin arazisinin giriş kapısı önüne dört kamera yerleştirdi. Çift, şimdi de kameralarla tacize başlandığını söyledi.

HES şirketinin kapılarının önüne kameralar yerleştirerek gözetlemeye başladığını belirten çift, yaptıkları açıklamada şöyle dedi:

“Etrafımızdaki arazileri satın alıp koruma altına alınmaları için dava sürerken içindeki anıt ağaç statüsündeki ulu meşeleri yok etmelerinden, kepçe ile kazıp suyumuzu kesmelerinden, HES bekçisinin direkt gelip bizleri ‘kolumuzu bacağımızı kırmakla’ tehditlerinden, gece yarısı yaşam alanımıza doğru sıkılan silahlardan sonra şimdi de kameralarla tacize başladılar. Kameraların yönünden anlaşılan, yolumuzu, girişimizi ve yaşam alanımızı gözetlemek. Özel hayatın gizliliğini ihlal suçundan da öte yine başka suçların gölgesi var bu durumda. Bizleri tehditten HES bekçisine mahkeme 5 ay hapis cezası verdi aylar önce. Sabıkası olduğu için de ertelemedi. Bu şahıs hapse girmek bir yana her gün bu arazilerde yani burnumuzun dibinde halen dolaşmaya devam ediyor.”

Çift, evlerinin yakınında geceleri zaman zaman silah sesleri duyulması üzerine arazilerinin bazı noktalarına gece görüşlü kameralar kurdurdu.

Hâlâ susuzlar

Antalya’nın Kumluca ilçesindeki Alakır Nehri üzerine 5’i tamamlanmış 3’ü plan aşamasındaki HES’lere ilişkin uzun yıllardır hukuki mücadele yürüten Tuğba Günal- Birhan Erkutlu çiftinin, içinde toprak evleri de bulunan Kuzca Mahallesi’ndeki arazilerinin hemen yanındaki arazi, Metamar/Dedegöl enerji şirketine ait Kürce HES’in şantiye şefi tarafından satın alındı. Satın alınan arazi kepçeyle kazılarak, Günal- Erkutlu çiftinin arazisine yer altından giden su kaynağının yönü değiştirildi. Çift, 70 gündür ormanlık arazide yaklaşık 200 metre uzaklıktaki Alakır Nehri’ne inerek çamaşırlarını yıkayıp nehirden bidonlarla taşıdıkları suyla yaşam mücadelesini sürdürüyor.

 

(Cumhuriyet)

Loç Vadisi için Beşiktaş’tan tek ses: Sarı yazma isyanda, vadimizi vermeyeceğiz!

Loç Vadisi Koruma Platformu, Kastamonu’nun Cide ilçesine bağlı Loç Vadisi’ne yapılmak istenen Hidro Elektrik Santrali’ni (HES) Beşiktaş Meydan’ında bulunan kartal heykelinin önünde yaptıkları açıklamayla protesto etti.

Loç Vadisi’ne yapılmak istenen HES’i protesto eden Loç Vadisi Koruma Platformu, “Cide’ye HES için ÇED onayı verebilirsiniz; ama biz Loç Vadimizi vermeyeceğiz. Loç Vadimiz için can vermeye hazırız” dedi.

Eyleme, başlarına sarı yazma takan 7’den 70’e birçok Kastamonulunun yanı sıra Halkların Demokratik Partisi (HDP) Grup Başkanvekili Filiz Kerestecioğlu da katıldı. “Sarı yazma isyanda, isyana devam” pankartının açıldığı eylemde, sık sık,“Cide HES gidecek, huzur gelecek”, “Sarı yazma isyanda” sloganları atılırken, davul zurna eşliğinde Kastamonu yöresiyle özdeşleşen köçekler oynandı.

Basın açıklamasını okuyan Loç Vadisi Koruma Platformu üyesi Erdinç Ay, yapılmak istenen Cide Hes Projesi için verilen mücadele sonucu geri adım attırıldığını; ancak Orya Enerji firmasının yeniden harekete geçerek mahkeme kararlarına rağmen projeyi yapmaya çalıştığını söyledi. Yaşanan sürecin mahkeme kararlarını tanımamak olduğuna dikkat çeken Ay, şunları söyledi: “Kastamonu İdare Mahkemesi’nin ve Danıştay 14. Daire Başkanlığı’nın mahkeme kararları da aynıdır. Peki, biz bu filmi niye baştan izlemek zorunda bırakılıyoruz?, Neden Orya Enerji hukukun arka bahçelerinde geziniyor? Kastamonu İdare Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın mahkeme kararları, bu ülkede uygulanmayacaksa Kastamonu İdare Mahkemesi kapansın, Danıştay kapansın, hatta adliyeler kapansın! ÇED iptal davası, teknik olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığına karşı açılıyor. İdare mahkemelerinin kuruluş nedeni hükümet uygulamalarındaki hukuksuzluğu gören vatandaşın itiraz etmesi içindir. Bir tebliğ, bir mahkeme kararını yok sayacaksa biz Çevre ve Şehircilik Bakanına bundan sonra, ‘Padişahım çok yaşa mı?’ diyelim.”  dedi.

Açıklamanın devamında ilgililere seslenen Loç vadililer şu soruları sordu:

  • Ey Orman Genel Müdürlüğü, Loç halkı kışlık odununu hazırlarken görevine gösterdiğin özeni, ÇED İDK toplantısında kesilen ve kesilmesi planlanan binlerce ağaç için niye göstermiyorsun? İki satır yazı ile “Orman genel müdürlüğü için sakıncası yoktur” diyorsun?
  • Ey  Çevre İl Çevre Genel Müdürlüğü, Devrekani çayımızın yatağına bırakılacak 1 metreküp can suyu ile ekolojik hayatın devam etmesinin mümkün olmayacağını bilmene rağmen niye sessiz kalıyorsun?
  • Ey Milli Parklar Genel Müdürlüğü, binlerce metrekare ormanlık alanı ve milli park havzasının ekolojisini değiştirecek Cide HES’e karşı, neden biz köylülere konuştuğun gibi yanıt veremiyorsun?
  • Ey Kastamonu vekilim, bu hukuksuzluk, bu isyan karşısında niye bizi bir kez bile dinlemek istemiyorsun?
  • Biz bu sorulara yanıt ararken iki gün önce Cide HES ceza davasında yargılanan 117 kişiden biri olan Mehmet Ay’ın evine zamansız ve manasız bir şekilde jandarma gelmiş “ HES davasında yargılananların fotoğrafını çekiyoruz” Bizlere gözdağı mı vermek istiyorsunuz?

Konuşmaların ardından davul zurna eşliğinde oynayan ve slogan atan yurttaşlar eylemlerine son verdi.

 

(Mezopotamya Ajansı, Sendika.org)

Sur’da bir yalancı bahar – Vecdi Erbay

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

Önümüzden gidiyordu adamın biri. Hevsel Bahçeleri’ne inen yokuştan yukarı çıkıyordu diğer bir adam. Sarılıp öpüştüler. Uzun zamandır görüşmemiş iki akraba ya da arkadaş olmalıydılar. Hal hatır soruyorlardı birbirlerine.

Yokuş yukarı çıkan, diğer adama, “Yıktılar evlerimizi. Kim yıktıysa Allah razı olmasın onlardan” dedi.

Toprak bir yolda yürüyordum. İki adam toprak yolda karşılaşmıştı ya da kim bilir, buluşmuşlardı. İkisini geçmiştim ki “Yıktılar evlerimizi” dediğin duydum adamın. Fısıltıyla değil, neredeyse bağırarak söylemişti. Sesinde, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanların o tuhaf ama kendinden emin tınısı vardı.

Dönüp bakmadım adamlara. Bakamadım. “Yıktılar evlerimizi” cümlesinden sonraki konuşmaları bir uğultunun içinden ulaşmaya başlamıştı bana. İki yıl önce bu vakitler, şimdi geçtiğim yolun üst kısmından yoğun silah sesleri yükseliyordu. Patlayan bombalar, şehrin en uzak semtinde insanları irkiltiyordu. Hayat devam ediyordu uzak yakın semtlerde. Hayatın devam ediyor oluşu, o gün olduğu gibi işte bugün de mahcup etmişti beni. Bir felâketin önüne geçememiş olmanın mahcubiyeti. Felâketin yaralarının sarılamamış olmasının ve bundan dolayı kişisel bir sorumluluk duymanın mahcubiyeti.

Adamlar konuşuyordu. Dönüp bakmadım, yanlarına gidemedim. Sesleri o mahcubiyet dalgasının içinden bir uğultu gibi ulaşıyordu bana.

YIKIK EVLERİN KEDERİ

Toprak yol surların hemen dibindeydi. Aşağıda Hevsel Bahçeleri uzayıp gidiyordu, Dicle nehriyle birlikte. Ağaçlar, özellikle yan yana dizilmiş kavak ağaçları, kış güneşinin altında altın sarısı bir renge bürünmüştü. Ağaçların izin verdiği kadarıyla görünen Dicle’nin suları ise parıldayıp sönüyordu. Bahçelerin içinde yer yer incecik bir duman yükseliyordu. Duman, siz görmüyorsunuz ama burada birileri çalışıyor diyordu. Arada bir Hevsel tarafından, tanımadığım kuşların sesleri geliyordu.

Surlara bitişik inşa edilmiş evler boştu. Kentsel dönüşüm projesi nedeniyle boşaltılmıştı. Yaklaşık 50 metre yukarıdaki evlerin kayaların üzerine, bir kısmının bazalt taşıyla inşa edildiği görülüyordu. Kapıları ve pencereleri sökülmüş evler, surlara yapışık bir keder gibi duruyor, Hevsel’e bakıyorlardı.
Kaç bin yıllık surlar heybetliydi ve oraya, evlerin olduğu yere çıkan bir yola rastlamadım.

Bu evler, belki bazalt taşları nedeniyle yıkılmamıştı. Çünkü yöresindeki diğer evler çoktan yıkılmış, molozları toplanıp götürülmüştü. Hevsel’e inan yokuşun başındaki evler de çoktan yıkılmış, geride kurak bir boşluk kalmıştı. Biraz ileride, otuz adım kadar aşağıda, ağaçların arasında iki katlı bir ev görünüyordu. Biraz dikkatli bakınca, birkaç adamın evdeki demir gibi işe yarayabilecek malzemeleri söktükleri anlaşılıyordu. Nasılsa henüz yıkılmamış ama sahipleri tarafından terk edilmiş eve kim bilir kimler dadanmıştı.

AKLI KARIŞIK BİR ADAM

“Burada mı oturuyorsun?” diye sordum. Bana şöyle bir bakıp tekrar yola baktı. “Yok” dedi, “İstanbul’da oturuyorum.”

Önümden gidiyordu da ben mi yetişmiştim ona? Hatırlamıyorum. Kısa boyluydu ve üstündeki mavi mont güneşte parlıyordu. Elinde rulo yaptığı bir dosya vardı. Arada bir bacağına vuruyordu dosyayı. Birlikte yürüyorduk toprak yolda.

Arada duyulan kuşların seslerini saymazsak sessiz ve sakindi ortalık. “Buradaki evler olaylar zamanında mı yıkıldı?” diye sordu. “Olaylar Suriçi’nde oldu. Buradaki evler kentsel dönüşüm nedeniyle yıkıldı” dedim.

Bir süre konuşmadan yürüdük. Sonra, “AKP Sur’dan milletvekili çıkarmış, olaylar neden oldu ki?” dedi. Soru yanlıştı elbette ama ciddi ciddi anlattım:

“Sur Belediye Eş Başkanları DBP’liydi. Yerlerine kayyım atandı. HDP 7 Haziran seçimlerinde 10, AKP 1 milletvekili çıkardı. Bu seçim iptal edilip Kasım ayında seçimler yapıldığında da HDP 9, AKP 2 milletvekili çıkardı.”

Duruma pek anlam veremediği belliydi. Muhabbet koyulaşıyordu. Genç adam Mardinliydi. Daha çocukken ailesiyle İstanbul’a yerleşmişlerdi. Halk otobüsünde şoförlük yapıyordu. “AKP’li misin?” soruma “Yok” diye karşılık verdi. Sesindeki tereddüt belli oluyordu. Ardından, şoförlüğünü yaptığı otobüsün sahibini kastederek, “Mal sahibi siyasetle uğraşma, işine bak diyor. Ben de şimdiye kadar hiç oy kullanmadım” dedi.

Konuyu daha fazla uzatmadım. Hatta birden yanımda peyda olan bu genç ve kafası karışık adamdan bir şekilde kurtulmak istedim. İki yıl önce yaşanan felakete tanıklık eden heybetli surlara, kış güneşinin altında dingin ve huzurlu görünen Hevsel’e bakmak istedim sadece.

Adam, “Hevsel Hanımın evi nerededir?” dedi. Hevsel Hanım mı? Soruyu anlamadığımı düşündüm. “Hevsel Bahçeleri’ni soruyorsan, işte şurada, aşağıda” dedim.

“Onu sormuyorum” dedi, “Hani Atatürk kadına bahçe vermiş…” Bir şeyler daha anlattı. Doğru telaffuz edemese de Atatürk’ün Trablusgarp’ta savaşıp yenildiğini, aynı şekilde Çanakkale’de de yenildiğini anlattı. Gürcülerle de savaşmış. Hızını alamadı, yine telaffuz edemeden Nikaragua’yı da kattı, Atatürk’ün savaştığı ülkelerin arasına.

“Nereden okudun bunları?” dedim. Daha önce duymadığım bir isim söyledi, “Çok büyük tarihçidir, her şey var onun kitaplarında” dedi.

Surların dibinde bir mezarlığa giriyorduk. Bıraktım yürüyüp gitsin, tarih bilgisini de alarak yanına.

KORUNMAYA MUHTAÇ OLMAK

Önümden iki adam ve yaşlı bir kadın yürüyordu. Kadın yürümekte zorlandığı için adamlar da ona ayak uyduruyor, yavaş yürüyorlardı. Mezarlığın kapısında, Diyarbakır ağzıyla “Mezarci” ve telefon numarası yazıyordu.

Yanlarından geçerken selam verdim adamlarla kadına. Selamı alan kadın, Kürtçe, “Allah korusun sizi” dedi. Muhtemelen burada, belki Hevsel’in içinde bir evde yaşıyordu kadın ve adamlar ve iki yıl önceki felâketten sonra, hepimizin korunmaya muhtaç olduğunu çok iyi biliyordu. Adamlardan biri, kadının elindeki poşeti taşımak istedi. Ağır değil diye vermek istemedi kadın.

Siyah bir köpek yavrularıyla surların oradan, çalıların arasından çıkıp geldi. Usulca yanımdan geçip gittiler. Birazdan bir yavru köpek daha göründü. Koşarak annesine ve kardeşlerine yetişmeye çalıştı.

DİVAN EDEBİYATI MI, HALK EDEBİYATI MI?

Aşağıda, sokağa çıkma yasağı ve çatışmaların yaşandığı dönem kapalı kalan kafe açıktı şimdi. Bu uzun yürüyüşten sonra Hevsel manzaralı çay harika bir şey olacaktı.

Hava güzel olmasına rağmen kafe boştu neredeyse. Arkamda genç bir adamla türbanlı bir kadın oturuyordu. Çay içip fotoğraf çekerken adamın söylediklerini duydum. Yüksek sesle divan edebiyatı ile halk edebiyatı arasındaki farkı anlatıyordu. Ona göre halk edebiyatı, halkın yazdığı “öylesine şiirler”di. Ama divan edebiyatının dili çok zengindi, “divan şiirleri okuyan insanın yüzünde güller açtırırdı.”

Adamı dinlemek zorunda kalmıştım ve müdahale edip “Sen bu işleri yanlış biliyorsun” demek geçiyordu içimden. Bir yandan da kıs kıs gülerek, türkülere tutkusunu bildiğim için “Keşke Şükrü Erbaş duysaydı bunları” diyordum kendi kendime.

Kadın oralı değildi, hiç anlamadığı ve belli ki hiç ilgilenmediği konuyu değiştirdi.

‘İŞTE, DİYARBAKIR!’

Onca yürüyüşten sonra Mardinkapı’ya tırmanmak iyice eziyet oldu. Mardinkapı’nın girişinde polis barikatı vardı. Diyarbakır’ın bütün kapılarında polis ve polis araçları var. Kapıdan surlara bakarak geçiyoruz.

Balıkçılarbaşı’na doğru yürürken Kürtçe sesler ile birlikte Diyarbakır Türkçesi çarpıyor insanın kulağına. “İşte, Diyarbakır” diyorsun sevinerek. Sağ tarafta kalan 6 mahallesi yıkıldı ve güvenlikçi bir zihniyetle yeni mahalleler inşa ediliyor. Sol tarafta kalan Alipaşa Mahallesi kamulaştırılarak yıkıldı. Sırada diğer mahalleler var.

Belki bir gün, sevinçle “İşte, Diyarbakır” diyecek bir yer kalmayacak.

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

 

Vecdi Erbay

İklim değişikliğine karşı son büyük umut ayaklarımızın dibindeki toprakta!

The New York Times’da Jacques Leslie imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Oğuzhan Yaman’ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

                                                                             ***

Yıkıcı iklim değişikliğinden kaçış için son büyük umut,  genellikle göz ardı ettiğimiz veya üzerinde yürüdüğümüz çok sıradan bir maddede saklı olabilir: ayaklarımızın altındaki toprakta.

Yeryüzü beş büyük karbon havuzuna sahiptir. Bu havuzlardan, atmosfer hâlihazırda maddelerle gereğinden fazla kirlenmiş durumda; okyanusların asit doygunluğuna ulaşmalarından ötürü asiditesi artıyor; ormanlar gittikçe azalıyor ve yeraltı fosil yakıt rezervleri boşaltılıyor. Tüm bunlardan dolayı, muazzam karbon miktarları için en olası havuz olarak geriye yalnızca toprak kalıyor.

Kaynak: Eleanor Taylor

Şimdilerde bilim insanları, topraktaki karbonu ayırmanın nasıl bir “çifte kâr” ile sonuçlanabileceğini belgeliyorlar: Atmosferden karbon ayırarak iklim değişikliğini azaltıyor ve bozulmuş toprağı onararak tarımsal verimi artırıyor. Birçok bilim insanı ve çiftçi, toprağın iklim dengesi ve tarımsal verimlilikteki rolünün giderek daha çok anlaşılmasının, toprak sürme, ürün artığı temizleme, tek-ürüncülük, aşırı otlatma, kimyasal gübre ve tarım ilaçlarının geniş kapsamlı kullanımı gibi geleneksel uygulamaların terk edilmesini tetikleyerek, tarımda köklü bir değişikliğe yol açacağına inanıyor. Günde en az 25 galon (yaklaşık 95 litre) metan gazı çıkardıkları için genellikle iklim değişikliğinin suçluları olarak değerlendirilen sığırlar bile, toprağı doğal yollarla gübreleme ve besin dönüştürmedeki rollerinden dolayı iklim değişikliği çözümünün potansiyel bir parçası olarak inceleniyorlar.

İklim değişikliği krizi öyle ilerlemiş durumda ki, sera gaz salımının şiddetli bir biçimde kesilmesi bile sarsıcı bir geleceği tek başına engellemeyecek çünkü hâlihazırda atmosferde bulunan sera gazı oranı ileride yaşanacak vahim sorunları garantilemiş durumda. Bu durumdan kurtulmanın en makul yolu ise emisyon yasaklarını, sera fazlarını atmosfer dışına ve diğer havuzlara çeken “negatif emisyon” ve “düşürme” teknolojileri ile birleştirmek. Önerilen bu teknolojilerin çoğu, istenmeyen felaket sonuçlar için yüksek olasılıklar barındıran, muazzam iklim yönlendirmeleri üzerine belirsiz iddiaları olan birer jeo-mühendislik modelidir.

Öte yandan, topraktan ve bitkilerden karbon ayırmak, atmosferden karbon çekmek için etkili bir yoldur, bu da bir bakıma jeo-mühendisliğin tam tersidir. Doğanın üstesinden gelmek yerine; karbonu, daha en başta içinde bulunduğu toprağa geri döndürmesi için bitki yaşamının yayılmasını destekleyerek, onu güçlendirir –ta ki tahripkâr tarım uygulamaları karbonun atmosfere karbondioksit olarak salımına yol açana kadar. Bu süreç, yaklaşık 10,000 yıl önce tarımın ortaya çıkmasıyla başladı ve endüstriyel tarım ile çiftlikçiliğin hızla yayıldığı geçen yüzyıl boyunca hızlandı.

Onarıcı tarımın savunucularından biri de iklim bilimci ve aktivist James Hansen, kendisi Temmuz ayında yayınlanan ve “zararlı iklim etkilerini” engellemek için “toprak verimliliğini artırma ve onun karbon oranını yükseltme girişimlerini” benimseme çağrısında bulunan bir bildirinin başyazarı.

Ohio eyaletindeki Karbon Yönetim ve Ayırma Merkezi yöneticisi Rattan Lal, toprağın yılda 0.9 ila 2.6 milyar ton oranında karbon ayırma potansiyeli olduğunu tahmin ediyor. Bu, yılda 10 milyar ton olan güncel karbon emisyonlarının küçük bir kısmı, fakat yine de kayda değer.

Bazı bilim insanları ise az da olsa rahatlatıcı bir şekilde, bu tahminin düşük bir oran olduğuna inanıyor.

Bay Lal bana telefonda, “Karbonu toprağa geri kazandırmak yalnızca iklim değişikliğini azaltmak değil aynı zamanda insan sağlığını, verimliliği, gıda ve beslenme güvenliğini, su ve hava kalitesini- her şeyi iyileştirmek anlamına geliyor. Bu bir ‘karşılıklı kazanç’ seçeneği” dedi.

Onarıcı tarım çiftçilerinin kullandıkları yöntemler toprak, iklim ve mahsul ile çeşitleniyor. Sağlıklı toprağın çay kaşığı başına bir milyardan fazla mikroorganizma ile dolu olması gerektiği ve dirençli bir bitki yaşamına o organizmaların hareketlerinin olanak sağlayacağı anlayışı ile başlıyorlar. Onarıcı tarım çiftçileri tarlalarını gübrelemek için, çok büyük miktarlarda organik maddeyi öldürebilecek ve bitkilerin dayanıklılıklarını azaltabilecek kimyasal gübre ve tarım ilaçlarından olabildiğince kaçınarak, besin değeri yüksek hayvan gübresi veya çürümüş organik gübreler kullanıyorlar. Toprağı sürmeyi sevmiyorlar, çünkü bu işlem atmosfere karbon salımını artırıyor. Bazı çiftçiler çiftlik hayvanlarını, örtü bitkilerini (yabancı ot ve erozyon kontrolü için kullanılan bitkiler) ve çapa mahsullerini aynı yerde sırayla topluyor veya yine aynı yerde, uzun ömürlü bitkileri, çalıları ve hatta ağaçları ise çapa mahsulleri ile birlikte topluyor. Sezon dışı zamanlarda toprağı boş bırakmak bir tabudur, çünkü boş toprak daha fazla karbon çıkararak kolayca aşınır; bunun yerine onarıcı tarım çiftçileri, atmosferden daha fazla karbon ve nitrojen tutmak örtü bitkileri ekerler.

1800’lerin sonlarında yapay ürünler ortaya çıkana kadar, gübreler başlıca; karbon yönünden zengin hayvan gübresi ya da organik gübre idi. Fakat suni gübreler karbon içermez ve bu gübrelerin kullanımı, tarıma dahil edilmeleri için toprak sürme uygulamaları ile birlikte yaygınlaşırken, topraktaki karbon içeriği azaldı. Bu süreç, Amerika’nın nitrojen bazlı savaş malzemesi tesislerinin, nitrojen bazlı gübre fabrikalarına dönüştürüldüğü, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde hızlandı. Birçok tarım okulu hala toprak verimliliğini, toprağın biyolojik rolünü (ve karbon içeriğini) gözden kaçırarak, genel olarak inorganik kimyasal gübrelerin kullanımı olarak öğretiyor. Dünya ulusları için geniş çapta sera gaz salımı azaltma hedefleri belirleyen 1997 Kyoto Protokolü’nde, toprağın iklim değişikliğiyle ilişkisinden bahsedilmesine rağmen, toprağın karbon ayırmasından hiç bahsedilmiyor.

Kaliforniya, 2015 yılında eyaletin tarım ve hayvan çiftliklerine toprak sağlığı kazandırmak için bir girişim başlattı. San Francisco’nun 30 mil kuzeybatısındaki Marin vilayetinin kırsal alanlarında, kendini karbon-tarım çiftliği olarak tanımlayan Marin Karbon Projesi’nde, onarıcı tarımın yararlarını gösteren bazı öncü çalışmalar gerçekleştirildi. Burada yapılan dört senelik bir çalışma, bir seferlik organik gübre uygulamasının bitki üretkenliğinde o tarihten beri süren devamlılıkta bir artış sağladığını ve toprağın karbon içeriğinin yıldan yıla –her sene akre (4047 m²) başına 1.5 metrik ton karbondioksidin atmosferden temizlenmesine eşit bir oranda– büyüdüğünü gösterdi.

Projeye öncülük eden, Berkeley/University of California’da bir ekosistem çevre bilimcisi olan Whendee Silver, bir meslektaşı ile birlikte Kaliforniya’nın çiftlik arazilerinin yüzde 5 kadar küçük bir kısmı, bir çeyreğe yarım inç ölçülerinde organik gübre ile kaplı olsa, ortaya çıkan karbon ayrımının 9 milyon arabanın yıllık sera gazı salımına eşit olacağını hesapladı. Ayrıca bitkisel atıkların, eyaletin aşırı dolu çöp sahalarına yönlendirilmesi de bu alanlardaki metan gazının -diğer bir güçlü sera gazı- üretimini önleyecektir.

Bazı bilim insanları, etkisinin az olacağını veya yalnızca belirli toprak tiplerinde işe yarayacağını öne sürerek onarıcı tarımla ilgili şüpheci tavırlarını sürdürüyor. Bu tarım ayrıca araştırma finansmanı yetersizliği ve örtü bitkisi eken çiftçilerin yetkilerini sık sık ellerinden alan federal tarım ürünü sigortasının talepleri gibi önemli engellerle de karşı karşıya. Fakat Trump yönetiminin, onarıcı tarım için hükümet desteğini sonlandıracağı şüphelerinin şimdilik asılsız olduğu ortaya çıkmış durumda.

Temple/Teksas’taki federal Doğal Tarım Kaynaklarını Koruma Hizmet Dairesi’nde toprak sağlığı uzmanı olan Willie Durham’ın deneyimini dikkate alalım. Bay Durham’ı onarıcı tarıma çeken şey, Teksas eyaleti bilimsel tarım uzmanının “tarım ilacı çıkmazı” konusundaki açıklaması sırasında yaptığı keşif olmuş: “Uzun zamandır tanıdığım insanlar bana soracaktır, ‘Eğer tarım sistemimizde hiçbir şey değişmiyorsa, neden hala aynı şeyi yapmak için artık iki üç kat gübre kullanıyoruz?’ Bu, hiçbir kâr sağlamadığımız girdiler için çok fazla para harcadığımız bir duruma geldi”.

Şimdilerde Bay Durham, Teksas ve Oklahoma’da çiftçilere onarıcı tarımı öğretiyor. Teşvik ettiği çiftçiler ağırlıklı olarak genç yaşta ve henüz geleneksel tarıma çok aşina değiller -öğrencilerinin yüzde onunun bu bilgileri kullandığını tahmin ediyor ve bu yüzde gittikçe artıyor. Yağmurun genellikle fazla olduğu bir bölgede, bazı geleneksel topraklar öyle cansız hale gelmiş durumda ki, onarıcı tarım bölgeleri saatte sekiz inçten (20,32 cm) fazla su emebilirken, bunlar saatte yarım inç (1,27 cm) kadar az miktarda su emiyorlar, diyor Bay Durham.

Bay Durham’ın çiftçileri insanın doğal dünya ile olan ilişkilerini tamamıyla yansıtan bir ders öğreniyorlar: İnsanlar doğayı yenmeye değil, onu net bir şekilde, emek isteyen fakat olmazsa olmaz bir dost olarak görmeye çalıştıklarında daha fazla kazanç sağlıyorlar. Karbonun iklim değişikliği ile bağlantısından dolayı, aslında su kadar hayati bir önemi bulunmasına rağmen onu düşman olarak görmeye şartlanmış durumdayız. Bu durumu telafi etmenin yolu, onu toprağa, ait olduğu yere geri koymaktır.

 

Haberin İngilizce orijinali

Muhabir: Jacques Leslie

Yeşil Gazete için çeviren: Oğuzhan Yaman

 

(Yeşil Gazete, The New York Times)

 

Kitlesel açlık insanlığın yeni kaderi mi?: Toprağı bu şekilde hor kullanırsak olacağı bu!

The Guardian’da George Monbiot imzası ile yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Sinem Ercan Güleç’in çevirisi ile paylaşıyoruz.

                                                                                 ***

Brexit, milyarderler tarafından demokrasinin paramparça edilmesi, gelecekteki mali kriz, hilekar bir ABD başkanı… Bu sorunların hiçbiri beni gece uyanık tutamaz. Umursamadığımdan değil, aksine bu konuları çok önemsiyorum. Sadece aklımda daha büyük bir soru var. Gelecekte tüm gıdamızı nereden sağlayacağız?

Bu yüzyılın ortalarından itibaren dünya üzerinde iki ya da üç milyar daha fazla insan olacak. Listelemek üzere olduğum sorunlardan herhangi biri, kitlesel açlık konusuna zemin hazırlamaya yardımcı olabilir. Ve bu sorunların birbirleriyle nasıl etkileşim içinde olabileceğini siz daha düşünmeden kitlesel açlıkla karşı karşıya kalabiliriz.

İlustraston: Thomas Pullin

Bu sorun her şeyin başladığı yerde başlıyor: Toprakta. Birleşmiş Milletler’in toprak kaybına dair güncel oranlarına bakıldığında dünyada 60 hasat yılı kaldığını ileri süren tahmini, yeni rakamlarla destekleniyor gibi görünüyor. Topraktaki bozulmanın bir sonucu olarak, dünya tarım arazilerinin %20’sinde verim zaten düşmüş durumda.

Şimdi de su kaybını düşünün. Kuzey Çin Ovası, ABD’nin merkezi, Kaliforniya ve Kuzeybatı Hindistan gibi bölgelerde – ki bunlar dünyanın ciddi oranda büyümekte olan bölgeleri – tarımsal sulama için kullanılan yeraltı sularının seviyeleri zaten kriz noktasına ulaşmış durumda. Örneğin, Ganj nehrinin üst akiferindeki su, suyun beslenme hızının 50 katından fazla miktarda çekiliyor. Ancak gıda talebine ayak uydurabilmek için, Güney Asya’daki çiftçilerin 2050 yılına kadar %80 ila %200 daha fazla su kullanmaları bekleniyor. Peki bu su nereden gelecek?

Bir sonraki sorun ise sıcaklık. Bir araştırmada, artan her bir santigrat derece ile dünya çapında pirinç veriminin %3, buğday veriminin %6 ve mısır veriminin %7 oranında azaldığı öne sürülüyor. Bu tahminler iyimser olabilir. “Agricultural & Environmental Letters” dergisinde yayınlanan bir araştırma, ABD’nin mısır yetiştirilen bölgesinde 4 santigrat derecelik bir ısınmanın, mısır verimi oranını %84 ila %100 oranında azaltabileceğini ortaya koyuyor.

Bunun nedeni, gece meydana gelen yüksek sıcaklıkların bitkilerin tozlaşma sürecini bozmasıdır. Ancak bu, muhtemel tozlaşma krizinin sadece bir bileşenini açıklıyor. Çok azının test edildiği pestisitlerin küresel olarak yaygınlaşmasından kaynaklanan “insectageddon” geri kalanı için hesap verecektir. Dünyanın bazı yerlerinde işçiler artık bitkileri elle tozlaştırıyor. Fakat bu sadece çok pahalı bitkiler için uygulanmakta.

Bunların yanı sıra yapısal faktörlerde mevcut. Genellikle küçük çiftçiler hektar başına büyük çiftçilerden daha fazla ürün yetiştiriyorlar çünkü daha çok emek harcıyorlar, daha geniş bir yelpazede ürün yetiştiriyorlar ve araziyi daha dikkatli işliyorlar. Dünyanın fakir bölgelerinde, beş hektardan daha az alana sahip insanlar tarım arazilerinin %30’una sahipken, gıdanın %70’ini üretiyor. 2000 yılından bu yana, İngiltere’nin kabaca iki katı büyüklüğünde verimli bir alan, arazi gaspçıları tarafından ele geçirildi ve büyük çiftlikler ile birleştirildi. Bu arazilerde genellikle fakirlerin ihtiyaç duyduğu gıdadan ziyade, ihracata konu olan ürünler yetiştiriliyor.

Bu çoklu felaketler kara üzerinde ortaya çıkarken, denizler ise plastik malzemeler ile dolu. Denizler üzerindeki çaba artışına rağmen (büyük tekneler, daha büyük motorlar, daha fazla donanım), nüfusların çökmesi nedeniyle, dünya çapındaki balık avcılığı yılda yaklaşık %1’lik düşüş gösteriyor. Küresel toprak gasbı küresel deniz gasbına ayna tutuyor: Büyük şirketler küçük balıkçıların yerini alır, daha azına ihtiyacı olan ancak daha fazla para ödeyene balık ihraç ederler. Yaklaşık 3 milyar insan balık ve kabuklu deniz hayvanı proteinine büyük ölçüde bağımlı durumda. Peki nereden çıkacak bu balıklar?

Bu tür durumlara katlanmak yeterince zor görünüyor. Ancak insanların gelirleri arttıkça, beslenme düzenleri bitkisel proteinden hayvansal proteine kayma eğilimi gösterir. Dünya et üretimi 50 yılda dört kat arttı, ancak dünya genelinde ortalama tüketim İngiltere tüketiminin yarısı kadar – yani her sene yaklaşık vücut ağırlığımız kadar- ve ABD tüketim düzeyinin sadece üçte birinden biraz fazlasını oluşturuyor. Bu tüketimimizden dolayı, İngiltere’de çiftlik arazilerinin kapladığı alan (talebimizi karşılamak için gerekli olan arazi), tarım arazilerin kapladığı alanın 2.4 katı. Herkes bu beslenme şeklini talep ediyor ise, biz buna tam olarak nasıl uyum sağlayacağız?

Hayvancılığın abartılı işleyişi çok şaşırtıcıdır. Zaten tahıl ve bakliyat şeklinde yetiştirilen kalorilerin %36’sı ve proteinin %53’ü çiftlik hayvanlarını beslemek için kullanılır. Bu gıdanın üçte ikisi, bitkiden hayvana dönüşürken kaybolur. Geçen hafta “Our World in Data” tarafından hazırlanan bir grafikte, fasülye veya bezelyeden bir gram protein üretmek için ortalama olarak 0.01 m2 araziye ihtiyacınız olduğunu, ancak bu 1 gram proteini sığır veya koyundan üretmek için 1 m2 alana ihtiyacınız olduğu gösteriliyor: Arada 100 kat fark var.

Sığır ve koyun tarafından işgal edilen otlatma alanlarının çoğunun ürün yetiştirmek için kullanılamadığı doğrudur. Aksi takdirde yaban hayatı ve ekosistemler ayakta kalırdı. Bunun yerine, otlatma sistemi yaygınlaştığı için bataklıklar kurutulmuş, ağaçlar kesilmiş ve fidanları yem olmuş, yırtıcılar yok edilmiş, yabani otoburlar çit ile çevrilmiş ve diğer canlılar giderek silinmiştir. Madagaskar ve Brezilya’daki yağmur ormanları gibi şaşırtıcı yerler daha fazla sığıra yer açmak için yerle bir edilmektedir.

İnsanların ihtiyacını ve açgözlülüğünü karşılayacak yeterli alan olmadığı için, hayvan eti tüketimine küresel geçiş fakirin ağzından ekmek kapmak anlamına geliyor. Bu aynı zamanda, gezegenin hemen hemen her köşesinde ekolojik “temizlik” anlamına da geliyor.

‘Son zengin ekosistemlerin tükendiğini gördüm, küresel megafaunanın son – aslanlar, filler, balinalar ve orkinos – kayboluyor’ Fotoğraf: Douglas Klug / Getty Images

Beslenme düzenindeki bu değişim, insan nüfusunda herhangi bir artış olmasa bile sürdürülebilir değildir. Ancak insan sayısı ne kadar fazla olursa, et tüketim oranımız da o kadar yüksek olur. BM, 2010 yılından itibaren et tüketiminin 2030 yılına kadar %70 oranında (bu insan nüfus artışı oranının 3 katı) artmasını ön görüyor. Sonuç olarak, dünya çapında bitkisel ürün talebi (2005 yılından itibaren) 2050 yılına kadar iki katına çıkabilir. Ancak bu ürünleri yetiştirmek için gerekli olan tarım arazileri artık bulunmamaktadır.

Geceleri bu konunun beni uyutmadığını söylesem abartmış olmam. Silahlı polisler tarafından dövülerek gri atıklardan kurtulmak isteyen açlık çeken insanları rüyalarımda görüyorum. Rüyamda son kalan verimli ekosistemlerin tükendiğini görüyorum, küresel megafauna -aslanlar, filler, balinalar ve orkinoslar – yok oluyor. Ve uyandığımda, bunların sadece birer kabus olduğundan emin olamıyorum.

Başka insanların farklı hayalleri olabilir: Bitmeyen bir beslenme çılgınlığı fantezisi, ekonomik büyümenin yaşayan bir dünya ile sürdürülebilir olduğunu anlatan bir uzlaşma masalı. İnsanoğlu toplumsal bir çöküşe girerse, bu rüyaların hepsi birer sebep olacaklar.

Cevaplaması kolay değil, ancak en önemli nokta hayvansal ürün tüketiminden ziyade bitkisel ürün tüketimine dayalı bir beslenme şekline geçilmesidir. Hem hayvan eti üretimini, hem de biyo-yakıt üretmek için tarım arazilerinin kullanılmasını durdurmak, 4 milyar insan için gerekli olan kaloriyi sağlayabilir ve insan tüketimi için mevcut protein miktarını iki katına çıkarabilir. Yapay et bu konuda yardımcı olacaktır: Bir araştırmada, yapay et üretiminin su kullanımını en az %82 ve arazi kullanımını %99 oranında düşürdüğü öne sürülmektedir.

Bir sonraki yeşil devrim sonuncusu gibi olmayacak. Bir sonraki devrim toprağı ölüme terk etmeyi değil, onu nasıl ve neden kullandığımızı yeniden düşünmemizi sorgulayacak.Bunu biz yapabilir miyiz yoksa şu anda yaşayan gezegeni tüketen daha zengin insanlar olarak diyetimizi değiştirmekten çok toplu ölümler üzerine kafa yormayı daha mı kolay buluyoruz?

 

Haberin İngilizce orijinali

Yazar: George Monbiot

Yeşil Gazete için çeviren: Sinem Ercan Güleç

 

(Yeşil Gazete, The Guardian)

 

Seiba’nın kurucularından Nazlı Çevik Azazi: Masallar insana, insan olmayı öğretiyor

Seiba Uluslararası Hikaye Anlatıcılığı Merkezi kurucularından Nazlı Çevik Azazi geçtiğimiz günlerde Almanya’nın Thuringen eyaletinde “Thüringen Eyaleti Masal ve Efsane Ödülü”ne layık görüldü.

Masal, masal anlatıcılığı, daha yaygın söyleyişi ile ifade etmek istersek “storytelling”, üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasında zincirinden boşanmış bir hızla yayılmaya ve yaygınlaşmaya devam ediyor. Anadolu eski ve kadim bir bilgisine yeniden kavuşmanın coşkulu heyecanı ile sarmalanıyor da diyebiliriz bu duruma.

Azazi ile Seiba’nın kurulduğu 2015 yılında start alan iki yıl süreli “Anlatıcının Yolu” hikaye anlatıcılığı eğitimini tamamlayan 18 öğrencinin mezuniyet performanslarının gerçekleştiği Beyoğlu Dam’da görüşme imkanı bulduk.

Nazlı Çevik Azazi bize masal yolculuğunun başladığı Almanya’dan Fama’nın Evi topluluğuna, Anlat Bana Derneği’nden Seiba’nın kuruluşuna kadar tüm hikayeyi içtenlikle anlattı.

***

*Evet Nazlı. Almanya’ya gittin, ödülü aldın geldin. Almanya’da kaç sene önce başlamıştı senin masal eğitimin?

Nazlı Çevik Azazi: Ben 2008’de başladım. Yani kaç sene oluyor. Nerdeyse 9 yıl oldu. Başladığım yerde, başladığım topraklarda ve ilk başladığım hocam, ilk ve ikinci, ilk iki masal hocamın beni önermeleri ile oldu. Thüringen kentinde verilen bu ödül iki yılda bir veriliyor.

Seiba ekibi, ödül töreninin hemen öncesinde Thuringen’de

Thüringen eyaletinin Meiningen kentinde veriliyor ödül. Bir jüri tarafından belirleniyor ödül sahibi.  2001’de başladı masal ve efsane ödülü verilmeye, ben de 10. Ödülü aldım. Ödülü alan ilk Türk masal anlatıcısıyım. Benden önceki ödülü Afrika’dan bir profesör aldı,  masal derliyor öğrencileri ile beraber. Ödülün tam adı  ise “Thüringen Eyaleti Masal ve Efsane Ödülü”.

*Peki Thuringen masal ile bilinen bir yer mi?

Nazlı Çevik Azazi: Evet, Meiningen kentinde yaşamış Ludwig Bechstein isminde bir adam var. ve bu kişi masal derlemeleri ile biliniyor.

Ludwig Bechstein

Meiningen kentine 10 yaşında yerleşip 50 sene orada yaşamış. Orada masallar derliyor, aslında Grim kardeşlerin derlediği masalların da birçoğunu derliyor ama farklı, kendi tarzında derliyor. Ödül de onun anısına veriliyor.

Bechstein, 1801 – 1860 yılları arasında yaşamış. Thuringen Eyaleti Masal ve Efsane Ödülü’nü de onun 200. Doğum yılında başlatmışlar.

*Peki masal yolculuğun nasıl başladı? İlk nerede düştü içine anlatıcılık ateşi?

Nazlı Çevik Azazi: Ben Almanya’ya aslında tiyatro pedagojisi masteri yapmaya gitmiştim. Ben çocukken hiç masal dinlemedim, kimse bana masal anlatmadı. Masallar ile ilk karşılaşmam 2003 yılında, o zaman 23 yaşındayım, oldu. Clarissa Pinkola Estes’in “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabını duydum. O zaman daha yeni çevrilmişti kitap. Ne zaman bir gazeteyi açsam bir pop şarkıcısı, bir ünlü ama her zaman da kadınlar bu kitaptan bahsediyorlardı. Sanırım ondan fazla kez karşıma çıktı kitap röportajlarda, gazete haberlerinde filan.

O dönem İstanbul’da yaşıyor ve drama öğretmenliği yapıyordum. Bir yandan da veteriner hekimliği bitirmeye çalışıyordum. Bu haberler, röportajlar sonrası kitabı merak edip aldım ve masallara ilk defa orada rastladım. Bu kitap sayesinde masalların şifalı yönleri ile karşılaştım ve masal sevdası ilk defa orada kalbimin içine ince ince nakşedilmiş oldu. Ben bunu da sonradan farkettim tabii. O sıralar kitabı okudum, çok sevdim hayatıma devam ettim. Kitap her zaman kalbimin bir köşesinde kaldı tabi ama masal anlatıcılığı o dönem başlamadı. Kitap benimle her yere geldi, benim rehberim oldu diyebilirim.

O dönem bir yandan da sanatsal ifade yolumu arıyordum. Tiyatro yapıyorum olmuyor, dans evet ok, drama ok ama tam da emin olamıyorum. Tam bu dönem tiyatro pedagojisi masterı yapmak için Almanya’ya gitmeye karar verdim. 2007’de Berlin’e gittim ve Almancamı ilerlettim, 2008’de tiyatro pedagojisi alanında tiyatro pedagojisi alanında yetenek sınavına başvurdum ve kabul aldım, böylece 2008’in Ekim ayında Berlin Sanat Üniversitesi’ndeki master programına  başlamış oldum.

O bölümde disiplinlerarası çalıştık, çağdaş tiyatro yaptık. Orada hikaye anlatıcılığı diye bir dersimiz vardı. Tiyatro Pedagojisi masterı içinde bir dönemlik ve haftada bir gün bir saat verilen bir ders idi “storytelling” (hikaye anlatıcılığı). Profesörüm veriyordu dersi ve biz o dönem boyunca haftada bir, Çarşamba günleri oturup hikayeler dinledik. Profesörümüz Kristin derse her hafta başka bir anlatıcıyı davet ediyordu. Bu derste; masal, mit, efsane her alandan hikayeler dinleme imkanı bulduk. Ve ben orada bu işe aşık oldum. Master eğitiminin içinde, ikinci dönemde de hikaye anlatıcılığına dair üç haftalık pratik eğitim aldık. Ardına hocalarım benim gibi storytelling alanına ilgi duyan benim gibi öğrencilerden bir grup kurdular.

Nazlı Çevik Azazi ile, “Anlatıcının Yolu” öğrencilerinin mezuniyet performansının sahnelendiği Beyoğlu Dam’da görüştük

Derken master bitti. Aynı üniversitede  2011 yılında “Sanatsal Anlatım-Eğitimde ve Sanatta Hikaye Anlatıcılığı” diye bir program açıldı. Ben de bu programa giren ilk öğrencilerden birisi oldum. Onu da bitirince o zaman dedim ki, “Benim yolum bu ve bugüne kadar öğrendiğim her şey bu yöne akacak ve benim başlığım hikaye anlatıcılığı olacak”. Ve öyle de oldu!

*Seiba nasıl başladı?

Nazlı Çevik Azazi: Seiba’da 2014 senesinde başladı. Ama ben 2008 itibarı ile bu ateş içime düştükten sonra her yerde her vesilede hikayeler anlattım. Berlin’de kadınlarla, çocuklarla çalıştım. Alman, Türk, Arap kadınlara masal anlattım.

Soldan sağa Şeyda Çevik, Nazlı Çevik Azazi, Pınar Özütemiz ve Ayşe Senem Donatan

2012 senesinde eğitim vermek için Türkiye’ye geldim. 2013’de Türkiye’ye döndüğümde de artık yolum netleşmişti. Seiba’da 2014 senesinde gönlüme düştü. Seiba’yı birlikte kurduğumuz Şeyda (Çevik) ve Senem (Donatan) bana “Seiba’nın hayal annesi” diyorlar. Seiba hayali içime düşünce hemen Senem ile paylaştım. Senem ile 2013 yazında Tiyatro Medresesi’ndeki anlatıcılık eğitimi sırasında tanışmıştım. Şeyda da benim anlatıcılık atölyesi öğrencilerimden ve kız kardeşim aynı zamanda.

2014 Ekim ve Kasım’ında ise bu hayali nasıl geliştiririz diye birlikte çalışmaya başladık. Uzun bir hazırlık devresi oldu Seiba’nın. İsmini çok uzun bir dönem aradık. Seiba’da  neler yapabilecğimizi, eğitimlerin içerini tartıştık uzun uzun. Sonra ismi çıktı ortaya. Merkezimizin ismi “Yaşam Ağacı” olsun istiyorduk. Önce bu topraklardaki yaşam ağaçlarına baktık. Sümer mitolojisinden isimlere eğildik ama bunlar söylenişi zor isimlerdi ve biz de Maya mitolojisindeki yaşam ağacı Seiba’da karar kıldık.

2015 Ağustos’unda da Seiba’yı duyurduk. 2015’ten beri de insanlarla bir anlatıcılık yoluna çıktık. Bizim ilk projemiz de “Anlatıcının Yolu” projesidir bu arada. Röportajı da hoş bir tesadüfle ilk Anlatıcının Yolu öğrencilerinin mezuniyet anlatıları sırasında yapıyoruz.

*Türkiye’de masala olan bu ilgiyi nasıl yorumluyorsun?

Nazlı Çevik Azazi:

2013’de Türkiye’ye döndüğümde Judith’le (Marika Lieberman) masal geceleri yapmaya başladık. Ülkeye dönünce kim var diye baktmıştım ve Judith ile buluştuk. 1,5 sene, 2013’ten 2014 yazına kadar birlikte masal geceleri yaptık.

Daha sonra öğrencilerimden oluşan bir grup kurduk adına da Fama’nın Evi dedik. Bu grupta iki yıl boyunca Pazartesi akşamları 16 kadın toplandık. İlk yıl ben eğitim verdim. Daha sonra grubun kendi iç dinamikleri ile devame ettik. Gruptan bazı arkadaşalrımız, Günnur, Songül, Zinnure , Ayşegül hala anlatıcılık yapıyorlar. Daha sonra hep birlikte Anlat Bana Derneği’ni kurduk, iki uluslararası proje yaptık,  gençlerle anlatıclık projesi ve  İrlanda – İstanbul arası billingual yani çift dilli bir anlatıcılık projesi.

Fama’nın Evi Hikaye Anlatıcıları Köşe’de from kurşun kalem on Vimeo.

Profesörüm Kristin Wardezky kendisi Almanya’da storytelling denince akla ilk gelen isimlerdendir. O çok şaşırıyor Türkiye’deki ilgiye. “Nazlı” diyor bana, “ya nasıl oluyor sizin orda böyle. Biz 30 – 40 yıldır uğraşıyoruz ama sizin kısa sürede geldiğiniz noktaya henüz gelmiş değiliz?”

Ben de  ona  “ Bu gelenek Anadolu’nun kültür köklerinde var zaten, içimizde olan bir şey yani.” diyorum.  Yani biz bize unuttuğumuz bir şeyi hatırlıyoruz. Yeni bir şey öğrenmiyoruz. Kristin’nin bana hep söylediği şey de çok anlamlıdır ama. Derdi ki  “Biz bu işi zamanında sizden öğrendik, sen de geldin  bizden öğreniyorsun?”.

 

*Sürekli sana da geliyordur bu soru sanırım. Ben de sıklıkla karşılaşıyorum. “Neden bu eğitimler bu kadar pahalı?”

Nazlı Çevik Azazi:

Ben eğitimlerimizin pahalı olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta biz ekmek paramızı sadece bu işten kazanıyoruz. Bizim başka bir işimiz yok. Bu işe layıkıyla zaman ayırmamız, araştırma yapmamız, bilimsel olarak da geliştirebilmemiz için profesyonel zamanımızı ayırmamız lazım. Ayrıca merkezimizde dışarıdan kimsenin fark etmediği giderlerimiz oluyor. Mesela vergisini ödüyorsun, çalıştığın mekanın kirasını ödüyorsun ve ayrıca İstanbul çok pahalı bir şehir. Tüm bu parametreleri çoğu kişi düşünmüyor.

 

Seiba, Anlatıcı’nın Yolu programının ilk mezunları toplu halde

Uluslararası Sertifika Programlarımız pahalı gibi görünüyor ama aslında değil. Yurtdışında hocalarımızı getirtiyoruz eğitimler için. Avrupa’daki hikaye anlatıcıları ve hocalar Seiba’nın devlet dahil hiçbir destek almamasına çok şaşırıyorlar. Buraya gelen her hocanın uçak parası, konaklamasını biz karşılıyoruz. Üstüne Euro, sterlin, dolar da çok arttı biliyorsun. Ayrıca bu insanlar profesyonel insanlar ve emeklerinin karşılığını almak zorundalar. Fiyatları da öyle az değil. Ayrıca euro, sterlin ve dolar üzerinden ödeme yapınca bizim de masraflarımız çok oluyor.

Öğrencilerimiz hocalarımız olan, “Hikaye Anlatma Sanatı” kitabının yazarları Ashley (Ramsden) ve Sue’nun (Hollingsworth) İngiltere’deki bir haftalık eğitimlerine gitmeye kalksa uçaktı, konaklamaydı derken daha fazla harcama yaparlar.  Bu açıdan bakıldığında bizim eğitimlerimiz pahalı değil.

Tüm bunların dışında  “Eğitimleriniz çok pahalı o yüzden de gelemiyorum” diyen hiç kimseyi geri çevirmedik bugüne kadar. Biz her zaman burs da veriyoruz. Ücreti kimse bahane etmesin. Bunu da yaz lütfen.

*Masal nasıl geliyor peki insana? Anlatana ve anlatıcıya. Ben kendi yolculuğum çok kısa olsa da kendimdeki olumlu değişimi çok net farkediyorum. Sen bu konuda ne söylemek istersin.

Nazlı Çevik Azazi: Masal anlatıcılığı bizi insana götürüyor. Masalların özünde de insan, evrensel insan olgusu var. “Nasıl daha adil olurum? Nasıl daha mutlu olurum? Nasıl daha barışçıl olurum?” Ama diğer yandan da bu soruların zıttı da var masallarda. “Nasıl daha kötü olurum?”, onu da gösteriyor masallar.

Aslında masal insana, insan olmayı öğretiyor. Bu ortak paydada buluştuğun zaman iletişimin, muhabbetin ne kadar önemli olduğunu görüyorsun. Temas kurmak, göz teması kurmanın ne kadar kıymetli olduğunu fark ediyorsun.

Ve bütün ayrımların ötesinde hepimizin insan olduğunu fark ediyorsun. Konuşan, ağlayan, gülen, üzülen insanlarız.  Ve bu masal bize bunu hatırlatıyor ve hepimizi insan paydasında buluşturuyor.

*Peki Nazlı son olarak bize, “Nazlı Çevik Azazi kimdir?” tarif edebilir misin?

Nazlı Çevik Azazi:Şöyle ifade edebilirim. Ben kimim. Şu gök kubbenin altında, toprak ananın bağrında hakikati arayan bir ölümlüyüm. Hakikatin peşindeyim ve hikayeler buna sadece bir vesile.

Hikayeler, anlatıcılık bahane yani. Ben bir arayışçıyım, ben bir yolcuyum diyebilirim. Hakikatin peşindeyim.

Kendimi daha bu işin çok başında hissediyorum. Almanya’nın, batının o metodik öğretisi ile Anadolu’nun anlatı geleneklerini, ruhunu, hakikat arayışını ve kendi sorularımı, hakikat yolculuğumu buluşturup kendime ait bir tarz yaratma gayretindeyim. Çok klasik gelecek ama, Doğu ile Batı’nın yani Kalp ile Aklın buluştuğu, ruhun sesinin duyulduğu bir anlatıyı tarzı arıyorum.

Hem gelenekten beslenip hem de çağdaş dünyanın sorularına nasıl yanıt olabilirim? Anlatıcılığı bu çağın insanının ihtiyaçlarına ve sorularına karşılık gelecek şekilde nasıl icra ederim? Bu sorular ışığında araştırmalar yapıyorum.  Hem anlatıcı hem de eğitmen olarak öğrencilerimin, dinleyicilerimin ve kendimin  aklını, kalbini, ruhunu nasıl doyururum,  diye soruyorum kendime ve buna önem veriyorum. Bu benim en büyük dertlerimden birisi :)

 

Röportaj: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

İstanbul’da sabah yürüyüşü ve ihlâl edilen yaya hakkımız

Sabah evden çıktığımda Kurtuluş’un daracık kaldırımlarında motorlu araç ya da inşaat paravanı tarafından engellenmeden 50 metreden fazla yürüyemeyeceğimi biliyordum. Son birkaç aydır tek aracın geçmesine ancak izin verebilecek genişlikteki dar sokağımızın sağa kıvrıldığı yerde bir kısmı kaldırıma geriye kalanı da yola park edilmiş şekilde duran beyaz araca baktım. Trafiği tıkayan bu araç artık günlük hayatımızın bir parçası olmuştu. İki ay içerisinde defalarca 155’i arayıp, aracın plakasını fotoğraflı belgelerle vermemiz bir işe yaramamıştı.

Maçka Parkı kentin her kesiminden insanların uğrak yeri

Şehrin sıkışıklığından bir an önce kurtulmak için Nişantaşı Sanat Parkı’na doğru yürümeye başladım. Ters yönden giden motosikletler, daracık sokaklardan zar zor geçebilen servis minibüsleri ve özel otomobillerin arasından sıyrılmayı başararak parkın girişine vardım. Ancak iki polis memurunun girişte nöbet tuttuğu park, polis barikatlarıyla çevrilmişti. Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde yapılan uluslararası toplantılar nedeniyle sıklıkla yaşadığımız bu durum beni fazla şaşırtmadı. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın toplantısı nedeniyle alınan güvenlik önlemleri kapsamında parka giriş yine yasaktı. Beşiktaş’a doğru gitmek için parkın etrafından dolanarak Maçka Parkı’na doğru yürüdüğümdeyse oraya girişin de kapalı olduğunu gördüm. Etraf barikatlardan bir açık hava hapishanesine dönmüştü. Çaresiz parkın yanındaki yoldan inerken, sağıma dönüp giremediğim Maçka Parkı’na parmaklıkların ardından baktım.

Bir zamanlar yaya hakkı

Maçka Parkı ve Dolmabahçe-Levazım-Baltalimanı-Ayazağa tüneli projesi

Özel araç trafiğine odaklı bir kentleşmenin hâkim olduğu İstanbul’da sağ kalabilmiş birkaç parktan biri Maçka Parkı.  Ancak sağ kalmış da olsa ucundan kıyısından kan kaybetmeye devam ediyor. Örneğin geçtiğimiz Şubat ayında Dolmabahçe-Levazım-Baltalimanı-Ayazağa tüneli projesi için parkın bir bölümündeki ağaçlar kesilmişti[1]. Korhan Gümüş 1940’lı yıllarda İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olan Dr. Lütfi Kırdar tarafından yazılan Yenileşen İstanbul (1947) isimli kitaptan yola çıkarak bugünkü Taksim Meydanı’ndan başlayıp kesintisiz olarak Maçka’ya kadar uzanan büyük yeşil alanı şöyle anlatıyor[2]. 1940’larda İstanbul’un en önemli, en büyük yaya alanı olarak tasarlanan “Gezi” adlı bu yerin ilerleyen yıllarda önemli kısımları Hilton Oteli ve Hyatt Regency Oteli tarafından kapatıldı. Yollarla ve metro istasyonu gibi yapılarla da bütünlüğü tamamen parçalanmış oldu. 1940’ların en önemli kamusal düzenlemesi olarak kabul edilen Gezi artık yayaların dolaşmasının imkânsız hale geldiği bir alan haline dönüştürüldü.

Avrupa Yaya Hakları Bildirgesi (1988)

Günümüzde o koca yeşillik alandan geriye sadece iki park kaldı. Onlara da halkın erişimi sık sık kesiliyor. Peki, kaldırımı ve parkı işgal edilmiş insanlar ne yapacak? Bu insanların yürüme hakları yok mu? 1988 tarihli Avrupa Yaya Hakları Bildirgesi’nde[3] “Yayanın; fiziksel ve ruhsal sağlığını korumaya uygun koşullar sunan kamu alanlarının nimetlerinden özgürce yararlanma ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı vardır” diyor.

Bunlar Anayasa’nın 56. maddesinde de yer alan sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının vazgeçilmez unsurlarıdır. İkinci madde şöyle devam ediyor: “Yayanın; motorlu taşıt değil, insan ihtiyaçlarına göre şekillenmiş kent merkezlerinde yaşama hakkı vardır”. Oysa İstanbul’da ve Türkiye’nin pek çok büyük şehrinde pratikte tam tersi söz konusu. 3. Köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu gibi özel araç trafiğini pekiştirecek projeler İstanbul’un çehresini değiştiriyor.

Bildirgede ayrıca “Engellilerin bağımsız hareketliliklerini sağlayacak ulaşım sistemlerine, kamusal düzenlemelere, uyarı, işaretleme sistemlerine ve taşıt araçlarına sahip olmaya hakları vardır” da deniliyor. İstanbul’un yollarında fiziksel engeli olmayan insanda her an bir kazaya kurban gidip canından ya da sağlığından olabilir. Engellilerin hareket hakkına dair düzenlemeler olsa da bunlar gerçek hayatta karşılık bulmuyor. Otoparkların yaya hareketlerini engellemeyecek ve yayaların mimarı olarak özelleşmiş alanlardan alacağı keyfi etkilemeyecek şekilde konumlanmasından da bir hak olarak bahseden Bildirge, bizim İstanbul’da yaşadığımız hayatın düpedüz antitezi. Karaköy-Beşiktaş İskelesi hattı boyunca bir saat boyunca yürüdüğünüzde denizi görebileceğiniz iki üç noktadan birine, Dolmabahçe Sarayı’nın hemen yanına kurulu Boğaz manzaralı otoparkı hatırlayın.

Beşiktaş’a varınca

Sabah gezisine dönecek olursak Beşiktaş İskelesi Meydanı’na vardım. Amacım biraz da olsa denize kavuşabilmekti. Bundan birkaç sene önce Başbakanlık Ofisi için kapatılmadan önce Kadıköy Vapur İskelesi’nin yanındaki yığma kayaların üstünde oturur, İstanbul’a oradan bakardım. Parmaklıkların arkasından baktım Boğaz’a, tıpkı Maçka Parkı’na baktığım gibi uzaktan. Yaşadığı yere, yeşile ve denize yabancılaştırılmış diğerleri gibi ben de bir tutsaktım.

Son notlar

[1] Diken (17 Şubat 2017). “Maçka Parkı’ndan geçecek tünelin imar planı değişti: Ağaçlar yine de sökülecek”. http://www.diken.com.tr/macka-parkini-da-tehdit-eden-tunel-projesinin-imar-plani-degisti-agaclar-yine-de-sokulecek/

[2] Korhan Gümüş (11 Ocak 2013). “Bir zamanlar gezinti yolu”, Bianet. http://bianet.org/bianet/cevre/15816-bir-zamanlar-gezinti-yolu

[3] Bildirgenin tamamı için bakınız. http://www.yayed.org/id97-incelemeler/avrupa-yaya-haklari-bildirgesi-1988.php

 

Akgün İlhan