Ana Sayfa Blog Sayfa 2946

Permakültürle başlayan ‘dost işi’ ahenkli işler – Buket Atlı

Bu aralar serbest çalışmayı denemeye başladığımdan beri en çok duyduğum şeylerden birisi: ‘Dost ve tanıdıklarla iş yapılmaz, sonunda hep kötü oluyorsun’. Benim de temel yapmak istediğim aslında tam tersi! Peki napıcaz şimdi? Birlikte güzellikler ürettiğim insanlarla sadece iş arkadaşı olmak istemiyorum. Mesela toplantı yaparken toplantının ortasında bile olsa ‘Ya senin hoşuna gitmeyen bir şey var, nedir içine mi sinmedi bebişim?’ ya da ‘Ay burasını sen çok güzel yaparsın tam senlik bir iş oley!’ diyebilecek kadar birbirimizi tanıyan, önemseyen ve takdir eden dostlarla çalışmak ve iş yaparken de rekabet yerine dayanışarak yaşam enerjimi üretime çevirebilmek istiyorum. Ay bilmem ki çok mu şey istiyorum…

Arada bunları kendime sorarken, bu senenin başında gittiğim permakültür sertifika kursunda tanıştığım bir grup kadınla onların tabiri ile ‘dayanışmalı, ahenkli bir kızkardeşlik’ hikayesine dahil oluverdiğimi fark ettim! Bu hikayeyi daha fazla kişiye de duyurmak istiyorum ki, benim gibi DOSTLARLA İŞ YAPMAK konusunda kötü örnekler duya duya kafası ve kalbi karışanlara azıcık ilham olsun…

Her şey bir kış günü, bir kursla başladı :) 6 hafta boyunca haftasonlarında büyük keyifle katıldığımız ve Mustafa (Fatih Bakır) Hoca ile Iraz’dan Candaş) bir sürü şey öğrendiğimiz Permakültür Sertifika Kursundan sonra sıra uygulama yapmaya gelmişti.

O sırada benim işyerimin de buna uygun olan bir bahçesi vardı ve biz 7 kadın bir araya gelip kollarımızı sıvadık. Ölçtük biçtik, planlar yaptık, birimizin evinde fazla solucan vardı, diğerinde onlara yuva yapmak için boruyu delecek alet edevat, diğeri tohum getirdi, icabında çöpten kasalar topladık, videolar izledik, bilenlere sorduk soruşturduk ve arka bahçeye permakültür tasarımı yaptık.

Ama en güzeli güçlerimizi birleştirmek kısmıydı valla. Tek başıma ben böyle bir bahçe yaptığımı hayal bile edemiyorum. Sonra benim hayal edemediğim daha bir sürü şey yaptık valla birlikte!

İçimizden birisinin bir hayali vardı ve biz de o hayalin kahramanları olduk. Yasemin bir arkadaşı ile birlikte, iki dost olarak şehirde çocuk ve yetişkinlere yönelik sürdürülebilir yaşam ve ekoloji konularında atölye ve konuşmaların olacağı Kokopelli Şehirde’ isminde bir yer yarattı.

Elif ve Yasemin, sağlıklı adil gıda, yeşil alan, daha temiz ve iyi bir dünya için gündelik direnişte iki kadın, iki dost, iki anne, iki hayalperest! Bu iki kadın, sırtındaki çantada taşıdığı tohumları flütüyle üfleyerek kışı bitirip baharı getiren, yaşam üfleyen Amerikan Yerlisi Kokopelli’den ilham alarak, şehri yeşertmek, kendimize yetmek, sürdürülebilir yaşamın ne demek olduğunu veya olmadığını, daha onarıcı ve şifalı olmayı, mümkün olduğunca permakültür prensiplerini kullanarak, bir uygulama, deneme ve daha çok yanılma alanı oluşturmaya karar verdiler.

Reşitpaşa’da arkada bostana çevirdikleri minik bir bahçesi olan Kokopelli’nin  kompost kutusunu kim yaptı dersiniz peki? Tabi ki gene bizim ekip…

Kokopelli ekibi, hem yetişkinlere yönelik, kendi gıdamızı yetiştirme (balkon bahçeciliği, mikro filiz yetiştirme, kompost gibi), suyumuza sahip çıkma (şehirde yağmur suyu hasadı), kendi sağlıklı gıdamızı üretme (fermantasyon gibi) atölyelerimiz, permakültür eğitimleri ve tabi bizlere ilham ve bilgi verecek kişilerle konuşmalar yapıyor hem de çocuklarla beraber ekip biçiyor, gıdamızın marketten gelmediğini emekle, sabırla büyüdüğünü deneyimliyor, tohum topunun hikayesini konuşup birlikte yapıp, doğadan esinlenen ve geri dönüşüm malzemelerini kullanan sanat atölyeleri düzenliyorlar.

Ama bu ekibin yaptığı güzel işler bitmedi, şimdi de yepyeni bir heyecanımız var. Yasemin ve Elif’in çocuklarla birlikte kendi gıdamızı nasıl yetiştirebileceğimizi deneyimlemek, sadece tüketmek yerine birlikte nasıl üretebiliriz bunları konuşmak ve yaşadıkları çevreye saygı duyan, iyileştiren nesiller yetiştirebilmek için birlikte öğrenmek için yarattıkları bu mekanda hep birlikte bir eğitim gerçekleştireceğiz. Hem de tüm hikayenin başlamasını sağlayan permakültür konusunda.

Gene tam bir ekip çalışması olacak olan bu eğitim hepimizin yüreğini kıpırdatıyor. Ürdün’e gidip birlikte staj yapan Burcu ve Evren’in deneyimleri, benim ekoloji ve öğrenme konusundaki bilgilerimle harmanlanıp, üstüne tasarımcı olan Melisa’nın çizimlerini de ekleyerek Kokopelli’de dost işi, ahenkli ve kolektif bir yolculuğa çıkıyoruz.

Belki sizleri de 23- 24 Aralık’ta permakültür giriş giriş kursunda aramızda görürüz, belki göremeyiz ama siz de bilin ve anlatın, orda, dostlarla yapılan güzel işler var uzakta. Yeter ki biz de doğanın yaptığı gibi birbirimize destek olmayı, birlikte büyümeyi denemeye cesaret edelim…

 

Buket Atlı

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Sekoyana’nın Kapıları – Nazan Önenç Sönmez

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

“Adım Sekoyana “ dedi. “Benim adım.. “ diyecek oldum,elini kaldırıp sözümü kesti “Senin henüz söyleyebileceğin bir adın yok.” diye başlıyor kitap.

Kahramanlarımız Sekoyana ve çocuk…Adını bilmediğimiz çocuğu ailesi Sekoyana’ya emanet ediyor bir süreliğine. Niyetleri kendilerinin Sekoyana ile deneyimlediği ormanı okuma sanatını şimdi de evlatlarının öğrenmesi.Çocuk Sekoyana’ya ,Sekoyana da ormana emanet bu öyküde.

Gün gün yaşadıklarını hem çocuğun gözünden hem de Sekoyana’nın günlüğünden okuyarak seyir zevkine varıyoruz.

Ormanı okumanın ilk anlarında bolca sessizlige maruz kalan çocuk modern hayat rutinlerinin eksikliklerini yaşıyor başlarda; zaman kavramı saate bağlı değil, kullanılan tuvalet üzerine temiz suyun döküğü bir tuvalet değil ve evin içinde değil, evin içi oldukça sade ve küçük,Sekoyana’nın saçları yeşil, yediği yemek oldukça sade ve tam olması gerektiği kadar; yemeği yedikten sonra ne aç ne tok kalktığın porsiyonlar,tek oda evde dört kapının olması gibi… Her şey alışkın olduğunun çok dışında.

Ormanı okumanın ilk gününde bir bebeğin emeklemeye başlaması gibi Sekoyana ilmek ilmek işliyor çocuğu; elbet oyun ile başlıyor ormana giden yol,ağaç oyununu öğretiyor Sekoyana çocuğa. Bambaşka bir diyarın kapısını aralamış olan çocuk gün geçtikçe aslında kendi özüne doğru çıktığı yolculukta kaşif oluyor ve farkediyor ki orman ve biz birbirimizden ayrı değiliz. Sadece biz insanlık olarak sese çok baskın çıkıp, ormanın sesini dinlemeyi unutmuşuz.Ve sadece ben der olmuşuz.

Fakat gücenmek ormanın doğasında olmadığından yaşamı ve insanı beslemeye devam etmiş,kökleri topraktan çıkmış olsa dahi onu humusa dönüştüren onca canlıyı bağrına basmış çünkü ağacın doğasında şefkat var.

Ormanı okuma serüveninde; toprağın,mantarların büyülü dünyasına,ağaca ve ağaç iletişim ağına, ormana,ormanın şefkatine ve birliğine hayran kalmamak elde değil.

Sevgili okur, bu kitabı çocuk yamacına yakın ve insanların ulaşabileceği yerlerde tutun dilerim. Sekoyana’dan,ormandan ve çocuktan öğreneceğimiz çok şey var.

Peki adınızı bilmediğiniz bir alemde adınız gibi bildiğiniz gerçeklerinizin ne hükmü kalır ?

Sevgi ve muhabbette kalın.

Yazar : Şiirsel Taş

Resimleyen : Oğuz Demir

Doğan Egmont Yayıncılık

9,10,11,12 Yaş aralığı

 

 

Nazan Önenç Sönmez.

[Kendi Evini İnşa Etme] Medeniyet ile dalaşma – Miraz Ruspi

Yeşil Gazete olarak 2014 senesinde Mersin’den başlayıp Türkiye’nin doğusuna doğru gerçekleştirdiğimiz ve 10 şehri kapsayan  Yerel Muhabir Ağı projesi kapsamında Batman’da bizi ağırlayan ve gönüllü yerel muhabir ağımıza katılan Miraz Ruspi‘nin Dersim’de inşa ettiği evinin yapım sürecine dair[Kendi Evini İnşa Etme] yazı dizisini paylaşıyoruz

İlham olması dileklerimizle…

***

3 – Medeniyet ile dalaşma

Mavi hap mı?

Kırmızı hap mı?

Zihnin sana on sekiz yıl önce izlediğin filmden kalma sorular soruyorsa her halükârda hapı yutmuşsundur.

Ben hap niyetine kocaman bir kaya parçasını kaldırıyorum. Hayat bir film platosu değil. Gerçek şu ki yaşamının dönüm noktalarında kimse sana soru sormaz. Seçimlerine de, doğrusu, pek saygı duyulmaz. Genellikle biz doğduktan hemen sonra yapmamız gereken işlerin haritaları çıkarılmıştır. Bize de seçim yapıyormuşuz hissini içselleştirmek kalır.

Yaşam zordur, imkânlar kısıtlı hayal ettiğimiz dünyayı kurmaya genellikle işlerimiz elvermez. Okuyup iş sahibi olmak gerekir sonrasında aile ihmal edilmez, çocuğu okutmak lazım sonra belki en sonra güneyde bir balıkçı kasabasında (öyle bir kasaba kaldı mı?).  Hem herkes evini yapmak için bir arazi bulamaz yani satın alamaz. Biz bu konuda şanslıyız demek isterdim ama değiliz. Hayalimizi gerçeğe dönüştürmek için para toplamak gerekiyordu, sıkı çalışmak, toprak aramak en önemlisi ise iradeli olmak. Kolay olmadı, hem de hiç… Satın alınan arazide beraberce üretip, ürettiklerini paylaşacağın dostların olması gerekiyordu ki bu en zoruydu. En iyisi meselenin bu kısmına hiç girmemek, hem insan kucağında kocaman bir taş ile çetrefilli düşüncelere dalmamalı.  İşte böyle düşüne taşına bir tür medeniyet günahkârı olarak ilk taşı yuvamızın sınırlarını belirleyen çizginin üzerine bırakıyorum.

Evin temeli için birden çok seçenek var ama biz taş ile örme kararı aldık. Belimde bir yırtık iki de fıtık var. Yanlış bir harekette çamaşır suyu ile yıkanmış beyaz çamaşır gibi çaaaart diye gideceğimin ve uzun süre yatakta yatacağımın farkındayım.  Her ne kadar dikkat kavramı ile aramızda yaptığımız mukavelelere pek de sadık kalamasam da bu defa kurallara uymak zorundayım. Bu arada duvar örmeyi bilmiyorum. Harç yapmak konusunda biraz deneyimim olsa da uzun süreden beri herhangi bir işte çalışmadığımdan ziyadesi ile hamım. Daha işin başında olduğumuzdan evi Ayşegül ile bir başımıza bitirme sözüne ise ayrıca sadığım. Bir önceki yazıda düşlemek işin yarısından fazlasıdır diye yazmak iyi hoştu da işin yapım kısmı sanki işin yarısından çok daha fazlası gibi.

Bir taş taşıyorum, bir tane daha biraz sırtım ağrıyor, omzum ve kollarım da… Havada cehennemi sıcak, anca sabahın ilk saatleri ve akşamüstleri çalışabiliyorum. İşe başlamadan önce internetten bolca duvar örme videoları izleyip ayrıca duvar ustalarına danıştım.  Videolardan, ustalardan da pek bir şey anlamadığım her an yıkılacakmış gibi duran eğri büğrü ördüğüm duvardan anlaşılıyor. Neyse ki İkinci gün Mersin kırsalına yerleşen arkadaşımız Esra imdadıma yetişiyor. Onun telefonda; ‘iki büyük taşı karşılıklı olarak birbirine daya orta kısımları küçük taşlarla doldur,’ Sözüne uyunca duvar sağlamlaşıp estetik kazanmaya başlıyor. İki gün daha bu şekilde duvar örmeye devam ediyorum. Bu arada sıcaklık git gide artıyor. Yanımda yöremde dolanan hayvanların hareketleri yavaşlıyor, bitkiler büyümeyi durduruyor. Doğa: ‘Dur!’ diyor. ‘Benim bağrımda çalışırken bana uy,’ Eyvallah deyip sekiz günlük Eyyam-ı Bahur tatiline giriyorum.

Tatil sonrası işler her nedense kolaylaşıyor. Vücut yaptığım işin bilincine varmış gibi. Taşı soluk alarak kaldırıp soluk vererek yere indiriyorum. Bu spor salonlarında hiçbir yere gitmeyen bisikletleri sürmeye ya da kasları kasmak dışında pek bir işe yaramayan ağırlıkları kaldırmaya benzemiyor. Bedenin olgunluğu da kaslar gibi çalıştıkça gelişiyor, bırakınca hamlaşıyor. Akşam olduğunda yorulmuş vücut uzanmak, dinlenmek, uyumak istiyor. Yemek yiyor, bazen biraz yazı yazıyor ardından kitabımı alıp yatağıma gidiyorum. Derin bir uyku beni içine çekiyor. Direnmek ne mümkün şeker yedikten sonra ağzını şapırdatan bir çocuk gibi unutmak istemediğim bir tat damağımda dolanıyor. Uyku gökyüzünde hareket eden devasa bir bulut gibi beni usulca içine çekiyor. Sabahları kendiliğimden güneş doğar doğmaz uyanıyorum. Çalışmanın hediyelerinden biri de bu işte, huzurlu bir uyku ve yeniden işlemeye başlayan vücudun saati. Sabah, yeni uyanmış bir kedi gibi vücudumu gerdikten sonra yüzümü yeni doğan güneşe dönüyorum. Güneşi bedenimle beraber selamlayıp elimi göğsümün üzerine koyuyorum. İç ritmimi duymaya çalışıyorum. Kalbimin sesi doğduğum andan itibaren benimle; Ona uy… Onunla çalış… Kümesin kapısını açıyor, tavuk ve horozlara yemini veriyor ardından sulama sırası gelen sebzeler için damla sulamaların musluklarını açıyorum. Sadece kendi ürettiklerimizden müteşekkil bir kahvaltı ve iş başı yapıyorum.

Taşları taşıyor, bir yere yığıyor ardından yerlerine yerleştirmeye başlıyorum. Yorulduğumda ya da işten bezdiğimde elimi kalbimin üzerine götürüyorum. Beş dakikalığına onu dinliyorum. Soluk alıp soluk veriyorum: “Kaygılar ve korkuların geçici kalbinin sesi ise hep seninle. Onunla at, onunla birlikte damarlarında ak… Beş dakika, sadece beş dakika aklın yerine onu dinle, onunla ol. O ol” Kesinlikle iyi geliyor. Derin bir sessizlik sarıyor çevremi. Taş taşırken ve taşları dizerken tuhaf ama dinlendiğimi hissediyorum. Hiçbir şeyin bu haşmetli yalnızlığımı delip geçmesini istemiyorum. Acelem yok, kalbimin hızı yeter bana. Tık tık tık… Taşları ölçüp biçiyorum. Lego gibi ayırıp birleştiriyorum. Yerlerine sığmadıklarında kırıyorum. Yeni bir roman yazdığımda karakterlerimden birinin;  sakin, sabırlı, taşı dahi yola getirebilen, her bir şeyi yerli yerine yerleştirmede maharetine sahibi bir usta olması gerektiğini düşünüyorum. Karakterim ben taşları dizdikçe ete kemiğe bürünüyor, ellerinden tutuyorum. Çevre köylerden geçmişin karanlık çağlarında yerlerinden yurtlarından edilmiş Ermeni ustaları geliyor. Bir sis sarıyor çevremizi; mekânların, hikâyelerin, meselelerin içinden geçiyoruz. Bu arada ben hiç durmadan taş taşıyorum, taş kırıyorum, taş diziyorum, harç yapıp taşların arasına döküyorum. Üzerimizden sabah çağları, akşam asırları geçiyor. Uykudan uyanır gibi bir de bakıyorum ki; yirmi iki metre uzunluğunda elli santim yüksekliğinde ve altmış santim eninde taş temelim bitmiş. Bana sorsan ömürler geçmiş ya! Kalan iş dört günde bitmiş.

Rahatlıyorum tabi. Birkaç gün önce taş duvar yapma hakkında hiçbir fikri olmayan ben; bu zaferi nasıl kutlayabileceğimi düşünüyorum. Tam da işte bu an hevesimi kursağımda bırakan bir görüntü beliriyor. Yazıya Matrix filmiyle başladım ya Matrix filminden bir sahne ile bitecek, bir de hani Ortadoğuluyuz ya her iyi şeyin ardından illa kötü bir iş ya da fikir belirecek. Karşımda kırmızı hapı seçtiği için pişman olan, arkadaşlarına ihanet eden, pis bıyıklı, kel kafalı, pişmiş kelle gibi sırıtan Cypher var. Cypher arkadaşlarını katlettiği anda Trinitiyle aralarında geçen diyaloğu üzerime boca ediyor:

“Bu dünyadan bıktım.  Savaşmaktan bıktım. Düşünmekten bıktım. Bize yalan söylediler Miraz. Bize oyun oynadılar. Onlar (O dediği, bu yazı da Morpheus değil tabi kırda bir ömür mutlu yaşamış dedelerin, nenelerin anlatımı, Murray Bookchin, Bill Morison, Fukuoka felan filan işte) bize gerçeği anlatmış olsaydılar, Morpheus’a o kırmızı hapı kıçına sok derdim.” Role girip Trinity gibi üzgün bir sesle cevap veriyorum.

“Bu doğru değil Cypher onlar bize özgürlüğümüzü verdi.”

“ Özgürlük mü? Sen buna özgürlük mü diyorsun.” İşte tam bu an bir şeyler oluyor Cypher, Matrix’te değil de benim yanımda Dersim’de kırda zorlukla yapılmış bir ev temelinin yanında olduğunun farkına varıyor. “Bana kentle kır arasında seçim yapma şansı verilse ben kesinlikle kenti seçerdim. Bence kentler bu dünyadan daha gerçek. Burada tek yapacakları bir Hes inşaasına başlamak, altın madeni çıkarmak ya da köyleri ortadan kaldırma kararı vermek. O andan itibaren sen büyük bir emek ve sevgiyle ektiğin ağaçların ve doğanın ölümünü izleyeceksin. Sonrasında mutlu olmak için geldiğin kırda ömrün güvenlik kaygısı ve doğa karşıtlarıyla savaşarak geçecek. Börtü böcekle yaşamayı hayal ederken böyle yaşamaktan, düşünmekten ve onlarla savaşmaktan bıkacaksın. Hem sen burada büyük bir iş yaptığını sanıyorsun değil mi? Kentte bir ev satın alıp ya da kiralayıp şehrin rahatlığını yaşamak varken. Doğal beslenme, doğayı dinleme, iç huzuru arama hepsi safsata sen o eciş bücüş temeli bitirinceye dek kentlerde kaç evin anahtarı yeni sahiplerine teslim edildi biliyor musun? Yüz, beş yüz, bin, on bin, çık, çık bunlar sıradan rakamlar değil kentte eklenen apartmanlar ve mahalleler. Senin otomobil merkezli kentler karşısında karınca kadar hacmin yok.

Hem kendini ne sanıyorsun ki, evini yapacakmış, kendine yetecekmiş, çalışmak ve yoksunluk dışında kime ne vaat edebilirsin; seni çamura bulanmış şey seni…  Sistemin bizler için ördüğü Alışveriş merkezlerinde dolanmak, cafe ve restaurant ağlarında dinlenmek ve çalışmak varken kurgulanmış hayattan sapmayı özgürlük sandığın için aptal olmalısın. Kaçmaya çalıştığın o kentler var ya onlar her geçen gün daha fazla büyüyüp serpilecekler. Onların yollara ihtiyacı olacak, enerjiye, doğal kaynaklara ve bir gün ihtiyaçları için bu bahçenin de fişini çekecekler. Hayır, benden nefret etme Miraz ben sadece gerçekleri söylüyorum.”

“Ve ben hevesim kursağımda öylece kalakalıyorum.”

 

 

Miraz Ruspi

[Kedi-Siz] Billur Kalkavan: Hayvan yememeyi seçmek hayvanseverlik değil

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Bildiğim en büyük kedicilerden biri o…

Kedi dendiğinde aklıma gelen ilk isimlerden biri… Öylesine doğal ve güzel bir kalbi var ki, yüzüne gözüne yansımış.

Seneler önce iki defa televizyon programına konuk olmuştum. Harika ağırlamıştı beni. Elbette ki ikimiz bir araya gelince uzun uzun kedileri konuşmuştuk.

Daha sonra bizim “Farkında mısın?” projesinde poz vermişti, ama ne pozdu… Projesi o dönem çok ses getirmişti. Engelli hayvanların o her zaman da farkındaydı.

Sanki bir iyilik meleği gibiydi.

Konu madem kediler, konuk madem şahane bir kadın, o zaman bu sohbetin çok keyifli olacağı kesin.

Çünkü o Billur Kalkavan

***

31 – Billur Kalkavan: Hayvan yememeyi seçmek hayvanseverlik değil

Tolga Öztorun: Sizin televizyon camiasına bakınca, kürk giyen, deri giyen, bir oturuşta koca bir danayı yemek ile övünen bir sürü ünlünün “Ben hayvan hakları savunucusuyum!” demesi ile ilgili neler düşünüyorsun?

Billur Kalkavan: Sadece bizim camiayla kısıtlamak haksızlık her camiada her türlü insan var. Hayvan sevmek hayvan yememek değil, bence biraz fazla karıştı bu mevzu. Tabii ki kürk giymeyelim çünkü mağara adamı değiliz veya Sibirya’da yaşamıyoruz. Deri başka bir konu ve önüne geçmek imkânsız. Neticede hayvanlar kesiliyor derileri kullanılıyor ve yeniyor.

Ben şahsen şöyle düşünüyorum. Doğa müthiş bir denge içinde yaratılmış ve bir sürü hayvan ya başka bir hayvanın ya da insanın yiyeceği.  İnsanoğlu bu hakkı çok hoyrat kullanıyor. Biz hayvan yesek de ona teşekkür ederek, usulünce keserek yemeliyiz. İşkence edilen hayvanları yiyoruz ve vücudumuza bırak antibiyotiği, hormonu, mutsuz hayvan yiyerek kötü karma alıyoruz. Doğanın dengesini bozuyoruz, bencilce davranarak kendi sonumuzu getiriyoruz aslında.

Doğa da intikamını başka şekillerde alıyor. Dinlerimiz, geleneklerimiz, tarihimiz bize neler anlatıyor biz neredeyiz ona bakmalıyız. İnsan dünya üzerindeki en lüzumsuz, hain, berbat yaratık maalesef. Hayvan yememeyi seçmek hayvanseverlik değil. Hayvan yenmez diye bir nokta koyarsak dünyadan bir sürü canlı silinir, bu da dengeyi bozar. Fanatik olmadan doğru yolu bulmamız, dünyamızı kurtarmamız lazım.

Tolga Öztorun: Ne zaman hayvanlar için yardım istesek hemen ulaşabiliyoruz. Sen nasıl bir insansın, bu kadar yüce bir kalp, bu kadar iyilik nasıl tek bir bedende buluştu. Bize anlat bakalım böyle iyi insan olmanın sırrı nereden geliyor? Eminim ki çocukluktan başlıyor….

Billur Kalkavan: Ben emeklerken evdeki köpeğin tasından su içermişim. Bizim evde her zaman kedi köpek vardı. Annem hayvanların bizim kardeşimiz olduğunu söylerdi. Hatta biraz büyüyüp kafam ermeye başladığında hayvan ve insanın ayrı bireyler olduğunu öğrendiğimde hani kardeştik diye baya bozulmuştum, hani kardeştik diye. Hayvanlarla büyüyen çocuklar çok daha merhametli, paylaşımcı, sevgi dolu oluyor ondandır.

Aslında dünyada her şeyin “BİR” olduğunu da kavradım sonradan. İyi yürekli, sevecen, kültürlü, zengin (sadece para olarak değil) bir aileyi seçip gelmişim. Demek ki bu insan olmaya, hep daha iyiye doğru gitmeye, insanlara bir şeyler anlatmaya gelmişim.

Ne mutlu bana.

Tolga Öztorun: Ekranlara ne zaman baksak bir hayvan hakkı ihlali baş gösteriyor? Son zamanlarda sence bunun bu kadar artmasının sebebi nedir?

Billur Kalkavan: Benim doğa ve insan sevgim sadece hayvanla kısıtlı değil. Ziyana inanılmaz karşıyım. Çöp ayrıştırırım ve geri dönüşüme veririm. Evdeki artıkları kargalar, martılarla paylaşırım, çöpe asla yemek atmam. Fuzuli alışveriş yapmam, yiyeceğimi günlük alırım. Suyu boşuna akıtmam. Havayı kirletecek aygıt kullanmam. Temizlik malzemelerim organik ve doğada çözünen markalardan alırım falan filan. Herkes birazcık dikkatle dünyaya katkıda bulunabilir aslında.

Sadece Türkiye’de değil tüm Dünya’da insanlar sapıttı. Sadece hayvan hakları mı ihlal ediliyor? Çocuklar, kadınlar, engelliler yani aciz olan her canlı maalesef kompleksli, kaba kuvvet tarafından maddi manevi işkence görüyor. Bunun artmasına halklarını cahilleştiren hükümetler, kötü eğitim, kontrolsüz nüfus artışı vb bir sürü şey sebep. Bir de dünyaya yaptığımız işkenceler eklenince bozulan manyetik alan bizi de bozuyor.

Öngörüm şudur Tolga’cığım, yakında dünya biz insanları üzerinden atacak ve temiz bir başlangıç yapacak. İnşallah diyorum düşün ben de bir insanım.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

 

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

Son dönemin Yeşil Kitapları

Katı Atık Yönetimi ve Teknolojileri

Atık maddelerin toplanması ve taşınmasını takiben işlenmesi; teknik, sosyal, hukuk, ekonomik, çevre ve düzenleme konularını da içine alan çok geniş bir çalışma alanıdır. Atık yönetimi uygulamaları genelde düzenli depolama, biyolojik arıtma, yakma ve geri dönüşümü içerir ki, hepsinin avantaj ve dezavantajları vardır. Geçtiğimiz on yılda atık yönetimi, çevresel açıdan endişelere yol açan düzenli depolama tesislerine yönelişin azaltılması ve daha yeşil çözümleri teşvik maksadıyla entegre atık yönetimi ve yaşam döngüsü analizi (YDA) konularına daha fazla odaklanarak önemli ölçüde değişmiştir. Bu kitap, uluslararası alanda tanınmış yetmişten fazla uzmanın katkılarıyla hazırlanan ayrıntılı bölümler ile şu konuları kapsamaktadır:

  • Atık Oluşumu ve Karakterizasyonu
  • Atık Yönetim Sistemlerinde Yaşam Döngüsü Analizi
  • Atık Azaltımı
  • Madde Geri Dönüşümü
  • Atık Toplama

Katı Atık Yönetimi ve Teknolojileri

Ed. Thomas H. Christensen

Çeviri Ed. Ahmet Demir- Lütfi Akça

Nobel Akademik Yayıncılık

2017

***

Politik Ekoloji

Politik Ekoloji, çevre politikasının tarihi ve gelecekte alabileceği şekiller üzerine yazılmış ve şimdi klasikleşmiş olan bir yapıttır.  Bu klasik yapıt, Aralık 2015 tarihinde gerçekleşen Birleşmiş Milletler Paris İklim Konferansı’nın detaylı bir anlatımı ile buradan çıkan perspektifleri de içeren en güncel ve genişletilmiş edisyonundan Türkçeye çevrilmiştir.

Politik Ekoloji, çevrenin devlet tarafından yönetiminin tarihiyle açılmakta, ardından ekolojik kriz karşısında halktan gelen ve geniş bir yelpazeye dağılan yanıtları gözden geçirmekte ve nihayetinde ekoloji hareketi tarafından önerilen temel politik eğilimlerin bir tartışmasını açmaktadır.

Roussopoulos, ekolojist aktivistlerin çevreyi korumaktan ziyade yeni topluluklar, yeni yaşam biçimleri ve yeni bir politika yapma biçimi hedeflediklerini savunur. Son bölümler, çevreciliğin arzularının bu türden politik alternatiflere nasıl yönlendirilebileceğini araştırmakta ve bu çerçevede toplumsal ekolojinin ilham verdiği Montreal ve Rojova gibi başarılı örnekleri serimlemektedir.

Dimitri Roussopoulos, yazar, editör, yayıncı, bir topluluk organizatörü ve konuşmacısıdır. 1950’lerin sonlarından bu yana barış inisiyatiflerinde, kent ekolojisi projelerinde ve kooperatif hareketlerinde aktif biçimde yer almaktadır.   

Politik Ekoloji

Dimitri Roussopoulos

Çeviren: Fuat Dara Elhüseyni

Sümer Yayıncılık

2017

***

Çorbadaki Ekoloji 

  • Bir canlı türü yok olunca ne olur?
  • Nesneler hangi malzemelerden yapılmıştır?
  • Suyu dikkatli kullanmak neden önem taşır?
  • Sorumlu bir tüketici olmak ne anlama gelir?
  • Gezegeni koruması gereken kimlerdir? 

Ekoloji hayatımızın önemli bir parçası ve harika bir bilim dalıdır. Mariela, Sofia ve Violeta’ya “ekolojiyle dopdolu geçen bir ikindide” eşlik ederek bunu kendi gözlerinizle görmeye ne dersiniz? 

8-108 yaş arasındaki tüm meraklılara, sorulara nasıl yanıt vereceğini bilemeyen öğretmenlerle babalara tavsiye edilir.

 

Çorbadaki Ekoloji

Mariela Kogan&Ileana Lotersztain

Resimleyen: Pablo Picyk

Çeviren: Saliha Nilüfer

Pan Yayıncılık

2017

 

Derleyen: Barış Gençer Baykan

[Arada Bir] Irgat çocuğun ölümü- Yaşar Özürküt

Dünya yalan derler… Yalan ki yalan! Kimine şöyle, kimine böyle. Varsıla var; yoksula yok dünyası… Kimine dar, kimine çok dünyası. Adına ‘Hoca’ diyorlardı. Asıl adı Kadir. Soyadı Aslan. Aslan gibi, güçlü kuvvetli bir genç. Adıyaman’dan kalkıp, pamuk ırgatlığına gelmiş Çukurova’ya… Karısı, iki çocuğu da yanında… İki çocuğu diyoruz ya, siz onu ‘bir’ belleyin… Birin de yarımı… Şundan ki, çocuklardan büyüğü, üç yaşında, ama ne ağzı var, ne dili. Derisini tutsan elinde kalıyor. Gözleri donuk donuk. Küçüğü derseniz, anasının karnında gelmiş pamuk tarlasına… Doğumu ak pamukların gölgesinde, Çukur ’un sarı sıcağında olmuş.  Tarlada açmış gözlerini dünyaya.

Ceyhan Irmağının kıyısındaki Mercimek Köyünün bir pamuk tarlası bu… Bir bucak tarla. Sulu pamuk adam boyu. Bir de ap-ak açmış ki pamuklar, insan kayboluyor içinde.

Tarlanın bir köşesinde çadırlar kurulu. Irgatların sığınağı bu çadırlar. Çadır deyince, öyle yörük çadırı, ya da Kızılay çadırı gibi değil… Derme çatma ağaçların üstüne atılan, çul-çaputtan yapılmış barınaklar. Bir rüzgâr esse; ya da yağmur yağsa vay haline ırgatların. Yel alıp götürür çul-çaputu… Yağmur derseniz, olduğu gibi çadırın içinde… Çadırların önünde, kara; kap-kara ekmek sacları var. Hemen yanında iki taş üstüne kurulu ocaklar. Birkaç kap-kacak, un çuvalları… Çadırların orta yerinde de, bir su fıçısı. Yaz güneşinin altında, kırk derecelik Çukurova güneşinin ısıttığı bu suyu içiyor ırgatlar… Yemeğini bu suyla yapıyor. Yemek dediysek, öyle etli, sebzeli yemek değil. Ya bulgur aşı, ya da çevreden topladıkları ebe gömeci, kenger otu kaynatması…

Büyükler pamuk toplarken, çocuklar çadır içinde, ya da çevresinde oyalanır. Çoğu gülmeyi bilmez… Öğrenmemiştir. Hele Kadir’in büyüğü, gülmeyle ağlama arası sesler çıkarıyor. Anlamak zor! Donuk… Sabit bakıyor bir tek! Halsiz. Bitik.  Küçüğü derseniz,  daha yirmi günlük. Acıkınca ağlıyor. Anası gelip memesini veriyor ağzına. Emzirmeye çalışıyor. Kuru göğüslerini uzatıyor yavrusuna. Bir yandan da pamuk hatlarında gözü… Kendi sırası gerilerde kalıyor… Yanındakiler almış başını gidiyor. Telaşlanıyor. Kesiyor memeyi. Bebeği yeniden, çadırın köşesindeki çuvalın üstüne bırakıyor. Yanaklarına bir sevgi öpücüğü kondurup, koşar adım, pamuk arklarındaki yerini alıyor. Şiflerin içindeki pamukları avuçluyor avuçluyor. Hırslı… İsyankâr… Bir şeylere direniyor gibi…’Kader’ diyor içinden…’Kader’ diye yineliyor. Bebektir basıyor ağıdı.  Doymadığı için midir, yoksa yüzünü gözünü saran karasineklerin saldırısından mıdır ağıdı?  Bilinmez! Büyüğün elinde, bir parça sac ekmeği… Elini ağzına götürene dek, kırk sinek konuyor ekmeğe, kırkı kalkıyor. Hali hal değil büyüğün. Bir deri, bir kemik kalmış oğlan. Baba Kadir, ilkin elciye açıyor derdini… 

‘Çocuğun derisi eridi. Elime gelmiyor gayri. N’etsek ki’ diye dert yanıyor. Elci ;’Tarla sahibi arabayla gelir akşamüstü… İnneci Musa’ya götürelim. Bir inne yapsın, iyileşir’diyor. Akşamı iple çekiyor Kadir. Sarı Anadol’u tarlanın başındaki yolda görünce de koşuyor elcinin çadırına. Elci konuyu tarla sahibine açıyor. ‘Bıldır bizim Memetali’nin çocuğu da böyle eriyip aktı sıcaktan. Nah şu sıtma ağaçlarının altına gömdük. Bize inneciyi dediler de, götüremedik. Götürsek belki kurtulurdu… Bunu götürsek barime! Dünyada yiyecek tuzu varsa kurtulur. Musa tevatür inne yapıyormuş. Şu komşu tarlada bizim hemşeriler var. Onlardan birini titreme tutmuş geçen gün, bir inne yapmış,’ şıp’  diye kesilmiş titreme. Senin tomofile atıp götürsek. Heç belli olmaz, Allahtan umut kesilmez.’    

Sarı, üstü siyah otomobile bindi Kadir. Çocuk da kucağında. Otomobil ağır ağır çıktı tarladan. Arkasında kara bulutlar gibi toz yığınları bırakarak, köyün yolunu tuttu.

Sabahın ilk ışıklarıyla, köy mezarlığının şose tarafındaki uzun yeşil sıtma ağaçlarının altına bir küçük mezar daha kazıldı. Köy imamı üç kere çağrıldıktan sonra, isteksiz isteksiz geldi mezarlığa. Arabacı İsak, bir de tarla sahibi vardı köylüden. İsak bir koşu gidip, Mucuk Aptullah’ın mezarlık yanındaki evinden iki-üç parça tahta getirdi. Bir kısmını mezarın içine yerleştirdi. Diğerlerini mezarın başucuna dikti. Yaşlı ırgatlardan biri, komşu mezarlardan bir büyük taşı kucaklayıp, ayakuçlarına koydu. Yanına da bir ağaç parçası dikti. Sonra ellerini açıp dua ettiler.

O gün pamuk toplamadı ırgatlar. Gelenekleri böyleydi. Kadınlar, kara, isli ocaklara fıçıdan bozma yüzeyi kararmış kazanları kurup, su kaynattılar. Çamaşır yıkadılar. Erkekler de ağır ağır köy kahvesine girdiler. Kahveci Necati çayı yeni demlemişti. Gelenlere dağıttı. Ölümden habersiz, elini radyonun düğmesine attı. Çevirdi… Yanık içli bir kadın sesi, Muzaffer Akgün’dü mikrofondaki. Öyle içten, öyle yanık söylüyordu ki…”Gurbet elde bir hal geldi başıma, Ağlama gözlerim mevlam kerimdir” diyordu.

https://www.youtube.com/watch?v=n9MgxaSwdyE&feature=youtu.be

Kadir,  göz pınarlarından dökülüp, kara uzun sakallarını ıslatan iki damla gözyaşını, elinin tersiyle silerken sigarasından kalın bir nefes çekti… Dumanını boğazından dolaştırıp, burnundan üfledi. Birkaç kez üstüste yineledi.

 

Yaşar Özürküt

[İnsan Deneyleri] Üçüncü Reich nazi doktorları

İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek? [Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız

demiştik Yağmur Özgür Güven’in yazı dizisi tanıtımında, bu hafta Güven, [İnsan Deneyleri]ni de aktarmaya başlıyor. İlk dizinin tanıtımındaki ilk cümle burada da geçerli, “İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti.”

***

1 – Üçüncü Reich nazi doktorları

Üçüncü Reich olarak adlandırılan Nazi Almanyası’nda insanlar üzerinde yapılan “tıbbi” çalışmalar 3 kategoriye ayrılıyordu: askeri personelin hayatta kalması için yapılan deneyler, bulaşıcı ve ölümcül hastalıkların tedavisine yönelik ilaçların geliştirildiği halk sağlığı çalışmaları ve diğer uygulamalar.

1933 yılında çıkan Ulusu Kalıtımsal Hastalıklardan Koruma Yasası, Uyuşturucu Madde Kullananlar ile Savaş Yasası, 1934 yılında çıkan Suçlular, Psikopatlar ile Savaşım Yasası ve 1935’te çıkan genetik olarak “kusurlu” kişilerin evlenmesini yasaklayan Nüremberg Evlilik Yasası, ırkçı Nazi görüşlerini destekleyen ırklar arasındaki ayrımlara ve öjeniye yönelik desteğin çoğalmasında gerekli zemini oluşturmak ve bunu uygulayacak hekimleri ikna etmek için sonuna kadar kullanılmıştı. [“Öjeni” terimini 1883’te ortaya atan kişi, İngiliz psikolog ve antropolog -ve aynı zamanda Charles Darwin’in kuzeni- Francis Galton’dur. Bir soyun genetik kalitesini arttırmaya yönelik uygulamalar bütünü, kısaca soy ıslahıdır.]

1935 yılında, Alman Doktor Hans Serelman, durumu ciddi ve acil olan hastasına kan bulamadığından dolayı kendi kanını naklettiği için toplama kampına gönderildi. Çünkü o bir Yahudiydi.[1]  Bu kamplardaki doktorlar, hipotermi, uzun süreli açlık, yüksek irtifa gibi şeyleri insanlarda test ettiler ve çoğu deney anestezisiz yapıldı. Erkekler hadım ediliyor, çocuklar büyüme dönemlerinde farklı beyin araştırmalarında kullanılıyordu.[2]

Dachau Kampı’nda soğuk suda donma deneyleri esnasında Sigmund Rascher ve deney kurbanı. 1942 — Bildarchiv Preussischer Kulturbesitz

Yaşanmaya değmeyen hayatların sonlandırılması gerektiğini düşünen (ya da düşünmese bile gelen emri uygulama zorunluluğu hisseden) bilim insanları, “halk sağlığı çalışması” adı altında kısırlaştırma ve ötanazi uygulamalarına başladılar.

Ulusu Kalıtımsal Hastalıklardan Koruma Yasası gereğince Ocak 1934’te başlayan uygulamada; şizofreni, manik depresyon, epilepsi, fiziksel deformasyon, genetik körlük ve sağırlık, alkolizm gibi saf ırkın önünde bir engel olarak görülen hastalıkları taşıyan aryan ırka mensup kişiler vazektomi ve tüplerin bağlanmasıyla kısırlaştırılarak üremeleri engelleniyordu. Sonradan uygulamaya asosyal kişiler, homoseksüeller, Yahudiler ve çingeneler de dahil edildi. Bu uygulamalarda, yaşları 20-40 arasındaki 300-400 bin kişi onayları alınmadan kısırlaştırıldılar. Daha hızlı ve ekonomik kısırlaştırma yöntemleri bulmaları istenen bazı doktorlar, Auschwitz ve Ravensbruck toplama kamplarında kısırlaştırma deneylerine başladılar. Bunlardan biri de uterusa bir sıvı enjekte ederek toplu kısırlaştırma yöntemi geliştiren Prof.Dr. Karl Clauberg’di.[3]

Carl Clauberg (solda) Auschwitz’de — Instytut Pamieci Narodowej

Lenny Lapon’un “Beyaz Önlüklü Katiller” kitabında yer alan, 1933-39 yıları arasında zorla kısırlaştırılan insanlara ait rakamlar şöyledir: doğuştan akıl hastalığı olan 203,250 kişi, şizofreni hastası 73,125 kişi, epilepsi hastası olan 57,750 kişi, alkolizm tanısı konulan 28,500 kişi, manik-depresif tanısı konulan 6 bin kişi, kalıtımsal sağırlığı olan 2,625 kişi, kalıtımsal körlüğü olan 1,125 kişi, kalıtımsal fiziksel engeli olan 1,875 kişi ve St.Vitus Dans tanısı konulmuş 750 kişi olmak üzere, toplamda 374 bin “hasta” kısırlaştırılmıştır. 1945’te kurulan “Kısırlaştırılmış İnsanlar Birliği”ne göre ise; Nazi Almanyası’nda zorla kısırlaştırılan insanların sayısı iki milyondur.

Bu arada, kısırlaştırılan kişilerin üremeleri durdurulmuş olsa da tedavisi uzun süren mental ya da fiziksel hastalığı olan bu kişilerin topluma hala yük oldukları düşünülüyordu. Ve 12 Ekim 1939’da Hitler’in kişisel doktoru Karl Brandt’ın başkanlığında “T4” adı verilen ötanazi operasyonu başlatıldı. T4, adını yapıldığı adres olan “Tiergartenstrasse 4”ten alıyordu ve tüm resmî kurumlar, sanatoryum ve bakımevlerini kapsıyordu. 1939-1945 arasında, 200-250 bin kişi ötanaziyle öldürüldü.[4] Yaşları 3-17 arasında değişen zihinsel engelli çocuklar ise, yemeklerine katılan ilaçlarla öldürüldüler ve ölmeleri bazen haftalar sürdü. “T4”ten iki yıl sonra, “14 f 13” projesi başladı ve artık kurbanlara eşcinseller, çalışamayan insanlar, komünistler ve Yahudiler de eklenmişti. Dachau toplama kampındaki 4 psikiyatrist gaz ile öldürülecekleri seçiyor, seçilen yüzlerce kişi öldürülecekleri diğer kampa naklediliyordu. Hartheim’daki ölüm merkezinde, gazla öldürülen hastaların mücadele halindeki fotoğrafları çekilerek, beyinleri “bilimsel materyal” olarak incelenmek üzere Berlin’e gönderiliyordu.[5] Gaz odalarında, kimya devi I.G. Farben’in ürettiği siyanür gazı (Zyklon B) ve karbonmonoksit kullanılıyordu.

Deniz suyunun içilebilir hale getirilmesi için Nazilerin tıbbî deneylerinde kullanılan Roman (Çingene) kurban. Dachau toplama kampı, Almanya, 1944 — National Archives and Records Administration, College Park, Md.

1939 yılında, doğan tüm ikizlerin kayıt edilmesi şart koşulmuştu. Auschwitz’in “Ölüm Meleği” lakaplı doktoru Josef Mengele, sarışın-mavi gözlü yüksek ırkın daha hızlı üreyebilmesi için yeni yöntemler bulması istenince, çoğul doğumları incelemek üzere Auschwitz’de 1.000’in üzerindeki ikizde deney yaptı, binlercesi sakat kaldı ya da psikolojik zarar gördü. Bunun yanında, yapay dölleme deneylerinde de aynı kamptaki yaşları 20 ile 40 arasında değişen kadınları kullandı.

Doctors Under Hitler adlı kitabında Michael Krater şöyle der: “… üniversitelerde, teoriler deneylerle onaylanmalıydı”. 1931’de kabul edilen Weimar Yasası, Alman -ve Nazi- doktorların prosedürleri insanlardan önce hayvanlarda denemelerini şart koşuyordu. 15 Mayıs 1941’de Dr. Sigmund Rascher, Üçüncü Reich’in önde gelen devlet adamlarından Himmler’den üzerlerinde çalışmak üzere 2 veya 3 suçlu istedi. Çünkü 18 bin metre için yüksek irtifa testi maymunlarda yapılmıştı ve onlar 12 bin metre sınırını aşmışlardı ama insandaki sonuçları da test edilmeliydi[6]. İngiltere’de Newcastle Üniversitesi’nde domuzlar üzerinde yapılan dekompresyon odası deneyleri, Nazi doktorlar tarafından kamplardaki Yahudiler üzerinde yapıldı.

1942 yılının Mart-Ağustos ayları arasında Dachau toplama kampında yüksek irtifa alçak basınç deneylerinde denek olarak kullanılan 200 kişiden 80’i, 1942-43 yılları arasında Dachau ve Auschwitz kamplarında yapılan donma deneylerinde 300 esirden 90’ı öldü. Bu deneylerde savaş esiri askerler, 3 saat boyunca buz dolu tanklara konuluyor ve sonrasında farklı yöntemlerle ısıtılıyorlardı.

Ravensbruck toplama kampından sağ kurtulan Jadwiga Dzido, Nüremberg Mahkemesi’nde tıbbi ekspere aşı deneylerinde yapılan enjeksiyonla zarar gören bacağını gösteriyor.

Bunun dışında, Ravensbruck kampında sülfanilamide deneyleri, Fort Ney toplama kampındaki 52 Fransız esir üzerinde phosgene (böcek ilaçlarında kullanılan ve karbon monoksit ve klordan oluşan oldukça zehirli ve solunması sonucunda bulantı, kusma ve boğulmaya sebep olan bir gaz) antidotu deneyleri, Dachau toplama kampındaki çingeneler üzerinde (içmeleri için sadece deniz suyu verilerek) deniz suyu ve koagülasyon deneyleri, Buchenwald toplama kampında fosfor yanığı, tifüs ve insanın nasıl hızlı öldüğüne dair zehir deneyleri, Sachsenhausen ve Natzweiler kamplarında hardal gazı deneyleri ve ayrıca, çeşitli kamplarda bulaşıcı hastalık, transplantasyon, açlık deneyleri yapıldı. Toplama kamplarındaki deneylere ait bulgular, tıbbi kongrelerde dahi sunuldu.

Doktorları lenf düğümlerini çıkardıktan sonra kalan yarayı göstermeye zorlanan Yahudi çocuk. Bu çocuk tıbbî deneyin bir parçası olarak tüberküloz mikrobu verilen 20 Yahudi çocuktan biriydi. Hepsi 20 Nisan 1945’te öldürüldü. Neuengamme toplama kampı, Aralık 1944–Şubat 1945, Almanya. — Guenther Schwarberg

9 Aralık 1946-19 Temmuz 1947 arasında yapılan Nüremberg mahkemelerinde yargılanan 23 doktor, “emirlere uyduklarını” söylediler. Duruşmalardaki ifadelere göre, uzmanlardan oluşan komitenin ötanazisini onayladığı hastalar önce gözlem kurumları, sonra gaz odaları ve yakıldıkları merkezlere götürülüp, ailelerine külleri verildiğinde ise, beklenmeyen bir şekilde öldükleri ve tıbbi müdahalenin yetersiz kaldığı söyleniyor ve psikiyatristlerin imzaladıkları raporlar veriliyordu. Ötanazi programı yöneticileri Karl Brandt ve Viktor Brack, 60 bin insanı öldürdüklerini kabul ettiler. Bu uygulamalara karışan 400’ün üzerinde doktor ve resmi görevli olmasına rağmen, sadece 23 doktorun yargılandığı davalarda; yedisi ölüm cezasına çarptırılırken, beşi müebbet hapse mahkûm oldu ve yedisi suçsuz bulundu. Diğer dört kişi de 10-20 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldılar.

1] Straus, Dr. Eugene W-Alex, Tıbbi Mucizeler, İstanbul, 2014, s.158
[2] A. Guerrini, Experimenting with Humans and Animals, 2003, s.138
[3] Alexander Mitscherlich&Fred Mielke, Doctors of Infamy: The Story of the Nazi Medical Crimes, 1949, s.141
[4] Cumhur&Oğuz, Nazi Dönemi Tıp Uygulamaları, 2008, s-97-99
[5] F. Wertham, A Sign for Cain: An Exploration of Human Violence, 1966, s.181
[6] Human Experimentation: Before the Nazi Era and After – http://www.micahbooks.com/readingroom/humanexperimentation.html

 

Fotoların hepsini USA Holocaust Museum’dan aldım (https://www.ushmm.org/)

 

Yağmur Özgür Güven

Tasarım 1 – Melih Aşanlı

Bu kelime son zamanlarda oldukça duymaya başladığımız bir kelime. Aslında bu sadece ülkemizde böyle, milenyum ile beraber reklam sektörünün yükselen trendler arasında yer almasıyla tasarım kavramı, kavramından bağımsız bir halde yükselen bir grafik ile hayatımıza girdi. Sonra hepimiz bir şeyler tasarlar olduk, ya da bir tasarımcı ahbap edindik. Bu kavram o kadar hızlı ve altyapısı hazırlanmadan gündelik yaşantımıza girdi ki, reklam sektöründe çalışan herkesin tasarımcı olduğuna, tasarımın kısır ve anlık çözümlerden ibaret olduğuna, pop kültürünün tasarımcı kültürü olduğuna inandık. Bu dezenformasyon evet, gerçek tasarımcıların önce sektörlerinde hayatlarına devam etmesini engelledi, sonra eğitim kurumlarında alınan eğitimin biçimini değiştirdi. Zaten bir kaç güzel sanatlar fakültesine sahip ülkede üç beş kişi olan tasarımcılar, mantar gibi topraktan biten onlarca fakülteden mezun olan binlerce ne idüğü  belirsiz yaşamları ile oynanmış gencin arasında kayboldu gitti. Tasarım kavramının içi abur cubur atıştırmalıklar ile doldurularak obezleşti ve işlevsizleşti.

Dünyada tasarım ve tasarım odaklı yaklaşımlar günden güne artmaktadır. Biz de bu hızlı giden trene binebilmek için oyun tahtasına elimizdekileri sürdük. Tabii ki elimizde olan obez tasarım olgusu ile amacımıza ulaşamadık. Şimdilerde kağıt üzerinde ya da monitör başında tasarımın her alanından bahsedebiliyor olsak bile temel prensiplerde boşluklar var.  Bu boşluk ve yetmezlik tümevarım bir yaklaşımla kendini göstermese de, tüme varmayı engellemesi ile kendini gösteriyor. Bütüncül bir bakış açısı ile bakıldığında ise tasarım yaklaşımlarımız dünya ile entegre olamıyor ve düşünce biçimimiz hep çağın gerisinde kalıyor. Bu toplumun bir kesimine has bir durum değil ülke genelinin yaşadığı ortak bir sorun. Zira her olumsuz tespitin insanlar arasında ayrışmalar yaratıp bir tarafın, bir diğerini suçlaması sanki toplumsal bir hastalıkmış gibi yediden yetmişe her kesimden insana musallat olmuş durumda. Dinleyen ve izleyen kişinin, kendini konudan ayrı tutup ortamda olmayanları suçlayan halet-i ruhiyesi gerçek bir tez konusu. Bir tasarımcı olarak biliyorum ki eğitim almaya heveslendiğim yıllardan beri bu konu bileni ve ilgileneni az olan bir konu. Hatta eğitim aldığımız hocalarımızdan bildiğimiz kadarı ile hep böyleymiş. Şimdilerde de durum farklı değil, laf kalabalığı ve bir kirlilik dışında halen bileni az lafını edeni bol bir konu.

Ülkemizde tasarım ve tasarım odaklı düşünce yaratıcılık ve bakış açısı geliştirme sanatçıların ve bir grup kesimin tek elindeymiş ve bir özellikmiş gibi düşünülüyor ve tüm bu kavramlar birbirleri ile karıştırılıyor. Sanatçı ve sanat eseri ile popüler ve pop tanımlamalarının karıştırılması gibi. Halbuki durum oldukça farklı. 1980’ler den beri Stanford Üniversitesi tasarım ve tasarım odaklı düşünmenin tüm sektörler  ve iş dünyası ile yaşamın her alanında uygulanabilen bir sistematik üzerinde çalışıyor. Aynı zamanda yine Stanford Üniversitesi D-School Tüm dünyada farklı bakış açıları geliştirmeye ve düşünce sistematiğini öğretmeye çalışıyor.

https://dschool.stanford.edu/

Bu konular ile alakalı oldukça ilginç metotları var. Güzel sanat eğitiminin temelini oluşturan bu metot ve öncelikler sistematiği, öyle canım istedi, ilham geldi, çok okudum öğrendim gibi şehir efsanelerinin konu ile alakası olmadığının bilimsel tespitlerini oluşturuyor. Aslında herkesin tasarımcı olması tabii ki gerekmiyor. Tasarımcı olmak, günümüzdeki popülerliğini bir kenara ayırdığımızda kişiye bir özellik sağlamayan mesleki bir eğilim ve eğitim bütünü, aynı mühendislik ya da işletmecilik gibi. Öyle çok özel bir değeri olmadığı gibi, diğerlerinden değersiz de değil. Bu karmaşa tasarım ile alakalı eğitiminin okullarda yer alamamasından kaynaklanıyor. Resim ve müzik dersi adı altında öğrencilerin sıralarda koşturup, kağıtlara anlamsız karalamalar yapmasına izin veren bir eğitim sistemi, sanat ve tasarım hakkında ilk eğitimi vermiş oluyor. Bayramdan bayrama çiziktirilen askeri geçit törenli kutlama resimleri, boy boy Atatürk çizimleri, şanlı bayrağımız ile de taçlandırılıp yıldızlı bir pekiyi ile okul sergisinde yerini alıyor. Bu insanlar büyüdüğünde belediye başkanı oluyorlar, sonra o belediyelerde ya kavun karpuz heykeli oluyor, ya da Atatürk. Müzik pop ile ilişkilendiriliyor.

Evladının mühendis olmasını isteyen bir anne babaya resim ya da müzik dersinden bahsedemezsiniz. Eğer bahsederseniz önce okul müdürüne sonra da Milli eğitimin ulaşılabilinen en üst makamına kadar şikayet edilirsiniz. İlgili veli bunu çocuğunun geleceği için kesinlikle yapacaktır. Bu yaklaşım doktor, mühendis ayırt etmeksizin neredeyse tüm meslekler için aynıdır. Kültür konusu açıldığında mangalda kül bırakmayan anne baba, konu derslere geldiğinde aba altından sopayı göstererek çocuklarının ıvır zıvır işler ile uğraşmasını istemezler.

Boş işler olarak tanımlanan sanat ve tasarım, bu öğrenciler büyüyüp yetişkin birer birey olduğunda da yine boş işler olarak tanımlanmaya devam edilirler. Sadece kişi bunu kendine ve çevresine itiraf edemez. Çünkü toplumda sanat ve tasarım aynı zamanda kültürlü olmak ile de ilişkilendirilirler. Bu karmaşa konuya hep uzak kalmış olan, ilgilenmeyen, hatta içten içe boş işler olduğunu düşünen işi gücü yerinde insanların kültürlü olmak adına kendine sunulan “pop”u büyük bedeller ödeyerek satın almasına sebep olur. Yapabilecekleri tek şey modayı takip edebilmek ve bu konuda para harcayabilmektir. Bir de bu kişiler sanatın ve tasarımın sıkı savunucuları olur size zavallı, şişirilmiş pop kültürleriyle ahkam kesmeye başlarlar.

Durum oldukça üzücüdür aslında. Eğitim almış kendine verilen her görevi başarılı bir şekilde yerine getirmiş, kariyer sahibi yetişkin bireyler, zevksizlik, yetmezlik ve dolayısı ile tatminsizlik içinde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalırlar. Her konuda olduğu gibi, sanat ve tasarım konularına hakim olmak küçük yaşta başlayan bir eğitimle daha kolaydır.  İyi bir sanat alıcısı olmak ancak böyle mümkündür. Sanat ve tasarım eylemleri, haz, keyif ve tatmin duygularıyla doğrudan ilişkilidir. Sanat ve tasarım, insanlığın var olduğu günden günümüze kadar geliştirerek getirdiği, ince zevkler bütünüdür. İnsan beslenmeye ihtiyacı olan bir canlıdır. Sanat ve tasarım ruhun beslenme halidir. Beraberinde mutluluk getirirler. Düşünce sisteminin doğru işlenmesiyle her bireyin kolaylıkla dahil olabileceği keyifli bir dünyadır.

Tasarım konusuna içinde yaşadığımız ortamı tanımlamak ile başlamak önemlidir. Yukarıda bahsettiğim sebepler sorunların tamamı değil, ancak bir kısmı ve son dönemin kabaca bir tasviri olmaktan öteye geçemez. Sorunlar üzerinde kafa yordukça keşfedilebilir, çeşitlendirilebilir ve tanımlanabilir. Önemli olan samimi olmak, konuya bir bütün olarak yaklaşmak ve bir diğerini ötekileştirmemektir. Problemlerin bazıları ile başladığım bu yazı dizisi bir kaç bölümde ancak tasvir edilebilir olduğunu düşünüyorum. Haftaya tasarımın temel prensiplerinden bahsetmeyi planlıyorum. Metotlar ve beslenme kaynakları ile de devam edebilirsek, tasarım konusunu bir parça daha olgunlaştırabiliriz. Ancak olgunlaştırılmış bir tasarım tanımı üzerinden ekoloji başlığına geçiş yapılabilir.

Ekoloji kolaylıkla üstesinden gelebileceğimiz bir konu değildir. Hele ki konu tasarım olduğunda işimiz daha da zorlaşmaktadır. Kağıt ve kalemle yapılan çizimlerin, canlılar ile gerçekleştirilmesi oldukça dikkat edilmesi gereken hassas hesaplamalar ve planlamalara ihtiyaç duymaktadır.

Bu yazı harmoniaekotopya.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

 

Melih Aşanlı

2007 yılına oranla 400 milyon daha az hayvan öldürüldü

ABD İnsani Yaşama için Çiftlik Hayvanlarını Koruma Derneği Başkan Yardımcısı Paul Shapiro, 2007 yılında 9.5 milyar kara hayvanının yemek için yetiştirilip öldürüldüğünü belirtti. 2014 itibari ile ise, bu sayı büyük bir düşüş ile 400 milyon geriledi.

ABD’deki insan popülasyonun artmasına rağmen, endüstriyel hayvancılıkta işkence gören hayvan sayısı neredeyse yarım milyona yakın azaldı. Vegan dostu kampanyaların ve insanların çevresel ve sağlıksal farkındalığının artması, yarım milyon hayvanın canını kurtarmış oldu.

Halen dünya üzerindeki veganların sayısının %7 olduğu tahmin edilse de, bu durum etsiz pazartesi gibi kampanyaların ne denli işe yaradığını gözler önüne seriyor. ABD’deki uzun uğraşlar sonucu 2012 yılında Los Angeles’taki okullarda Etsiz Pazartesi kampanyası haftada tek başına 700 bin porsiyon etli yemeğin servis edilmesini önlüyor.

 

(Vegan ve Vejetaryenler Derneği)

9. Hangi İnsan Hakları Film Festivali: Sinemacılar Osman Kavala’yı anlatacak

Bu yıl 9’uncusu gerçekleştirilecek olan “Hangi İnsan Hakları Film Festivali” bugün başladı. Aynalı Geçit, Bitiyatro, Mezopotamya Sinema ve Tütün Deposu mekanlarında yapılan festival, ilk günden dolu dolu geçti. Saat 15.00’te startı verilen festival 4 ayrı mekanda da faklı film, belgesel ve sunumlar yapıldı.

17 Aralık’a kadar sürecek olan festivalde, dünyanın farklı yerlerinde yaşanan hak ihlallerini ve insan hakları alanında verilen mücadeleleri konu alan filmler gösterilecek. Ana temasını “Evimiz neresi?” sorusu üzerine kuran festival; Balfour Deklarasyonu’nun 100’üncü yılı vesilesiyle Filistin filmlerine özel bir bölüm ayırıyor. Festivalde ayrıca, “Çevre Hakları”, “Türkiye Nereye?”, “Kadın Hakları”, “Queer Filmler” gibi bölümler de yer alıyor. “Queer Filmler” bölümünde yer alan “Gayet Normal Biri”nin (Just a Normal Person, Malin Björkman-Widell) ana karakteri Sam’ın annesi, Türkiye’deki LGBTİ+ bireylerinin anneleriyle buluşmak üzere festivalde “İki Ülke İki Anne başlıklı” söyleşiye katılacak. Bu bölümde ayrıca gösterimleri engellenen KuirFest’le bir dayanışma etkinliği de düzenlenecek.

Radyo Kobanê belgeseli gösterilecek 

“Evimiz Neresi?” bölümünde Kobanê’de DAİŞ’e karşı verilen mücadeleyi bir radyo istasyonu üzerinden anlatan ve Documentarist’te bu yılki Yeni Yetenek Ödülü’nün sahibi olan Reber Dosky’nin “Radyo Kobanê” belgeseli de gösterilecek. Yine Kazım Öz’ün son filmi “Zer” de bu bölümde seyirciyle buluşacak. Festival, 15-17 Aralık’ta İHD Diyarbakır Şubesi’nin desteği ile Diyarbakır’a, 23-24 Aralık’ta ise Van’a uğrayacak.

Festivale Diyarbakır yasağı

9. Hangi İnsan HaklarıFilm Festivali’nin bugün başlaması planlanan Diyarbakır ayağı Valilik tarafından yasaklandı.

Ücretsiz festivalin İstanbul programı şöyle:

 13 ARALIK

* Aynalı Geçit: Kaya, SkaNdal (15.00), Bir Dakika, Çimentonun Tadı (17.00), La Pesca, Becomming Ann-Christine (19.00)

* Bitiyatro: Çocuklardan çocuklara filmler (15.30), 50/D’yi bal eyledik (18.00), Bitki bilimci, Gayet normal biri (20.00)

* Mezopotamya Sinema: Meryem, Radyo Kobanê (18.00), Sığınacak yer yok (20.00)

* Tütün Deposu: Sunum-Balfour deklerasyonu ve BDS hareketi (18.00)

14 ARALIK

* Aynalı Geçit: 228, Lüfer (15.00), Yokluklar, Burada ve başka yerde (17.00), Elif (19.00)

* Bitiyatro: Kot farkı, Kadraj dışı namıdiğer… (18.00), La pesca, Becomming Ann-Christine (20.00)

* Mezopotamya Sinema: 50/D’yi bal eyledik (18.00), Sulukule aşkım, Uçurumun kıyısında Türkiye (20.00)

* Tütün Deposu: Gayet normal biri, Söyleşi-İki ülke iki anne (17.00)

15 ARALIK

* Aynalı Geçit: Filistin: Bir halkın öyküsü (15.00), Meryem, Radyo Kobanê (17.00), KuirFest’le dayanışma: Kısa film seçkisi (19.00)

* Bitiyatro: Hediye, Hakikatin gücü (18.00), Yokluklar, Burada ve başka yerde (20.00)

* Mezopotamya Sinema: Bir şehrin KHK’sı, Coğrafyalar (18.00), 228, Lüfer  (20.00)

* Tütün Deposu: Forum: “Osman Kavala’ya özgürlük” sinemacılar Osman Kavala’yı anlatıyor (18.00)

16 ARALIK

* Aynalı Geçit: Zeytini öldürmesinler, Bitkibilimci, Forum-Yaşam için su ve temiz hava hakkı (14.00), Sığınacak yer yok (17.00), Sulukule aşkım, Uçurumun kıyısında Türkiye (19.00)

* Mezopotamya Sinema: Elif (16.00), Tempestad (18.00)

17 ARALIK

* Aynalı Geçit: Zer (13.00), Bir şehrin KHK’sı, Coğrafyalar (15.00), Boğulduğum için özür dilerim, Dönüş (17.00), Kot farkı, Kadraj dışı namıdiğer… (19.00)

* Bitiyatro: Dönüş, Ballad of Syria (16.00), Tempestad (18.00), Kaya, SkaNdal (20.00)

* Mezopotamya Sinema: Bir dakika, Çimentonun tadı (16.00), Hediye, Hakikatin gücü (18.00)

* Tütün Deposu: Forum-Dönemi belgelemek: Bir engelli koşu

 

(Evrensel, Jinnews)