Ana Sayfa Blog Sayfa 2935

[Kedi-Siz] Kaan Güvercin: Kısırlaştırma bence hayvanın doğal dengesine müdahale

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Hani öyle oturup rakı içmişliğimiz yok ama nedense pek kıymetli doğru düzgün harika bir adam olduğunu biliyorum.

Henüz hatıra kartları çok yaygın değilken, Truffy kartları ile hepimizin anılarında yer etti… Sonra daha bildiğimiz çizimler çizimler….

Adam zeki… adam çok zeki… Karikatür öyle kolay bir iş değil… O da en iyilerinden….

Gün geldi en büyük hayallerimden birinin baş kahramanı oldu. İlk kez bir barınak için yapılan çocuk ve köpek konulu Küçük Ahmet Hayvan Barınağında kitabımızın çizeri oldu. Bir dedim asla iki etmedi… Büyük çizer, hayalimden ötesini yaptı adam…

Öyle kolay kurtulamaz elimden daha çok işimiz var… Son çocuğa o kitap ulaşana kadar devam ?

Çünkü o Kaan Güvercin

***

33 – Kaan Güvercin: Kısırlaştırma bence hayvanın doğal dengesine müdahale

Tolga Öztorun: Büyük şehirlerde birçok insan ve hatta kanun bile sokakta kedi istemiyor. Kedisiz sokak mı olur? Olsa olsa Kedi-Siz diye röportaj köşesi olur ?

Kaan Güvercin: Kendi adıma hayvanların olmadığı hiçbir yeri sevmediğimi söyleyebilirim. Dolayısıyla kedinin, köpeğin olmadığı sokakları sevmiyorum. Şu anda yaşadığım evin sokağında yaklaşık 10 tane kopek var… Hepsi de beni tanıyor ve çok iyi anlaşıyoruz…

Sokağımızdaki kedilerin büyük bölümü ise bizim bahçemizde yaşıyorlar… Kış geldiği için onlara eski, büyükçe bir sehpadan yuva yaptım. Dışarıdaki dostlarımız için evimizde her zaman mama bulunduruyoruz. Evden çıktığımda hemen peşime takılıyorlar… Peşimde bir sürü kediyle markete gitmekten büyük keyif alıyorum…

Hayvanların olmadığı sokaklarla karşılaştığımda nedense o sokakta yasayan insanların çokta iyi insanlar olmadığını geçiriyorum hep aklımdan…

Tolga Öztorun: Bodrum’a taşındın… Evsiz hayvanlar açısından Ege’de durum nasıl? Özellikle yaz sonu ve kış dönemlerini bize anlatır mısın?

Kaan Güvercin: Evet 2 senedir Bodrum’da yaşıyorum. Doğma, büyüme İstanbullu birisi olarak burayı gerek insan ilişkileri gerek doğa ve hayvan sevgisi açısından çok daha ilerlemiş ve samimi görüyorum. Bodrum’da kış çok sert geçmese de bazen oldukça soğuk geceler oluyor…

Sokak hayvanları için mahalle sakinlerinin aldığı tedbirleri görüyorum ve mutlu oluyorum… Bu bölgede özellikle yağmur ve rüzgâr çok etkili oluyor kış aylarında. Hayvanları bahçesine alanların sayısı oldukça fazla. Evlerin müstakil ve bahçeli olmasının avantajı sanırım bu… Soğuk havalarda birçok insan bahçesini açıyor… Düzenli olarak besleme yapan insanların sayısı oldukça fazla… Elbette burada da kedi, köpekten haz etmeyen insanlar mevcut, ancak azınlıkta olduklarını söyleyebilirim.

Tolga Öztorun: Kısırlaştırma hakkında ne düşünüyorsun? Senin ile beraber yaşayan kedilerde durum nedir?

Kaan Güvercin: Evimizde bir kedimiz var, adı Zeytin. Artık Ege zeytini oldu kendisi  Kendisi bir kraliçe olduğu için diğer kedileri eve almamıza asla müsaade etmiyor. Kokularına bile tahammülü yok…

Dışarıdaki kedilerimizi sevip eve girdiğimizde ellerimizi iyice yıkıyoruz, kolonya döküyoruz. Aksi taktirde çok güzel dayak yiyoruz kendisinden. Geçmişte birçok deneme yapmamıza rağmen ona başka arkadaşlar getirmeyi başaramadık. Bahçede 6 kedimiz daha var… Bazen sayı çift hanelere çıkıyor. Onlara da güzel bir yuva yaptık. Kışın üşümeden ve ıslanmadan huzurlu bir şekilde uyuyabiliyorlar…

Kısırlaştırma konusuna gelince ben bu konuda biraz kararsızım. Hayvanın doğal dengesine müdahale gibi geliyor bana. Buna rağmen Zeytin’i kısırlaştırdık. Daha önce de kısırlaştırdığımız kediler oldu.

Özellikle İstanbul’da yaşıyorken bir ara bahçedeki kedi sayımız 20-25 gibi bir rakamdı. Kısırlaştırmak tek çare gibi gözüküyordu. Burada durum henüz kontrolden çıkmış değil. Sadece “Mix” isimli dişi kedimiz bir sezonda iki kez hamile kalarak toplamda 8 evlat verince kısırlaştırmanın bazen iyi olabileceğini düşünmedim değil.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

Kaan Güvercin: Ben teşekkür ediyorum Tolga‘cığım. Senin vasıtanla selamlarımı yolluyorum tüm hayvan severlere.

 

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

Son dönemin Yeşil Kitapları

Hayvanlara Niçin Bakarız?

“Hayvanat bahçesi ancak hayal kırıklığı yaratabilir. Hayvanat bahçelerinin kamusal amacı ziyaretçilere hayvanlara bakma olanağı sağlamaktır. Oysa hayvanat bahçesine gelen hiçbir yabancı bir hayvanla göz göze gelemez. Olsa olsa hayvanın bakışı şöyle bir parlar, sonra ona bakandan uzaklaşır. Hayvanlar başka yana bakarlar. Görmeden uzaklara bakarlar. Dış dünyayı mekanik olarak tararlar. Karşılaşmalara karşı bağışıklık kazanmışlardır, çünkü hiçbir şeyin artık onların dikkatini çekecek kadar merkezi bir önemi kalmamıştır.”

Ülkemizde Görme Biçimleri isimli yapıtıyla tanınan İngiliz yazar, eleştirmen, şair John Berger, hayvanlar ve insanlar arasındaki iletişimi sorguladığı Hayvanlara Niçin Bakarız? kitabında günümüz toplumuna dair etkileyici bir bakış sunmakta. Cevat Çapan tarafından Türkçeleştirilen eser, yakın geçmişte kaybettiğimiz Berger’ın insan, hayvan ve doğa denklemini ele aldığı, 21. yüzyıl insanını bunun üzerine sorgulamaya teşvik ettiği, farklı makalelerden oluşuyor.

Hayvanat bahçeleri neden var? Modern kapitalist toplumlarda insanlarla hayvanlar arasındaki ilişki nasıl kayboldu? Eski çağlarda hayvanlara baktığımızda ne görüyorduk, şimdi ne görüyoruz? Bunlar gibi, hem şaşırtıcı  hem de eleştirel sorularla okurlarını düşünsel bir yolculuğa çıkaran Berger, kendine has, mesafesiz üslubuyla, göz ardı etmeyi reddedip bizleri alışıldık olanı sorgulamaya, derinlikli düşünmeye davet ediyor. (Tanıtım Bülteninden) 

Hayvanlara Niçin Bakarız?

John Berger

Çeviren: Cevat Çapan

DeliDolu Yayınevi

2017

***

Ekoloji Almanağı

 

Çevre, ekoloji ya da ‘‘yaşam savunusu’’ olarak adlandırılan bu hareketlerin söz ve eylem kapasiteleri, uzun zamandan beri siyasetin gündemini işgal eden ‘‘kriz tartışmalarının’’ satır başlarını oluşturan ‘‘temsiliyet, yatay örgütlenme, iletişim tekniklerinin siyasete etkisi, doğa-kültür/insan çatışkısı’’ gibi konuların da daha içeriden tartışılmasını sağladı, sağlıyor. 90’lı yıllarda bir iki yayınevi, dergi ve bir iki dernekle sınırlıyken, 2005’ten sonra birçok yerel platform kurulması, ekolojik temalı sitelerin, sosyal medya hesaplarının açılması, yayınevlerinin dizi başlıklarına ‘‘ekoloji’’yi eklemeleri, belli başlı haber sitelerinin anasayfalarına ‘‘ekoloji’’ butonu eklemeleri hız kazandı. Artık ‘‘ekoloji’’ gündelik yaşamımızın ana gündem maddelerinden biri… 

Ekoloji Almanağı

Cemil Aksu&Ramazan Korkut

Yeni İnsan Yayınevi

2017

***

 

Yeşil Büyüme

 

  1. Bölüm Eşitsizlik ve kirlilik yaratan ekonomik büyüme sorunu

1.1. Ekonomik büyüme kavrami ve büyüme modelleri

1.2. Ekonomik büyüme ve çevre kirliliği ilişkisi

1.3. Ekonomik büyümenin dünyaya maliyeti: iklim değişikliği ve küresel isinma

1.4. Eşitsizlik üreten ekonomik büyüme sorunu

  1. bölüm Yeşil büyüme: sürdürülebilir ekonomi ve topluma giden yol

2.1. Yeşil büyümenin felsefi arka plani2.2. yeşil büyüme: kavramsal çerçeve

2.3. Yeşil büyüme için kavramsal bir çerçeve

2.4. Yeşil büyüme ve emek piyasalari: yeşil işler

2.5. İnovasyon ve yeşil büyüme

2.6. Yeşil büyüme ve kaynak verimliliği

2.7. P aris iklim zirvesi ve etkili bir yeşil büyüme stratejisi için bir yol haritasi önerisi

  1. bölüm Dünyadan yeşil büyüme örnekleri ve türkiye için değerlendirme

3.1. Dünyadan yeşil büyüme deneyimleri

3.2. Yeşil büyüme ve türkiye için kisa bir değerlendirme 

Yeşil büyüme

Zafer Yalçın

Ekin Yayınevi

2017

 

Derleyen: Barış Gençer Baykan

[Oğuz Gidiyor] Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde bisiklet – Oğuz Tan

Yol arkadaşım bisiklet 200 yaşında 12

Yol arkadaşım bisiklet, 1817’de icat edildi. Bisikletin 200 yıldır süren yolculuğunu bu yazı dizisiyle sizlerle paylaşmaya çalıştım.  2017’nin son yazısında Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te bisikletin hikayesiyle bu yazı dizisi sona erecek. Bu kez, büyük ölçüde, Mehmet Süme ve Selami Özsoy’un, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü için gerçekleştirdikleri çalışmadan yararlanarak arşiv değeri olduğunu düşündüğüm uzun bir yazı derledim.

Bisikletli zaptiyeler

19. Yüzyılın başlarında Avrupa’da icat edilen bisiklet, dünya genelinde yaygınlaşmaya başladıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’na da levantenler tarafından getirilerek, öncelikle posta ve polis teşkilatları ile orduda kullanıldı. Osmanlı’da bisikletin gelmesiyle ilgili ilk haber, Tarik Gazetesi tarafından, 1885 yılında duyuruldu. Mösyö Tomas İstefanis adında bir Amerikalı, yanındaki bisikletiyle önce İstanbul’a gelmiş, daha sonra İzmit üzerinden beş günlük bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaşmış ve oradan da Yozgat üzerinden Sivas’a geçmişti.

20. Yüzyılın sonlarında, başkent İstanbul’un dışında, bisikletin yaygın olarak kullanıldığı şehirler Osmanlı’nın Batı’ya açılan penceresi konumundaki İzmir ve Selanik’ti. Osmanlı döneminde ilk bisiklet yarışları 1897’de Selanik’teki ahşap tribünlü velodromda düzenlendi. İzmir’deki levanten aileler, Batı’daki diğer yenilikler gibi bisikletin de kente getirilmesinde öncülük etmişti. İzmir’de ilk bisiklet yarışması 15 Mayıs 1895 tarihinde düzenlendi. İzmir’de 1900 yılından itibaren Rum kulüplerinin düzenlediği spor oyunlarında bisiklet de yer almaya başladı. Özellikle Bornova’da, levantenlerin kurduğu kulüpler tarafından bisiklet ve atletizm yarışlarının düzenli olarak yapıldığı bilinmekte.

İstanbul’da ilk bisiklet yarışması 18 Ağustos 1895 tarihinde Tarabya’da düzenlendi. Yarışma 5 ayrı mesafede düzenlendi fakat Türk ahaliden katılan olmadı. II. Meşrutiyetten sonra yaygınlaşan bisiklet cemiyetleri, Cumhuriyet döneminde, varlıklarını daha organize biçimde sürdürdüler. 1923 Yılında bisiklet federasyonun kurulmasının ardından, Milli Takım oluşturuldu. Türkiyeli bisikletçiler ilk defa 1924 Olimpiyatları’na katılmak üzere Paris’e gitseler de, teknik nedenlerden ötürü yarışamadılar.

1. Dünya Savaşı yıllarında, bisiklet sporu, lastik ve yedek parça sıkıntıları nedeniyle durgunluk yaşadı. 1948 Londra Olimpiyatları’na katılan Türkiyeli dört bisikletçi, 195 km uzunluğundaki yol mukavemet yarışını lastik patlaması ve mekanik arızalar nedeniyle tamamlayamadılar.

Bisikletin Osmanlı topraklarına ilk geldiği 1890’lı yıllardan bu yana, aradan geçen 130 yıllık sürede, Türkiye’de bisikletin hem gündelik hayattaki hem de sportif kullanımında ciddi artış görüldü. Bisikletin sağlıklı bir ulaşım aracı olarak, dünyanın farklı pek çok noktasındaki gibi, Türkiye’de de yaygın biçimde kullanıldığını söyleyemeyiz tabii. Beden ve ruh sağlığı, fosil yakıtların tüketilmemesi, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının çok daha az tüketilmesi gibi nedenlerle bisiklet kullanımı teşvik edilmeli, kentlerdeki çevre ve yol planlamaları buna göre yapılmalıdır.

Bisikletli postacılar.

Osmanlı Devleti’nde 19. Yüzyıl sonlarında tanınan bisikletin, gördüğü ilgi üzerine, kullanımı kısa sürede yaygınlaştı. Kamu hizmetlerinin daha hızlı verilebilmesi amacıyla öncelikle posta, polis  ve ordu teşkilatlarında kullanıldı. Başta İstanbul, İzmir ve Selanik olmak üzere, büyük şehirlerde bisiklet yarışları düzenlendi. II. Meşrutiyetten sonra yaygınlaşan bisiklet cemiyetleri, Cumhuriyet döneminde, varlıklarını daha organize biçimde sürdürdüler. 1923 Yılında bisiklet federasyonun kurulmasının ardından Milli Takım oluşturuldu. Türkiyeli bisikletçiler ilk defa 1924 Olimpiyatları’na katılmak üzere Paris’e gitseler de, teknik nedenlerden ötürü yarışamadılar.

Osmanlı’da ilk bisiklet

Bisikletin Osmanlı topraklarına girişi, Avrupa’da yaygınlaşmasının ardından çok zaman almadı. Tarik gazetesinin 31 Ağustos 1885 tarihli sayısındaki habere göre Mösyö Tomas İstefanis adında bir Amerikalı, yanındaki bisikletiyle önce İstanbul’a gelmiş, daha sonra İzmit üzerinden beş günlük bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaşmış ve oradan da Yozgat üzerinden Sivas’a geçmişti. Gazetedeki haber şu şekilde:

“Mösyö İstefanis adında bir Amerikalı’nın velospid ile seyahat ve Dersâa’det’e muvasalatıyla (ulaşmasıyla) buradan dahi hareket ettiğini yazmış idik. Ankara’dan yazıldığına göre mûmâ-ileyh İzmit’ten 5 günde şehr-i mezkûra muvasalat ve Vali Paşa hazretleri ile memûrin-i vilâyet ve binlerce ahali merkûmun hareketini temaşa etmişler ve merkûm kendisine yapılan rica üzerine 3 defa şose üzerinde velospid ile yürüyüp 1200 yarda mesafeyi 2 dakika 14 saniyede kat etmiştir. Merkûm bilahare vali paşa hazretleri ile memûrin-i vilâyetten veda idüp Yozgat’a mütevecciye-i azimet olmuş (yönüne gitmiş) andan dahi Sivas’a azimet etmiştir.”

Basında birçok yazıya, karikatüre konu olan ve “şeytan arabası” ismi takılan bisiklete, 1950’lere kadar “velospit” veya “velespit” denildi. İstanbul halkı da, bu yeni icadı velospid adıyla tanıdı. 1901’de, İkdam gazetesinden Ali Kemal, “derrace” ismini önerdi. Osmanlı’da, yaygın olan velospidin yanı sıra, “derrace” tabiri de kullanıldı. Örneğin, Bulgaristan’daki bisiklet cemiyetleri, 1906’da, “bisiklete binen kimseler” anlamına gelen “Derrace-i Süvaran” deyimini kullandılar.

İstanbul’a bisikletlerin ithal edilmesi, 1880’lerde başladı. 1884’te İstanbul’da yayınlanan Saadet Gazetesi’ndeki bir ilanda, şu satırlar yer alıyordu:

“Velosiped istimalinin (kullanımının) dünyanın her tarafında ne derecelere terakki ettiği (geliştiği) malumdur. Galata’da Şişli Tramvay hattı mevkiinde Voyvoda Karakolhanesi istisalinde kâin Mösyö Edmon Karvana’nın İngiliz Mağazası bu terakkiyi nazarı dikkate aldığı cihetle, bu kere meşhur ‘Anglo Amerikan’ şirketinin Dersaadet Vekaletini deruhte etmiştir (üstlenmiştir). Bu şirket en sağlam, en hafif, en ziyade süratle hareket eden ve en müzeyyen ‘velosiped’lerin imali ile iştihar etmiştir (ünlenmiştir).”

İstanbul’a gelen bisikletlerin sayıca artış gösterdiği 1890-95 yılları arasında, şehrin sokaklarından bir bisikletlinin geçtiğini görmek, İstanbullular için ilgi çeken bir seyirdi. Bisikletin görüldüğü ilk yıllarda, bisiklet kullananlar “monden” tipler olarak alaya alınmış, bazen de züppelikle itham edilmişlerdi. Servet-i Fünun Dergisi yazarı Ahmet İhsan, 1893 yılında İstanbul’da düzenlenen ve nizami olmayan bir bisiklet yarışından şöyle bahsetmişti:

“Bilmem hatırlarda mı? Sohbetlerimizin birinde velospidden bahsederken belki pek yakında Kuşdili Çayırında bir velospid yarışı görürüz demiştik. Zannımız pek çabuk hakikat oldu, ama yarış Kuşdili Çayırı yerine Tepebaşı Bahçesi’nde oldu. Yarışmanın esası bahçe etrafını bir saatte 120 defa devretmekti. Bu müsabakayı ortaya çıkaran Mösyö Ortek, bir saatte ancak 104 defa devredebildi. İstanbul’un yeni velospidçilerinden Fernand isminde bir ehl-i zevk de 120 defa devrederek galebe çalmaya muvaffak oldu. İki tekerlekli arabasına süvar olarak bahçede dolaşan Ortek’in yarışı kazanmak için helecan ile bacak salladığını, çırpındığını görmek hakikaten pek gülünç idi.”

Bisikletli zaptiyeler, 1904.

1894’te, Bir Avrupa gazetesinde, velospidin ordulardaki kullanımını konu alan bir gazete yazısı tercüme edildi ve padişaha sunuldu. İstanbul’da sayıları artmaya başlayan bisikletlerden, 1895’te, bir tane de saraya takdim edildiğinde, Şehremaneti, bisiklet kullanımına dair bir düzenleme için harekete geçmişti bile. Şehremaneti, İstanbul Beyoğlu’nda bisikletiyle dolaşanların sayısında artış görülmesi üzerine, bisikletin yasaklanmasını ve yalnızca Taksim-Şişli yolunda müsaade edilmesi için 2 Ocak 1895’te Dâhiliye Vekaleti’ne başvurdu. Dâhiliye Vekâleti de, Şehremaneti’nin bu talebini Sadaret Makamı’na sundu. Sadaret Makamı durumu değerlendirmiş ve Dahiliye Vekaleti’ne gönderdiği cevapta, Beyoğlu’nda bisiklete binenlerin herhangi bir sakınca doğurmadığı bildirildiğinden, yasaklanmasını uygun görmemiş ve şu notu eklemişti:

“Her ne kadar bunların dar sokaklardan geçemeyeceği bilenmekteyse de geçenler olduğu halde belediye çavuşları marifetiyle ötekine berikine çarpıp bir kazaya neden olmamaları için uygun bir dille ikaz edilmesi şimdilik yeterli olacaktır.”

1896’da Levantenlerin ve gayri Müslimlerin yanı sıra Türk ahaliden de yakın şehirlere bisikletle yapılan geziler, dönemin gazetelerinde haber olarak yer aldılar. Aynı yılın Haziran ayında, İstanbullu Şakir Bey, üç arkadaşıyla birlikte İstanbul’dan Bursa’ya, oradan da 7.5 saatte Bandırma’ya gitmişlerdi.

Viyana’dan İstanbul’a Bisiklet Yarışı Fikri

1895’te, Viyana’daki bisiklet cemiyetlerinin girişimi ile, Viyana-İstanbul arasında bir bisiklet yarışı düşünülmüş fakat Alman Wolff Ajansı’nın haberine göre bu yarış ertelenmişti. Daha sonra Viyana Belediye Başkan Yardımcısı Dr. Alber Rinhetr’in girişimiyle kurulan bir komite; Belgrad, Niş, Sofya, Filibe ve Edirne yoluyla İstanbul’a ulaşan bir gezi planladı. Viyana’da ortaya çıkan bu organizasyon fikrine, Avusturya’nın İstanbul Başkonsolosu Bonri de destek verdi. Sarayın en küçük şehzadesi de, bu komitenin kurulmasından dolayı duyduğu memnuniyetini belirtmişti. Komite, bu yarışla Osmanlı topraklarına girecek olan bisikletlerin, ithalat ve ihracat vergilerinden muaf tutulmaları için talepte bulundu. Komite, bununla birlikte, yarış öncesinde, rota keşfi için Viyana’dan yola çıkacaklara kolaylık sağlanmasını da talep etti. Keşif yolculuğu ve bisiklet yarışıyla toplam kaç kişinin geleceğinin, daha sonra bildirileceği beyan edildi. Sadaret Makamı, Avusturya sefareti aracılığıyla iletilen bu talebi olumlu karşıladı ve kafilenin getireceği bisikletlerden vergi alınmayacağını bildirdi.

Selanik’te Hipodromunda Bisiklet Yarışları

Başkent İstanbul’un dışında, Osmanlı topraklarında, bisikletin yaygın olarak kullanıldığı şehirler, imparatorluğun Batı’ya açılan penceresi konumunda olan Selanik ve İzmir’di. Osmanlılar da, pist bisiklet yarışları düzenlenliyorlardı. İlk bisiklet yarışları, 1897’de Selanik’te düzenlendi. Yarışlar Selanik’te, Depo Harici olarak anılan mahalledeki pistte düzenleniyordu. Bu yüksek virajlı, toprak pist, ahşap tribünleri bulunan bir veledromun içinde yer alıyordu. Bu yarışlarda Nobile isimli bir Fransız öğretmen, Modyano Efendi ve Enver Paşazade Mustafa Bey de yer aldı. Selanik’teki Kışla önünde düzenlenen yarışlarda da yer alan Mustafa Bey, daha sonra, İstanbul’da düzenlenen yarışlara da katıldı.

1900’lerin Başında, Osmanlı Devleti’nde, bütün toplu faaliyetlerde olduğu gibi, sportif müsabakalar için de başkent İstanbul’dan izin alınması gerekliydi. 25 Teşrin-i evvel (Ekim) 1901 tarihinde, tüm ülkeye bildirilmek üzere, at ve bisiklet yarışları ile güreş müsabakalarının izinsiz düzenlenemeyecekleri, bütün vilayetlere tebliğ edildi.

İstanbul’da İlk Bisiklet Yarışları

İstanbul’da ilk bisiklet yarışı, 18 Ağustos 1895 tarihinde Tarabya’da düzenlendi. Beş ayrı mesafede düzenlenen yarışa Türk ahaliden katılan olmadı. Servet-i Fünün Dergisi bu yarışmayı şöyle anlatmıştı:

“Şehrimizde ilk defa yapılan şu velospid müsabakasından gerek yarışçılar ve gerekse seyirciler ziyade memnun oldukları için gelecek Pazar günü tekrar yarış yapılacak ve kazananlara ödüller verilecektir.”

Avrupa merkezlerinden İstanbul’a bisiklet ithal eden satıcılar, pazarlama stratejisi olarak yarış pistleri inşaa ediyorlardı. İstanbul’daki bazı girişimciler, Tepebaşı’nda inşaa ettirdikleri beton pistlerde bisiklet yarışları düzenlediler. 1908 Öncesi düzenlenen yarışların favori isimleri Mustafa Bey, Nobile ve Medyano efendiler olsa da, iddialı bahisler halinde düzenlenen bu yarışlar, halkı bisiklete heveslendiren ve satışları yükselten sportif birer faaliyetlerdi. İstanbul’da bisikletin tanıtımı açısından önemliydiler. Ağa Cami yakınlarında bisiklet acenteliği yapan Leon ile Ragıp Paşa Hanı içinde bisiklet ticareti yapan Papazyan adlı tüccarların girişimiyle, Tepebaşı’nda bir pist inşaa ettirildi. Yaklaşık 5 metre genişliğinde, virajları tahtadan olan bu pistin uzunluğu yaklaşık 300 metreydi. Fakat bu pistte düzenlenen yarışlar, bahis oyunlarına dönüştükleri için, daha sonra yasaklandılar. Tepebaşı yarışları yasaklanınca, bu gruplar, 30 km uzunluğundaki Kâğıthane yarışlarında mücadele etmeye başladılar. II. Meşrutiyetin ilanından sonra, İstanbul’daki bisiklet yarışları yeniden canlandı. Faaliyetleri arasında bisiklete yer veren ilk kulüp Fenerbahçe oldu. 1912’de Fenerbahçeli bisikletçiler Vecdi, Şinasi ve Alber Beyler, Türkiye’de düzenlenen ilk bisiklet yarışlarında, şampiyonlukları aralarında paylaştılar. 1912 ve 1913 Yıllarında düzenlenen spor bayramlarında, bisiklet yarışları da yer aldı. 1914’te, Cuma Birliği Bayramı’nda, bugün Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın bulunduğu Union Clup sahasında düzenlenen 5 turluk yarışı Fenerbahçe kulübünden Vecdi Çağatay kazandı. 1912 Sonrasında düzenlenen yarışlarda, Galatasaray kulübünden Trapezci Daniş ve ünlü şair Ruşen Eşref Beylerin isimlerine rastlanmakta. I. Dünya Savaşı yıllarında ise bisiklet yarışlarında duraklama görüldü. Sıkıntılı savaş yıllarında bisiklet ithalatı kesilmiş, mevcut bisikletler için ise yedek parça ve özellikle de lastik sıkıntısı yaşanmıştı.

İzmir’de Bisiklet Yarışlar

19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da yaşanan yenilikler, İzmir’deki levanten aileler aracılığıyla Osmanlı topraklarına da ulaşıyorlardı. İzmir’de yayınlanan Ahenk gazetesine göre, İzmir’de bisikletin ilk defa görüldüğü 1885’te, gayri Müslimlerden oluşan bisiklet meraklılarının sayısı 200’den fazlaydı. İzmir’de, bisiklet sporunda başarılı olan ilk Türkiyeli ise Kunduracı Ali Efendi’dir.

İzmir’deki ilk bisiklet yarışı, 15 Mayıs 1895 tarihinde düzenlendi. Ahenk gazetesindeki habere göre altısı bisiklet, dokuzu yaya koşusu olmak üzere on beş yarış düzenlenmiş, bisiklet yarışlarından beşini Karşıyakalı Petriçe isimli sporcu kazanmıştı. Düşmeden yavaş bisiklet sürme yarışını ise İstinkaf Mahkemesi üyesi Dedeyan Efendi’nin oğlu kazandı.

İzmir’in levanten aileleri, 1897’de ilk kez bir şehirlerarası bisiklet yarışı düzenlediler. İzmir’deki Rum kulüplerinin düzenlediği spor oyunlarında, 1900’den itibaren bisiklet branşı da yer aldı. 1901’de İzmir Valisi Kamil Paşa’nın himayelerinde Bornova’da düzenlenen 5. Panionios Yarışları’nda tüm dereceleri İngiliz bisikletçiler almışlardı. Ertesi yıl, 8.5 km uzunluğundaki Pınarbaşı-Bornova yarı maraton yarışında ilk kez bir Rum sporcu, Luca Venizelos birinci geldi. Mustafa Süleymanoviç isimli bir Müslüman ise, bu yarışlardan 17 km’lik bir tanesinde ikinci oldu.

19. Yüzyıl başlarında Bornova’daki levantenlerin kurduğu kulüpler tarafından, bisiklet ve atletizm yarışları düzenli biçimde organize edildi. Aydın Valiliği’nden İçişleri Bakanlığı’na 26 Şubat 1904 tarihinde yazılan yazıda, İngiltere tebaasından Sör Tisram tarafından İzmir’in Birun-ı abad (Bornova) nahiyesinde her sene 23 Nisan ve 21 Mayıs’ta düzenlenen cimnastik ve bisiklet yarışları için izin talep edilmişti.

20 Mayıs 1907’de, Buca Paradiso alanında, Panionios Spor Oyunları’nın 11.’si düzenlendi ve bu kez, organizasyonda atletizmin yanı sıra bisiklet yarışları da yer aldı. Oyunlara Panionios, Apollon, Pelops, İstanbul Tatavla, İstanbul Rum Jimnastik, İstanbul Rubtiyon Mektebi, Atina Panhellenik, Atina Nasyonal Jimnastik, Ayvalık İolikos, Patra, Pire, Patras, Pan Ahaikos, Kahire İfiko ve İzmir İdmanperveran kulüpleri katıldılar.

Yine Bornova’da, 1908 yılında düzenlenen cimnastik ve bisiklet yarışları için bir talimatname hazırlanmıştı. 7 Maddeden oluşan bu talimatnamede; yarışlarda uyulması gereken kurallar, ödüller ve itiraz konularındaki hükümler yer alıyordu. Talimatın girişinde, içeriği tanımlayan şu ifadelere yer verilmişti:

“Bazı mekteplerin talebesiyle cimnastik meraklıları için Bornova’da yaşayan “Sör Tisram” adlı İngilize ait arazideki meydanda her sene Nisan ve Mayıs aylarında düzenlenecek jimnastik, koşu ve velospid müsabaka oyunları hakkındaki talimat.”

Yarışa katılmak isteyenlerin, yerine getirmeleri gereken şartlar şöyle ifade edilmişti:

“2. Madde: Bu oyunlara iştirak edeceklerini beyan edenlerin tamamı isimleriyle hangi oyuna iştirak edeceklerini bildiren bir pusulayı oyunların icra olunacağı günden on gün önce tertip komitesine bildirmelidir”

İtirazlarla ilgili, şu madde bulunuyordu:

“3. Madde: Müsabakaya dahil olanlardan birinin ihracı ile elde ettiği derece hakkında itiraz edilmek istenildiğinde ödül töreninden kırk sekiz saat evvel tertip komitesine müracaat etmesi gerekir.”

Talimatta, yarışa katılacak sporcuların kıyafetleri şu şekilde belirlenmişti:

“4. Madde: Müsabakaya dâhil olacakların giyecekleri elbise omuzlardan dizlere kadar vücudu örtecek şekilde olmalıdır. Ayaklarda bir deri ayakkabı bulunması şarttır”

Yarışın ne şekilde biteceği, şu şekilde anlatılmıştı:

“Bitiş noktasına gerilen kurdeleye, koşanlardan hangisi daha evvel göğsüyle temas edecek olursa onun birinciliği geçerli olacaktır.”

Talimatın son maddesinde, işaret verilmeden yarışa başlayanlar için şu hüküm yer alıyordu:

7. madde: Özel işaret verilmeden evvel koşan olursa durdurulacak ve başlangıç çizgisinin arkasından tekrar koşturulacaktır.

Sıralı biçimdeki maddelerin ardından, son bölümde şu ifadelere yer verilmişti:

“Ahkâm-ı umumiye-i heyetten maada her kim olursa olsun oyun meydanına girmek katiyen memnudur. Velospid müsabakaları hakkında kavaid sair koşu oyunları hakkında işbu talimatta muharrer kavaid-i velospid ile icra edilecek koşu oyunlarında da caridir. Şayet velospidcilerden biri sehven işaret verilmeden evvel hareket edecek olursa, koşmaktan tevkif edilerek yeniden hareket ettirilecektir. Velospidçiler imkan müsait olduğu kadar meydandaki daire dâhilinde seyir ve hareket etmeye mecburdur. Dairenin bir tarafından diğerine kadar çizilen çizgi nokta-i münteha-i ara etmektedir ve velospidin ön tekerleğiyle evvelce dokunan birinciliği kazanmış olduğu itibar olunacaktır”.

2.Mahmut Türbesi, Divan Yolu Caddesi, 1890’lar.

Bulgaristan’daki Bisiklet Cemiyetleri

1900’lerin Başında, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bulunan Bulgaristan’da da, bisiklet yarışları düzenlemek amacıyla cemiyetler kurulmuşlardı. Bu cemiyetlerin bazıları, Balkan Savaşlarına uzanan süreç öncesinde, ayrılıkçı siyasi çalışmalar içinde bulundular. 1906’da Başkent İstanbul’la yapılan bir yazışmaya göre, Bulgaristan’ın çeşitli şehirlerinde bulunan Derrace Süvaran (Bisikletçiler) Cemiyetleri’nin önceki sene Köstendil’de olduğu gibi 1906’da da Filibe’de bisiklet yarışları düzenleyecekleri bildirilmişti. Sofya’da kurulan Sofya Derrace Süvaran Cemiyeti, 1907 Ağustosunda Romanya Derrace Süvarileri’ni davet etti. Haziran sonlarında gelen konuk bisikletçiler, bir kaç gün Sofya’da konakladılar. Bisikletçiler, bu toplantılardan bazılarını, spor yerine siyasi amaçlarla gerçekleştirmişlerdi. 1907’de Plevne’de toplanan Bulgaristan bisikletçilerinin, düzenledikleri toplantıda program dışına çıkmaları ve Osmanlı Devleti aleyhinde davranmaları, adli bir takibat konusu olmuştu. Bulgar bisikletçiler, ülkelerinin 1908’deki bağımsızlık ilanı öncesinde, milliyetçi fikirlerini spor aracılığıyla dile getirmişlerdi. 

Bisikletle ilgili ilk yayınlar

Bisikletin yaygınlaşmasıyla birlikte, Osmanlı’da, gazete ve dergilerde tanıtım yazıları yayımlanmaya, kitaplar basılmaya başladı.

Velospid ile Bir Cevelan (Gezinti)

Türkiye’de bisikletle ilgili basılan ilk kitap, bir seyahatnameydi. Ahmed Tevfik’in 1316’da (1900) yayımladığı “Velosiped ile Bir Cevelan (Hüdavendigar Vilayeti Dâhilinde)” isimli 126 sayfalık kitap, İstanbul-Bursa arasında bisikletle yapılan bir gezinin öyküsünü anlatır. Ahmed Tevfik, önsözde bisikletin yararları, sağlıkla olan ilişkileri ve adabı üzerinde durduktan sonra şöyle devam eder:

“Mesela bisikletinize binmiş gidiyorsunuz. Karşıdan tanımadığınız birisi de aracı ile geliyor. Bir boru sesi ya da çıngırağın uzun bir ahengi ile onu selamlamak mecburiyetini hissedersiniz. Bazen selam ile kalmayıp çark ederek ya da manevra yaparak, beraberce yola devam edersiniz. Bu suretle sohbet edip ahbap olursunuz. Yahut her ikiniz de inerek ‘nereden teşrif?’, ‘Siz ne cihete yahu?’ gibi kelimelerle konuştuktan sonra, makinelerinize binersiniz.”

Bisiklet Meraklılarına Yadigâr

Bisikletle ilgili Osmanlı’da yayımlanan ilk kitaplardan bir diğeri de, genel bir kullanım ve başvuru kılavuzu olan, Bisiklet Meraklılarına Yadigâr’dır. Dönem koşullarında yayın yapabilmek amacıyla iznin alınabilmesi için, kitabın yazarı Mülazım Ali İhsan Efendi, uzun bir denetim sürecine tâbi tutulmuştu. Eserin havale edildiği Maarif Nezareti Teftiş ve Muayene Heyeti, 15 Ekim 1903 tarihinde, bir sakınca bulmadı ve “tabı mahzurdan salim” ibaresini kullandı. Eser, bir üst makam olan “Tetkik-i Muvaffakat-ı Aliyye’ye” havale edildi. Bu makam, yaptığı tetkik sonucunda kitabın basılması yönünde karar verdi. Fakat kurul, kitabın diğer iki nüshasının tetkikinde dikkat ve itina gösterilmesini istedi. Kitap, 4 Teşrin-i sani 1319’da (17 Kasım 1903) Maarif Vekaletine bağlı olan Teftiş-i muayene heyetine geri gönderildi. Bütün bu aşamalardan sonra, eser, basılması için onay almak amacıyla, 21 Teşrin-i sani 1319’da (4 Aralık 1903) Dahiliye Vekaletine gönderildi. Ardından, gerekli iznin gelmesiyle, kitabın basım ve dağıtımı gerçekleştirildi.

1904’te İstanbul’da basılan kitapta şu bölümler bulunmakta:

“1- Şeraiti sıhhiye iktisa edilecek (giyilecek) elbise, 2. Binmek nasıl öğrenilir, 3. Makinenin mürekkebatı (aksamı), 4. İyi bir makinede bulunması gereken şerait, 5. Bir makine nasıl satın alınır, 6. Makinede ufak tefek tamirat nasıl yapılır.” Kitapta ayrıca özel olarak yapıldığı belirtilen 100 kadar resim yer almaktadır.

Galata Köprüsünde bir bisikletli, 1890’lar

Bunların dışında, bisiklet, dönemin edebiyat eserlerinde de yer buldu. Sabah Gazetesi yazarlarından Nat Pinkerton’un cinayet koleksiyonu çevirilerinin 5. kitabı, Bisikletli Zebani, 1911’de yayımlandı..

Bisiklete Şiir

Osmanlı Devleti’nde, bisikletin yeni görüldüğü yıllar, şairlere de ilham kaynağı olmuştu. Servet-i Fünun Dergisi’nde yayımlanan Bisiklet (Sonnet) adlı şiirinde, Tevfik Fikret, şu dizeleri yazmıştı:

Uçar, uçar gibi kumlar, çemenler üstünde Geçen şu tâze kadın bu numûne-i hevesât Ayaklarında kanadlarla sanki aşk u hayat Uçar, uçar gibi kumlar, çemenler üstünde

Meşâm-ı rûha emel lezzetinde neşrediyor Ten-i rakîki bahârın esir-i nükhetini Şitabı titreterek sîne-i tarâvetini

Pırıl pırıl uçuyor, tuttasıl uçup gidiyor.

Uçup uçup gidiyor; sonra pür-gurûr ü garâm Zemine resm ile bir nazlı hatt-ı istifhâm:

“Güzel değil mi şu hâlim, bakın” diyor… Parlak,

Güzel evet bu revişler, güzel bu câzibeler, Güzel; fakat bu tehâlük nedir, değilse eğer Hâyatı birkaç adım fazla koşturup yormak?

Ulaşım aracı olarak bisiklet

Belediye teşkilatı, 1907’de İstanbul’da kullanılan bisikletleri kayıt altına almaya çalıştı. Her bisiklete bir numara verildi, sahibinin ve binicisinin isimleri Şehremaneti ve Zaptiye Nezareti’nde tutulan deftere kaydedildi. Kayıt sırasındaki işlemler için de, her bisikletten yarım lira rüsum alındı.

Aynı zamanda, bisiklet, 1913 zabıta talimatnamesinde bir taşıt olarak yer aldı. Talimatnamede velospid, bisiklet ve el arabaları için ruhsatiye varakası, daire ve sıra numaraları alınması, ayrıca gece yakmaya mahsus fener ve arkaya takılacak kırmızı fener bulundurulması hükümleri getirildi. 1914’te Galata Köprüsü geçiş ücretlerine bisiklet de dâhil edildi.

Posta Teşkilatında Bisiklet

1900’llerin Başında, Osmanlı’da bisiklet, posta teşkilatında da kullanılmaya başladı. Bisikletlerin, posta teşkilatında etkili biçimde kullanılmaları, emniyet teşkilatına da örnek olmuştu. 18 Eylül 1909’da, Emniyet Umum Müdürlüğü, Posta ve Telgraf Müdüriyeti’nden teşkilatının kullandığı bisikletlerle ilgili bilgi talep etti. Posta ve Telgraf Müdüriyeti de, posta dağıtıcılarının kullandığı bisikletlerin, nereden ve hangi fiyatlarla tedarik edilebileceğiyle ilgili şu bilgileri paylaşmıştı:

“Posta teşkilatının bisikletleri iki çeşittir. Bunlardan kırmızı renkli olanları İngiltere’nin Birmingham şehrinde kurulu Union fabrikası üründür. Kırmızı boyalıdır ve yaldızlı markasının içinde VAY harfleri vardır. Her biri Mecidiye 20 kuruştan 1200 kuruş karşılığında Beyoğlu Telgraf Merkezi memurlarından Ahmet Robenson49 aracılığıyla doğrudan fabrikadan alınmıştır. Bisikletlerin yanında uzun bir hava tulumbası, küçük bir korna, bir vida ve yağdanlık olmak üzere toplam 5 parçadan oluşan bir set vardır. Diğer siyah renkli bisikletler ise satan bayinin verdiği bilgiye göre İngiltere’de üretilmiştir. Tekerlek lastiklerinin yuvası yeniklidir. Bunlar da her biri Mecidiye 20 kuruştan 660 kuruş karşılığında Şehzadebaşı’nda ve Yeni Cami yanında mağazaları bulunan Mehmed Salim Efendi’den alınmıştır. Bisikletlerin yanında bir çelik vida, akort parçası, bir İngiliz anahtarı, bir tornavida, bir yağdanlık, bir korna, uzun hava tulumbası olmak üzere 9 parçalık levazımatı vardır. Bisikletler iki aydan beri posta dağıtıcıları tarafından kullanılmaktadır. Bugüne kadar herhangi bir şikâyet gelmemiştir.”

Ayasofya, 1890’lar.

Polis Teşkilatında Bisiklet

1.Meşrutiyet sonrasındaki yıllarda, Osmanlı Devleti’nin birçok vilayetinde, polis teşkilatına bisiklet alınması için girişimlerde bulunuldu. Selanik Polis Müdürlüğü’ne bağlı merkezî ve önemli karakollardaki polislerin işlerini hızlandırmak amacıyla bisiklet satın alınması ve bisiklete binecek personelin eğitilmesi için Defterdarlık’tan kaynak talep edildi. Yine aynı dönemde, Kosova Vilayeti’nde, polisler için altı adet bisikletin satın alınması için talepte bulunuldu. Benzer biçimde, Kırşehir’de de, polis teşkilatında kullanılmak üzere iki adet bisiklet talep edildi. Polis memurları için yurt dışından ithal edilen, her bir merkez için sayıları 4 ila 10 olan bisikletler için Gümrük Vergisi alınmaması yolunda, 1909’da girişimlerde bulunuldu. 1910’da, Sakız adası halkından Filesko Efendi, Sakız Polis İdaresi’ne bir adet velospit hediye etmişti. Bu konuyla ilgili, başkentle yapılan yazışmada, merkezin memnuniyeti dile getirilmişti. 1912’de Kayseri Polis Merkez Memurluğu, fotoğraf makinesi ve bisiklet talebinde bulundu. 1914’te Ankara Polis Müdüriyeti, motorlu ve motorsuz bisiklet talep etti. Aynı yıl, polis adaylarının eğitimleri için bisikletler satın alındı. 1919’da, Emniyet Umum Müdürlüğü’nde bir bisiklet bölüğü kuruldu. Bölük için, bisiklet kullanacak kabiliyetteki on iki kişi seçildi.

Ordu Teşkilatında Bisiklet

Osmanlı’nın son yıllarında, bisiklet, ordu teşkilatında da kullanıldı. Üçüncü Ordu-yu Hümayun Müşiriyetinden Rumeli Vilayeti Şahanesi Müfettiş-i Umumiyesi Canib-i Samisi’ne, 1909 yılında yazılan yazıda, Ordu-yu Hümayun için 6 tane bisiklet satın alınması için gerekli 7776 kuruşun Manastır Defterdarlığı tarafından ödenmesi talep edildiği, kayıtlarda yer alıyor. Jandarma piyadelerinin kullanımı için de, 1915’te, bisikletler satın alındı. Bisikletli birlikler, Osmanlı ordusunda da yer aldılar. 1918’e Ait bir belgede, Süvari Bisiklet Taburu’ndan bahsedilmekte. Belgede, Antalya’ya gitmek üzere yola çıkan Süvari Bisiklet Taburu, gizli bir yere sevk edilmişti.

1894’te, Abdülhamit, Amerika Birleşik Devletleri ordusunda kullanılan bisikletlerle ilgili bir araştırma başlattı. Amerika Birleşik Devletleri’nin İstanbul Sefareti tarafından, 21 Ekim 1894’te, dönemin padişahı II. Abdülhamit’e, ordularda bisiklet kullanımını konu alan bir ariza sunuldu. Bu arizaya bisikletle ilgili teknik bilgiler içeren bir gazete kupürünün tercümesi de eklenmişti. Mütercim Sırrı tarafından Türkçe’ye tercüme edilen belgede, Amerika Birleşik Devletleri Sefiri, şu ifadelere yer vermişti:

“5 gün içinde 600 mil mesafe kat ederek icra olunan tecrübenin özeti ile ordularda kullanmak için bisikletin en başarılı olanı hakkında (ABD) Harbiye Nazırı’na sual yönelttim. 165. sayfasındaki velospidlerin resimlerinin bulunduğu “Journal de Importatium” adlı gazete nüshasını da sunarım fakat bu resimlerdeki bisikletlerin ordularda kullanılanlardan olmadığını zannediyorum. Bunların Amerika’da imallerine dair alacağım bilgiyi daha sonra arz edeceğim.”

Ordu dışında, bazı bakanlıklar bünyesinde de memurların hızlı hareket etmeleri için bisiklet kullanıldı. Bu bisikletlerin alımı için yapılan yazışmaların birinde, 1915 yılında Dâhiliye Nezareti kavaslarınca kullanılmak üzere gerekli bisikletin alımı için ödenek bittiğinden, bisikletin, gelecek senenin ödeneğinden karşılanmak üzere teslim alındığı kayıtlara geçmişti.

Cumhuriyet döneminde bisiklet

Cumhuriyet döneminde, bisiklet hem gündelik hayatta daha çok yer bulmaya başladı hem de sportif alanda gelişmeler yaşandı, sporcu ve yarışma sayısında artış oldu.

Çemberlitaş, 1890’lar.

Bisiklet Federasyonu’nun Kurulması

Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ) 22 Mayıs 1922’de tüzel kişilik kazanmasıyla, 1923’te Bisiklet Federasyonu (Bisiklet Heyet-i Müttehidesi) kuruldu. Aynı yıl Uluslararası Amatör Bisiklet Federasyonu (FIAC) üyeliğine kabul edilen federasyon, bisiklet sporunun ülke çapında gelişmesine önemli rol oynadı. İlk federasyon başkanı, bisiklet sporunun öncülerinden Muvaffak (Menemencioğlu) Bey’di. Dönemin ilk milli takımını oluşturan Cambaz Fahri, Cavit Cav ve Raif Beyler, 1924 Paris Olimpiyat Oyunları’na hazırlandılar. Paris’e kadar giden Türkiyeli bisikletçiler, yarışmaya uygun bisiklet alınması için yeterli ödenek bulunamadığından, olimpiyatlarda yarışlara katılamadılar. Türkiyeli bu üç bisiklet sporcusu, olimpiyatlara katılamasalar da, Muvaffak Menemencioğlu’nun çabalarıyla, Paris’teki bir bisiklet fabrikasında staj yaptılar ve bisiklet mekanizmasını daha yakından tanıma imkânı buldular.

Türkiye’deki ilk büyük yol yarışı, 1924’te, Ege Gençlerbirliği Kulübü tarafından Fethiye-Antalya arasında düzenlendi. İlk Türkiye Bisiklet Birinciliği ise Ankara’da, 1924’te Muhafızgücü Spor Alanı’nda yapıldı ve yarışı Cavit Cav Bey kazandı. Cavit Bey, Türkiye’nin ilk sürat ve mukavemet yarış şampiyonu oldu. İlk Türkiye Bisiklet Şampiyonası, 1926’da İstanbul’da yapıldı. Yine Cavit Bey hem sürat, hem de mukavemet dallarında ilk Türkiye Şampiyonluğunu kazanan sporcu oldu.

Sultan Ahmet Meydanı, 1890’lar. Ayasofya, 1890’lar. 

İlk Milli Yarış ve Olimpiyatlar

Bisiklet sporunda Türkiye’deki ilk milli müsabaka, 1927’de, Taksim Stadı pistinde, Bulgaristan takımına karşı gerçekleşti. Yarışta Bulgaristanlı ve Türkiyeli bisikletçiler, eşit sayılarda birincilik elde ettiler.

Türkiye Milli Takımı, 1928 Amsterdam Olimpiyatları’na katıldı. Olimpiyata katılan bisikletçiler Cavit Cav, Galip Cav, Yunus Nüzhet Unat ve Tacettin Öztürkmen, serilerinde dereceye giremediler ve elendiler. 1928 Olimpiyatları sonrasında düzenlenen “Ege Turu”, Türkiye’nin uzun etaplı ilk turudur. 1938’de düzenlenen İstanbul-Edirne-İstanbul etabı, 1939, 1941 ve 1942 yıllarında tekrarlanmıştır. Bisiklet Federasyonu’nun 1929’da kaldırılmasıyla, bisiklet sporunda duraklama yaşandı. 1933’te, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı Genel Kongresi’nin kararı ile, Bisiklet Federasyonu yeniden kuruldu. Türkiyeli bisikletçilerinin varlık gösterdiği ilk yarış, 1935’te koşulan Romanya Turu oldu. Bükreş-Braşov etabını Türkiye Milli Takımı’ndan Kirkor Cambaz birinci, Talat Tunçalp de ikinci sırada bitirdi. 1936’da Berlin’de düzenlenen Olimpiyat Oyunları’na katılan Türkiye Milli Bisiklet Takımı, dereceye giremedi. 30 Bisikletçinin katıldığı 100 km yol yarışında, Talat Tunçalp son metrelere ön sıralarda girse de, yaşadığı talihsizlik nedeniyle sonuncu oldu. Orhan Suda, 1937’de katıldığı Moskova yarışında ikinci oldu. Bisiklet, halk evleri programına girdi ve hızla yayıldı. 1938’de düzenlenmeye başlayan İstanbul-Edirne-İstanbul yol yarışı, Türkiye’de bisiklet sporuna ayrı bir renk kattı. II. Dünya Savaşı yıllarında, bisiklet sporunda, yedek parça ve özellikle de lastik sıkıntısıyla büyük bir durgunluk yaşandı. 1948 Londra Olimpiyatları’na katılan Türkiyeli 4 bisikletçi, 195 km yol mukavemet yarışını lastik patlaması ve mekanik arızalar nedeniyle tamamlayamadılar. Türkiye’de bisiklet sporunun gelişmesi için çaba sarf edenlerin başında gelen Cavit Cav, 1961’de, bisiklet üreten bir fabrika kurmaya girişti fakat başarılı olamadı. Türkiye’nin ilk yerli bisikletlerini, 1963’te İzmir’de kurulan Bisan A.Ş. üretti.

Cumhurbaşkanlığı Uluslararası Bisiklet Turu

Talat Tunçalp’in girişimleri ile 1963’te başlatılan Uluslararası Marmara Bisiklet Yarışı, parkuru uzatılarak ve etap sayısı arttırılarak, 1964’te, Cumhurbaşkanlığı Uluslararası Türkiye Bisiklet Turu’na dönüştürüldü. Türkiye’nin en önemli bisiklet yarışı olan tur, günümüzde de her yıl düzenlenmekte. 2017’de 53.’sü koşulan Cumhurbaşkanlığı Uluslararası Bisiklet Turu, UCI tarafından World Tour kategorisine yükseltildi. Televizyonda naklen yayınlanan TUR 2017, çok sayıda izleyiciye ulaştı.

İlk Uluslararası Madalyalar

1965’te Fransız antrenör Bartolucci Gino, Türkiye Milli Takımı’nda görev yapmak ve antrenör kursları açmak üzere, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü tarafından Türkiye’ye getirildi. 5 Ay sonra görev süresi uzatılan başarılı antrenör Gino’nun kattıklarıyla, milli takım başarılı sonuçlar elde etmeye başladı. Türkiye’nin bisiklet sporunda kazandığı ilk önemli başarılar, İzmir’de düzenlenen 1971 Akdeniz Oyunları’nda milli takımın yol dayanıklılık yarışındaki üçüncülüğü ve aynı yıl koşulan Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nda Erol Küçükbakırcı’nın aldığı bronz madalyaydı. Erol Küçükbakırcı, 1973’te Türkiye’de düzenlenen Balkan Bisiklet Şampiyonası’nda altın madalya kazandı. Aynı yıl, Cezayir’de düzenlenen Akdeniz Oyunları’ndaki bisiklet yarışında 4.sırada gelen Harun Şencan, 3. gelen Yunanistanlı bisikletçi Mihail Kountras’ın doping kontrolüne gelmemesi üzerine bronz madalyanın sahibi oldu.

Romanya’da 1982’de düzenlenen Balkan Şampiyonası’nda, İbrahim Pekcan gümüş madalyayı kazandı. 1989’a kadar devam Eden Balkan Şampiyonaları, Türkiyeli bisikletçilerin başarılı olduğu en önemli uluslararası organizasyon oldu. Türkiyeli sporcular, sonraki yıllarda, ne Olimpiyat Oyunları ne de Akdeniz Oyunları gibi uluslararası organizasyonlarda başarılı olamadılar. Engebesiz, düz arazisi ile Konya, 1950’lerde bisiklet kenti olarak ün yapmıştı. O yıllarda, Konya il merkezinde altı bin bisiklet kullanılmaktaydı. 1952’de İnşaa edilen veledrom sayesinde, Konya’da, bisiklet sporu gelişme gösterdi. TRK takım koduyla UCI Continental statüsünde yer alan, Türkiye’nin profesyonel yol bisiklet yarış takımı Torku Şeker Spor’ da Konya’da kuruldu.

Yeni yazılarda, yeni hikayelerde görüşmek üzere, hepinize güzel bir yeni yıl diliyorum.

 

 

Oğuz Tan

Bisiklet Gezgini

 

[İnsan Deneyleri] Japonya: Unit 731

İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek? [Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız

demiştik Yağmur Özgür Güven’in “Hayvan Deneyleri” yazı dizisi tanıtımında, Güven, [İnsan Deneyleri]ni de aktarmaya başlıyor. İlk dizinin tanıtımındaki ilk cümle burada da geçerli, “İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti.”

***

2.Dünya savaşı sırasında sadece Naziler değil, Japonlar da Mançurya-Pingfan’da kurdukları “Unit 731” adlı birimde biyolojik-kimyasal silah geliştirmek ve çeşitli hastalıkları incelemek için esirler üzerinde korkunç deneyler yaptılar. 12 bin kişi laboratuvarlarda, 250 bin kişi de alan deneylerinde öldü.

 

1934’te yapımına başlanarak 1937’de çalışmaya başlayan Unit 731’in yöneticisi Japon İmparatorluk Ordusu generali, Kyoto Üniversitesi’nde okumuş mikrobiyolog ve cerrah Shiro Ishii idi. Tesis, su arıtma ve salgın hastalıkları önleme merkezi olarak gösterilmiş ve asıl amaç gizlenmişti. Tesisteki çalışmalar 8 farklı birim tarafından yürütülüyordu: bakteriyoloji araştırmaları, savaş ve alan deneyleri, su filtresi üretimi, bakteri seri üretim ve muhafazası, eğitim birimi, malzeme birimi, klinik teşhis birimi ve genel sekreterlik. İnsan denekler arasında Çinli, Koreli ve az sayıda Rus askerin yanı sıra kadın, erkek, çocuk ve bebeklerden oluşan sivil esirler de vardı.

Shiro Ishii

Savaş esnasında askerlerin yaşayacakları olumsuzluklar ve uç noktalardaki koşullardan salgın hastalıklara, biyolojik silah denemelerinden çapraz organ nakillerine kadar akla gelebilecek (ve hatta aklın sınırlarını zorlayacak) her şey denenmişti: kan kaybından ölmeyi incelerken insanların kol ve bacakları kesilerek yavaş yavaş ölmeleri gözlemlendi, donma deneylerinde uzuvlar dondurulup yeniden ısıtıldılar ve kangren araştırıldı, yemek borusu sindirim sisteminin farklı yerlerine bağlandı, insanlar canlıyken mideleri alındı, ateşli silahla ölümlerin incelenmesinde esirler farklı farklı mesafelerden vuruldular, hemen yanlarında el bombaları patlatıldı, kan transfüzyonu deneyleri yapılarak farklı hayvanların kanı esirlere nakledildi, basınç ve gaz odalarına sokuldular, ölene dek santrifüjlerde tutuldular ve anestezi olmaksızın üzerlerinde büyük cerrahi operasyonlar yapıldı. Esirler baş aşağı asılarak ne kadar sürede boğularak ölecekleri denendi. Böbreklerine at idrarı enjekte edildi, kol-bacakları kesilerek tam ters şekilde yeniden vücutlarına yerleştirildi. Tesiste hamile bırakılan kadınlar üzerinde dirikesim uygulandı.

1940-41’de Ningbo ve Changde’ye havadan kara veba ile kontamine edilmiş pamuk ve pirinç atıldı ve bunun sonucu olarak yüzlerce kişi öldü. Esirler tarlalara götürülerek sadece kol ve bacakları dışarıda kalacak ve hayati organlarını koruyacak şekilde kasklar giydirilerek direklere bağlandılar ve uçaklar havadan bombalar yağdırdı. Dr. Ishii yönetiminde yapılan biyolojik savaş deneylerinde üzerlerinde deneyler yapılan esirlere maruta’ (odun kütüğü) adı veriliyordu.

Tokyo Üniversitesi’nden seroloji uzmanı Dr. Sueo Akimoto yaşananları şöyle anlatıyordu: “Oraya ulaşıp insan deneylerini öğrendiğimde şok oldum. Bilim insanları mahkumlara hayvan gibi davranıyorlardı ve çok azı vicdana sahiplerdi. Esirler düşmandı ve neticede ölümle cezalandırılacaklardı. Bu esnada tıbbın ilerlemesine katkıda bulunacakları için bunun onurlu bir ölüm olacağını düşünüyorlardı… Çalışmalarım insan deneyleri içermese de çok korkmuştum. Araştırma direktörü Maj-Gen Kikuchi’ye üç dört kez istifamı yazmıştım ancak bırakmanın hiçbir yolu yoktu. Bırakırsam, gizlice idam edileceğim söylendi

10 Ağustos 1945’te Sovyet Ordusunun gelişiyle tesisteki 600 Çinli işçi ve son denekler de zehirlenerek öldürülüp tesis ve cesetler yakıldı. Ne gariptir ki, savaş sonrası 11 ülkenin kurduğu mahkemeden Unit 731’le ilgili kayda değer bir bilgi ya da ceza çıkmamıştı. Yüzbinlerce insanın korkunç şekilde işkence görerek hayatını kaybettiği yıllar süren bir insanlık suçunun üstü öylece örtüldü.

Sovyetler Birliği’nin Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargıladığı Unit 731’de çalışmış 12 kişi, 25 yıla kadar farklı sürelerde hapis cezalarına çarptırıldılar. Sovyetler Birliği, üst düzey 3 sorumlunun (Shiro Ishii, Masaji Kitano ve Yoshio Shinozuka) yargılanmasından yanaydı ancak tesiste yıllar boyunca yapılan biyolojik ve kimyasal savaşla ilgili deney sonuçlarını inceleyen Fort Detrick Üssü’nden Dr.Edwin Hill, bu bilgilerin çok değerli olduğu ve ABD sınırları içinde insan deneyleri konusundaki kısıtlamadan dolayı bu deneylerin asla yapılamayacağı ve sonuçların elde edilemeyeceği görüşünü belirtti ve ABD, bilgilerin teslim edilmesi karşılığında sorumluların sığınmacı olarak kabul edilebilecekleri ve yargılanmaktan muaf tutulacağı yönünde bir anlaşma yaptı (Hatta ABD’nin bu bilgileri sonradan Vietnam’da kullandığı iddiası da ortaya atılmıştır).

Ishii, sonraki hayatına bir klinik açarak devam etti ve gırtlak kanseri nedeniyle 67 yaşında Tokyo’da öldü. Esir kampında bir süre tutulup Japonya’ya iade edilen Kitano ise yıllarca bir ilaç firmasında çalıştı ve 91 yaşında Tokyo’da öldü. 2014’te 92 yaşındayken ölen Yoshio Shinozuka da, 1965’te serbest bırakılarak diğer Unit 731 sorumluları gibi aklandı, her ne kadar 16 yaşındayken tesise girdiğini ve yaptıklarından dolayı pişman olduğunu söylemiş olsa da 1998’de Kanada’da yapılan Barış Konferansı’nda konuşma yapma isteği reddedildi.

[İnsan Deneyleri] dizisinde ele aldığımız Nazi Almanya’sı, ABD ve Unit 731’de yaşananlar, herhangi bir ahlaki ve yasal kısıtlama olmadığında, insanlık için çalıştığı düşünülen bilim adamlarının ne kadar ileri gidebileceğine dair korkunç gerçeği gözler önüne serer…

KAYNAKLAR:

https://www.mtholyoke.edu/~kann20c/classweb/dw2/index.html

https://44479808.weebly.com/biological-experimentation.html

http://micahbooks.com/readingroom/humanexperimentation.html

 

Yağmur Özgür Güven

Ben bir sahtekarım – Seran Vreskala

Kendimi bildim bileli kafamın içinde devamlı yetersiz olduğumu söyleyen bir sesle yaşıyorum. Çalıştığım bir yerde bir sunum mu yapmam gerekiyor; bu görevin asla bana verilmemesi gerektiğini, konuya yeteri kadar vakıf olmadığımı, bunu benden daha iyi yapacak insanlar olduğunu düşünerek kendime işkence ederdim. Aldığım eğitim ya da önceki deneyimlerim bu iş için fazla bile gelse beni ikna etmeye yetmezdi. Devamlı acımasızca kendimi eleştirir, sorgulardım. Öğrenciyken de durum aynıydı, hiç çalışmamama rağmen herkesten çok daha iyi bir not aldıysam, kendimden şüphe eder ve o sonucu hak etmediğimi düşünürdüm, gerçekten bu kadar iyi olmam mümkün değil diye… Tekrar aynı performansı gösteremezsem gerçek yüzüm ortaya çıkacak diye endişelenirdim. İşte kafamın içinde yaşayan bu lanet sese ‘imposter sendromu’, yani sahtekarlık sendromu denildiğini daha yeni öğrendim. Ama yanlış anlaşılmasın; sahtekâr olduğunuz ima edilmiyor burada, kendinizi sahtekarmış gibi görmenizden bahsediliyor.

Öncelikle şunu belirtmemiz lazım, bu durumun kesinlikle aşağılık kompleksiyle bir ilgisi yok! Birbirinden çok farklı durumlar. Bu durumu açıklayacak en iyi ifade, kişilerin başarılarını şansa veya dış etkenlere atfetmesi olarak açıklanabilir. Eğer aşağıdakilerin çoğuna ‘evet’ cevabı veriyorsanız, siz de imposter sendromundan mustaripsiniz.

 

– Başarınızı şans eseri ya da bir hata gibi görüyorsunuz.

– ‘Bunu ben yapabiliyorsam herkes yapabilir’ diye düşünüyorsunuz.

– İşinizde yaptığınız en küçük hatalar bile size hayatı zehir ediyor.

– Yapıcı eleştirileri bile yetersizliğinizin bir kanıtı olarak görüyorsunuz.

– Bir şeyi başardığınız zaman, karşınızdakini tekrardan kandırdığınızı hissediyorsunuz.

– Bulunduğunuz pozisyonu kesinlikle hak etmediğinizi düşünüyorsunuz.

– Yaptığınız işte devamlı bir şey eksikmiş gibi hissediyorsunuz.

– Her an gerçek yüzünüz ortaya çıkacak diye endişe içindesiniz.

Bir kere bu sendroma sahip olmanız sizin hatanız değil; evrim de bu durumdan kısmen sorumlu! Sonuçta bu duygunun temeli olan endişe dediğimiz zehir, ilk çağlarda ‘homo-sapiens’ atalarımızın hayatta kalmasına yardımcı olmuş ve böylece genetiğimize kodlanmış. Bunun yanı sıra içinde yaşadığımız kültürün de bu sendromda etkisi var; özellikle azınlıklar veya ikinci sınıf sayıldıkları için kadınlar, kültürel eşitsizlikler nedeniyle sahtekarlık sendromunu daha sık yaşıyorlar.

70’lerde bu sendromu ortaya çıkaran psikologlar Suzanne Imes ve Pauline Rose Clance’e göre sendromun en önemli nedenlerinden biri aile; genellikle fazla öven veya eleştiren ebeveynlerle büyüyen kişilerde bu sendrom görülüyor. Mesela anne ya da babanın başarı odaklı baskısı çocuğu doğrudan buna itiyor. Mükemmel, eşsiz, benzersiz, her şeyi bilen ya da yapabilme gücüne sahip olduklarına inandırılan çocuklar, büyüme sürecinde birtakım zorluklarla karşılaşmaya ve ne kendilerinin ne de başkalarının aslında mükemmel olmadıklarını anlamaya başladığında, sendrom kendisini gösteriyor. ‘Aman paşam sen yaparsın, senin için çocuk oyuncağı’ söylemlerine ek olarak ‘aman sus, sen karışma, sesini çıkarma sakın’ gibi yönlendirmeler de kişileri bu duruma hazırlıyor.

“Yeterince iyi miyim?”

Özellikle bu ikinci yönlendirme yüzünden daha çocukken topluma ayak uydurmanın ne kadar önemli olduğu öğretildiği için, yeteneklerimize rağmen öne çıkmak yerine genele uymayı tercih ediyoruz. Sorunun cevabını çok iyi bilmemize rağmen cevaptan ve kendimizden emin olamadığımız için parmağımızı kaldırmamak gibi… Yanlış bir şey söylemektense diğerlerinin arasına karışmayı tercih ediyoruz; bu da bize yardım etmekten çok zarar veriyor tabii. Bundan daha fenası da devamlı başarılı akranlarıyla kıyaslanma durumu… ‘Bak filancanın kızı bu kadar not almış, sen tembelsin, bir işe yaramazsın, beceriksizsin, sen ne anlarsın ki, bunu hak etmiyorsun’ gibi yönlendirmeler ise bu durumu daha da ağırlaştırıyor.

Kısaca insanların çoğu hayatlarının bazı dönemlerinde bu dertten çekse de hayatlarına devam etmiş. Bu sendromun üstesinden gelmek öyle kolay değil, hatta etkisinden kurtulmak yıllar alıyor ama araştırmacıların önerdiği birkaç yöntem mevcut… Başta ufak adımlarla başlamak ve denemeleri alışkanlık haline getirmek, ileride düşünce yapınızın değişmesine sebep olacaktır.

  • Mükemmeliyetçiliğin sağlıksız olduğunun farkında olmak burada önemli bir rol oynuyor. En ufak bir hata kırıntısı bile sizi büyük bir hayal kırıklığına uğratıyorsa, başarısızlık uykularınızın kaçmasına sebep oluyorsa, sağlıksız konuma geçmişsiniz demektir. Bir işi mükemmel yapmaya çalışacağınıza, yeteri kadar iyi yapmayı deneyin!
  • Kendinizi gerçekçi olarak değerlendirmeye odaklanmak bayağı işe yarıyor. Bazı konularda son derece yetenekli olabiliriz ama her konuda yetenekli olmamız mümkün değil! Araştırmacılar değerlendirmeyi yaparken iyi olduğumuz yerleri ve öğrenmeniz gereken kısımları yazmayı öneriyor. Bu kendimizi değerlendirirken güçlü ve zayıf olduğumuz tarafların farkına varmamıza yardımcı olacaktır.
  • Başarılı olmuş ya da benzer pozisyonlardaki başka insanlarla konuşmak da sizi rahatlatacaktır. Zaten basamakları çıktıkça etrafınız da sizin gibi insanlarla çevrilir, onlarla iletişim kurdukça hislerinizde yalnız olmadığınızı, başarıya ulaşmış çoğu kişinin bu sendromu yaşadığını görünce bu durumdan kurtulmanız kolaylaşacaktır. Kısaca mükemmel olmamaya cesaretiniz olsun, başarınızı sahiplenin ve keyfini çıkarmaya çalışın!

 

Seran Vreskala

Çakma KHK’ler varken TBMM niçin hala açık? – Baskın Oran

Bu yazı ahvalnews.com sitesinden alındı

Yok tutuklu tulumunun rengiydi, yok “silahlı sivil”ler. Tulumun rengini de saptar, silahlı sivillerin yolunu da açar! Eğer bir ülkede parlamento yoksa, ikisi de mis gibi olur.

Eğer, “hooop, aile var” demeyeceğinizi bilsem, KHK’lerle her istediğini yapan iktidarımız, canı isteseydi bi KHK daha çıkartıp her birimizden nası bi güzellik talep ederdi, onu da yazardım…

Başlıktaki soruya dönelim. Evet, niye hâlâ açık ki?

***

Tek Adam iktidarı ülkeyi tam 1,5 yıldır TBMM’den çıkan yasalarla değil, kendi iki dudağından çıkan emirnamelerle yönetmekte.

Kendi ışığıyla ısınan fukara HDP dışında, özellikle de CHP denilen partiden gık çıkmadan.

Emirname, çünkü bunların sadece isimleri OHAL KHK’si. Ve bunu da AYM’den başka yutan yok.

AYM?

Korkudan kendi iki üyesini işin en başında sorgusuz-sualsiz ihraç edip artık gık diyemeyen, bütün bu çektiklerimize sebep olan, görevini yapmayıp kendi kendini ve dolayısıyla da Anayasa’yı devreden çıkaran, Anayasa’yı korumakla yükümlü hukuk kurumu…

***

1,5 yıldır hayatımızı yöneten bu KHK’lerin Anayasa’nın düzenlediği OHAL KHK’leriyle ilgisi sıfır! Külliyen “çakma” bunlar. Çakma, çünkü bunlar ne şekil bakımından Anayasa’nın bahsettiği KHK’ler, ne de içerik bakımından.
Şekil bakımından çakma, çünkü Anayasa Md. 121/3’e göre bunlar yayınlandıkları “aynı gün” TBMM’nin onayına sunulur. TBMM İç Tüzüğü Md. 128’e göre de öncelikli ve ivedilikli olarak “en geç 30 gün içinde görüşülür ve karara bağlanır”.

Oysa bugüne kadar çıkarılan 30 KHK’den sadece 5’i bu usule uydu. Yeni çıkan 2 çakmayı saymazsak, gerisi komisyonlarda görüşülmeden genel kurula gitti, fi tarihinden beri de orada yatıyor.

Çünkü efendim, Taksim’deki 1969 Kanlı Pazar sırasında gençlik kuruluşu MTTB’nin başkanı olan İsmail Kahraman şimdi de TBMM başkanı. Genel kurul gündemine koymuyor.

Ve kimseler de, sen ne yapıyorsun be adam, demiyor.

Gündeme koysa, bunlar hem TBMM’de tartışmaya açılacak, hem de yasalaşacağı için AYM’nin denetlemesine tabi olacak.

AYM de kaçacak yol bulamayacak.

***

İçerik bakımından çakma çünkü Anayasa Md. 121/3’e göre OHAL KHK’leri ancak “OHAL’in gerekli kıldığı konularda” çıkarılabilir.

Oysa, inanılmayacak konularda çıkarılıyor: Kış lastiği kullanmaktan tut, TV’lerdeki evlilik programlarının ve “takviye edici” gıda tanıtımlarının yasaklanmasına, duruşmalarda giyilecek tulumların rengine, taşeron işçilere, Milli Piyango ve at yarışlarına, Gemlik ilçesinin yukarı taşınmasına kadar.

Bu çakmalar Anayasa’ya niye uysun yahu, TBMM’nin gıkı mı çıkıyor?

***

Çakma, çünkü OHAL KHK’leri sadece OHAL süresince geçerlidir, kalıcı hüküm getiremez.

Oysa bırak kalıcı hükmü, kanun koyuyor! Kanunda olmayan hüküm kararnameyle getirilir mi?

Bırak kanun koymayı, kanun değiştiriyor, kanun! Kararnameyle kanun değiştirilir mi?

Yuhlar olsun, demek ki bize Mülkiye’de yanlış öğretmişler! Mis gibi kararnameyle kanun getiriliyor ve de değiştiriliyor! 17 ayda çıkarılan 30 KHK’yle 369 kanunda 1.125 değişiklik yapıldı!

Bütün bunlar niçin yapılmasın Yâ Hû! TBMM’nin gıkı mı çıkıyor?

***

Bu Tek Adam rejimi bu KHK işini kendi çıkarları için nasıl oyuncak etti, bir örnek vereyim:
17-25 Aralık 2013’ten önce (hatırladınız mı bu tarihi?) devletin kara para ve yolsuzlukla mücadele için para ve mülklere el koymasında standart AB koşulları geçerliydi.

17-25 patlak verince, bilin bakalım niçin, elkoyma koşulları fevkalade zorlaştırıldı. BDDK, SPK, MASAK, KGK, Hazine gibi kurumlardan rapor almaktan tutun, ağır ceza heyetinin oybirliğine kadar.

15 Temmuz darbe girişimi oldu ve bastırıldı, bilin bakalım niçin, elkoyma koşulları 668 s. KHK’yle fevkalade kolaylaştırıldı. Rapor da kalktı, ağır ceza heyetinin oybirliği koşulu da. Üstelik, elkoyma kararını ağır ceza mahkemesi yerine “sulh ceza hakimlikleri” vermeye başladı.

Dikkat: Sulh ceza mahkemeleri değil. Hakimlikleri! Çünkü bu arada sulh ceza “mahkemeleri” kaldırılmış, yerine sulh ceza “hakimlikleri” getirilmişti. Basit bir isim değişikliği gibi gözüken bu işteki alicengiz oyunu bakın neydi:

Eskiden bir sulh ceza mahkemesi kararına itirazlar bir üst mahkemeye, yani asliye ceza mahkemesine yapılırdı. İsim “mahkeme”den “hakimlik”e dönüştürülünce, itirazlar yukarıya değil “yan tarafa”, yani farklı numara taşıyan bir diğer sulh ceza hakimliğine yapılır oldu. Ve, evet, tutukluluk ve mülke elkoyma gibi en can alıcı hususlarda artık tek bir yargıç var: HSYK tarafından “dikkatle” seçilerek atanmış bir sulh ceza yargıcı.

***

Artık bitireyim çünkü iyi değilim, yazdıkça hafakanlar basıyor. Ama gel de bitir. Mesela, dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim demişler. Erdoğan geçenlerde yine Sudan askerî diktatörü El Beşir’i ağırladı.

Herif hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi savcılığı tarafından çıkarılmış 10 adet tutuklama emri var. Eski AİHM yargıcı Rıza Türmen’e sordum, 5’i insanlığa karşı suçlardan, 2’si savaş suçlarından, 3’ü soykırımdanmış. Tutuklama emrini uygulamayan ülkeler BM’de teşhir ediliyor.

Sayın Erdoğan arkadan bi de herifin ülkesine gitti, “Sevakin adasını bize versenize” dedi.

Bi tane fahri hukuk doktorası verdiler. K. Evren’e de verilmişti aynısı. Onun da can dostu Pakistan askerî diktatörü Zia Ül Hak idi.

Not: TBMM’yi kaldırmışken, AYM’yi de kaldırıversek ne kaybederiz? Aksine, kazanırız. Hiç olmazsa çakma KHK’leri denetlemeyip bütün bunlara sebep olan bir AYM’miz var demekten kurtuluruz.

İkisi de nasıl mı kalkacak?

Ayıbettiniz. KHK’yle tabii!

Baskın Oran – Ahval News 

“Onlar” mesajlarını aldı, ya biz? – Ömer Laçiner

Bu yazı birikimdergisi.com sitesinden alındı

AKP’nin, Devlet Bahçeli ve maiyeti dışında tüm siyasal partilerin neredeyse tam bir ağız birliği içinde “bu iç savaşa kapı açmak demektir” diye eleştirdiği; dalkavuğu kuruluşlarının birçoğunun bile savunmaktan geri durduğu şu malum kararnameyi, gelen tepkilerin yoğunluğu nedeniyle baştan “düzeltebiliriz” der gibi bir tavra girmişken: –hiç şüphe yok ki “Reis’in direktifiyle– o haliyle yürürlükte olacağını ilan etmesi; tam bir eşik aşımı”dır; bir dönüm noktası sayılmalıdır.

AKP bu kararname ile, aylar öncesinden beri her vesileyle bir kere daha ve daha çok kanıtla öne sürüldüğü üzere; sadece iç savaşı bile göze almış bir tutumu sürdürme konusunda ne denli kararlı olduğunu vurgulamakla kalmamış; aynı zamanda kendisine karşı bırakın demokrasi ve hukuk devleti kural, değer ve ölçütleri üzerinden muhalefet etmeyi, en basit izan ve mantık kuralları temelinde itiraz etmenin dahi “boşuna” bir gayret olacağını gayet net bir şekilde göstermiştir.

Bu tutum, çoktandır her türden muhalefet çevresinde giderek sıklıkla dile getirilen “bunlar düzgün bir seçim asla yaptırmazlar; yaptırsalar bile sonuç hoşlarına gitmezse iptal ederler, hatta sonucun aleyhlerinde olacağını kestirirlerse seçim kurumunu bile lağvederler”e kadar varan kuşkuları, artık “o kadarı da olmaz” demeyi zorlaştıracak ölçüde çoğaltmış, alevlendirmiştir.

“Reis”ine biatın kıskacına tamamen girdiği bu vesileyle bir kez daha apaçık biçimde görülen AKP aygıtı, bu kuşku ve endişelere aldırmadığı gibi, onu bir kat daha arttırmak, kuşkuyu öfkeye, öfkeyi nefrete, nefreti çıldırtacak düzeye sıçratmak için en etkili yöntemi kullanmaya adeta seferber olmuştur. Bu, her durumda sınır tanımaz bir yalan, iftira sağanağını başlatmanın yanısıra, kendi tez ve eylemine –karşıtlarını ağır bir haksızlığa uğramışlık, öfke ve izan kaybı girdabına itecek ölçüde– bir olumluluk atfetme şirretliğini de mutlaka içeren bir yöntemdir. Şu son olayda AKP yönetimine tıpkı eli bıçaklı bir külhaninin şerrinden hiç değilse bu defalık sakınmak, onu yatıştırmak istercesine “madem yasa 15-16 Temmuz günlerini kapsıyor diyorsunuz, bu ifadeyi metne ekleyiverseniz” diye yalvarır gibi konuşanlara bile “metin son derece sarih” diyebilen bir nobranlıktan; o kabadayılara özgü “var mı bana yan bakan” tavrına kilitlenmişlikten söz ediyoruz.

Bu kilitlenmişlik, Reis-AKP’nin bütün “normal” çıkış yollarının kilitlenmiş oluşu ile doğrudan ilişkili olduğu için de özellikle tehlikelidir. Bu iktidarın içte ve dışta, asgari ölçüde “ferahlamış, normalleşmiş bir yönetim tarzı tutturabilmesi için kilidi gevşetebilecek olanlara ödemesi gerekecek bedeller ödeyemeyeceği kadar yükseldiği içindir ki; Reis ve çevresi tam bir kapana sıkışmış yaratık şuursuzluğu içinde davranır hale gelmişlerdir. Pervasızcasına hareket ediyor olmalarının nedeni aşırı bir özgüven ve güç sarhoşluğu içinde olmaları değil; tam aksine, sertleşmiş kabukları içinde aslında ne denli güçsüz ve güçsüzleşmekte olduklarını sezmenin ağır korkusuna kapılmış olmalarıdır.

Onları “iç savaşa sürüklüyorsunuz” uyarılarına aldırmaz bir tutuma iten de “sürüklensek de kazanan biz oluruz” inancı değil; “galiba başka çaremiz de yok” nihilizmidir.

Ne yazık ki, bu nihilizme kapılabileceklerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değil bu ülkede ve geldiğimiz durumda. Şu mahut kararname de onlara verilmiş bir mesaj oluyor böylece. “Sosyal medya”da Reis ve AKP’ye desteğini ilan edenlerin bu desteği gösteriş biçimleri, dili ve üslubu da o mesajın nasıl anlaşıldığını hiçbir tereddüde yer vermeyecek açıklıkta sergiliyor.

Yurttaşlar! Alarm zilleri kulaklarımızı tıkasak dahi duyacağımız bir şiddetle çalıyor artık. Bir demokrasi, bir hukuk devleti olabilmek yolunda, tüm eksiklik ve arızalarına rağmen yüzyılı aşkındır edinebildiğimiz mirası bile berhava etmeye kararlı olduğunu defalarca göstermiş bu iktidar; şimdi de medeni bir toplum olmamızın asgari temel koşulunu yok edecek, hepimizi vahşete teşne güruhların insafına, keyfi kurallarına baş eğmeye zorlayacak bir yola sürüklemeye çalışıyor.

Sürüklenmemeliyiz! Fizik güce, zulüm ve şiddetin yıldırıcılığına tapanlar, uygarlığın, insanlık idealinin ve demokrasinin değerlerine inanan ve sadık olanların “kolay lokma” olduğunu düşünebilir; fakat bu düşünüşün insanlığın son yüzyılları içinde giderek nasıl daha çok ve daha etkin biçimde perişan edildiğini kavramaktan aciz olabilirler.

Getirildiğimiz noktada mevcut iktidarın da aynı acizliğin kıskacında mı olduğu, yoksa kendini soktuğu bir kıskacın içinde –hastalıklı bir güç “kültürü”nün batağındakilerde daha da “güçlü” olan– bu acizliği bir politik koz olarak kullanmaktan başka çıkar yol bulamadığı mı esas soru değildir.

Esas soru; bizim, yani insanlık, uygarlık ve demokrasi değerlerine inananların o değerlere sadık kalarak, şimdi artık resmen dillendirilmiş addetmemiz gereken o “vahşete çağrı”yı püskürtecek bir mücadele zemini inşa etmeyi; bütün ihtimalleri gözeterek nasıl başaracağımızdır. Tek tek hepimizin üzerine düşen bir yurttaşlık ödev ve sorumluluğudur bu.

Ömer Laçiner – Birikim Dergisi

Kuraklığın pençesindeki İsrail’de Tarım Bakanı katılımlı yağmur duası

İsrail Tarım Bakanı Uri Ariel, ülkeyi kuraklıktan kurtarmak için yağmur duası okuyan dini liderlerin arasına katıldı. Ortodoks Yahudi Bakan Ariel, Perşembe günü Kudüs’teki Ağlama Duvarı önünde yağmur duası için toplanan dini liderlerin ayinini yönetti.

İklim değişikliğinin etkisi ile İsrail son dört yıldır kuraklıkla mücadele ediyor. Ülkedeki su kaynakları en düşük seviyeye gerilemiş durumda. Kuraklığın en çok etkilediği kesim, çiftçiler ve ülke giderek Akdeniz kıyılarında bulunan arıtma tesislerindeki suya bağımlı hâle geliyor.

İsrail Tarım Bakanı Uri Ariel

İsrail’de yayınlanan Yedioth Ahronoth gazetesi, “Dua etmek kötü bir şey değil ama bakanın meseleleri biraz daha dünyevi yöntemlerle çözebilmesi gerekir” ifadelerine yer verirken, Ariel’e iklim değişikliğiyle mücadele politikalarını geliştirmesi çağrısında bulundu.

 

(BBC Türkçe)

NES’e teşvik, nesine teşvik? Bir alternatif öneri

Ekonomi Bakanlığı Kasım ayında verilen yatırım teşvik belgeleri listesini yayınladı  Bununla birlikte ilk defa olarak bir nükleer enerji santrali yatırımına da yatırım teşvik belgesi sağlanmış oldu.

Bakanlığın ilanına göre 4.800 MW gücünde olacak Akkuyu NES projesi için 76 milyar TL’lik KDV istisnası ve yaklaşık 4,5 milyar TL’lik de Gümrük Vergisi Muafiyeti sağlandı . 17 Kasım 2017 tarihli 133805 no’lu belge ile düzenlenen teşvik kapsamında santral kurulumunda alınacak tüm mal ve hizmetler KDV ve gümrük vergisinden muaf tutulmuş oldu.

Demek ki Akkuyu NES   toplam 76 milyar liralık alımlarında KDV ödemeyecek:  76 milyar x %18= Akkuyu şirketine 13 milyar 680 milyon  TL hediye ediliyor. Ortalama %5 civarı Tarım dışı Gümrük Vergisi muafiyetini de 225 milyon TL olarak hesaba katarsak nükleerci şirkete yuvarlak rakam ile  14  milyar  TL bir kıyaktan söz edebiliriz.                                                                                                                                                                                                                                            

Güneş Enerjisi sektöründe aynı parayla daha fazla kapasite yaratacak bir teşvik programı mümkün.

14 milyar TL yatırım teşviği ile Akkuyu’da kurulu gücü toplam 4800 MW olan bir NES ‘e devlet hediye  verecek.   Santralin maliyetini ise vatandaşa dünyanın en pahalı elektriğini satarak çıkartacaklar. Bu NES’in nesine teşvik verirsiniz? Anlamak imkansız.

Güneş gönüllüleri olarak Devletin  bu  14 milyar TL  teşviği  yurttaşlarına vermesini öneriyoruz. Bu yöntemle beheri ortalama 3 KW den toplam kurulu gücü 10.500 MW olan 3,5 milyon Y.E.S. kurulmasının önü açılmış olur. Yurttaşların çatılarında, bahçelerinde kuracakları  3kW kurulu gücü olan Güneş enerji santrallerinin 2 kW sinin yatırım maliyetini yurttaş ödeyecek, kalan 1 kW yatırım maliyetini Devlet Baba verecek. ( 1 kW yatırım maliyetini 4000 TL varsayıyorum). Santral sahibi? Yurttaşlar. Yurttaşların kazancı, dünyanın en pahalı nükleer santral elektriğine para ödemek zorunda olmayacaklar.

Kendi santralinin sahibi olacak insanımız :  Y.E.S.  (Yurttaşın Elektrik Santrali).    

Ayrıca hepsi minisantraller olmak zorunda değil, bu atılımı kısmen enerji kooperatifleri eliyle yapmak daha yararlı olur.                                                                                                                                                                                                                                     5 yılda bu projeyi bitiririz. 2023’te dünya küçük dilini yutar bunu görünce. Ayrıca belirtmekte fayda var, devletten bir günde bu kadar para çıkmayacak.

Bir iyi haber daha: Devlet gerçi 14 milyar Türk Lirasını eliyle peyderpey dağıtacak AMA her dağıttığını herhalde 1 yıl içinde geri alacak.

Nasıl mı? Bu devasa programı hayata geçirmekle  sağlanacak istihdam ile devletin ücretlilerden doğrudan ve dolaylı vergi gelirleri artacak.

Alper Öktem

Amerika ile vize sorununda sürpriz gelişme

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, Türkiye’de uygulanan tüm vize kısıtlamalarının kaldırıldığını açıkladı.

Büyükelçilik önceki açıklamalarında Türk vatandaşlarının vize işlemi randevuları için en erken tarihin 2019 yılının Ocak ayı olduğunu belirtmişken ABD Dışişleri bakanlığının Türkiye’ye yönelik vize uygulamasında normale dönüleceği açıklaması sürpriz olarak nitelendi.

ABD Büyükelçiliğinin web sitesinde yer alan açıklamada, “Türk hükümeti, Büyükelçilik ve Konsolosluklarımızdaki yerel çalışanlarımızın, Türk yetkililerle iletişim dahil olmak üzere resmi görevlerini yerine getirdikleri için gözaltına alınmayacağı veya tutuklanmayacağına dair üst düzeyde sağladığı güvenceye bağlı kalmıştır” dendi.

Karar 8 Ekim’de alınmıştı

ABD, Türkiye’deki konsolosluk çalışanı Metin Topuz’un tutuklanmasının ardından 8 Ekim’de Türkiye’den yapılan vize başvurularını süresiz olarak askıya almıştı.

Türkiye de ABD’nin adımına Amerikan vatandaşlarının vize başvurularını askıya alarak yanıt vermişti.

 

Yeşil Gazete