Ana Sayfa Blog Sayfa 2936

Adalarda fayton kalkıyor: Konunun muhatapları ile görüştük

İstanbul’un adalarında 150 yıldır ana ulaşım yöntemi olarak kullanılan faytonlar 2 ay içinde yerini akü ile çalışan faytonlara bırakıyor.

Büyükada Faytoncular Derneği Başkanı Hasan Ünal, İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘ne bağlı Ulaşım Koordinasyon Müdürlüğü’ne (UKOME) davet edilerek kendilerine bu bildirimin yapıldığını ifade etti.

Yeşil Gazete olarak konunun muhataplarından adalarda faytonun kalkmasına dair görüşlerini aldık.

“Otomobil endüstrisi adayı işgal etmek istiyor”

Savaş Çömlek

Eylül 2014’de gazetemizde aynı konuya dair “Adalar’da “Fayton” üzerinden oyunlar (1)” ve “Adalar’da ulaşım sorunu mu varmış?” başlıklı iki yazısı yayınlanan 12 yıllık ada sakini ve Yeşil Gazete’nin kurucularından Savaş Çömlek. bu kararın adaları otomobillere açma planının bir uzantısı olduğunu belirterek, “Adalar otomobil uygarlığından kurtarılmış bir bölge. Bunu da sağlayan ana etmen faytonlar idi. Otomobil endüstrisi adayı işgal etmek istiyor. Aracın elektrikli ya da benzinli olmasının temelde bir farkı olduğunu düşünmüyorum. Otomobil işgali sadece havayı kirleterek olmuyor. Adalar’ın temel ulaşımı deniz yolu, bisiklet ve faytonlar iken bu yeni girişimle adalar artık otomobil işgaline açılmış olacak” şeklinde konuştu.

Faytonların kalkmasının akabinde adada bulunan tüm atların da katledileceğini aktaran Çömlek, “Faytonların kaldırılması aşamasında hayvan hakları aktivistlerinin de manipüle edildiğini düşünüyorum. “Faytonlara Hayır” eyleminde belediyenin hayvan hakları akitivistlerine araç sağladığını biliyorum. Otomobillerin işgali için tüm atlar öldürülecek. Akülü fayton otomobil işgali için bir kandırmacadan ibarettir” dedi.

“Suça sessiz kalmak suça iştirak etmektir”

Tolga Öztorun

Yeşil Gazete’nin hayvan hakları haberleri editörü Tolga Öztorun ise hayvan hakları savunucuları senelerdir “Fayton’a binme Atlar Ölüyor” isminde kampanyalar düzenledi, ancak para her zaman vicdanı yendi diyor.,

Bu habere temkinli yaklaşan Tolga Öztorun, “Doğruluğu konusunda henüz net bir bilgi alamasam da pek inandırıcı gelmiyor. Büyük bir rant sağlanıyor. Belediye, değnekçiler, atçılar hatta at satıcıları bile. Bu yüzden legalleştirilmiş bu köle ticaretinin tam anlamı ile kaldırılacağına nedense hiç inanamıyorum.” şeklinde konuştu

İnsanlıktan çok uzak şartlarda bakılan, gücünün çok üzerinde yük taşıtılan, diyaframı şişmesin diye su bile içirilmeden haince yüke koşulan bu zavallı atlar maalesef insanların saçma nostalji takıntıları yüzünden ölüyorlar diyen Öztorun, “En iyi şartlarda ölmeyen zavallı atlar ise kışın onları beslemek istemeyenler tarafından ormana salınarak soğuk ve açlık ile savaşıyorlar. Her yıl sadece Büyükada’ya illegal yollardan getirilen 500 attan 400’ü maalesef yaz sonuna doğru yaşadığı köle zulmü yüzünden vazife başında ölüyor.” diyor.

Öztorun sözlerini, “Aç susuz yara bere içince günde 18 saat parke taşı üzerinde gücünün kat be kat üzerinde yük taşımaya zorlanmak, güneş altında korunmasız olmak mı? Nostalji mi?. Hayvan hakları savunucuları senelerdir Fayton’a binme Atlar Ölüyor isminde kampanyalar düzenledik, ancak para her zaman vicdanı yendi. Suça sessiz kalmak suça iştirak etmektir.” diyerek tamamladı.

“Faytonların kalkması Adalar’ın da sonu demek”

Hasan Ünal

Konuya dair Büyükada Faytoncular Derneği Başkanı Hasan Ünal ise, “Adalarda faytonlar 150 yıldır çalışıyor. 2 sene öncesine kadar kimsenin de bu duruma itiraz etmesi gibi bir durum yoktu. Adada yaşayan insanların pek çoğu ekmeğini faytonculuk mesleğinden kazanıyor. 2.500’e yakın kişi ekmek yiyor bu işten. Her gün 5.000 turist adaları ziyaret ediyor.Faytonların kalkması demek Adalar’ın da sonunun gelmesi demek” şeklinde konuştu. .

Konunun hayvan haklarına yönelik bir uygulama olmadığını ifade eden Ünal, “Bunlar hep bahane. Amaç burada üzüm yemek değil bağcıyı dövmektir. Adalar’a dair 1’e 1000’lik planlar iki ay içinde çıkarılıyor. Bu planlar çıktığında adalardaki fakir halkın yaşam alanı da kalmayacak. Şu anda 100 metrekare yeri olan bir bina yapabilirken plandan sonra 4 bina hakkı olacak” dedi.

Faytoncuların atlara işkence yaptığı iddialarını da yanıtlayan Büyükada Faytoncular Derneği Başkanı Hasan Ünal, “İşkence iddiaları gerçeği yansıtmıyor. Atlar bizim ekmek teknemiz. Biz geçimimizi onlar üzerinden sağlıyoruz. İnsan hiç kendi ekmek yediği yere işkence eder mi? Hayvanların hızlı hareket etmesi için bazı zamanlarda daha az acıyan yerlerine kırbaç atılıyor olabilir. Bunu işkence olarak adlandırmak doğru değil” diye konuştu.

Hayvan hakları savunucularının da yanlış yönlendirildiğini kaydeden Ünal, atların yakalandığı ruam hastalığına ilişkin asıl sorumlunun kendileri değil gerekli önlemleri zamanında almayan devlet olduğunu kaydetti. 1176 atın sağlık kontrolünden geçtiğini, 18 tanesinin de ruam hastalığı tespit edildiği için  itlaf edildiğini söyledi. Hasan Ünal sözlerini faytonların kaldırılması durumunda mevcuttta bulunan 1.500’e yakın atın kasaba gideceğini o etlerin de buna dair haberlerde de görüldüğü üzere ya askeriyeye ya da bir şekilde halkın mutfağına gideceğini belirterek noktaladı.

 

Kadıköy’de faytona binme atlar ölüyor protestosu

Adalar’da “Fayton” üzerinden oyunlar (1)

Fayton üzerinden oyunlar (2): Adalar’da ulaşım sorunu mu varmış?

 

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

Karun Hükmünde Kararname

Türkiye gündeminin ilk sırasını son birkaç gündür 696 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) işgal ediyor.  Tartışanları, özellikle ülkenin geleceğinden kaygı duyarak tartışanları haksız sayamayız. Lakin tartışmaların yüz küsur maddelik KHK’nın bir maddesinde yoğunlaşması, geri kalan maddelerin gözden kaçması gibi bir sonuç doğurmamalı. Çünkü o maddeler de, başka bazı yönlerden ülkenin geleceğine darbe vurma potansiyeli taşıyor olabilir.

Bu bakış açısıyla, gelin isterseniz projektörlerimizi KHK’nin 13. maddesine yönlendirelim biraz. Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısiyle Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun’a iki fıkralık bir geçici madde ekleyen 13. madde, madde numarası olan 13 gibi uğursuz[1] açıkçası.

Peki ne diyor bu uğursuz madde? Kısaca ve anlam olarak “Gemlik ilçesinde deprem tehlikesi nedeniyle taşınması zorunlu olan bazı yerleşimlerin civardaki ormanlık alanlara, bu ormanlık alanları orman sınırları dışına çıkararak taşınmasını hükme bağlıyor.” Ve diyor ki, bir parmak bal faslından, “Orman sınırları dışarısına çıkarılan alan kadar Hazine arazisi ağaçlandırılmak üzere Orman Genel Müdürlüğüne tahsis edilir.” Bu bir parmak bal mevzuuna hiç girmeyeceğim. Zira konuyla ilgili olarak yine zamanında “Pirinç taneyle satılmaz, orman ağaçla sayılmaz” diye yazmıştım. Merak eden açıp onu okuyabilir.

Damardan ve sert bir giriş yapmak gerekirse, ki gerekir, Anayasa’nın 169. maddesi orman alanlarının hangi şartlarda orman sınırları dışına çıkarılacağının sınırlarını çizmiştir. Anayasa’ya göre bir orman alanının orman sınırları dışına çıkarılabilmesi için o orman alanının 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tamamen kaybetmesi, tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi tarımsal etkinlikler ve hayvancılıkta kullanılmasında yarar görülmesi veya şehir, köy, kasaba yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler olması zorunluluğu bulunmaktadır. Bunun dışındaki tek seçenek ise, yine Anayasa’nın anılan maddesine göre, orman alanının orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyip, tarım alanına dönüştürülmesinde kesin bir yarar olduğunun saptanmış olması zorunluluğudur. Sayılan bu iki seçeneğin ilki 6831 Sayılı Orman Kanunu’nun 2b maddesi olarak şekillenmiş durumdadır ve yaklaşık 500 bin hektar büyüklüğündeki bu alanların satışı ile ilgili tartışmalar nedeniyle herkesin malumudur. İkinci seçenek ise yine Orman Kanunu’nda 2a maddesi olarak vücut bulmuştur ve kimseler tarafından bilinmez. Bilinmez, çünkü, Türkiye gibi arazisinin büyük bir çoğunluğu yüksek eğimli ve şiddetli erozyona maruz bir coğrafyada, orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımında hiçbir yarar görülmeyecek tek bir karış orman toprağı bulamazsınız. Diyelim ki buldunuz, o toprağın mutlaka ve mutlaka tarımsal amaçlarla ve orman köylüleri önceliğiyle kullanılması gerekir.

Gelgelelim, uğursuz olarak nitelediğimiz KHK maddesi şöyle demektedir: “…orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımında hiçbir yarar görülmeyen ve tarım alanına da dönüştürülmesi mümkün olmayan yerlerden…”

İşte Gemlik ilçesinin deprem tehlikesi nedeniyle taşınacağı ormanlık alanları bu şekilde tanımlıyor 13. madde. Yani açık bir şekilde Anayasa’nın amir hükmüne aykırı bir tanım yapıyor. Sanıyor musunuz ki bu maddeyi kaleme alan devrimizin karunları Anayasa’nın ormanları güvence altına alan bu amir hükmünü bilmiyor? Bal gibi de biliyorlar, tıpkı OHAL gerekçesiyle çıkarılan ve OHAL’le uzaktan yakından alakası olmayan bu maddenin iptali için Anayasa Mahkemesi’nde dava açılsa bile, Mahkemenin bundan önceki benzer başvurularda olduğu gibi yetkisizlik kararı vereceğini adlarından daha iyi bildikleri gibi.

Uğursuz madde aynı zamanda Kadastro Kanunu’ndaki “kadastrosu yapılan yerlerin ikinci kez kadastro işlemine tabi tutulamayacağına” ilişkin hükmünün yukarıda belirttiğimiz alanlar için uygulanmayacağını, Orman Genel Müdürlüğünün derhal yeteri kadar orman kadastro komisyonu kurarak çalışmalara başlayacağını ve ayrıca komisyon kararlarının ilan süresinin bir haftaya, bu kararlara itiraz süresinin ise bir aya indirileceğini de karar altına alıyor. Sözün özü, Anayasa’nın köküne kibrit suyu dökmekle kalmıyor, aynı zamanda yangından mal kaçırma telaşını da açık açık yansıtıyor. Elbette biz bu telaşın deprem tehlikesine karşı hızlı hareket etme gerekliliği gibi rasyonel bir nedene dayanmadığını çok iyi biliyoruz.

Şimdi, KHK’nın 13. maddesini kaleme alan devrimizin karunlarına buradan açık bir şekilde sormak istiyorum:

  1. Anayasa’nın açık hükümlerini çiğneyen bir KHK kaleme alırken, cezası olmayan bir Anayasa suçu işlediğinizi biliyor musunuz?
  2. Bu tür bir hükmü OHAL ile hiçbir alakası olmayan ama OHAL gerekçesiyle çıkarılan bir KHK paketine koyarken, neyi kimden saklama amacı taşıyorsunuz?
  3. Türkiye’nin büyük bir bölümünün deprem tehlikesi ile yüz yüze olduğu yıllardır biliniyorken, siz Gemlik ilçesinin deprem riskinin tam da şimdi mi farkına vardınız?
  4. Gemlik gibi deprem tehlikesini yakından hisseden başka il, ilçe ve köyler “biz de isteriz ormandan deniz gören arsalar” derlerse ne diyeceksiniz?
  5. Açık bir şekilde deprem riski taşıyan bir alanı imara açıp, kat kat binalar için ruhsat veren yetkililere soracak bir sorunuz olmayacak mı?

Bir çift kelam da meslektaşlarıma, özellikle kurulacak orman kadastro komisyonlarında görev alacak ve ilgili bürokratik işlemlerde imza atacak olanlara: Orman Mühendisi unvanının size verdiği yetki ve sorumluluğu önce ormanların, sonra toplumun büyük çoğunluğunun çıkarlarını korumak yerine sınırlı bir karun kitlesinin çıkarlarını korumak amacıyla kullanırsanız, bu ülkenin ormanlarını korumak için canlarını bile feda etmeyi göze alan binlerce meslektaşımızın elleri iki cihanda yakanızda olacaktır. Bunu sakın unutmayın!

Son sözüm yine devrimizin karunlarına. Para, pul, mal, mülk gözlerinizi kör ediyor olabilir. Hala zamanınız varken ve umudum odur ki gözleriniz az da olsa görüyorken, dönün ve  geçmişin karunlarının hikayelerini okuyun. Bakın bakalım tarih onlar hakkında neler yazıyor. Sakın ama sakın ormanların ahını almayın! Karun hükmünde kanunların değil derun[2] hükmünde kanunların altına imza atın. Benden söylemesi!

[1] Pek çok toplumda 13 sayısı değişik nedenlerle uğursuz sayılır ve bir çeşit korku hastalığı olan bu duruma “triskaidekaphobia” denilir. Bu sözcük Yunanca “üç”, “on” ve “fobi” sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelir.

[2] Derun, yürek, gönül anlamında kullanılmıştır.

 

Doç. Dr. Cihan Erdönmez

”Tuzla’da yaşanan kimyasal atık olayı ilk değil” iddiası

İstanbul Tuzla’da pazartesi günü kaçak yollarla kanalizasyona boşaltıldıktan sonra onlarca kişinin hastaneye gitmesine neden olan kimyasal atıkla ilgili soruşturma sürüyor. Yoğun kokuya neden olan kimyasal maddenin atıldığı Orhanlı mevkiindeki manzara insan sağlığını tehdit eder boyutta. Tuzla’nın merkezinde koku hissedilmese de, zehirli maddenin boşaltıldığı bölgede hala nefes almak çok zor. Görgü tanıkları bölgede sık sık kaçak döküm yapıldığını öne sürüyor. Bölgedeki vatandaşlar ise kokunun ilk kez 2 gün önce yayılan bir koku olmadığını, 2-3 yıldır sık sık bölgede bu kokuyu hissettiklerini söylüyor.

Kimyasal atığın kaçak olarak boşaltıldığı alanın yaklaşık 100 metre ilerisinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait katı atık tesisi var. Olayla ilgili soruşturma sürüyor. Tuzla Emniyeti bölgedeki güvenlik kameralarını incelemeye aldı. Pazartesi günü bölgede çalışan vidanjörlerin şoförleri ifadelerine başvurulmak üzere emniyete çağrıldı. Vidanjörlerden alınan örnekler inceleniyor. Vidanjör sahipleri ise kaçak döküm yapmadıklarını iddia ediyor.

Çevre Bakanı’ndan Tuzla’daki kimyasal atık açıklaması

Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, İstanbul Sanayi Odası Meclis Toplantısı öncesinde gazetecilerin konuya ilişkin sorularını cevapladı.

“Tuzla’da kimyasal atıktan yayılan koku konusunda soruşturmada gelinen son durum nedir? Bakanlık olarak ne yapmayı planlıyorsunuz?” sorusu üzerine Özhaseki, şunları söyledi:

“Olay ilk duyulduğu andan itibaren bakanlık olarak harekete geçtik. Bu konu bizi çok yakından ilgilendiren ve birebir takip etmemiz gereken bir konu. Şu anda maddenin ne olduğuyla ilgili tespitler az çok netleşmiş vaziyette. Ancak bu hangi araçlarla taşındı, bunu hangi firma buraya gönderdi, bunların tespiti yapılmaya çalışılıyor. Herhangi bir can kaybının yaşanmaması, kalıcı bir rahatsızlık oluşturacak bir hastalığın meydana çıkmamış olması sevindirici tarafı, ancak bu tür bir kirliliğe sebebiyet verenlerin de en ağır şekilde cezalandırılması lazım. Türkiye’de ne yazık ki, üzülerek söylüyorum, az da olsa sayısı üretim yaptığı halde bu tür işlerde standartlara uymayan, ufak tefek masraflardan kaçmak için açgözlülük yaparak bu çirkinlikleri yaşatanlar da var. Aslında birçok sanayi tesislerinde, organize sanayilerde arıtma tesisleri çok güzel çalışıyor.”

Tehlikeli atık vasfı içinde bulunan yerlerde 7/24 izleme standartları bulunduğunu belirten Özhaseki, şunları söyledi:

“600’den fazla tehlikeli atık dışarıya verdiğine inandığımız kuruluşların bacalarından, filtre sistemlerinden, deşarjlarından vesairesinden devamlı takip halindeyiz ama arada da gözden kaçan, bunun gibi dışarıda vatandaşı rahatsız edecek, çevreyi kirletecek birtakım fiilleri işleyen de var. Bunların karşısında cezalarımız da ağır aslında. En hafif ceza 637 milyardan başlıyor, 3 misline kadar çıkıyor. Tabii bu cezai müeyyideler uygulanacak. Arkasından işletmenin kapatılmasına kadar giden bir başka ceza daha gelebilir. Olayı savcılıklarımız da soruşturuyor. Onlar da kendileri ve Türk ceza hukuku açısından açılabilecek davaları takip edeceklerdir ama bizi ilgilendiren tarafı işin çevreyi kirletme hususu, insanları rahatsız etme hususu ve oluşturduğu çevre kirliliği. Biz bu açıdan sıkı takipteyiz.”

“Soruşturmaya ilişkin gözaltı var mı?” sorusuna Özhaseki, “Şu anda oradaki maddenin ne olduğu tespit edildi, ismi konuldu. Elbette şimdi soruşturma biraz daraltılıp bunu kim kullanıyor, hangi araçlarla taşıdılar? Bu tespit edilecek, o tespit edildiği zaman bununla ilgili işlemler başlayacak” yanıtını verdi.

“Şu anda korkulacak bir şey yok”

Bakan Özhaseki, “Çevrenin kirliliği anlamında çalışma yapıldı mı?” sorusuna “Şu anda korkulacak bir şey yok. Arkadaşlar her şeyi denetim altına aldıklarını söylediler. Hatta bunun ulaşabileceği, dışarıya çıkacağı yerlerdeki tehlike ne olur diye onu da tespit edip, çalışmaları ona göre sürdürüyor arkadaşlarımız” karşılığını verdi.

Tuzla’daki kokunun sebebi kanalizasyona kaçak basılan kimyasal atık çıktı!

Tuzla’daki kimyasal atığa ilişkin soruşturma başlatıldı

 

(NTV)

Naylon poşetler Ocak 2019 itibarı ile ücretli

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından Avrupa Birliği (AB) mevzuatına uyum çalışmaları kapsamında hazırlanan Ambalaj Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği, Resmi Gazete’de yayımlandı. Buna göre, plastik torbalar, 1 Ocak 2019’dan itibaren mesafeli sözleşmelerle yapılan satışlar da dahil olmak üzere satış noktalarında tüketiciye ücretsiz temin edilemeyecek ve ücretsiz teminine imkan verecek herhangi bir promosyona veya kampanyaya dahil edilemeyecek.

“Ekonomi için de çevre için de olumlu”

Türkiye Perakendeciler Federasyonu Başkanı Mustafa Altunbilek, yaptığı açıklamada, uygulamanın hem ekonomiye hem de çevreye olumlu katkısı olacağını söyledi. Plastik torbaların ham maddesinin petrol olduğuna dikkati çeken Altunbilek, Türkiye’nin ithal ettiği petrol miktarının söz konusu düzenlemeyle kısmen de olsa azalacağını ifade etti.

Altunbilek, şunları kaydetti:

“Orta boy ve büyük boy olmak üzere iki boy poşet var. Bunlar, her yerde müşterinin tercihine göre 5-10 kuruş karşılığında verilebilir. Ancak hiçbir zaman promosyon olarak kullanılmamalı. Bizim amacımız para ya da kar değil, bilinçli müşteri oluşturmak. Bu poşetleri 20 kuruşa mal ediyoruz, perakendeciler olarak fedakarlık edeceğiz. Daha az poşet kullanılmasını, çevrenin daha az kirletilmesini sağlayacak bu düzenlemeyi destekliyoruz.”

Tüketicilerin uygulamaya alışmasını sağlamak için federasyonun yapacağı projelere de değinen Altunbilek, “Bez torbaları bedelsiz vermek, file torba dağıtmak gibi şeyler yapacağız. Geri dönüşümlü ürünleri tespit edip tüketiciyle buluşturacağız.” diye konuştu

510 bin tonluk bir pazar

Plastik Sanayicileri Derneği (PAGDER) verilerine göre, Türkiye’de yılda yaklaşık 200 bin tonluk alışveriş poşeti üretiliyor. Endüstriyel, kilitli ve mağaza torbalarıyla kargo ve elbise poşetleri gibi geniş bir ürün yelpazesi de eklendiğinde bu miktar 510 bin tonu buluyor.

PAGDER önetim Kurulu Başkanı Reha Gür ise Avrupa’da eğitime paralel geri dönüşüm sistemlerinin daha organize olduğuna dikkati çekerek, tüketicilerin bilinçlendirilmesinin daha önemli olduğunu söyledi.

Türkiye’de market ve pazar poşetleri piyasasının büyüklüğü yaklaşık 1,5 milyar dolarken, taşıma torbalarının da içerisinde yer aldığı fleksibıl (esnek) ambalaj sektörünün büyüklüğü ise yıllık 5 milyar doları buluyor.

Plastik taşıma torbası alanında net ihracatçı pozisyonunda olan Türkiye’de, 2016’da 6 bin tonluk plastik poşet ithalat ederken ülkenin bu kalemdeki ihracatı 82 bin ton olarak gerçekleşti. Türkiye’nin bu dönemde söz konusu ürünlerin ithalatı için ödediği tutar 17 milyon dolar olurken, bu ürünlerin ihracatından elde ettiği gelir 226 milyon doları buldu.

Plastik poşetlerde yasak ve sınırlamalar Avrupa’nın belli ülkelerinde uygulanırken, Türkiye’de ise bazı zincir marketler düzenleme yürürlüğe girmeden müşterilerine plastik poşetleri ücretli vermeye başlamıştı.

 

(Bloomberght)

Madenler 146 milyon metreküp atık suyu denize, göle boşalttı

Türkiye İstatistik Kurumu, (TÜİK) 2016 yılı maden işletmeleri su, atıksu ve atık istatistiklerini açıkladı. Maden İşletmeleri Su, Atıksu ve Atık İstatistikleri Anketi sonuçlarına göre, maden işletmeleri tarafından 2016 yılında edilen toplam 146 milyon metreküp atıksuyu deşarj edildi. Deşarj edilen atık suyun yüzde 79.7’si denize, göle, akarsuya veya araziye, yüzde 12.1’i atık barajına, yüzde 1.6’sı ocak içine, yüzde 1,5’i foseptiğe, yüzde 5.1’i ise diğer alıcı ortamlara deşarj edildi.

Anket sonuçlarına göre, maden işletmeleri 2016 yılında 241 milyon metreküp su çekti. Çekilen suyun yüzde 54.4’ü kuyudan, yüzde 22.9’u deniz ve kaynaktan, yüzde 5.4’ü ocak içi sudan, yüzde 4.1’i akarsudan, yüzde 3.4’ü göl-göletten ve yüzde 9.8’i diğer su kaynaklarından temin edildi.

Maden işletmeleri tarafından 20 milyon metreküp atıksu arıtıldı

Maden işletmeleri tarafından 2016 yılında toplam 20 milyon metreküp atıksu arıtıldı. Arıtılan atıksuyun yüzde 88’ine fiziksel ya da kimyasal arıtma, yüzde 12’sine ise biyolojik ya da gelişmiş arıtma uygulandı.

Maden işletmelerinde oluşan 811 milyon ton atığın yüzde 99.9’unu mineral atıklar oluşturdu. Mineral atıkların ise yüzde 99’unun dekapaj malzemesi, pasa olduğu tespit edildi. Toplam atığın yüzde 70.4’ü pasa sahalarında veya düzenli depolama tesislerinde bertaraf edildi, yüzde 15.9’u ocak içine geri dolduruldu, yüzde 13’ü maden sahalarının doğaya yeniden kazandırılması amacıyla kullanıldı, yüzde 0.7’si ise diğer yöntemlerle geri kazanıldı ya da bertaraf edildi.

 

(Evrensel)

Ürünleri Türkiye’de de satılan Fransız firmaya “bebek sütü” soruşturması

Bebekler için ürettiği süt tozunda salmonella mikrobu tespit edilen Fransız şirketi Lactalis hakkında soruşturma açıldı. Şirketin ürünleri Fransa’da 30’dan fazla bebekte bağırsak enfeksiyonuna yol açmıştı.

Fransa’da savcılık bebek sütünde bağırsak enfeksiyonu ve ishale yol açan salmonella mikrobu tespit edilen Lactalis şirketi hakkında ön soruşturma başlattı. Fransa’nın en büyük süt endüstrisi şirketi olan Lactalis insan sağlığına zarar vermek ve tüketiciyi yanıltmakla suçlanıyor. Fransa’da 30’dan fazla bebeğin hastalanması üzerine şirket bütün dünyaya ihraç ettiği binlerce ton süt tozunu toplatmak zorunda kalmıştı.

Soruşturmayı yürüten savcılık yetkilileri Lactalis’in salmonella tehlikesi karşısında kamuoyunu çok geç ve yetersiz bilgilendirdiği şüphesi üzerinde duruyor. Şirket Aralık ortalarında Milumel, Picot ve Taranis marka ürünlerini tezgâhlardan indirtmişti. Sağlık müdürlüğü ise 1 Aralık’ta Lactalis’i süt ürünlerine mikrop bulaşmış olabileceği hususunda uyarmıştı.

Lactalis en çok Asya ülkelerine süt tozu satıyor

Fransız yetkililerce Ağustos ayından bu yana ülkede en az 35 bebeğin salmonella’ya yakalandığı ve bebeklerden 31’ine mikrobun tespit edildiği Lactalis tesislerinde üretilmiş süt tozu verildiği açıklandı. Şirket üretimin durdurulduğunu ve tesisin temizlenip dezenfekte edildiğini duyurdu. Hastalanan bebeklerin sağlık durumunun iyi olduğu bildirildi.

Fransız firma, Türkiye’nin 5 farklı bölgesinde bulunan üretim tesisleriyle süt, ayran, tereyağı, yoğurt, peynir, krema, kaymak, kefir ve tatlı gibi geniş bir ürün yelpazesi olan Ak Gıda’yı 2015 yılında satın almıştı.

Sütçülük endüstrisinin devleri arasında yer alan Fransız Lactalis şirketi ürünlerini çoğunlukla Çin, Pakistan ve Britanya’da pazarlıyor. Lactalis Almanya’ya süt tozu göndermediklerini, sadece üç ayrı marka altında peynir sattıklarını açıkladı.

 

(Deutsche Welle, Diken)

Ağaç kesimine kılıf uydurdular: Burada zeytin yetişmez!

Amasra Gömü Köyü’nde yapılmak istenen termik santrala alan açmak için zeytin ağaçları kesildi. Ağaç kıyımı üzerine kamuoyunda oluşan tepkileri azaltmak için ise ilginç bir yönteme başvuruldu. Bartın’da zeytin yetişmeyeceğine ilişkin bir raporun olduğunu iddia eden Bartın menşeili yerel haber siteleri, ağaçların bu rapora dayanılarak kesildiği haberlerini yayımlamaya başladı. Konuyla ilgili açıklama yapan Bartın Platformu, “Bartın’da zeytin yetişmeyecekse devlet zeytin yetiştiriciliğini neden teşvik ediyor?” diye sordu.

Bizzat Valilik teşvik ediyor

Termik santralın önünde engel görülen zeytin ağaçlarının bir günde yok edildiğini hatırlatan Bartın Platformu’nun açıklamasında, “Bu katliam, termikçi şirkete yakın olan çevrelerde 2014 yılında verildiği öne sürülen Bartın’da zeytin yetişmez raporuna dayandırılmak istenmektedir” denildi. Açıklamada, Bartın’da zeytinin yetiştiği ve Bartın Valiliği’nin yıllardır halka fidan vererek zeytin yetiştiriciliğini teşvik ettiği vurgulanarak şunlar kaydedildi:

“Özellikle Amasra ve Kurucaşile İlçesi sahil bandı zeytin tarımının çok eskiden beri yapıldığı yörelerdir. Bizzat Bartın Valiliğince son üç yıl içerisinde 10 bine yakın zeytin fidanı dağıtımı yapılarak yüzlerce zeytin bahçesi tesis edilmiştir. İlçelerde yerel ve ulusal basına da yansıyan devlet törenleri düzenlenerek çiftçiler zeytin yetiştiriciliğine teşvik edilmişlerdir. Bizzat eski Bartın Valisi Seyfettin Azizoğlu tarafından İlçe Kaymakamları, Tarım İl Müdürlüğü ve İl Özel İdaresi Tarımsal Hizmetler Müdürlüğü birimi zeytinciliğin geliştirilmesi ve daha da yaygınlaştırılması maksadıyla ‘zeytin tarımı’ özelinde ‘tembihli’ bir biçimde görevlendirilmişlerdir.”

Algı yaratılmak isteniyor

“Bartın’da zeytin yetişmez” söylemiyle zeytin ağaçlarının kesilmesine göz yumulmaması gerektiğinin söylendiği açıklamada, zeytin üreticilerinin sahipsiz olmadığı belirtildi. Kamuoyunda algı yaratılmak istendiğine dikkat çeken Bartın Platformu’nun açıklamasında şunları söyledi:

“Zeytin Bartın ilinin özellikle sahil bandında verilen emeklerin karşılığını bugünlere kadar vermeye devam eden, barışın ve dostluğun sembol dalı ve tarihsel geçmişiyle tarımsal kültürün günümüze kadar uzanan en önemli öğesidir. Zeytini yok sayan, ona burun kıvıran ve elinden gelen kötülüğü yapanları bizden söylemesi bizler unutsak ‘Kesilen Zeytinler’ iki cihanda unutmayacaklardır.”

 

(Birgün)

Gıda egemenliği, hemen şimdi! – Ali Bülent Erdem

Bu yazı karasaban.net sitesinden alındı

Gıda her canlı için bir haktır. Gıda her canlı için olmazsa olmaz olandır. Onun içindir ki, bir insanı derinden etkileyen en büyük korkularının başında açlık korkusu gelir. Açlık korkusu içinde bırakılmış, her an aç kalma tehdidiyle yaşayan insanları yönetmek sermayenin bilinen yöntemlerinden biridir.

İnsanlığın “Beslenme Temel Hakkı” Birleşmiş Milletler’in 16 Aralık 1996 ‘da ki genel kurulunda kabul edilmiş, Uluslararası ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Antlaşmasının 11. Maddesine göre Jean Ziegler’in aktarımıyla şöyledir; “Beslenme Temel Hakkı, doğrudan veya parasal imkanlarla, düzenli, sürekli ve serbestçe niteliksel ve niceliksel olarak yeterli, ve tüketicinin ait olduğu halkın kültürel geleneklerine uygun, bedensel ve ruhsal olarak, bireysel ya da toplumsal olarak tatmin edici ve insan onuruna uygun her türlü korkudan arındırılmış bir yaşamı mümkün kılıcı olan gıda hakkıdır.” (1)

Gıdanın serüveni bu güzel ifadelere rağmen tam aksi yönde seyrediyor. Dünyada tüm gıda zinciri, üretimden pazarlamaya kadar giderek bir elin parmaklarını geçmeyecek küresel şirketin denetimine geçiyor. Tarlalarımızda neleri üretip üretemeyeceğimiz, sofralarımızda neleri tüketip tüketemeyeceğimiz bu şirketler tarafından belirleniyor. Küçük çiftçiler şirketler adına üretmek zorunda bırakılıyor veya üretemez duruma düşülerek toprağını kaybediyor, kentlerin varoşlarında yeni açlar olarak yerlerini alıyor. Gıda, şirketler tarafından üstü açık fabrikalar haline dönüşmüş topraklarda endüstriyel yöntemlerle üretildikçe; gıdalar ona ihtiyaç duyanlara yabancılaşıyor, kırla kentin bağlantısı kopuyor. “Gıdalar artık beslemiyor, aksine hasta ediyor.” Gıda uluslararası ilişkilerde masada bir tehdit unsuruna hatta silaha dönüşüyor.

“Gıda aslında bir silahtır.” Bu söz ABD Tarım Bakanı Earl Butz tarafından, 1974 yılında Roma’da düzenlenen Dünya Gıda Konferansı’nda söylenmiştir. Devamında ise “Gıda pazarlık sandıklarında en önemli araçlardan biridir. İnsanların size güvenip dayanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek mükemmel bir yöntem” (2)demiştir. Bir zamanların ABD Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger benzer bir ifadede bulunmaktadır; “yabancı ülkelere yaptığımız ziyaretlerde güncel konumuz ne olursa olsun, ek olarak her zaman çantalarımızda söz konusu ülkenin tarım politikaları üzerine isteklerimizi içeren dosyalarımız da olur.” (3)

FAO’nun 2016 raporuna göre dünya nüfusunun %11’i yani 815 milyon insan açlıkla mücadele ediyor. “Açlık ve yanlış beslenme çocukları da tehdit ediyor: 5 yaşın altında yaklaşık 155 milyon çocuk yaşına göre çok kısa, 52 milyon çocuğun ağırlığı boyuna göre çok düşük ve yaklaşık 41 milyon çocuk ise aşırı kilolu.

Kadınlarda anemi (kansızlık) ve yetişkinlerde obezite ayrı bir endişe kaynağı.” Rapora göre bu tablonun ortaya çıkmasında önemli etkenlerden biri beslenme alışkanlıklarındaki hızlı değişim.

“Bu görmezden gelemeyeceğimiz tehlike çanlarının çalmasıdır: Eğer gıda güvenliği ve beslenmeyi olumsuz etkileyen tüm faktörlere cevap vermezsek 2030 yılına kadar küresel açlık ve tüm yanlış beslenme türlerini sona erdiremeyeceğiz. Barışçıl ve kapsayıcı toplumların tesisi için bu gerekli bir koşul.”  (4)

Yine biliniyor ki, her yıl 39 milyon insan açlıktan ölmekte, 1 milyar insan gizli açlık çekmekte, 2 milyar insan obeziteye bağlı hastalıklarla mücadele etmektedir.

Karşılaştığımız bu ağır bilanço dünyanın insanlığı besleyememesinden değil, bizzat planlanmış bir senaryonun sonucudur. Gıdayı ele geçirerek insanları açlık korkusuyla denetim altında tutma, onları teslim alma faaliyetidir.

Önce tarımsal döngü bozuldu

Allan Nation’ın dediği gibi: “Tarımın özü güneş enerjisini bir gıda ürününe hapsetmek ve bunun sonunda yüksek değerli insan enerjisi elde etmek”tir. Güneş enerjisinden enerji elde etme yeteneğine sahip tek canlı fotosentez yapma özellikleriyle bitkilerdir. Basitçe anlatımıyla; bitkiler havadan aldıkları karbondioksiti, topraktan aldıkları diğer elementlerle güneş enerjisi ve klorifil sayesinde suyla tepkimeye sokarlar ve daha karmaşık bileşikleri, yani besinleri oluştururlar. Burada toprağın önemli bir rol oynadığı açıktır. Bu bilinçle köylüler ve çiftçiler toprağı gözü gibi korurlar, topraklarını geliştirmek için uğraşırlar. Hayvanların terslerini ve bitki atıklarını toprağa besleyiciler olarak geri döndürürler. Tarımın doğal döngüsüdür bu. Onun için bitki üretimi ve hayvan yetiştiriciliği bir arada yapılır.

Yine çiftçiler kendi topraklarına en uygun tohumları bularak ıslah ederler. Deneyimlerini paylaşır, nesilden nesile aktarırlar ve bu bilgilerin sürekli gelişmesini sağlarlar. Her çiftçi ve köylü onun için bir bilgedir.

Endüstrinin tarıma her müdahalesi tarımsal döngüyü bozdu, tarımın çatışmalı olduğu kadar uyumlu olmaya çalıştığı doğayla bağlantısını kopardı. Köylülerin, çiftçilerin bilgisini değersizleştirdi.

Endüstrinin tarıma müdahalesinin başladığı noktadan bu güne kadar olan süreçte makineler, kimyasal gübreler, kimyasal ilaçlar, hormonlar, hibrit tohumlar, GDO’lu tohumlar tarımsal üretimin girdileri oldu. Çok geniş arazilere tek ürün (monokültür) ekilmeye başlandı. Bir taraftan bu girdilerin girdiği, diğer taraftan ürünlerin çıktığı, ölçek ekonomisine dayanan, karlılık kaygısıyla ürün çeşitliliğini azaltan, ürünlerin besin değerlerini düşüren üstü açık fabrikalara dönüştü tarımsal araziler. Toprağın bitkilerin kökünü tutması yeterliydi artık, gerisini kimyasallar hallediyordu. Ekolojik ilkeler endüstriyel tarım için söz konusu bile değildi. Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliği birbirinden ayrıldı. Endüstriyel hayvancılığın yapıldığı hayvan kentleri oluşturuldu.

Güneşten gıda enerjisi elde etme faaliyeti olan tarımsal üretim, fabrikasyon üretime dönüştürülerek petrole bağımlı hale geldi. Uzmanlar bir kalorilik gıda enerjisi elde etmek için bir kalorinin üstünde fosil yakıt tüketilmek zorunda kalındığını söylüyor. Endüstriyel tarımın verimlilik anlayışının ne olduğunu sadece bu örnek bile açıklamaya yeter. Maliyetli bir fabrikasyon üretimle elde edilen bitkisel ürünlerden bu kez biyoyakıt üretilmeye başlandı.  Üretilen gıdalar gıda olmaktan çıktı, arabaların depolarını doldurdu. Oysa dünyanın aç kalmasına bir çözüm olarak sunulmuştu endüstriyel tarım. (5)

Özelliklerini kaybetmiş, kaygıyla tüketilen gıdalar

Sonuç olarak, Dünyadaki halkların tohum çeşitliliği, yemek kültürleri yok edilirken sofralarımızı standartlaştırılmış ürün çeşitleri doldurmaya başladı. Köylülerin ve çiftçilerin üretemez duruma düşürülmesi sofralarımızdaki gıdanın da şirketler tarafından gasp edilmesi demekti. “Günümüzde 250 bin ila 300 bin bitki türü içinde en az 10 bin ila 20 bin kadarı yenilebilir nitelikte. Bu bitkilerden 7 bini tarımsal olarak üretiliyor ve gıda olarak kullanılıyor. Ancak sadece 30 tür, dünya kalori tüketiminin %90’nını karşılıyor. Yalnızca dört tür (pirinç, mısır, buğday ve soya fasulyesi) dünya nüfusunun tükettiği kalori ve proteinin büyük kısmını sağlıyor. Bu türlerin içerisinde çeşitlilikte giderek azalmakta.. Piyasayı ulusaşırı tohum ve gıda tekellerinin ürettiği tohumların ele geçirmesi sonucunda yerel bitki çeşitliliği, dolayısıyla da lezzet çeşitliliği giderek azalıyor.” (6) Marketlerde gördüğümüz aynı boyutta, parlak renkli meyve ve sebzeler eski lezzetlerinde, eski besleyici özelliklerinde değil. Tayfun Özkaya “ABD’de kanser, kalp, şeker ve obezitenin fazla olması tesadüf değildir. Bunda genetik olarak farklılaşmış yerel çeşitlerin yerine geçen genetik olarak bir örnek modern tohumların rolü büyüktür.” demektedir. İsmini ve etkisini bilmediğimiz gıda ile ilgisi olmayan katkı maddeleri ve koruyucularla çeşitlendirilmiş hazır gıdalarda durum daha da vahimdir.

Çayırlarda otlayan ineklerin, serbestçe dolaşan tavukların, kahvelerde mutlu ve şakalaşarak ürünlerini öven köylülerin, neşeyle hasat yapan kadınların görüntüleri eşliğinde hazırlanmış gıda reklamları bile gerçeği gizleyememektedir. Tüketiciler tükettikleri gıdaların nasıl üretildiğine dair bilgiden uzaklaştıkça veya tam aksine üretim süreçleriyle ilgili gerçekleri öğrendikçe gıdadan korkar hale gelmiştir.

Gıda güvenliği ve gıda güvencesi..

Gıdaya ihtiyaç duyanların tükettikleri gıdalardan kuşkularının giderek artması karşısında devreye giren bir kavramdır; Gıda Güvenliği.

Bülent Şık gıda güvenliği şöyle tanımlıyor; “ Gıda maddelerinin tarladan, çiftlikten veya elde edildikleri noktadan sofralarımıza ulaşıncaya kadar ki süreç içinde sağlıklı ve besleyici özelliklerini koruma esasına dayanır. Gıda güvenliği sorunlarına yol açan pek çok unsur var; ama halk sağlığı açısından mikrobiyolojik ve kimyasal risk unsurları daha çok dikkate alınıyor. Mikrobiyolojik açıdan gıda maddelerinin hastalık yapan mikropları içermemesi; kimyasal açıdan da zehirli nitelikli maddelerin gıdalarda bulunmaması istenir.” (7)

Günümüzde gıdanın kontrolü tek taraflı olarak şirketlerin denetimine geçmiş veya geçmektedir. Onlar için gıda güvenliği kendi tabirleriyle tolere edilebilir kalıntı ve katkı maddeleri olup olmadığı, hijyenik koşullara uyulup uyulmadığı ile ilgilidir. Üretim süreci içinde kullanılan yöntemler, üretim sürecinde yaratılan doğa tahribatı, gıdaların giderek besin bakımından yoksullaşması onların ilgi alanlarına girmez. (8)

Şık aynı yazısında şöyle devam eder; “Konuya elbette bir mühendislik problemi olarak bakmak ve bu sorunu çözmek için neler yapmak gerekiyor sorusuna bilimsel-teknolojik düzeyde yanıtlar aramak mümkün. Zaten bu yapılıyor. Ama ya Nasrettin Hoca gibi anahtarı kaybettiğimiz yerde değil de başka yerde arıyorsak; yani sorunları çözmek şöyle dursun daha çok artıracak işlerle uğraşıyorsak ?”

Sahi biz gıdayı tartışılır noktaya getiren süreçte anahtarı nerede kaybetmiştik? Tohumu kaybettiğimiz ve şirketlerin tohumlarıyla onların istekleri doğrultusunda üretmeye başladığımız noktada. Tarımsal üretimi kimyasal ilaç ve kimyasal gübre kullanmaya indirgediğimiz noktada.

Öyleyse sağlıklı, güvenilir gıdalara ulaşmak için soruları doğru sormalıyız.

Kim üretiyor?
Nasıl üretiyor?
Kim için üretiyor?
Öncelikle, bütün bir üretim sürecinin izlenebilir olabilmesi, üretim sürecinin merkezinde küçük çiftçilerin olmasıyla mümkündür. Köylülerin ve küçük çiftçilerin atalarından bu güne kadar taşıdıkları tohumlarıyla ve onun bilgisiyle doğayla birlikte üretmeleridir. Geleneksel köylü tarımı, bilge köylü tarımı ve köylü agro ekolojisi olarak adlandırılan doğayla dost bir üretim tarzıdır bu. Son olarak köylü veya küçük çiftçilerin öncelikle kendilerine, sonra yerel pazarlara, fazlasını da en yakın pazarlara üretmesidir. Gıdanın gideceği mesafelerin mümkün olduğu kadar kısa tutulması sağlıklı gıda ve yerel kültürler için önemlidir.

Örgütlü küçük çiftçilerin düşüncesidir, bu söylenenler. Gıda Egemenliğinin de temelini oluşturur.

Gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da Gıda Güvencesidir. Gıda güvencesi herkesin sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesi için besleyici gıdalara, düzenli olarak, yeterli ve güvenilir bir şekilde erişebilmeleri demektir.

Şirketler ve siyasiler gıda güvenliği ve gıda güvencesi kavramlarını birbirinin yerine kullanarak bir kavram kargaşası yaratmakta ve bunu bilinçlice yapmaktadırlar.(9) Gıdaya ulaşım hakkı olan gıda güvencesini gözden kaçırma kaygısıdır bu. Milyonlarca insan açlıkla mücadele ederken, meta haline gelmiş gıdanın, kar için endüstriyel çiftliklerde hayvan yemi ve arabalarda yakıt olarak kullanılmasını gözlerden kaçırma çabasıdır.

Küçük çiftçiler ayağa kalkıyor

1944 yılının Temmuz ayında ABD’nin New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kentinde 44 ülkenin ekonomiden sorumlu üst düzey yetkilileri bir araya gelmişti. Savaş sonrası Dünya ekonomisinin nasıl düzenleneceği Konferansın amacıydı. Toplantının sonucunda hakim para birimi olarak Dolar kabul edildi. Yeniden biçimlendirilmekte olan kapitalist dünyanın merkezinde artık ABD vardı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisini kontrol ve yönlendirme amacıyla Dünya Bankası, IMF, GATT ( Gümrükler ve Ticaret Genel Antlaşması) oluşturuldu. Bir kuruma dönüştürülmemiş bir anlaşmalar dizisi olarak devam eden GATT, Uruguay Raundunda alınan kararlar sonrası 1995’de DTÖ’ne (Dünya Ticaret Örgütü) dönüştü. 1993 yılı öncesinde GATT ulusal sınırları aşan malların ticaretiyle ilgiliydi. 1986-1993 yılları arasında sürdürülen Uruguay görüşmeleri sırasında uluslararası ticareti aşan fikri mülkiyet, tarım ve yatırımlarla ilgili yeni kurallar getirildi. GATS (Hizmetlerin Ticareti Genel Antlaşması) yoluyla hizmetler de ticarete konu edildi. 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü kurulduğunda bu örgütün istediği her şeyi yapabileceği, ortak doğal kaynakları talana açabileceği, ülkelerin bazı uygulamalara karşı göstermesi muhtemel dirençlere karşı bütün düzenlemeler yapılmıştı.

Ama, aynı zamanlara denk düşen bir başka gelişme daha oluyordu. 1990’lı yılların başlarında endüstriyel tarım modelinin saldırılarla yaygınlaşması, tarım ve gıdanın az sayıda şirketin elinde toplanması, neo liberal politikalarla küçük çiftçilerin kıyılması karşısında küçük çiftçiler ayağa kalkmıştı. Bu karşı çıkışların ortaklaştırılması çalışmaları tarım ve gıda meselelerinin ilk defa ele alınacağı GATT Uruguay Raundunun hemen öncesinde İsviçre’nin Mons köyünde sonuçlandı. 1993 yılında küçük çiftçilerin, tarım işçilerinin, yerli halkların ortak mücadele örgütü olarak La Via Campesina doğdu. 2004 yılında Çiftçi-Sen’inde üyesi olduğu La Via Campesina, bugün 400 milyon üyesiyle küçük çiftçilerin en büyük politik küresel tarım örgütüdür.

DTÖ ve Birleşmişler Milletler, Tarım Gıda Örgütü-FAO gibi uluslararası kurumlar tarım ve gıda konularını tartışmak üzere bir araya geldiklerinde karşılarında La Via Campesina’yı buldular. Neoliberal bir kırsal kalkınma modeline karşı çıkan La Via Campesina , küçük çiftçilerin ve köylülerin tarım politikaları oluşturulması süreçlerinin dışında bırakılamayacağını söyleyerek eylemler düzenledi.

La Via Campesina 18-21 Nisan 1996’da Meksika Tlaxcala’da 2. Uluslararası toplantısını gerçekleştirmişti. Toplantıda Gıda Egemenliği, köylü mücadelesinin çerçevesini belirleyen kavram olarak ortaya çıkmıştı.(10) Ardından 13-17 Kasım 1996’da Birleşmiş Milletler, Gıda ve Tarım Örgütü –FAO- Roma’da Dünya Gıda Zirvesi düzenlemişti. La Via Campesina yine oradaydı ve Gıda Egemenliği kavramını ilk kez dillendiren bir bildiri yayınladı. Bu aynı zamanda Gıda Egemenliği kavramının kamusal bir alanda ilk dillendirilişiydi.

Tarımın endüstrileşmeye başladığı noktadan günümüze kadar yaşanan süreçte gelinen durum; üretimden pazarlamaya kadar gıdanın üzerinde giderek daha az sayıda şirketin güç sahibi olmasıdır. Nelerin üretileceğine veya üretilmeyeceğine, kimler tarafından nerede üretileceğine ve hangi tohumlarla nasıl üreticiliğine, nasıl ve kimler tarafından pazarlanacağına karar verme gücü giderek bir avuç şirketin elinde toplanmıştır.

Her ülkenin uyguladığı kamu politikaları devre dışı bırakılmış. Bütün tarımsal yapılar tahrip edilmiştir. Tarımsal ürünlerin fiyatlarının uluslararası piyasalarda belirlendiği bir sistemde küçük üreticiler korumasızdır. Örneğin, bugün ülkemizde fındık ve üzüm üreticilerinin yaşadıkları bu nedenledir.

La Via Campesina, halkları gıda sisteminin merkezine oturtmadan bu sorunun çözülemeyeceğini söyler.

Gıda egemenliği

23- 27 Şubat 2007’de Mali, Selingue’de La Via Campesina ve müttefikleri bir araya gelir, köylüler, kır işçileri, tüketiciler, balıkçılar, göçerler, yerel halklar, çevre hareketlerinin temsilcilerinden oluşan 80 ülkeden 500 katılımcı vardır. Toplantı Selingue’de katılımcıların birlikte kurdukları Nyeleni köyünde yapılır. Gerek köyün adının, gerekse toplantının sonrası yayınlanan deklarasyonun adının Nyeleni olmasının özel bir nedeni vardır. “Nyeleni Afrikalı bir ailenin doğan tek kız çocuğudur. O nedenle aile ve Nyeleni aşağılanır. Nyeleni erkeklerle tarımsal üretimde hep yarışır, büyük başarılar elde eder ve Afrika’ya bir çok tohum kazandırır, bu tohumlar kuraklık dönemlerinde bir çok insanın açlıktan ölmesini engeller. Her Afrikalının saygıyla hatırladığı efsane bir kadının yani Nyeleni’nin Gıda Egemenliğini ifade edebilecek en iyi simge olduğu düşünülür. “(11)

Nyeleni deklerasyonunda; “Bir çoğumuz gıda üreticisiyiz ve dünyanın bütün halklarını doyurma kabiliyetine, istek ve iradesine sahibiz. Gıda üreticileri olarak bizim mirasımız insanlığın geleceği için yaşamsal önemdedir.” (12)deniliyor.

Onun için Gıda Egemenliği;

İnsanlığın, yaşamın yok edilmesine, ortak varlıkların talan edilmesine, bütün ekosistemin tahrip edilmesine neden olan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütüne ve onların her dediklerini yapan hükümetlere bir karşı duruştur.

Gıda politikalarının, küresel tarım ve gıda şirketleri ve piyasalar tarafından değil gıdayı üretenler ve ona ihtiyaç duyanlar tarafından belirlenmesini savunur.

Endüstriyel, kar amaçlı, petrole dayalı gıda sistemi karşısında merkezinde küçük çiftçiler ve gıdaya ihtiyaç duyanların olduğu, ortak karar alma mekanizmalarının yaratıldığı yerel deneyimleri oluşturmaya çalışır.

Sağlıklı gıdalara ulaşabilmek için sistem içi önerilen “ gıda güvenliği” kavramının yeterli olmadığını, ancak onu aşan gıda egemenliği için mücadele edilmesi gerekliliğine inanır.

Halkların kendi kültürlerine uygun, doğayla uyumlu tarım ve gıda sistemlerini belirleme hakkı olduğunu savunur.

“Gıda Egemenliği gıdanın şirketlerinin denetiminden çıkarılıp, halkın egemenliğine geçirecek, topraklarımızı, tohumlarımızı, bölgelerimizi, sularımızı, hayvanlarımızı, biyo çeşitliliğimizi koruyacak toplumsal projenin adıdır.” Merkezinde köylülerin, aile çiftçilerinin olduğu, balıkçıların, yerli topluluklarının, topraksızların, kır işçilerinin, göçmenlerin, göçerlerin, çobanların, kadınların, gençlerin, tüketicilerin, çevre ve kent hareketlerini, ekolojistlerin vb. mücadelelerini ortak bir mücadeleye dönüştürecek projenin adıdır.

Örneğin, bugün köylü tarımı, agro ekoloji giderek moda haline gelmiş durumdadır. Oysa gıda egemenliği mücadelesinde, sağlıklı gıdalara ulaşmak için uygulanan teknik bir konu değildir bu. Köylü tarımı, köylü agro ekolojisi aynı zamanda çokuluslu tekellere karşı bir direniş biçimidir.

Yine yerel tohumlarımıza sahip çıkmak gıda egemenliği mücadelesinde tohumların siyasallaştırılması anlamı taşır.

Son söz olarak söylersek gıda egemenliği aynı zamanda politik egemenlik demektir. Gıdayı meta olmaktan çıkaracak, piyasayla hesaplaşmak işidir.

Gıda egemenliği hareketi oluşturmak

Son yıllarda ülkemizde gıda egemenliği kavramı giderek daha çok kullanılmaya başlanmıştır. Dünyada ise gıda egemenliği hareketi her geçen gün daha da büyümektedir.

2007 de Mali’ de yayınlanan Nyeleni Deklarasyonundan sonra, 2011 yılında Avusturya’nın Krems kentinde Nyeleni Avrupa Forumu, 2015 şubat ayında tekrar Nyeleni’de Agro Ekoloji için Uluslararası Forumu yapıldı. Bütün bu toplantılara Türkiye’den katılımcılar olmuştu ama 26 Ekim 2016 Romanya’nın Cluj-Napoca kentinde 2. Nyeleni Avrupa Gıda Egemenliği Forumu’na Türkiye katılımı öncekilerden farklıydı. Türkiye’den odak örgüt olan Çiftçi-Sen, toplantıya katılım çalışmalarını ve toplantı sonrası yapılacak çalışmaları Türkiye’de gıda egemenliği hareketi oluşturulması hedefiyle örgütlemeye çalıştı. Gıda egemenliği ile ilişkili olabilecek tüm kurum, kuruluş ve kişilerle ilişkiye geçti. Birlikte alınan kararlarla tespit edilen yaklaşık 40 kişilik delegasyon karayoluyla Romanya’ya giderek Türkiye’yi temsil etti. Nyeleni Toplantısı sonrası yapılan toplantıda gıda egemenliği toplantılarının bölgelere yayılarak genişletilmesi, bölge toplantıları sonrası bir Türkiye toplantısı hedeflendi.

Gıda egemenliği mücadelesi içerisinde tanımlanması gereken birçok çalışma ve mücadele aslında ülkemizde sürmektedir. Yürüttükleri mücadelelerin Gıda egemenliği mücadelesi kapsamı içerisinde olduğunu bilerek yürütenler olduğu gibi, farkında olmadan yürütenler az değildir. İktidarın kırsal alana yönelik uygulamaları tepkiyle ve direnişle karşılaşmaktadır. Lokal kalan bu karşı çıkışlar bir süre sonra ya yenilmekte, ya da sönümlenmektedir. Bütün çalışmaların, mücadelelerin ortaklaştırılması gıda egemenliği hareketi oluşturmak isteyenlerin görevidir.

Örneğin meclise 7.kez gelen zeytin yasası karşısında mücadele yürütenler, belki de bugüne kadar yan yana gelememiş, gelmemiş kurum, topluluk ve bireylerden oluşuyordu. Zeytin üreticilerinin, tüketicilerin, zeytin kültürüne sahip çıkanların, doğa dostlarının, çevrecilerin, ekolojistlerin, kent hareketlerinin verdikleri ortak mücadele aslında bir gıda egemenliği mücadelesiydi. Zeytin ağaçlarını koruma mücadelesi ortaklaşabildiği için başarıya ulaştı. Her yerde sürdürülen mücadelelerin gıda egemenliği mücadelesinin bir parçası haline getirilebildiği oranda gerçek bir gıda egemenliği hareketi ortaya çıkacaktır.

Nyelen’i deklarasyonunun son cümlesiyle yazımı bitirmek istiyorum; Gıda egemenliği, hemen şimdi !

Ali Bülent Erdem – karasaban.net

1. Jean Ziegler, Aktaran Erhan Ünal, Toprak Biterken S.33
2. Mebruke Bayram, Gıdalar Ambalajlar Silahlar ve Açlar S.29
3. Erhan Ünal, a.g.e. S.73
4. Yaşam içi Gıda 15 Eylül 2017
5. Ali Bülent Erdem, Tarımın Bozulan Döngüsü, Çağdaş Ses
6. Mebruke Bayram a.g.e. S.137
7. Bülent Şık, Aktaran Abdullah Aysu, Gıda Krizi S.149
8. Abdullah Aysu ,Gıda Krizi S.150
9. Abdullah Aysu, a.g.e. S.148
10. Abdullah Aysu, a.g.e. S.151
11. Ali Bülent Erdem, Bir Toplumsal Proje: Gıda Egemenliği , Mukavemet Sayı:1
12. Mebruke Bayram,a.g.e S.143

Bildiğimiz internet çökerken – Funda Başaran

Bu yazı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

İnternetin küresel demokratik toplum vaadine temel oluşturan bütün özellikleri ortadan kalkarken, özgürlüğün yerini güvenlik alırken, internet parçalanırken yanıtlanması zor bir soru da ortaya çıkıyor. Sadece kendimiz için değil, gelecek kuşaklar için nasıl bir internete gereksinim var? Bugün internet çökse ne olur? Bu soruyu 2000’ler öncesini hatırlayanlar kolaylıkla yanıtlayabileceklerini düşünürler. İnternetin olmadığı bir dünya hakkında yeterince tarihsel veriye sahiptirler. Sabit telefonlarla haberleşilen, haber için gazete okunan, akşamları televizyon seyredilen, film izlemek için video kaset kiralanan, faturaların ilgili kurumun veznelerinden yatırıldığı ve hatta sadece mesai saatlerinde çalışılan bir zamanı yaşamış olmak elbette ki internetsiz bir dünyayı tarif etmek için başlangıç noktası oluşturur. Ama bu geçmişi hatırlıyor olmak, yine de bu soruyu yanıtlamayı kolaylaştırmaz. İnternetin hiç olmadığı bir dünya ile internetin varken yok olduğu bir dünya birbirinin aynı değildir.

İnternet tamamen çökebilir mi?

Modern bilgisayarın keşfinden sadece 15 yıl sonra başlayan bilgisayar ağları ile ilgili araştırmaların büyük bölümü ABD’de DoD (Department of Defense-Savunma Bakanlığı) tarafından finanse edildi. 1960’lar boyunca çok sayıda araştırmacı, paket anahtarlama üzerine çalıştı. Paket anahtarlama teknolojisi o güne kadar kullanılan analog ağlar karşısında daha verimli ve daha güvenilir olmayı vaat ediyordu. Analog ağların merkezi olması ve merkezin çökmesi durumunda tamamen çalışamaz hale gelmesine karşılık, paket anahtarlama teknolojisi bir merkeze ihtiyaç duymayan ve mesajı hedefe giden pek çok alternatif yoldan birinden gönderebilen bir teknoloji olarak çökmeyecek bir iletişim ağını vadediyordu. İnternet paket anahtarlamayı temel alarak tasarlandı; nükleer saldırı dâhil her durumda, veri ve ses trafiğinin sürekliliğini sağlayabilecek bir gelişme olarak ele alındı. Bu yüzden de ABD Savunma Bakanlığı tarafından desteklenmesi tesadüfi değildi.

İnternetin tasarımı itibariyle, tamamen çöküşü verili durumda en azından teorik olarak düşünülmez. Alan adı sunucularının çökmesi ya da kapatılması, siber saldırılar, kabloların kesilmesi, internet veri merkezlerinin yok olması ya da bazı ulus devletlerin kendi sınırları içerisinde interneti kapatması gibi bir dizi olasılık üzerine kurulu pek çok gelecek senaryosu, bütün bunların internetin çöküşüne neden olmayacağı iddiasındadır. Ancak bu olasılıkların varlığı ve internet üzerinde gelişen bir dizi görünüm, internetin çökmese de gelecekte tamamen farklılaşacağını ortaya koymaktadır.

İlk yılların ilüzyonu

Bugün şekillenmekte olan internet, 1990’ların ortalarında genel kullanıma açıldığında yeni toplumsal formasyonlara, yeni yurttaşlık biçimlerine, yeni mekânlara ilişkin farklı yaklaşımlara zemin oluşturuyordu. İnternet, herkesin enformasyona erişebilmesiyle sanayi üretiminde içsel olan merkezileşme, standartlaşma, emeğin sömürüsü ve tekelleşmenin son bulacağı, çoğulcu piyasanın kurulacağı; tüm yurttaşlar daha fazla oranda enformasyona sahip olacağından ve sadece bir düğmeye basmakla gerçekleştirilebilecek referandumlar olanaklı hale geleceğinden karar verme yetkisi yönetici elitin elinden alınacağı ve katılımcı demokrasi gerçekleşeceği; enformasyon hem bireyler hem de ülkeler arasındaki farklılıkları gidereceğinden eşitliğin sağlanacağı ve uluslararası uyum ve anlayışın hakim olacağı, kısacası her türlü toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunun aşılacağı enformasyon toplumunun somut zemini olarak değerlendiriliyordu. Amerikan western filmlerindeki “Vahşi Batı” metaforu ile kurulan internet anlatısında, yalnız, biraz da maceracı kahramanın toplumdan ve onun gerekliliklerinden kaçmak üzere yöneldiği “Vahşi Batı” gibi, internetin sunduğu sanal alan da “boş”, “kanunsuz” ve bu nedenle de özgürlükler ülkesi olarak tanımlanıyordu.

Geleneksel iletişim araçlarından farklı olarak sahip olduğu karşılıklı etkileşim olanağı, herkesin iletişim sürecinde hem alıcı hem de yayıcı olabilmesi, gazeteden TV’ye, radyodan mektup ve telefon haberleşmesine kadar neredeyse var olan tüm iletişim araçları yerine ikâme edilebilir olması, öte yandan görünür bir sansür ve kontrol mekanizmasının olmayışı, internetin normalde sesini pek az duyurabilen, geleneksel iletişim kanallarında genellikle dışlanan gruplar tarafından hızla keşfedilmesine ve alternatif bir iletişim ortamı olarak şekillenmesine neden oldu. Bu da 21’inci yüzyılın ilk on yılında internetin küresel bir demokrasiyi getireceği, yeni bir toplumun kurulmakta olduğu yolunda büyük umutlara neden oldu.

Elbette bu on yıl içerisinde internet önemli ölçüde değişmişti. Önce reklamcıların istilasına uğramış, eşzamanlı olarak ticari işlemlere uyumlu hale getirilmişti. İnternet üzerinde gerçekleşen ticari işlemlerde özellikle kredi kartlarının kullanılabilmesi için gereken güvenlik standartları geliştirilmiş, kredi kartlı ödemeler yanında internette finansal transferlerin de güvenlik içinde yapılması için şifreleme teknikleri oluşturulmuştu. Tabii, bu arada, internet üzerindeki tüketici davranışları ve ilgileri de önemli bir konu olarak şirketler için araştırılmaya, bu enformasyonun toplanması için yeni araçlar yaratılmaya başlanmıştı.

Bu dönemde internet şirketleri hızla büyüdü ve borsa değerleri astronomik rakamlara ulaştı. Geleneksel medya şirketleri varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini internete uyarladı, devletler interneti ve internet içeriğini denetlemek için yasalar ve düzenlemeler çıkardı, internetin potansiyelleri ekonomik ve siyasi iktidarlar tarafından kendi çıkarları çerçevesinde şekillendirilmeye çalışıldı. Ama bütün bunlara rağmen internet hâlâ gerçek dünyadan daha fazla özgürlük alanı içermeye devam etti.

Özgürlük yerine güvenlik

21’inci yüzyılın ilk on yılı, kapitalizmin küresel krizi ile sonlandı ama ikinci on yılın başında internete dair umutlar hâlâ sürüyordu. Arap Baharı, Occupy Eylemleri, Avrupa ve ABD’de gerçekleşen öğrenci eylemleri ve tabii ki Gezi Parkı eylemleri sürecinde internet ve sosyal medyanın toplumsal hareketlerle, toplumsal değişim talepleriyle karmaşık bir etkileşim içine girmesi, “umudun ve isyanın ağları” olarak kutsanmasına neden oldu. Ancak bu sürecin devamı ulusal devletler düzeyinde otoriterliğin yükselirken internet üzerinde gözetim ve denetimin olağanüstü artışına sahne oldu. Artık internet temelinde süren teknolojik değişim güvenlik odaklı bir hale geldi. Ve buna bağlı olarak özgürlük, güvenlik ile yer değiştirdi.

Bütün bunlar olurken, Google, Facebook, Amazon gibi ABD’li internet şirketleri kendi tekellerini oluşturdular. Bu şirketler, kendi güç alanlarını genişletmek için bir yandan kullanıcı verilerini toplarken, diğer yandan da çevrimiçi kimlik tespiti, gözetim, denetim ve güvenlik uygulamaları konularında hükümetlerle işbirliğine gittiler ve son durumda tam bir şirket-devlet bütünleşmesi yaşandı. İnternet hem ticari hem de siyasi olarak gözetim ve denetim alanına dönüştü. İnternetle birlikte gelişmeye başlayan siber saldırılar kadar, bu saldırılara önlem olarak gündeme gelen siber güvenlik uygulamaları da interneti askeri-endüstriyel kompleksin yeni alanı haline getirdi. Siber güvenlik konusunda devletler ve şirketlerin bütünleşmesi algoritma düzeyinde sansür uygulamalarını beraberinde getiriyor. ABD’de ağ tarafsızlığının ortadan kalkmasıyla içerik şirketleri ile altyapı şirketlerinin de bir bütünleşmeye gitmesi ve internetin hızla sadece belli içeriklere ulaşabileceğimiz, alternatif içeriklerin ulaşılamaz olduğu bir yere dönüşmesi olasılığı güçlendi.

İnternet parçalanıyor

Diğer yandan Rusya bu aralık ayının başında küresel alan adı sunucularına bağımlılığına son verme ve kendi kök alan adı sunucularını oluşturma kararını açıkladı. Bu kararın ABD ve diğer Batılı ülkelerin siber saldırı yeteneklerinin artması ve bu yeteneklerini kullanmaya hazır olmalarının Rusya’nın güvenliği için büyük bir tehdit oluşturduğu için alındığı belirtilen açıklamada, 2018 yılının ağustos ayında tamamlanması düşünülen sistemi BRICS ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) kullanacağı söylendi. Bu kararın küresel internetten kopmak demek olmadığı, ama en üst seviye alan adı sunucuları barındırdığı için internetteki ABD egemenliği karşısında BRICS ülkelerini olası dış tehditlerden korumayı amaçladığı iddia edildi. Bütün bu iddialara rağmen, BRICS ülkelerinin kullanacağı bu sistem küresel internetin ulusal ve bölgesel temelde parçalanmaya başlamasının ilk işareti.

Sonuçta internet çökmese de, interneti temel alan iyimser anlatı hızla çöküyor. Bir başka deyişle, bildiğimiz internet çöküyor. İnternetin küresel demokratik toplum vaadine temel oluşturan bütün özellikleri ortadan kalkarken, özgürlüğün yerini güvenlik alırken, internet parçalanırken yanıtlanması zor bir soru da ortaya çıkıyor. Sadece kendimiz için değil, gelecek kuşaklar için nasıl bir internete gereksinim var? Geleceğin internetini, ilk dönemin iyimserliği ve hayalciliğine düşmeden gerçekçi bir biçimde tariflemek, onu talep etmek ve savunmak, ulusötesi bir politik mücadelenin ilk adımını oluşturacak.

Funda Başaran – Gazete Duvar

En zengin 500 2017’de 1 trilyon daha kazandı

Dünyadaki en zengin 500 kişi 2017’de servetlerine 1 trilyon dolar daha ekledi.

Her yıl merakla beklenen Bloomberg Milyarderler Endeksi’ne göre dünyanın en zengin 500 insanın 27 Aralık 2016’da 4,4 trilyon dolar olan serveti 26 Aralık 2017 tarihi itibariyle yüzde 23 artarak 5,3 trilyon dolara ulaştı

Geçen yıl her gün servetlerine 2,7 milyar dolar ekleyen “en zenginler” 2017 yılında 2016’da kazandıklarının 4 katından fazla kazandı.

ABD’li e-ticaret devi Amazon’un kurucusu ve Üst Yöneticisi (CEO) Jeff Bezos, 34,2 milyar dolarla servetini en fazla artıran kişi oldu ve 99,6 milyar dolar servete ulaştı. Bezos, 2013 yılından bu yana dünyanın en zengin kişisi olan Microsoft’un kurucusu, 91,3 milyar dolara sahip Bill Gates’in unvanını elinden aldı. Dünyanın en zengin 10 kişisinden 5’i bilişim teknolojisi şirketlerinden olurken Facebook’un kurucu ortağı Mark Zuckerberg, 22,6 milyar dolarla servetini yüzde 45 artırdı.

Listeye giren 49 ülkeden zenginler arasında 38 Çinli milyarder, ekledikleri 177 milyar dolarla servetlerini yüzde 65 artırdı. Listede 159 isimle temsil edilen ABD’de ise milyarderler 315 milyar dolar ekledikleri servetlerini yüzde 18 artırmış oldu.

2017 teknoloji patronlarının yılı oldu. Listede yer alan 57 teknoloji milyarderi, 262 milyar dolarla servetlerini yüzde 35 artırdı.

Listede Türkiye’den hiç kimse bulunmuyor.

 

(Euronews – Yeşil Gazete)