Ana Sayfa Blog Sayfa 2929

Atığınızı dönüştürün İstanbulkart’ınıza kredi yüklensin

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, geri dönüşüm bilincinin teşvik edilmesi için hareket geçiyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından, şehrin farklı noktalarına kağıt, metal ve plastik atıkları geri dönüşüme kazandırmak için 100 mobil atık otomatı yerleştirilecek.

Kağıt, metal, plastik gibi yeniden ekonomiye kazandırılabilir atıkları işleyecek olan “Akıllı Mobil Atık Aktarma Otomatları”, atıkların geri dönüşüm değeri kadar bedeli şehiriçi ulaşımda ödeme aracı olarak kullanılan “İstanbulkart”a kredi olarak yükleyecek.

Elektronik arayüze sahip atık otomatları, vatandaşlar tarafından getirilen atığı tanıyabilme özelliğine sahip olacak. Metal ya da kağıt atığı ayırt edebilecek otomat, farklı bir atık konulduğunda kabul etmeyecek. Geri dönüşüm haznesine konulan atık, sensörler tarafından algılanacak. Vatandaşları sesli ve görüntülü olarak yönlendirebilecek otomatlar, konulan atığı içindeki sistem sayesinde kıydıktan sonra depolayacak. İşlemin sonunda geri dönüşüme kazandırılan atığın ekonomik değeri kadar kredi, vatandaşın İstanbulkart’ına kredi olarak yüklenecek. Kıyılarak depolanan atıklar, geri dönüşüm firmalarına teslim edilecek.

Pilot uygulama 25 otomatla başlayacak

İBB Çevre Koruma ve Kontrol Daire Başkanlığı, Atık Yönetimi Müdürlüğü tarafından hazırlanan projede, ilk etapta 25 otomat hazırlanarak pilot uygulamaya sokulacak. Ardından 100 otomat özellikle toplu taşıma merkezleri ve meydanlar gibi İstanbul’un farklı noktalarına yerleştirilecek. Projenin 2018’de hayata geçmesi planlanıyor.

Günde 17 bin ton evsel atık

İstanbul’da günlük yaklaşık 17 bin ton evsel atık ortaya çıkıyor. Bu atıklardan 6 bin tonu İBB’ye ait çöp toplama ve geri dönüşüm merkezlerinde işleniyor.

 

(Sivil Alan.com, Bianet)

Devlet Bahçeli: Seçimde Yenikapı ruhuyla Erdoğan’ı destekleme kararı aldık

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, MHP’nin 3 Kasım 2019’da düzenlenmesi planlanan genel seçimlerde Cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğini söyledi.

Ankara’da medya temsilcileriyle düzenlediği toplantıda konuşan Bahçeli, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile ittifak ve cumhurbaşkanlığına dair şu açıklamaları yaptı:

“MHP olarak şu an AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan Bey’le ittifak konusunda ve siyasetin geleceği konusunda herhangi bir görüşmemiz olmamıştır. Ancak tartışılan konuşan Sayın Cumhurbaşkanı’nın veya bizim gündemimize düşmektedir. İleriki günlerde, arzu ediliyorsa bir görüşme talebi olduğu takdirde görüşülür.”

“MHP’nin Cumhurbaşkanı adayı yoktur. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Yenikapı ruhuyla Erdoğan’ı destekleme kararı aldık.”

Bahçeli “Benim aklım hep Türkiye’dir arkadaşlar. MHP’nin Cumhurbaşkanı adayı yoktur. Genel başkan aday olmayacaktır. MHP ittifak olursa ittifakla, olmazsa kendi partisi olarak milletvekilliği seçimlerine girer, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Yenikapı ruhuyla hareket ederek, Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleme kararı alır. Bu kadar nettir” diye konuştu.

(BBC Türkçe)

Fatih Akın, “Paramparça” filmi ile Altın Küre ödülü kazandı

Hem sinema dünyasının hem de televizyon dünyasının en prestijli ödülleri arasında yer alan ve OSCAR’ın habercisi 75. Altın Küre Ödülleri dün gece Hollywood, Los Angeles The Beverly Hilton Oteli’nde düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Fatih Akın son filmi Aus dem Nichts (Paramparça) ile Altın Küre Ödülü kazananlar arasına katıldı. Oscar Ödülleri öncesi en önemli ödül olan Altın Küre Ödülleri’nde Akın, Diane Kruger ve Numan Acar’ın başrolerini paylaştığı filmiyle En İyi Yabancı Film kategorisinde Altın Küre kazandı.

Törene bu yıl Hollywood’daki cinsel taciz skandallarını protesto etmek amacıyla düzenlenen eylem damgasını vurdu. Eyleme katılan sanatçılar geceye siyah kıyafetleriyle katılarak, kıyafetlerinin yakalarına Time’s Up (Vakti geldi) etiketleri taktılar.

Bu yıl geceye damgasını vuran film ise Martin McDonagh’ın yönettiği ve başrollerini Frances McDormand, Woody Harrelson ve Sam Rockwell’in paylaştığı Three Billboards Outside Ebbing, Missouri oldu. Film, En İyi Sinema Filmi, En İyi Aktris, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo olmaküzere dört kategoride Altın Küre’nin sahibi oldu. Film, kızının cinayetini aydınlatmak için mücadele eden bir annenin hikayesi anlatıyor.

Akın ödülünü Kruger ile birlikte aldı

Akın ödülünü almak üzere sahneye başrol oyuncusu Diane Kruger ile birlikte çıktı. Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) terör hücresinin Almanya genelinde işlediği cinayetleri mercek altına alan Akın filminde Hamburg’da Neonazi bir çiftin düzenlediği bombalı saldırısı sonucu Kürt olan eşini ve oğlunu kaybeden bir Alman kadının hikayesini beyaz perdeye taşıdı.

Akın Almanya’ya Altın Küre kazandıran yönetmen olurken geçen yıl aynı kategoride Maren Ades’ın Toni Erdmann adlı filmi ödül töreninden eli boş dönmüştü.

Dünya prömiyeri 26 Mayıs 2017 tarihinde Cannes Film Festivali’nde yapılan Paramparça’nın başrol oyuncusu Diane Kruger’e festivalin en iyi kadın oyuncusu ödülünü kazandırmıştı.

Duvara Karşı, Yaşamın Kıyısında, Temmuz’da gibi filmleriyle beğeni toplayan Akın, Paramparça filmiyle aynı zamanda Almanya’nın Yabancı Filmde En İyi Film dalında Oscar Ödülleri aday adayı.

Diğer kazananlar ise şöyle:

Dramada En İyi Sinema Filmi Ödülü – Three Billboards Outside Ebbing, Missouri

En İyi Yönetmen – Guillermo del Toro “The Shape of Water”

Müzikal ya da Komedi En İyi Sinema Filmi – Lady Bird

Dramada Sinema Dalında En İyi Erkek Oyuncu – Gary Oldman “Darkest Hour”

Dramada Sinema Dalında En İyi Kadın Oyuncu – Frances McDormand “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri”

Müzikal veya Komedi En İyi Erkek Oyuncu – James Franco “The Disaster Artist”

Müzikal veya Komedi En İyi Kadın Oyuncu – Saoirse Ronan “Lady Bird”

Sinema Dalında En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu – Allison Janney, “I, Tonya”

Sinema Dalında En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu – Sam Rockwell, “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri”

 

(DW Türkçe)

[Belediyeler iklim değişikliğine karşı II] Sihirli söz: Belediye-Halk İşbirliği

Fosil kaynaklı enerji kullanımının iklim değişikliğinin temel nedeni olduğu artık ciddi bilim çevrelerince tartışılır olmaktan çıktı, artık sadece karbon salımını azaltmanın yetmediği yeni bir döneme girdik. Şimdi  esas olarak fosil  yakıtlardan elde edilen enerjinin  daha etkin kullanımını sağlamak, enerji verimliliğini artırmak ve israfı durdurmak ve onarıcı uygulamaların hayata geçirilmesi gerekiyor.

İklim değişikliğine karşı mücadelede karbon salımını azaltmanın en önemli ayaklarından başlıcasını da karbon salımına yol açan fosil enerji kaynaklarının kullanılmasının yerine  yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması oluşturuyor.

Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik, ısı vb. üretme teknolojileri ise özellikle güneş enerjisinde ev çatısını, balkonu, yol kenarını, bahce duvarının üstünü…her yeri enerji  üretimine elverişli hale getirdi.  Kentler  enerjilerini giderek artan oranda yenilenebilir enerjilerden üretebilirler. Kentler? Kentin insanları demek istiyorum.

İklim değişikliğine karşı uluslararası kent birliklerinin parçası bazı belediyelerde dikkate değer çalışmalar sürdürülüyor. Bunun başarısı yine  kentlilerin deyim yerinde ise kitle halinde somut  tedbirlere, uygulamalara  katılması  ile mümkündür diye düşünüyorum.

Bir kaç gün önce Yeşil Gazetede yeralan Kadıköy “iklim elçilerini” arıyor! “  başlıklı haberin esası şu:“Sizler de iklim değişikliğinin dünyamız üzerinde etkilerini azaltmak, farkındalık oluşturmak, sürdürülebilir ve yaşanabilir bir Kadıköy yaratmak için Kadıköy’ün İklim Elçisi olmak istiyorsanız başvuru formunu doldurarak ‘Kadıköy Belediyesi Bütüncül ve Katılımcı İklim Eylemi Projesi’ne destek olabilirsiniz”.

Kent yönetimi, kentlilere ulaşmak için kentli öncülere, aktivistlere muhtaç. Kentli yurttaşların irili ufaklı güneş enerjisi santralleri kurmaya ilgi göstermesinden söz ediyoruz, kooperatifler kurmasından söz ediyoruz. Bu atılım 10 yahut 50 kişinin bu değişime ikna edilmesi değil bir kaç yıl içinde diyelim 10 bin Y.E.S. (Yurttaşların Elektrik Santralleri) kurulması demektir. Özellikle  ev, çatı imkanı olmayan 5 -10 bin kişinin yenilenebilir enerji   kooperatif üyesi olması demektir. Kaloriferleri ya da tek tek radyatörleri ihtiyaç kadar çalıştıran termostatların 10 bin evde kullanılır olmasından, toplu taşımanın elektrikli araçlarla yapılmasından  söz ediyoruz. Tıkanmış trafiğe arabayla girmeye alternatif ulaşım imkanları bulmaktan  söz ediyoruz. Bu rakamlar 500 bin nüfusu olan bir ilçe için nedir ki?

Burada belirtmem gereken, iklim elçisi olan yurttaşların otonom örgütlenmesinin temel alınması gerektiğidir. Kendi kendini idare eden gönüllü grupların yaratıcılığı ve  etkin çalışması bence en kıymetli öğedir. Böylesi gruplar birbirleriyle ve belediye ile daha verimli işbirliği yapacaklardır. Bu yurttaşları ben enerjik yurttaşlar olarak adlandırıyorum. Mahallelerde, okullarda, kurumlarda, siyasi partiler içinde, sitelerde, çarşılarda ve daha pek çok alanda böylesi çalışma gruplarının kendi aralarında işbirliği ve yarışma havası oluşacağını, bunun da iklim mücadelesine olumlu  katkı yapacağını ve ana hattın ise belediye halk işbirliği olması gerektiğini düşünüyorum.

Belediye–Halk işbirliği

  • Belediyeler çatısında güneş enerjisininden elektrik üretmek isteyenlere destek olabilir, teşvik verebilir
  • Enerjik Yurttaşlar belediyenin iklim değişikliğine karşı temiz enerji üretme, kullanma ve enerji verimliliği çabalarına destek olabilirler. Belediyenin atacağı adımları zenginleştirebilirler.

2016 yılında dünya elektrik üretiminin sadece % 2’si güneşten sağlanmıştı. 2030 yılına dek bunun % 13 ‘e ulaşması hedefleniyor. Yurttaş katılımı işte önümüzdeki yıllarda -tabii eğer iklim aktivistleri olarak en önce bizler üretici olup gereğini yaparsak- çok ciddi boyutlar kazanacak.

2017 yılı biterken tüm dünyada herhalde on milyonlarca yurttaş fotovoltaik elektrik üretimi yapıyor. Fotovoltaik panel fiyatlarında 2017 yılında da büyük düşüşler yaşandı ve artık  güneşten elektrik elde etmekte yeni bir dönem, , öztüketimin hızla yaygınlaşacağı kendin üret kendin tüket dönemi başlamış bulunuyor. Çatılarda güneşten elektrik üretimi keseye uygun, örneğin kısmi öztüketimi mümkün kılan çözümlerle yaygınlaşacak, kooperatiflere ortak olacak yurttaşları çoğalacak.

Taban hareketi:  Aktivist yurttaşlar (Güneş Gönüllüleri   vb) ve Belediyeler

Türkiye’de yurttaşların elektrik santrali Y.E.S. segmenti  oluşmadı. Üretim fazlasını mahsubi sayaç ile şebekeye  vermek ve yetmediğinde şebekeden çekmek (böylece depolama masrafından da kurtulmak) modeli  lisanssız üretici kategorisinde değerlendirilmişti ancak mevzuat gereği, vatandaşın çatısına kuracağı 2 kwlik mütevazi bir santral için yerine getirilmesi gereken şartlar, 999 kW gücündeki fabrika çatısına yerleştirilmiş santral ile aynıydı. Firmalar da yurttaşlar da ilgi göstermediler.

Ancak şimdi santral kurulum maliyetlerindeki  bariz düşüş ile birlikte öztüketimin gündem edilir olması, akıllı invertörler gibi teknik gelişmeler ve kooperatif mevzuatında iyileştirmeler yapılmış olması gibi faktörler yurttaşların elektrik santrali segmentinin oluşmasına imkan veriyor. Yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan aktivist, Güneş Gönüllüsü grupların şimdi esaslı gayret göstermesi gerekiyor. Beri  yanda lisanssız üretim yapmak isteyenlere 0-10 kW arası YES’ler için prosedürü son derece kolaylaştırıcı değişiklikler isteğinin hep gündemde olduğunu da belirtelim.

Yurttaşların Elektrik Santrallerinin kurulması için, bunun kendiliğinden yürüyen ve milyonlarca insana ulaşan bir hareket haline gelmesi için bu aktivist, gönüllü yurttaşlar ile belediyelerin işbirliklerine gerek var. Belediyelerin ve kent meclislerinin “topluluk temelli (halka dayalı)“ elektrik üretiminde yeri çok önemli. Aktivist yurttaşlar bir anlamda burada katalizatör rolü oynayacaklar.

  • İlk adım bir aktivistler grubu, Güneş Gönüllüleri çevresi oluşturmak. Zamanla meslek grupları özellikle Odalar bünyesinde, okullarda ve sanayide dahi böylesi girişimler oluşmalı.

Güneş Gönüllüsü ya da aynı hedefe işaret eden adlandırmalarla tanınan bu gruplar belediye ve kent meclisleri ile ve konuyla ilgili başka çevrelerle tanışmalı. Belediye tarafından karbon emisyonunu azaltma çalışmalarına davet edilmeli. Yurttaşlar bizzat oluşturdukları gruplarla katılırlarsa haliyle edilgin kalmayacak ve belediyeye partner olabilecek, yaratıcılıklarını gösterebileceklerdir.

  • Tanıtım çalışmaları ve enerji verimliliği seminerleri yapmak. Y.E.S. leri görünür kılmak için belediyenin yatırım imkanları doğrultusunda öneri yapmak, örneğin bir belediye binasına çatıya mütevazi bir santral kurulması ve kurulan santralin üretimini bina içinden ya da dışında anlık gösteren bir ışıklı tabela konulması belediyeye önerilir. Belediyeye ait mevcut güneş santralleri varsa oraya gezi düzenlenebilir, yerinde tanıtım yapılır.
  •  Sosyal projelerle güneş enerji santrallerini görünür kılmak, konuşulur olmak (“Soma’nın geleceği güneş enerjisindedir, kömürde değil” alevi kültür merkezine güneş santral kurmak projesi gibi).
  • Kaynak bulup örneğin bir semtte başarılı öğrencilerin ailelerine LED lamba hediye etmek. Yani tanıtımı bu güneş santrallerini ve enerji verimliliğini görünür kılarak yapmak en effektif olanı.
  • Öneri ve taleplerle belediyeye gitmek.” Şu pazar yerinin çatısına GES isteriz“ gibi.
  • Enerji kooperatif kurmak üzere geniş çevreleri bir araya getirmek.
  • Çatılarda bireysel santraller, tüketimi birleştirme yöntemleri, sitelerde toplu olarak YES kurulumu… bunlar ancak yurttaşlara yönelik aktif tanıtım ile mümkün. Finansman kolaylıkları (Uygun krediler olması halinde yatırım kararı almak kolaylaşır).
  • Ürünler ve hizmetler hakkında tecrübe sahibi olmakla, önerilerimizle vatandaşa yardımcı olmak da düşünülebilir. Belirli fiyat dilimlerinde çeşitli YES modelleri geliştirmek düşünülebilir.

Genellikle çatılara konuşlandırılan bireysel yahut kooperatiflerde realize edilen yurttaşların elektrik santralleri Y.E.S. segmentinin diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de oluşması gerekiyor. Çatılarda kurulum için yurttaşlara kim nasıl yol gösterecek?

Başka ülkelerde iklim aktivistleri, nükleer karşıtları, termik santrallere karşı çıkan aktivistler işte çabalarının bir kısmını alternatif enerji üretiminin yurttaş eliyle gelişmesi çalışmasına ayırdılar. Türkiye’de iklim ve çevre aktivistlerini dışında demokratik meslek örgütleri aktivistleri, eğitimciler vb. duyarlı toplumsal kesimleri bu yapıcı çalışmayı kendi kurumlarında, sivil toplum kuruluşlarında yahut semtlerinde başlatmaya ve Güneş Gönüllüsü olmaya çağırıyorum.

Kadıköy “iklim elçilerini” arıyor!

 

 

Alper Öktem / Güneş Gönüllüsü

Mimarlar, mühendisler ve şehir plancıları Narmanlı Han’ı tartıştı

0

Politeknik Bilim Teknik Kent ve Emek Söyleşileri’nin dördüncüsü, Karaköy’deki TMMOB Mimarlar Odası’nda 4 Ocak Perşembe günü gerçekleşti.

İstiklal Caddesi’ndeki tarihi Narmanlı Han’ın tartışmalı restorasyon örneği üzerinden kollektif bellekte yeri olan tarihi yapılar ve mimari koruma  gündemiyle gerçekleşen söyleşinin moderatörlüğünü Mimar Arş. Gör. Nur Umar’ın yürüttü. Narmanlı Han’ın restorasyon süreci ve sonrasındaki mücadele pratikleri hakkında konuşulduğu söyleşiye koruma uzmanı, mimar Prof. Dr. Zeynep Ahunbay, koruma uzmanı, mimar Doç. Dr. Gül Köksal katıldı.

“Hanın gelir getiren bir binaya dönüştürülmesi amaçlanıyor”

Prof. Dr. Zeynep Ahunbay 19. yy.’da konsolosluk binası olarak yapılan ve Beyoğlu’nda birçok yazara, sanatçıya ev sahipliği yapan İstiklal Caddesi’nin önemli kültürel varlığı Narmanlı Hanı’ın toplumsal belleğe katkısından söz etti.

“Narmanlı Han’ı değerlendirirken kurul kararları, bilirkişi raporları, ve mimarının konuşmalarıyla incelemeliyiz. Özel mülkiyetin değerlendirilmesinde de korunmasında da bazı sorunlar ortaya çıkıyor. İlk lurul kararında Narmanlı Han 1. Tescilli Yapı olarak açıklanırken, Kurul’un ikinci kararında 2. Tescilli Yapı olarak ifade edilmişti. Bu kararla Han’ın duvarlarının korunmasına ancak gerisinde serbestçe hareket edilmesine olanak veriliyor. Hukuki süreç doğrultusunda açtığımız davalar sonucu hazırlanan bilirkişi raporlarında ise yapılan değişikliklerin onaylandığını gördük” diyen Ahunbay bilirkişi raporlarını hazırlayanların korunması gereken bu yapıların aleyhine kararlar aldığından bahsetti.

Ahunbay, “Ama maalesef ki yapılan restorasyon sonucunda Narmanlı Han bulunduğu konum itibariyle ticari bir işlevle değerlendiriliyor ve hanın gelir getiren bir binaya dönüştürülmesi amaçlanıyor. Han’ın daha önceki dokusu ile bugün almış olduğu biçim ve dış doku arasında büyük farklar var.” dedi.

“Gerçekleşen restorasyon projesiyle Narmanlı Han eski kimliğini kaybetti”

Ahunbay gerçekleşen restorasyon projesiyle Narmanlı Han’ın eski kimliğini ve dokusunu kaybettiğini belirtti. Ahunbay “19. yy. mimari örneği olan Narmanlı Han tarihi yapısıyla önemli bir bellek mekan olan Narmanlı Han’ın özgünlüğünün korunması gerekiyordu.” dedi.

“Burada da biz meslek insanlarına daha fazla rol düşüyor. Beyoğlu’nun dokusunu, mekanların kimlikleri yitirilmeden yaşatmalıyız. Bunun yolu da mücadele etmekten geçiyor.” diyen Ahunbay mücadele çağrısında bulundu.

“Kamusal değerlerin alınıp satılıyor olması, toplum yararına değerlendirilme olasılığını düşürüyor”

Doç. Dr. Gül Köksal ise Türkiye’deki koruma pratiklerine dair mimari korumanın dünyadaki politik-ekonomik sürecini aktardı.

Köksal koruma meselesinin bilim alanı olarak kayda geçmesi 19. yy. ‘da başladığını belirtti. Üretim biçimlerinin değişmesi, yaşam biçimlerini de değiştiriyor diyen Köksal, “Kentlere yaşanan büyük kitlesel göçler, kent planlaması ve büyük dönüşümleri oluşturuyor. 19. yy’ de Avrupa’daki hızlı dönüşüm mekanın dönüşümüne, mekanın yaratıcı yıkımlarına ve modernite projesine neden oluyor. Modernitede de kendini güvence altına almak için uzmanlaşmış mimarlar, mühendislerle karşılaşıyoruz” dedi.

Toplumsal değerlere bakıldığında 19. yy’ye kadar kullanım ve değişim değerleri dediğimiz temel değerlerin yerine başka anlamların yüklendiğinin görüldüğünü ifade eden Köksal, “Bu anlamlar mekanlarla kurduğumuz ilişkileri de değiştiriyor. Kamusal değerlerin alınıp satılıyor olması, toplum yararına değerlendirilme olasılığını düşürüyor. Bu bağlamda daha kapitalistleşmiş Türkiye’deki koruma pratiğine baktığımızda Narmanlı Han ve Beyoğlu dönüşümünde de gördüğümüz tüketim odaklı dönüşümün altında yatan durumu tariflemiş oluyoruz.” ifadelerini kullandı.

Narmanlı Han

19. yüzyılın ilk yarısında kurulan Narmanlı Han, ilk olarak Rus elçilik binası ve ticaret ofisi olarak kullanıldı.

Bir yandan ticaret merkezi olarak işlev görürken, diğer yandan ünlü şair, heykeltıraş, ressam ve yazarlara ev sahipliği yapan Han, Erkul Kozmetik’in sahibi Mehmet Erkul ve Eteksan Tekstil’in sahibi Tekin Esen’e 57 milyon dolara satılmıştı. 2015 yılında koruma kurulu tarafından onaylanan restorasyon projesi, kent mücadelesi veren sivil toplum örgütleri tarafından birçok kez protesto edilmiş, ancak 186 yıllık tarihi yapıda geçen yıl çalışmalar başlamış ve Narmanlı Han’ın içindeki bazı bölümler yıkılmış, avluda bulunan ağaçlar ise sökülmüştü.

Hanın tarihi dokusunu yok eden bu restorasyonun, hanın özgün kimliğine zarar vereceğini ve geri dönülemez tahribatlara yol açacağını dile getiren uzmanlar da projenin uygulanmaması konusunda uyarıda bulunmuştu.

 

Haber: Merve Arısoy

(Yeşil Gazete)

Sinop’a denenmemiş reaktörler denenmemiş ortaklıkla kurulacak

Nükleer endüstri sektöründe bir süredir uygunsuzluk haberleriyle başta kendi ülkesinde olmak üzere skandallara imza atan Fransız Areva şirketi reaktör kurulum hizmetler alanını Areva grubundanki Electricité de France (EDF)’e devretti. Böylece Mitsubishi Heavy Industries (MHI) ile Areva’nın ortak üretim yapacağı Atmea 1 Projesi’nin de yeni ortağı EDF oldu.

Atmea Projeleri dünya genelinde özellikle gelişmekte olan ülkelere 1100 Megawat’lık basınçlı su reaktörlerinin geliştirilmesi, bunların lisanslanması, pazarlaması ve satışını yapmak için 2007 yılında Mitsubishi ve Areva ortaklığıyla kurulmuştu. Areva’nın işlerini  EDF’e bırakması Türkiye’yi de oldukça ilgilendiriyor. Zira hükümet tarafından Akkuyu’dan sonra Türkiye’nin ikinci nükler santralinin kurulması için Japonya ile yapılan uluslararası anlaşma gereği Sinop’ta kurulması öngörülen Atmea 1 reaktörünün de ortakları Mitsubishi ve Areva  olarak biliniyorken bu değişiklikle artık Mitsubishi ve EDF olmuş bulunuyor.  Atmea 1 reaktörünün dünyada hiç bir ülkede kurulmamış, dolayısıyla denenmemiş oluşu  halihazırda bir sorunken, sürecin yeni yapılanmayla yürütülecek olması da bilinmezlerin arttığını gösteriyor. Öte yandan yer lisansı alınmamış sahada nükleer santral kurulması için operasyonel anlamda proje tanıtım dosyası Çevre ve Şehircilik ve Bakanlığı’na sunuldu bile.

Öte yandan Areva açısından sözkonusu değişiklik  hisselerinin EDF’e devri ile de bitmiyor: Yeni kurulan ortaklıkta hisselerin %19,5’u Mitsubishi tarafından ve %5’i de Assystem tarafından  alındı ve nihayet dün açıklandığına göre Areva NP’nin ismi artık “Framatome” oldu. Framatome ise Areva’nın içinden çıktığı eski ana şirketin adından geliyor. Framatome şirketi 1975’te Fransa’daki reaktörlerin kurulumu için tek üreticisi olarak 25 yılın sonunda EDF için Fransa’daki 58 reakötörü kurmuştu. Böylece 2018’in ilk haftası içinde Areva’nın hisseleri EDF’e satılırken şirket de eski adına  dönmüş oldu. Ortaklıkta %5 hisse alan Assystem ise 2017 yılının Mayıs ayında kurulacak bu yeni iştirake 125 milyon Avro ile talip olan bir Fransız nükleer mühendislik şirketi.

Bu sistemin, Framatom içinde Atmea projelerine dönük MHI ve EDF arasındaki yarı yarıya ortaklıkla yürümesi dünya genelinde Atmea reaktörlerinin kurulumunun, lisanslanmasının, pazarlanmasının bu şekilde planlanması öngörülüyor. Bu şekilde bir yeniden yapılanma için Fransa Devleti Areva’ya  4,5 milyar Avro destek verdi. Reaktör operasyonları, yakıt ikmali, reaktör kurulumu  Yeni Areva’nın iş alanı içine alınırken Finlandiya’da Olkiluoto EPR projesi ve ölümcül tehlikelere yol açabilecek hataların yapıldığı Le Creusot Fabrikası’nın işleri eski Areva’da kalacak.

(Wnn, Yeşil Gazete)  

Kadının gözünden savaş: Troyalı Kadınlar Korosu ya da Kayıp Tablet

Geçtiğimiz ay Tatavla Sahne’de dünya prömiyerini gerçekleştiren, feminist tiyatro topluluğu Tiyatro Boyalı Kuş‘un tek perdelik “Troyalı Kadınlar Korosu ya da Kayıp Tablet” oyunu izleyicilerle buluşmaya devam ediyor.

Savaşın kalbinde Kayıp Tablet’in peşine düşen 5 bilge kadının zaman yolculuğunun anlatıldığı oyunu, eserin metin yazarı ve yönetmeni Jale Karabekir‘den dinledik.

Jale Karabekir

Tiyatro Boyalı Kuş Troya Savaşı’ndan yola çıkan bir eserle seyirci karşısında. “Troyalı Kadınlar Korosu ya da Kayıp Tablet”in doğuş hikâyesini anlatır mısın? Fikrin ilk kez aklına düştüğü ve sahnede canlandığı ana kadar nasıl bir süreçten geçtin?

Troyalı Kadınlar Korosu ya da Kayıp Tablet’in doğuş hikâyesi oldukça uzun. Okurun vakti varsa, en kısa haliyle anlatayım. Tiyatro Boyalı Kuş 2000 yılında kuruldu. 2013’e kadar on beş oyun, altı okuma tiyatrosu, iki forum oyunu, birçok atölye çalışması ve etkinlik yaptı, yurt içi ve dışına turneler düzenledi. Türkiye’deki en son yapımımız 2013’te Rüstem Ertuğ Altınay’ın yazdığı Yeşim Koçak’ın oynadığı Melek adlı oyundu. Tek kişilik oyun, 1930’ların tiyatro, sinema, operet oyuncusu, dublaj sanatçısı Melek Kobra’nın 24 yıllık kısa hayatını konu alıyordu.

O dönem biz ayrıca oynadığımız sahnenin işletmesini de üstlenmiştik. Politik ve ekonomik olarak sanat dünyası açısından çalkantılı ve istikrarsız bir dönemdi. On yıl destek verdikten sonra Kültür Bakanlığı desteğini Tiyatro Boyalı Kuş’tan çekti. Bakanlık her yıl cüzi de olsa tek bir yapım için verdiği mali desteği keserek bizi cezalandırmaya karar verdi yani. Bizim gibi birçok tiyatro topluluğu var böyle cezalandırılan. Sonuçta bu mali destek, miktarı az da olsa, bizim gibi alternatif tiyatro yapan, ticari olmayan bir ekip için nefes aldırıcıydı. Neyse… Sahne işletmesinin mali sorumlulukları, çalıştığımız internet bilet şirketinin iflası (yani satılmış biletlerimizin bedelini alamamamız), yeni yapımlar için bütçemizin kesilmesi, bizim ekip olarak her yıl devam eden rutinimizi bir süre sekteye uğrattı dersem yanlış olmaz.

Tabii boş durmadık, ben on yıldır tiyatronun işlerinden odaklanamadığım kitabımı bitirdim, Hindistan, İspanya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde farklı çalışmalarda bulunduk, Ermenistan Devlet Gençlik Tiyatrosu’nun Edith Piaf üzerine olan oyunu Marcel’i İstanbul’a getirdik vs. Ama feminist bir tiyatro olarak üretmek ve seyirciyle paylaşmak asıl işimiz. Bunun için de biraz yoğurdu üfleyerek yediğimiz bir dönemden geçtik diyebilirim. Daha sonra bir buçuk yıla yakın atölye çalışmaları yaptık, hem kendi ekibimizi bir araya getirmek, harekete geçirmek hem de yeni katılımcılarla buluşabilmek hem de sahneden ulaşamadığımız seyirciye atölyeler vasıtasıyla birikim ve deneyimimizi aktarmak ve paylaşmak için. Ve sonunda geldiğimiz noktada, oyun yapmaya karar verdik. Parasız pulsuz… Bu da bir mücadele biçimi herhalde.

Tek kişilik bir oyundan sonra kolektif bir oyun yapalım dedik. Koro çalışalım diye konuştuk. Savaş ve göç konusunda söz söylemek istiyorduk. Hayatımızın sevmediğimiz ama kopamadığımız bir parçası haline gelmiş olan savaşı, şiddeti ve göçü sahneden anlatmak… Aklımıza ilk olarak Evripidis’in “Troyalı Kadınlar” tragedyası geldi. Birçok kere okuduğum bu oyunu, Küçükkuyu’da İda Dağı’nın eteklerinde bu kez “sahneleyebilir miyiz acaba” diye okudum. Ama Tiyatro Boyalı Kuş’un sahnelemesi için uygun değildi. Acaba uyarlama yapabilir miydik? Ama uyarlama yaparken de metne çok müdahale edecektik. Özellikle son dönemdeki savaşı, şiddeti ve göçü anlatmak istiyorduk, bir derdimiz vardı. En sonunda ben yazmaya karar verdim. Öncelikle birincil kaynakları okudum, araştırdım; Antik Yunan tragedyalarını ve destanlarını, ayrıca Ortadoğu’nun Sümer ve Babil yaradılış efsanelerini… Amazonları da Homeros’un İlyada destanında iki satırda gördüm, Homeros pek de bir şey demiyordu Amazonlarla ilgili. O zaman vardır bir hikmeti deyip Amazonlar üzerine araştırmaya başladım. Sonunda Troyalı Kadınlar Korosu ya da Kayıp Tablet metni ortaya çıktı.

Ekip arkadaşlarınla nasıl bir araya geldiniz? Bu süreçte fikir olarak birbirinize nasıl katkılar sağladınız?

Troyalı Kadınlar Korosu ya da Kayıp Tablet bir koro oyunu. Metni yazarken de bu konuda çok nettim. Bu oyun sadece ve sadece koro oyunu olacaktı. Oyunda karakter hiyerarşisi olmayacaktı. Seyircinin beklediği gibi, bir Antik karakter konuşacak, monoloğunu söyleyecek, onunla koro iletişime geçecek vs. istemiyordum. Bu bekleneni yıkmak belki ama bir yandan da anlattığımız hikâyenin sadece Troya’nın özel hikâyesi olarak anlaşılmasını istememekten kaynaklanıyor. Oyundaki kişilerin bir karakter olmaması, kolektif bir yaratım, hareket ve söz oyuncular için oldukça zor bir deneyim, bir tür meydan okuma tabii. Metni yazarken de “1. kadın şunu söyleyecek, 2. kadın şunu söyleyecek” diye yazmadım. Yazımda manzum yapıyı korudum. Provalarda sözleri dağıttım.

Oyuncu ekibimiz beş kişiden oluşuyor. İlk önce yedi kişi olarak tasarlamıştım, ama provalara başlamadan önce beş kişiye indirdim. Bu sayılar beş, yedi, dokuz gibi kadim sayılar. Oyunculardan Şengül ve Gül zaten Boyalı Kuş’un üyeleri. Kübra geçen sene ekibe dahil oldu. Sinem ve Burcu ise bu yapımda bize katıldılar. Sezon başında bir seçme atölyesi yaptık. Birlikte çalışma denemesi yaptık. Provalar başladığında daha metin son halini almamıştı. Uzun süre beden ve harekete dayalı atölye yapısında çalışmalar yaptık. Provalardan sonra birbirimizden ayrılamadığımız çay, kahve içtiğimiz, yemek yediğimiz uzun saatler geçirdik. Oyun metni bana ait olduğu için, “yazar burada ne demek istemiş” diye soramadık tabii, ama birlikte nasıl koro olabiliriz, birlikte nasıl hareket edebiliriz, sözleri nasıl kendimizin haline getirebiliriz üzerine çok kafa yorduk ve çok çalıştık.

“Bilge kadınlar dediler ki istiyorsan eğer barışı bulmalısın o üç şeyi. Bulmalısın birbirini.” Oyunda aklımda yer eden sözlerden biri buydu. Nedir bu üç rakamının gizemi?

Destan ve efsanelerde olduğu gibi, feminist yazında da tekrarın önemi büyük. Buna özen göstermeye çalıştık hem yazım hem de sahneleme aşamasında. Ve evet bu oldukça çok tekrarladığımız, seyircinin düşünmesini istediğimiz bir sözdü. Ne mutlu sizin de aklınızda kalmış. Barış için birlik olmak, birlikte mücadele etmek ve dayanışmak çok önemli. Evet Troyalı Kadınlar Korosu bu oyunda üç şeyi bulmak için bir yolculuğa çıkıyorlar. İlki birbirlerini. Çünkü birlikte olmadan tek bir kişi ya da birey olarak yapacaklarımız kısıtlı. Özellikle kadınların birleşmesi gerektiğini zaten düşünüyoruz. Kadın dayanışması kadın hareketinin ve mücadelesinin zaten temeli. Daha önce dediğim gibi üç rakamı kadim rakamlardan biri, masallardan efsanelere, kutsal kitaplara birçok metinde ve sözlü edebiyatta yeri var. Biz de zaten bilinen hikâyeler, efsaneler içinde yeni bir anlatı yaratmak için yola çıkmıştık. O nedenle bu alışılmış, bilindik semboller ve hikâyeler bizim seyirciyle iletişim kurmamızı kolaylaştırıyor.

Amazonların Kraliçesi aslan saldırısına uğrarken

Antik Yunan’da sık sık Helen’in güzelliğinden ve Paris’in yakışıklılığından söz edilir. Halbuki bu resmin ardında büyük acılar, yıkımlar ve kayıplar var. Hikayede Amazon kadınların müthiş cesaretine ve mücadelesine de tanık oluyoruz. Amazonları bu kadar güçlü kılan ne? Her kadının içinde bir Amazon kadın yatar mı?

Savaş gibi bir konuyu hikâye edebilmek için güzellik, yakışıklılık, aşk vs. gibi temalar kullanılıyor genelde. Helen’in de adı aslında Eleni. Yunancası Eleni. Herhalde ilk Türkçe çevirilerle ilgili bir durum bu. Fransızca ya da Almanca’dan çevrilmiş olmalı. Eleni bizim için yani bu topraklar için aslında Helen’den daha tanıdık bir isim. Troya Savaşı’na sebep olmuş bir kadın karakterin adına bile tam karar verememe durumu var: Helen, Helene, Helena… Biz Eleni demek istedik. Bu da bizim bu efsaneye farklı bakmaya çalışmamızın göstergesi olsun istedik.

Ayrıca tarih boyunca birçok yazılı metinden bildiğimiz gibi, bu tür felaketleri ortaya çıkaran, günahları işleyen çoğunlukla kadın karakterler olmuştur. Başta Havva öyle değil mi? Bunu da dert edindik tabii. Güzellik uğruna on yıl süren savaş olabilir miydi? Eleni kendi mi Paris ile kaçmıştı yoksa kaçırılmış mıydı? Bunların hepsi hikâye. Yani kurmaca, kurgu. Troya Savaşı’nın olup olmadığını bile bilemiyoruz. Bu kurmaca ve kurgu içinde gizlenmiş başka hikâyelere ulaşmayı ve bu hikâyeye feminist açıdan bakmayı daha uygun bulduk. İşte de tam da o anda, Troya Savaşı’na Amazon kadınlarının da katıldığını öğrendik. Kaynaklara göre (ki tabii bu da hikâye, yani kurmaca, kurgu) Amazonlar daha önceden Troyalılarla savaştığı halde, gemilerle gelenlere karşı Troya’yı yani onların da bir şekilde bağlı olduğu bu kara parçasını savunmak için atlarıyla geliyorlar ve savaşıyorlar. Amazonların en önemli özelliği atın üstünde savaşmaları imiş. O dönemde atlar sadece savaş arabalarında kullanılıyormuş oysa.

Bu anlamda baktığımızda özellikle Batı edebiyatının en önemli konusu olan Troya Savaşı’nda Amazonların katılımından bahsedilmemesi bile, feminist yazın açısından eleştirilmesi gereken bir husus. Bu nedenle biz de efsane ve destanların içinde söylenmemiş, gözden uzak tutulan Amazonları metnimize ve sahnelememize dahil ederek bir görünürlük ve eylemlilik kazandırmaya çalıştık. Amazonlar mücadeleyi temsil ediyor bizce. Bizim tragedyamızda da Amazonların önemli bir yeri var. Aslında tragedyamızın umut taşıdığını da söylemem gerekiyor. Bu umudu da Amazonlarla kurmaya çalışıyoruz. Çok fazla detay vermemeyim. Seyircimiz için biraz sürpriz olsun.

“Yaşamı kutlamak varken ne diye ölüme koşuyor insanoğlu…” diyorsun. Barış ulaşılmaz bir hayal mi?  

Barış ulaşılmaz bir hayal mi bilmiyorum ama barışa erişebilmek için, ulaşabilmek için mücadele vermek gerekiyor, durmadan dinlenmeden. Troyalı Kadınlar Korosu ya da Kayıp Tablet bu umudu taşıyor. Mücadelenin insanlığı barışa yaklaştırabileceği umudunu… Kadınların yaşamı kutladığı bir dünyada; erkeklerin savaşı, ölümü, yıkımı kutladığı bir dünya… Bunun değişmesi gerek!

Minimal ama etkili bir sahne tasarımı gördük. Müzik ve ışık kullanımı başarılıydı. Prodüksiyonun gerçekleşmesi için nerelerden destek aldınız?

2004 yılından beri ilk defa bütçemiz olmadan ve mali destek olmadan bir yapımı gerçekleştirdik. Bu sezonun başında Feminist Dramaturjiyle Okuma Tiyatrosu etkinliği yaptık gönüllülerimizle birlikte. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1933 yılında yazdığı Kadın Erkekleşince adlı oyununu feminist bir bakış açısıyla okumaya ve seyirciyle paylaşmaya çalıştık. Bu etkinlikte gönüllü arkadaşlarla beraberdik, ayrıca Maçka Komşu Kapısı Dayanışma Derneği de bize kapılarını açtı. Bu etkinliğin geliriyle az da olsa prodüksiyonu gerçekleştirmeye çalıştık. Prova mekanı konusunda Roll Dans, Cihangir Akademi ve Nazım Hikmet Kültür Evi; ışık konusunda Mehmet Doğan bize destek verdi. Dayanışmanın en gerekli olduğu zamanlar deniyor ya bu zamanlara, biz de bu konuda şanlıyız sanırım. Tiyatro Boyalı Kuş dostları ve gönüllüleri olmasa bu oyunun sahneye taşınmasında çok fazla zorlukla karşılaşırdık.

Jale Karabekir ve Merve Damcı

Oyun bundan sonra nerelerde, hangi tarihlerde izleyicisiyle buluşmaya devam edecek? İstanbul dışına ya da yurt dışına taşıma planları var mı?

Daha provalar bile başlamadan önce ciddi toplantılar yaptık. Bütçesiz bir yapıma kalkışmak, ticari tiyatro yapmamak ve sonuçta ekip içinde söylediğimiz gibi “batmamak” için neler yapmalıyız diye tartıştık. Bu nedenle 2010’dan beri oyunlarımızı sahnelediğimiz, etkinliklerimizi gerçekleştirdiğimiz, atölyeler yaptığımız mekanda (şimdiki adı Tatavla Sahne) on gösterim yapmayı planladık. Seyircimiz olursa tabii ki ek gösterimler yapabiliriz. Keşke… Sonuçta tiyatro seyirci için yapılan bir sanat. Seyirci olmadan olmuyor. İstanbul dışında da Bursa, İzmir, Samsun, Edirne, Çanakkale gibi şehirlere turne yapmayı hedefliyoruz. Oyun metninin kitaplaştırılması ve başta İngilizce’ye ve Yunanca’ya çevrilmesi en büyük hayalim. Böylece yurtdışı turnesi yapabilme olanağımız genişleyecektir. Ancak bu tür turnelerin planlanması biraz uzun sürüyor. Bu özgün ve çağdaş ve feminist bir tragedyanın farklı seyirciyle buluşması amaçlarımızdan biri. Yunanistan seyircisiyle buluşursa neler olacağını merak ediyorum aslında.

Troyalı Kadınlar Korosu ya da Kayıp Tablet ekip olarak çok sevdiğimiz, çok inandığımız bir yapım… Gerçekten özveriyle, gönül koyarak, elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışarak ürettiğimiz bir yapım… Artık seyircinin kapımızı çalmasını bekliyoruz… Barış hayalimize ortak olması için…

Oyunun Künyesi

TROYALI KADINLAR KOROSU YA DA KAYIP TABLET

Metin ve Reji: Jale Karabekir
Dramaturji: Nelin Dükkancı Yaman
Koreografi: Gökmen Kasabalı
Oynayanlar: Burcu Sövmen, Gül Ersürmeli Yılmaz, Kübra Ayçiçek, Sinem Pektaş, Şengül Özdemir
Sesler: Jale Karabekir, Müge Esmeray, Yeşim Koçak

SEANSLAR İÇİN TIKLAYIN

 

Jale Karabekir ile yeni kitabı üzerine: “Ezilenlerin Tiyatrosu ezilenlerin özgürleşmesini amaçlar.”

 

Röportaj: Merve M. Damcı 

(Yeşil Gazete)

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Değirmenler Vadisi – Eda Uysal

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Değirmenler Vadisi

Değirmenler Vadisi, “birbirine benzeyen” erkeklerin, kadınların ve çocukların yaşadığı bir yerdir. Bir gün herşeyi kusursuz yapan “Makineler” oraya gelir ve insanlar adına herşeyi yapmaya başlarlar. Hayal kurmalarına bile gerek kalmayan insanlar istedikleri herşeye bir tuşla ulaşırlar. Zamanla vadiye adını veren rüzgarla çalışan değirmenler unutulur, rüzgar bir daha o vadiden hiç esmez.

Köyün terzisi Anna bu duruma çok üzülür çünkü herşeyi mükemmel yapan makineler yüzünden hiçbir işi kalmaz. Anna “ denizlerden danteller işlediğini, yıldızlardan düğmeler diktiğini, bulutlardan montlar yaptığını hayal ettiği” günleri özlemektedir. Bir gece makineler tüm halkı uyuttuğunda, Anna hayal etmeyi unutmayan bir başka kişiyle karşılaşır. Aslında bir dev olan Bay- Kuş takma kanatları ile uçmayı hayal etmektedir. Anna yalnız olmadığını öğrenince umutlanır. Makineler gelmeden önce insanların gerçekleşmesini diledikleri şeyleri fısıldadıkları yer olan “Püf Çiçeği Bahçesi” ne gidip bir püf çiçeğini üfleyerek Bay- Kuş’ un uçmasına yarayan bir kıyafet dikebilmeyi diler…

Arjantinli yazar Noelia Blanco’nun yazıp Valeria Docampo’ nun büyüleyici resimleriyle süslediği Değirmenler Vadisi her koşula rağmen düşlemenin ve bir hedefe ulaşmak için harcanan emeğin önemini doğa üzerinden ilişkilendirerek verir. Teknolojik hayatın getirileri ile emeğe duyulan saygının azalması ve doğa katliamlarının artmasını alt metinlerle zarif bir şekilde işler. Makinelerle kuşatılan insanların doğaya ve düşe dönmeleri gerekliliğini savunur.

Hikayenin sonunda Anna’nın dileği gerçekleşir mi, rüzgarlar geri gelir mi? Değirmenler çalışmaya, insanlar hayal kurmaya yeniden başlar mı? Tüm bunların cevabını Değirmenler Vadisi’ nde okurken bir püf çiçeğinin rüzgarla uçuşan tüylerini izler, hayatın canlılığıyla gözlerimiz kamaşır ve unuttuğumuz hayal kurma yetimiz  canlanır.

Püffff…

Yazan: Noelia Blanco

Resimleyen: Valeria Docampo

Çeviren: Gülce Göycen Karagöz

Yayınevi: Abm Yayınevi

Sayfa Sayısı: 40

6 +

 

Eda Uysal

 

 

 

 

Aynı tas aynı hamam: Türkiye’nin kuraklıkla imtihanı

Geçtiğimiz Aralık ayı sonunda Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu Türkiye’nin son 44 yılın en kurak dönemini yaşadığını açıkladı. Eroğlu “Son 44 yılın en kurak yılını yaşıyoruz ama içme suyu sıkıntısı yaşayan bir ilimiz yok… Melen Barajı İstanbul’un sigortası gibi olacak. İzmir’de çok büyük su sıkıntısı vardı oraya da el attık. Şu anda İzmir’de de bir sıkıntı yok. Şu anda yeni barajlar yapıyoruz. Esasen şunu söyleyeyim 193 yerleşim yerinde su problemi vardı bunları kökünden çözdük hatta Kıbrıs’a da su götürdük” dedi[1].

Bu açıklama, Türkiye’de konuyla ilgili bakanının bile kuraklığın ne olduğunu bilmediğini gösterdi.

Kuraklık nedir, ne değildir?

Eroğlu’nun kuraklık haberini verdikten sonra kentlerde susuzluk sorunu olmadığını; yeni barajların yapıldığını ve havzalararası su taşıma projesi olan Büyük Melen Projesi’nin bir parçası olan Melen Barajı’nın inşasının %90’ının bittiğini söylemesi, kuraklığın basit bir susuzluk durumuna indirgendiğini ispatlıyor. Oysa kuraklık sadece kentlinin çektiği susuzluk sorunu anlamına gelmez. Bakanın da belirttiği gibi 200 km öteden Düzce’deki Melen Çayı’ndan taşınan su sayesinde İstanbul’da su kesinti yaşanmasa bile kuraklık bütün şiddetiyle devam ediyor olabilir. Kuraklık yaygın hale geldiğindeyse barajların sayısını iki katına da çıkarsanız, işe yaramıyor. Yağış olmazsa boş barajlara boş gözlerle bakılıyor. Hepsinden de ötesi kuraklık sadece kentliyi ilgilendiren bir sorun değil. Bu, kırsaldaki çiftçinin üretimi, ekininin verimi ve rekoltesi gibi daha pek çok unsuru doğrudan etkileyen bir felaket. Üstelik bunun sonucunda gıda fiyatları artacağı için, çiftçi de kentli de olumsuz etkileniyor. Hatta kuraklık başka etmenlerle de birleşerek köyden kente göçün önemli nedenlerinden biri de oluyor. Ve elbette ki kuraklık insan dışındaki canlılar için üreme, gelişme ve türün devamı konularında belirleyici bir iklim olayı. Yani kuraklık tepeden tırnağa hayatın her aşamasını, her canlıyı ve toplumsal yaşamın köşesini bucağını temelden etkileyecek çok boyutlu ve karmaşık bir mesele.

İklim değişikliği kader mi?         

Bakınız Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nca yayınlanan 2017-2023 Ulusal Kuraklık Yönetimi Strateji Belgesi ve Eylem Planı’nda kuraklığa dair neler denmiş. “Kuraklığın doğal süreçteki oluşumunun engellenmesi mümkün değildir. Ancak, kuraklığın doğru yönetilmesi ile muhtemel kuraklığın olumsuz etkileri azaltılabilir ve kuraklık sonucunda ortaya çıkması muhtemel problemlere ilişkin önceden gerekli tedbirlerin alınması sağlanabilir”[2]. İşte Türkiye’de kuraklık algısında sorgulanması gereken ilk unsur bu. Kuraklık, iklim değişikliğinin tezahür etme biçimlerinden sadece biridir. Ve iklim değişikliği çok büyük oranda endüstriyel, kentsel ve tarımsal faaliyetler sonucu ortaya çıkan bir olgudur. Yani iklim değişikliği doğa kaynaklı değil insan kaynaklı bir değişimdir. Dolayısıyla bu insan faaliyetlerin gerçekleştirilme biçimlerinde ve sıklıklarında yapılacak istikrarlı değişimlerle bu durum çok büyük oranda değiştirilebilir. Bunun anlamı en kısa ifadeyle şu cümleyle özetlenebilir. Genelde iklim değişikliği ve özelinde kuraklık bir kader değildir…

Ulusal kuraklık yönetimi ilkeleri

Resmi söylemde kader olarak değerlendirilen bu olguyla mücadele etmek için onu yaratan etmenleri ortadan kaldırmak yerine, kuraklığın sonuçlarına yönelik yüzeysel “çözümler” öne sürmek kaçınılmaz oluyor. Ulusal Kuraklık Yönetimi Strateji Belgesi ve Eylem Planı’nda ele alınan kuraklık yönetimi ilkelerinden birkaçına bakalım. İlk ilke “Sürdürülebilir bir kuraklık yönetimi için, havza ölçeğinde yapılacak çoklu tedbirleri içeren çalışmaların bir plan ve program çerçevesinde entegre bir yaklaşımla ele alınması”. Ancak Türkiye’de havza ölçeğinde planlama yapılıyor olsaydı başta Melen Projesi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Su Temin Projesi  gibi daha onlarca havzalararası su taşıma projesinin daha baştan hiç yapılmaması gerekirdi. İkinci ilke “Kuraklık zararlarını azaltmak için yapısal ve yapısal olmayan tedbirlerin alınması” olarak geçiyor. Oysa kuraklık ve seller iklim değişikliğinin birbirini takip eden safhalarıdır. Ve söz konusu ilkenin aksine nehir ve dere yataklarında devam eden yapılaşma ve nehirlerin “ıslah” adı altında beton kanallara dönüştürülmesi Türkiye’nin kanayan yarası. Artvin’in Hopa ilçesinde 2015 ve 2016 yıllarında canlara mal olan seller bunun yakın tarihteki en çarpıcı örneklerinden. Yağmur hasadı gibi hem erozyonu hem de susuzluk sorunu büyük ölçüde ortadan kaldıracak kadim tekniklerin adının ile anılmaması da bu yöndeki eleştirileri doğruluyor. Üçüncü olarak “Kurak dönemde zarar görme riskini azaltmak maksadıyla suyun tasarruflu kullanımını sağlayacak stratejiler ile kuraklığın etkilerinin azaltılması” ise kâğıt üzerinde kalan başka bir ilke. Zira az kirlenmiş gri suyun basit bir arıtmayla yeniden kullanılmasıyla başarılabilecek %50’ye varan su tasarrufu sağlamak için yapılan çalışmaların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.

Türkiye’nin kuraklıkla imtihanı çetinleşecek

Türkiye’de kurak dönemler

Türkiye’nin su sorunu nüfus artışına bağlı olarak kişi başına düşen su miktarının azalmasıyla sınırlı değil. Geçtiğimiz yüzyıldan günümüze uzanan zaman dilimine baktığımızda 1950-1951, 1973-1974, 1988-1989, 1994-1996, 2000-2001, 2006-2008, 2012-2014 yılları arasında aşırı kurak dönemlerden geçtiğimiz ortaya çıkıyor[3]. Görüldüğü gibi 1950’lerden bu yana aşırı kurak dönemlerin arası kısalmış ve bunlar artık 4-5 senede bir yaşanır hale gelmiş. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nde belirtildiği gibi iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek olan Akdeniz Çanağı’nda bulunan Türkiye’de yağışların Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde %20-40 arasında, İç ve Batı Anadolu bölgelerindeyse %40’tan fazla düşecek[4]. Başka bir ifadeyle yakın gelecekte daha uzun ve şiddetli kuraklıklar bizi bekliyor. Yani nüfusumuz artarken erişebileceğimiz su azalıyor.

Kuraklığın tarıma yansıması fena olacak

Birkaç gün önce Balıkesir Ziraat Odası Başkanı Sami Sözat Balıkesirli çiftçilerin kuraklıktan etkilendiğini ve 1100 çiftçinin banka borçlarının 1 yıl ertelendiğini belirtti[5]. Sözat gelecek 2-3 ay içinde kar ve yağmur olmazsa çiftçinin sadece kar elde etmemekle kalmayıp borca gireceğini söylüyor.  Bir zamanlar ihracatçı ülke olan Türkiye’nin artık ithalatçı ülke durumuna düştüğünü rekoltenin düşmesiyle gıda fiyatlarının 2-3 kat yükselebileceğini ekleyen Sözat bunun sadece üreticinin değil tüketicinin de sorunu olacağının altını çiziyor.

Sapanca Gölü kuruyor (2014)

Ama buna rağmen küresel pazarın taleplerine yönelik mısır, şeker pancarı ve pamuk gibi endüstriyel bitkilerin tarımı yapıp yeraltı su seviyelerini düşürmeye devam ediyoruz. Sadece son 15 yılın içinde Konya Ovası’nda yeraltı su seviyelerinde 30 metreyi bulan düşüşler yaşanırken, Mardin Kızıltepe’de son 20 yılda kuyu derinliği 125 metreden 470 metreye ulaştı[6]. Son 60 sene içinde 2 milyon hektar sulak alan kurudu. Bu miktar Marmara Denizi’nin kapladığı alanın iki katına denk geliyor[7].

Kuraklığa rağmen karbon yakıtlı enerjiye yatırımları tam gaz

Yatağan Termik Santrali

Enerji alanında da durum farksız. Kader gibi algılanan iklim değişikliğinin birincil nedeni olan fosil yakıt tüketimini artıracak faaliyetlerde azalma şöyle dursun artış var. Mevcut kömürlü termik santrallerinin sayısının iki katı kadarının daha yapılması planlanıyor. Kömürün çıkarılması, yıkanması, yakılması (soğutma) ve küllerin depolanması aşamalarında kullanılan su miktarını anlamak açısından şu örnek faydalı. 500 MW’lık bir kömürlü termik santral açık devre soğutma kullandığında kabaca her üç dakikada bir, olimpik bir yüzme havuzunu boşaltacak kadar su çekiyor[8]. Sadece suyu değil toprağı ve havayı da kirleten termik santraller ile ilgili 5 Ocak 2018 tarihli TMMOB Çevre Mühendisleri Odası basın açıklaması çarpıcı. Türkiye’nin 2017 Yılı Hava Kirliliği Raporu’nun kamuoyuyla paylaşıldığı açıklamada 81 illi Türkiye’nin sadece 6 kentinde havanın temiz olduğu belirtildi. Kahramanmaraş, Kütahya, Zonguldak, Manisa Soma gibi yerlerde ise termik santrallerden kaynaklı hava kirliliği yaşanıyor.

Kuraklık kader değil

Türkiye’nin birbirini sıfırlayan kalkınma hedeflerinin ortak noktası aşırı su kullanımı. İklim değişikliğini ve onun bir yüzü olan kuraklığı yaratan politikaları ve uygulamaları değiştirmek yerine, onu hesaba katmadan yapılan enerji, sanayi, tarım ve kentleşme projelerine son vermek gerek. İçmeye, tarım yapmaya temiz su bulamayacağımız günler hızla yaklaşıyor. Havzalararası su taşımakla, daha fazla sayıda baraj yapmakla kuraklığa çözüm değil, sebep yaratılıyor. Kuraklık bir kez daha kapımıza gelmişken “aynı tas aynı hamam” devam mı edeceğiz? Yoksa kuraklığı yaratan nedenleri ortadan kaldırmak için kolları mı sıvayacağız? İşte ilk sorulması gereken sorular bunlar…

Son notlar

[1] Bloomberg (21 Aralık 2017). Veysel Eroğlu: Son 44 yılın en kurak dönemini yaşıyoruz http://www.bloomberght.com/tarim/haber/2080707-veysel-eroglu-son-44-yilin-en-kurak-donemini-yasiyoruz

[2] Orman ve Su İşleri Bakanlığı (2017). 2017-2023 Ulusal Kuraklık Yönetimi Strateji Belgesi ve Eylem Planı, sayfa iii.

[3] Akgün İlhan (18 Haziran 2015). Su arzı artar ama Karadeniz biter. Gaia Dergi.

[4] TEMA (3 Aralık 2017). Kuraklık kapıda. http://www.tema.org.tr/web_14966-2_1/entitialfocus.aspx?primary_id=1928&target=categorial1&type=2&detail=single

[5] Milliyet (5 Ocak 2018). Kuraklık Çiftçiyi Etkiliyor. http://www.milliyet.com.tr/kuraklik-ciftciyi-etkiliyor-balikesir-yerelhaber-2510991/

[6] TEMA (3 Aralık 2017). Kuraklık kapıda. http://www.tema.org.tr/web_14966-2_1/entitialfocus.aspx?primary_id=1928&target=categorial1&type=2&detail=single

[7] CNN Türk (5 Eylül 2013). Marmara Denizi’nin 2 katı sulak alan kurudu.  https://www.cnnturk.com/2013/turkiye/09/15/marmara.denizinin.2.kati.sulak.alan.kurudu/723480.0/index.html

[8] GreenPeace (11 Mayıs 2016). Büyük Su Gaspı. http://www.greenpeace.org/turkey/tr/press/reports/komur-su-raporu/

Akgün İlhan

MeToo eylemi ve diskur – Sermin Özürküt

Geçen yılın önemli olaylarından bir tanesi de, #MeToo (#Ben de) eylemiydi. Eylem güncelliğini hala birçok ülkede koruyor. Kadınlar, çalışma hayatında uğradıkları tacizi yer ve zaman  vererek anlatıyorlar. Anlatılanlar, istenmeyen söz ile başlıyor ve el hareketlerinden  tecavüze kadar uzanıyor. İstenmeyen bu söz ve davranışlar, karşı cins tarafından yapıldığından cinsel tacize  giriyor.Avustralyalı düşünür Germaine Greer, ’Tacizin en büyüğü, huzurun sembolü evin dört duvarı arasında yaşanır’ der. Dört duvar bırakılıp da kadın, evi dışında çalışmaya başlayınca, cinsel taciz iş yerlerine taşınarak cinsel istismara dönüşüyor.

Cinsel istismarın uygulandığı işyerleri, şirket bürolarından İşçi sendikalarına, üniversitelerden, basın-yayın kuruluşlarına ve parlanmentolara kadar birçok işyerini kapsıyor. Tüm bu işyerlerindeki hiyerarşik yapıda genelde üst konumda olan erkek, konumunun verdiği gücü kötüye kullanıyor.’#MeToo’ eyleminde anlatılan öykülerdeki erkeklerden biri, ’aramıza kadınlar katıldı diye iş kalitemizin düşeceği sanılmasın’ diyebiliyor. İstifa etmek zorunda kalan İngiliz Milli Savunma Bakanı gibi bir diğeri, elini fütursuzca kadın gazetecinin dizi üzerine koyabiliyor. Bir başkası, yanında oturan meslekdaşı kadının aniden omuzundan sarılabiliyor. Japon Tv kanal şefi gibi bir diğeri de sarhoş olan kadın gazeteciyi otel odasına kapatabiliyor. Tüm bu ve benzeri söz ve hareketler ile karşılaşmamak için kadınlar tedbirli olmaya itiliyor. Bu tedbiri alamayanlar uğradıkları cinsel istismarı dillendiremiyor ve susuyorlar. Bu yılların suskunluğu da ’#MeToo’ eylemi ile bozuluyor.

Bozulan suskunluk, cinslerarası eşitliğe önem veren ülkelerde yaygınlaşarak dünya gündemine yerleşiyor. Neden bugüne dek susulduğu irdelenirken de cinsel istismar diskuru, gün yüzüne çıkıyor. Günlük dilde toplumsal değer yargısı da denen diskura ’baskın sözlü ya da yazılı söylem’ de deniyor. Ancak diskur, her hangi bir konuyu, belli bir zaman diliminde kanıtlar eşliğinde anlama ve anlatma biçimidir.  Cinsel istismar olaylarını günümüzün anlama ve anlatma biçimi de suskunluktur. Tacizin mağduru olan kadın susar, söylemez, anlatmaz, şikayet etmez ve dava açmaz. Erkek, kadının susacağını ve olayın nasılsa örtbas edileceğini bildiği için dünyanın en sıradan davranışıymış gibi tacizine devam eder.

Kimi erkekler, salt güçlü konumda oldukları için cinsel istismarı sürdürürler.  Ancak, kadınlar, diskur, ’sus’ dediği için susarlar ama ilk çığlığı atanı da izlerler. İlk çığlık, ABD’den gelir. Birkaç meşhuru sallar. İsveç’te ise, sallamakla kalmaz, depreme dönüşür. Çünkü, çok çeşitli meslek dalından kadın, ’ben de’ der. Bu meslekler, tesisatçıdan mühendise, sporcudan sanatçıya, yargıçtan gazeteciye ve parlamentere kadar uzanır. Bu denli yaygın katılımın İsveç’te oluşu, toplumsal yapıda kadının temsili ile ilgilidir. ABD’de millet meclisi, senato ve üst bürokratlar arasındaki kadın temsili yüzde yirmilerdeyken Isveç’te bunun iki katıdır.Toplumsal söz ve karar mekanizmasının tepesinde yer alan kadınların ’MeToo’ açıklamaları cinsel istismarın suskunluk diskursuna bir kaya gibi iner.

ABD’de atılan taşların İsveç’te kayaya dönüşmesi kadınların artık susmak zorunda kalmayacakları umudunu verir. Çünkü, suskunluğu bozan kadınlar arasında aynı zamanda ’suskunluğu’ yaşatan ve koruyan elit grup üyeleri de yer alır. Bu elit gruplardan birincisi politikacılar; ikincisi ise, gazetecilerdir. Politikacılar, parlamenter kitle partilerinin yönetim kademesinde yer alır. Meclis ve ihtisas komisyonu başkanları, bakanlar, üst düzey bürokratlar ve siyasi parti başkanları, politikacıların seçkinleridir. Gazeteciler ise sözlüsüyle yazılısıyla ve görüntülüsüyle medya kuruluşlarında yer alır. Büyük gazetelerin köşe yazarları, yazı işleri müdürleri, devlet radyo-tv kuruluşlarının yöneticileri ve özel programı olan gazeteciler, medyanın seçkinleridir. Bu iki grup içerisinde yer alanların hepsi elit grup üyesi olamazlar. Olanlar, devlet yönetimi ile eşgüdüm içinde çalışanlardır. Ya devlet yönetimindeki siyası parti eliti yani söz ve karar sahipleri tarafından seçilerek ya da kendilerini seçtirerek seçkinler arasına katılırlar. Bu katılım ile her konudaki diskuru, yaşatır, pekiştirir ve gerekirse değiştirirler.

Japonya’da yaşanan tek ‘MeToo’ olayı, bu politik ve medyasal elit eşgüdümünü sergiliyor. Deneyimli gazeteci Shiori İto, büyük devlet TV kanallarından birine iş için başvurur. Kanal şefi Noriyuki Yamaguchi başvuruyu, bir akşam yemeğinde görüşmek ister. İki meslektaş bir lokantada görüşürler. Ancak görüşme, Shiori’nin ertesi gün bir otel odasında uyanması ile sonuçlanır. Taksiden inmek istediğini defalarca söylemesine, taksi şoförü; otel odasına sarhoş sendelemesi ile sürüklenişine de otel çalışanları tanıklık eder. Tecavüzün tanıkları dışındaki kanıtı, otelin oda güvenlik kamerasındaki filmdir. Tüm bu kanıtları Shiori ile dayanışarak toplayan emniyet mensubu sürülür. Politik baskı ivme kazanarak artar. Suçlu olduğu kanıtlanan TV şefi, tutuklanacağı gün,  ’üstten gelen bir emir ile’  dava düşürülür. Bu adaletsizliği anlatmak için Shori’nin düzenlediği basın toplantıları işe yaramaz. Meslekdaşları, toplantıda ne dendiğinden çok Shori’nin dekoltesinden söz ederler. Aynen dava savcısının görüşlerini tekrarlarlar. Sarhoş da olsa kaçmaya çalışmadığı, kısa etek giydiği, ifadeleri sırasında üzgün görünmeyip yeterince ağlamadığı, içki içtiği gibi nedenlerle sanki olayı hakettiğini belirten imaları olur. TV şefi, Shori’nin çok içki içtiğini, olanları Shori’yi utandırmamak için anlatmak istemediğini, aslında uyuyup dinlenip kendine gelsin diye otel odasına götürdüğünü söyler. Bu yetmiyormuş gibi, meslekdaşları ve yakınları da Shiori’nin tedbirsiz davrandığını belirtirler. Böylece, Japonya’nın cinsel istismar  diskursu Shori’nın adaleti aramasına geçit vermez.

Shiori’ ye geçit vermeyen politika ve medya seçkinleridir. Aynı seçkinler, isteseler diskuru korudukları gibi değiştirilmesine de öncülük edebilirler. Ancak bu değişim kendiliğinden olmaz. Mecbur kalmaları gerekir. Zaman zaman bu elit gruplardan birini ya da ötekini sallayan etik dışı ahlak, rüşvet ve kayırma skandalları gibi depremler olur. ‘MeToo’ eylemi de bu depremlerden bir tanesidir. Ancak diğer depremlerden farkı, ‘Ben de’ eylemine katılan kadınlarca atılan taşların bu grupların ikisini de birden sallamasıdır.

Sallanan bu elit grup üyeleri, her daim yaptıkları gibi yaparlar. Rahatsız etme rahatlığını ve ayrıcalıklarını korumak için Japonya örneğindeki gibi dayanışırlar. Ancak, pandoranın kutusu, nasıl ailede açıldıysa şimdi de iş yaşamında açılmıştır. Açılan kutuda , politika-medya seçkinleri ile dirsek teması olan, işverenler ve üniversite profesörleri de olduğuna göre, ardçı depremler sürüp gidecektir. Ardçı depremlerin suskunluk diskurunu değiştirebilmesi için de, seçkinler içindeki kadın sayısının artması gerekir. Bu kadınlar, cinsel istismarı ifşa ettiklerinde, yapılana katlanan suskun kadın çoğunluğunun yerini utanarak istifa eden erkekler alacaktır. Bu değişimin olabilmesi için de atılan taş vurulan kuşa değmelidir. 

 

Sermin Özürküt

İsveç Sol Parti eski Milletvekili