Ana Sayfa Blog Sayfa 2890

Danıştay’a rağmen binlerce ağaç kestiler: Çanakkale halkı, altın madenine karşı sokakta!

Yıllardır kömürlü termik santrallere ve vahşi madenciliğe karşı verdiği çevre mücadelesiyle çok önemli hukuki başarılar elde eden, doğaya ve sağlığa zarar verecek birçok projeyi engelleyen Çanakkale halkı ve sivil toplum kuruluşları, bu kez içme suyu için bir arada. Çanakkale’nin tek içme ve kullanma suyu kaynağı olan Atikhisar Barajı, siyanürlü altın madeni tehdidi altında.

Kanadalı şirket Alamos Gold’un ortağı Doğu Biga Madencilik tarafından işletilmesi planlanan ‘Kirazlı Altın ve Gümüş Madeni Kapasite Artışı ve Zenginleştirme Tesisi Projesi’ için Çanakkale İdare Mahkemesinin ‘ÇED Olumlu’ kararının iptali istemiyle açılan davaya verdiği ‘red’ kararını Danıştay’ın bozmasına rağmen ağaçların kesilmeye devam etmesi, büyük tepki topladı.

Barajın su toplama havzasında yer alan yaklaşık üç bin dönümlük orman arazisinde kalan proje sahasındaki madencilik faaliyetlerine yol açmak üzere binlerce ağacın kesildiğini tespit eden Çanakkale Belediyesi’nin çağrısıyla basın açıklaması için bir araya gelen Çanakkale halkı, Danıştay kararına uyulmasını ve ağaç kesimine son verilmesini istedi.

Cumhuriyet meydanında yağmur altında yüzlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen basın açıklamasına İda Dayanışma Derneği, Çanakkale Çevre Platformu, Kaz Dağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Çan Çevre Derneği, Gülpınar Sürdürülebilir Yaşam Derneği ve Avcılar Çevre Kültürünü Geliştirme ve Eğitimi Afet Yardım Derneği de destek verdi. Siyanürlü altın madeni projesi ve hukuksuz ağaç kesimi, “Altıncı şirket, Çanakkale’yi terk et”, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganları ile protesto edildi.

Çanakkale İl Genel Meclisi Üyesi ve İda Dayanışma Derneği Başkanı Hicri Nalbant, Karabiga bölgesinde toplam gücü 18 bin megawatta ulaşan 16 kömürlü termik santral ile metalik altın ve gümüş madenciliği projelerinin, Çanakkale ve Kaz Dağı ekosistemi ve insan sağlığı üzerinde onarılmaz olumsuz etkiler bırakacağına dikkat çekerek sözlerine şöyle devam etti:

1,5 gram altın için 4 ton su kirlenecek

“Vahşi madencilikte 1,5 gr altın için yaklaşık 4 ton suyun kirletilerek yok edileceği, cıva, arsenik gibi ağır metalleri açığa çıkarılmış 2 ton atığın dağlarımıza, ormanlarımıza gelişi güzel yığılacağı bilinmektedir. Atikhisar Barajı’nın su toplama havzasında kalan Kirazlı-Kestane, Balaban Tepesi bölgesinde yeni bir vahşi madencilik tehlikesi ortaya çıkmıştır. Dava sonuçlanmamış ve gayri sıhhi işletme ruhsatı alınmamışken yapılan ağaç kesimine bir an evvel son verilmelidir. Çanakkale’nin altın madencilerine vereceği bir damla suyu yoktur.”

Çanakkale Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Prof. Dr. Türker Savaş, “Çanakkale’mizin içme suyu, ekolojik ve tarımsal zenginlikleri metalik madencilik saldırısı altında. Ağaç kıyımından haberimiz olduğu an harekete geçtik ve gayri sıhhi işletme ruhsatı olmadan ağaç kesilmesi hukuksuzdur dedik. Nitekim Danıştay’ın kararı bu hukuksuzluğun belgesi niteliğindedir” dedi.

Danıştaydan “ders gibi” karar

‘Kirazlı Altın ve Gümüş Madeni Kapasite Artışı ve Zenginleştirme Tesisi Projesi’ için ÇED olumlu kararı verilmiş, Çanakkale Belediyesi, kararın iptali için Çanakkale İdare Mahkemesi’ne dava açmıştı. İdare Mahkemesi başvuruyu reddetmiş, bunun üzerine Çanakkale Belediyesi, Çanakkale İdare Mahkemesi’nin ÇED olumlu kararının iptali konusundaki ret kararının usul ve yasaya uygun olmadığını gerekçe göstererek konuyu Danıştay’a taşımıştı. Danıştay 14. Dairesinin, Çanakkale İdare Mahkemesinin kararını bozduğuna dair 28.11.2017 tarihli oy birliği ile aldığı karar geçtiğimiz günlerde Çanakkale Belediyesine ulaştı. Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, basın açıklamasında “tam bir ders” olarak nitelendirdiği kararın metnini okudu.

6 yılda 25 milyon ton cevher!

Kirazlı Altın ve Gümüş Madeni Kapasite Artışı ve Zenginleştirme Tesisi Projesi” ile “Kirazlı Altın ve Gümüş Madeni Ocağı Projesi” karşılaştırıldığında proje ömrünün 4,5 aydan 6 yıla, proje ömrü boyunca toplam cevher üretiminin 120.000 tondan 25.6000.000 tona çıkarıldığı, ÇED alanının 26,7 hektardan, 613 hektara yükseldiği, açık ocak alan büyüklüğünün 0,99 hektardan 57,68 hektara çıkarıldığı, ilk proje sadece cevherin çıkarılmasına ilişkin iken, dava konusu proje ile cevher zenginleştirmenin de faaliyet konusuna eklendiği dolayısıyla, ilk proje ile dava konusu projenin çevresel etkiler ve alınacak önlemler bakımından farklı özellikler gösterdiği, ancak Çanakkale İdare Mahkemesince; bu hususlar dikkate alınmaksızın, yeniden keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılmadan, ilk proje ile ilgili olarak verilen “ÇED Olumlu” kararının iptali istemiyle açılan davalarda yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen bilirkişi raporunun hükme esas alınarak davanın reddine karar verildiği görülmektedir.”

Bilirkişi heyeti, yöreyi bilen kişilerden oluşacak

Kararda, yeni bir bilirkişi incelemesi yapılması gerektiği ve ÇED sürecinde görev alacak bilirkişi heyetinin Çanakkale yöresinden, gerekli niteliklere sahip kişilerden seçilmesinin belirtilmesinin çok önemli bir kazanım olduğunu ifade eden Ülgür Gökhan, şöyle devam etti: “Yani kafalarına göre bilirkişi atayamayacaklar. Kendi yörenden, kendi üniversiteden, kamuda çalışanlardan, mühendislerinden destek al diyor danıştay. Bu alanlara sağlıklı bir bilirkişi incelemesi yapıldığı takdirde, doğanın, güzelliklerin, suyun, ormanın böyle bir faaliyete izin veremeyeceği tespitinde bulunacaklarına, eğer ülkelerini, halkı seviyorlarsa ona göre karar vereceklerine inancımız tam. Yargı, mücadelemizde haklı olduğumuzu ortaya çıkardı. Bu, yeni bir başlangıç.

Suyumuz için, Kaz Dağı için sonuna kadar mücadele edeceğiz

Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, ağaç kesimi devam ettiği, Danıştay kararına uyulmadığı takdirde suç duyurusunda bulunacaklarını ifade ederek altın madenine ruhsat verme konumundaki bütün ilgililerden, yargı ve  ÇED süreci tamamlanana kadar her şeyi durdurmalarını, Çanakkale ve Türkiye halkı adına talep ettiğini belirterek sözlerini şöyle bitirdi: “Hem suyumuzu, geleceğimizi hem de bu ülkenin en önemli toprak parçalarından Kaz Dağı’nı korumak için bu mücadeleyi sürdüreceğiz. Her hafta bölgeye gidip kim ne kesiyor, fotoğraflayıp savcıya şikayet edeceğiz. ÇED süreci tamamlanmadan, ki tamamlanması söz konusu olamaz, orada herhangi bir işlem yapmaları, ağaç kesmeleri söz konusu değildir. Eğer devam ederlerse Çanakkale’de daha kalabalık olur, bu meydanı doldururuz. Sonuna kadar takipçisiyiz.”

 

Haber: Güneş Dermenci

(Yeşil Gazete)

Doğu Guta’da insani kriz: Bombardıman 48 saatte 250 kişinin ölümüne yol açtı

Suriye’nin başkenti Şam yakınlarındaki Doğu Guta’da durum her geçen gün daha da kötüye gidiyor.

Esad rejimin abluka altında tuttuğu Doğu Guta uzun zamandır varil ve misket bombaları ve kimyasal silahlarla vuruluyor.

Bölgede yaşanan dram “İkinci Halep” olarak nitelendirilirken Suriye İnsan Hakları Gözlemevi son 48 saat içinde en az 250 kişinin hayatını kaybettiğini duyurdu.

Bölgede arama kurtarma çalışmaları yoğun şekilde sürerken hayatını kaybedenler arasında 50 çocuğun bulunduğu, yaralıların sayısının ise 1200’ü geçtiği gelen bilgiler arasında…

2013’teki kimyasal saldırıdan bu yana ilk kez bu kadar fazla can kaybı yaşanıyor

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi 2 gün içinde bu kadar fazla can kaybının, 2013’teki kimyasal saldırıdan bu yana ilk kez yaşandığını da ifade etti.

Muhaliflerin kontrolündeki bölge pazar gününden beri Suriye ordusu tarafından yoğun bombardıman altında bulunuyor.

Son günlerde bölgede BM tarafından listelenmiş, Rus savaş uçakları tarafından hedef alınan altı hastane hasar görmüş durumda.

Uzun süren kuşatma nedeniyle ilaç ve gerekli gıda malzemesi bulunamıyor.

Ekmeğin fiyatının ülke genelinden 22 kat daha fazla olduğu ve beş yaşındaki çocukların yüzde 12’sinin yetersiz beslendiği bildiriliyor.

“Yeryüzünde cehennemi yaşıyorlar”

Birleşmiş Milletler artan çatışmaların alarm verici olduğunu duyurdu.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, dün Doğu Guta’da “tüm savaş faaliyetlerinin acilen askıya alınması” çağrısı yaparak, kuşatma altında yaşayan halk için “Yeryüzünde cehennemi yaşıyorlar” dedi.

BM Güvenlik Konseyi toplantısında konuşan Guterres, önerilen 30 günlük ateşkes çağrısını destekledi.

BM: Canavarca imha kampanyası

BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd Raad el Hüseyin ise, Doğu Guta’ya yönelik bombardımanları “canavarca imha kampanyası” olarak nitelendirdi.

El Hüseyin yaptığı yazılı açıklamada, “Uluslararası hukuk, tam olarak siyasi ya da askeri amaçları yerine getirmek için sivillerin yığınlar halinde katledildiği bu tür durumları durdurmak için düzenlendi” dedi.

El Hüseyin şöyle devam etti:

“Uluslararası toplum tek bir ses olarak çocuk ölümlerine, parçalanmış ailelere, şiddete yeter demeden ve bu canavarca imha kampanyasına son vermeden önce ne kadar zulmedilmesi gerekiyor?”

ABD: Kaygı duyuyoruz

El Hüseyin açıklamasında pek çok ihlâlin savaş suçu sayılabileceğini de belirtti.

BM bölgedeki durumun “kontrolden çıktığı” uyarısında bulunmuştu.

ABD ise yaşananlardan kaygı duyduklarını duyurdu. Bir aylık ateşkes ilan edilmesi çağrısı yaptı.

Rusya’nın çağrısıyla Doğu Guta’daki durumu görüşmek için bugün BM Güvenlik Konseyi toplanacak.

“Ölmeyi bekliyoruz”

Rusya’nın desteklediği Suriye hükümeti yanlısı güçlerin yoğun saldırısına maruz kalan halk çaresiz…

Uluslararası topluma acil yardım çağrısında bulunuluyor.

Doğu Guta’daki sağlık kuruluşlarını destekleyen Tıbbi Bakım ve Yardım Birliği (UOSSM) adına bölgede çalışan bir doktor durumun “feci” olduğunu söyleyerek ve “İnsanların kaçacak bir yeri yok. Hayatta kalmaya çalışıyorlar ancak kuşatma nedeniyle yaşadıkları açlık çok büyük ölçüde zayıflattı” diyor.

Reuters’a konuşan 22 yaşındaki Bilal Abu Salah “Ölmeyi bekliyoruz. Şu an tek söyleyebileceğim bu” diyor.

Doğu Guta’da neler oluyor?

Doğu Guta, Türkiye, Rusya ve İran arasında varılan anlaşmaya göre ateşkes uygulanacak çatışmasızlık bölgeleri arasında yer alıyor.

Anlaşma El Kaide bağlantılı örgütleri kapsamadığı için Şam yönetimi bunu gerekçe göstererek bölgeye operasyonlar düzenliyor.

BM, başkent Şam yakınlarındaki Doğu Guta’da, 4 Şubat’tan beri Suriye hükümetinin düzenlediği saldırılar sonucu 346 sivilin öldüğünü, 878’inin yaralandığını kaydediyor.

Doğu Guta’da hakimiyet İslamcı Ceyş-el İslam örgütünde.

Geçen Ekim’den bu yana çatışmalar şiddetlenmeye başladığı bölgede Hayat Tahrir el-Şam da faaliyet gösteriyor.

 

(BBC Türkçe, NTV, Reuters)

Bilim insanları ıspanak, su teresi, roka ve lahanadan enerji üretti

Kitap okurken aydınlatmayı lamba yerine bir bitki sağlayabilir mi?

Bu hayal gibi görünüyor olsa da bilim insanları konuyla ilgili ilk adımlarını attı.

Bir su teresinin yapraklarına enjekte edilen özel nano parçacıkları dört saat ışık saçtı.

Araştırmanın başında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden (MIT) Dr. Seon-Yeong Kwak bulunuyor. 

Nanobiyonik bitkiler

Deney roka, su teresi, lahana ve ıspanakta işe yaradı.

Bu teknoloji her bitkide işlerse o zaman bitkiler elektriğin görevini devralabilir.

Örneğin ağaçlar sokak lambalarının yerini alabilir.

Nano bitkiler ile düşük yoğunlukta iç aydınlatmanın sağlanabileceği de belirtildi.

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) Mühendislik Fakültesi tarafından sürdürülen araştırma ABD Enerji Bakanlığı tarafından finanse edildi.

 

(Deutsche Welle, Caribbean Broadcasting Corporation, Yeşil Gazete)

Girit’in Hanya kentinde patronsuz bir “Yeşil Dünya” ticareti: Terra Verde

Girit’in Hanya kentinde yaklaşık 10 yıl önce “Başka bir ekonomik düzen mümkün!” diyen bir grup çiftçi bugün, hayal ettikleri düzenle işleyen bir dükkânda kendi ürünlerini tüketiciye sunuyorlar. Dükkânın ve aynı zamanda dükkânın etrafında kemikleşen ve büyüyen; çiftçiler, tüketiciler ve politik olarak bu alternatif modeli destekleyenlerden oluşan bu topluluğun ismi Terra Verde, Türkçede “yeşil dünya” anlamına geliyor. “Burada en önemli şey” diyor arıcılık yapan Antonis Papaiannakis, kısaca Pap, “Topluluk içinde bilgi ve deneyimleri paylaşmak, bunları geliştirmek ve çoğaltmak.”

Bu bir grup çiftçi, 2008 yılında bugün kent merkezinde yer alan dükkânı açıyorlar. Dükkâna girdiğinizde kendini gösteren ilk ürün, Meksikalı çiftçilerin ürettiği Zapatista kahvesi.

Dükkâna ilham veren ünlü sloganlarından “Ya Basta!” (Artık yeter!) hatırlayacağınız Meksikalı Zapatista’ların mücadelesi olmuş. Dükkâna getirdikleri ilk ürün de tam da bu sebeple alternatif dağıtım yollarından, yani ana akım ticaret aracılarından sıyrılarak buraya getirdikleri Zapatista’ların ürettikleri kahve.

Dükkânda, hemen hemen marketlerdeki her ürün var. Kuru baklagiller, şarap, makarna, un, sirke, kuruyemiş, çay gibi raf ömrü uzun ürünler çoğunlukta. Aynı zamanda birkaç meyve sebze de satılıyor. Fiyatlar ise süpermarketlerle aynı hemen hemen, hatta bazen daha ucuz. Ürünlerin çoğu çevre çiftliklerden ama aynı zamanda İtalya’dan, Meksika’dan, kuzey Yunanistan’dan alternatif kooperatif ya da üretim toplulukları, çay, kahve ve sabun gibi ürünlerini yolluyorlar. Yakınlarda üretim yapanlar ürünlerini aracısız, hatta gerçek anlamıyla “kendi elleriyle” getiriyorlar.

“Hanya’da bu dükkânı özel yapan şeylerden biri üreticilerin ürünlerini aracısız buraya getirebilmeleri. Ve ayrıca, buraya ürünlerini getiren tüm üreticiler, bu girişim bir parçası olmalılar. Mesela ben arıcılık yapıyorum. Çarşamba günleri benim dükkân günüm. Her Çarşamba akşamı 6 ile 9 arası buraya geliyorum. Bu iş için fazladan bir para almıyorum. Gündüzleri ise maaş alan arkadaşlarımız var, dükkân ile ilgileniyorlar. Her ayın ilk çarşambası ise burada bir toplantı oluyor. Dükkânla ilgili, diğer yönetimsel işlerle ilgili konular konuşuluyor. Bu toplantıya Hanya’ya yakın olan tüm üreticiler geliyorlar. Genelde 10-15 kişi oluyorlar bu toplantılarda.” diyor Pap, ve vurguluyor, “En önem verdiğimiz şey bilgi paylaşımı burada. Sürekli söyleşiler yapıyoruz. Bazen topluluk dışından uzmanlar da davet ediyoruz.”

Toplantılarda konuşulanlar yalnızca tarım ile ilgili değil: “Aynı zamanda etrafta neler olup bittiği de bu toplantılarda konuşuluyor. Hiyerarşi yok. Toplantıda konuşan bir kişi aynı zamanda öğrenen kişi de. Kararlar demokratik biçimde alınıyor. Bir karar alınırken herkese uyan bir karar almaya öncelik veriliyor. Bir karar alırken çoğunluğun hükmüne başvurmadan önce mutlaka kararın herkese uyması için uğraş veriliyor. Kazanan ya da kaybedenler olmasını istemiyoruz. Bazı zamanlar bu çok zor olabiliyor.”

Terra Verde’de topluluğundan Pap, arıcılık yapıyor.

En çok merak ettiğim konu sürdürülebilirlikti: Dükkân kendi masraflarını çıkarabiliyor mu, fiyatlar piyasanın geri kalanı ile karşılaştırıldığında yüksek mi, dükkandan alış veriş yapanlar yalnızca üst gelir gruplarından insanlar mı, çiftçiler buradan elde ettikleri geliri yeterli buluyorlar mı…

-Fiyatları nasıl belirliyorsunuz?

Burada amaç en yüksek karı elde etmek değil. İyi bir ürün satmak ve aracısız, alternatif bir ticaret sistemi için iyi bir model olabilmek.

-Üreticiler buradan yeterli bir gelir elde edebiliyorlar mı?

Buraya ürünlerini getiren üreticiler genellikle başka yerlere de ürünlerini satıyorlar. Üreticilerin gelirleri büyük ölçüde Terra Verde’ye dayalı değil.

-Bu dükkândan alış veriş yapanların bir profilini çizebilir misin?

Genel bir profil yok tabi ama alternatif politik görüşteki insanlar buraya geliyorlar. Ayaküstü bir yer olduğu için turistlerin de sık ziyaret ettiği bir yer oluyor. Burada gerçekleştirilen söyleşi ve toplantılar topluluğu sürekli büyümesine de yardımcı oluyor, bu şekilde satışlar da artıyor.

-Hükümetten yardım alıyor musun, ya da herhangi bir biçimde destekleniyor musunuz?

Hayır, hayır, hayır, hayır. Bizim gibi girişimlere destek veren Sosyal Kooperatif Girişimi isimli bir Avrupa Birliği programından fon alıyoruz yalnızca. Dükkânda çalışanların maaşlarının bir kısmı bu fonla ödeniyor.

-Neden bu kadar çok “Hayır” diyorsun, Pap? Anladığım kadarıyla bir “Hayır” yetmedi durumu ifade etmeye…

Çünkü devletle işimiz olsun istemiyoruz. Düşmanımız kapitalizm. Bu sebeple zaten buraya üreticileri toplamaya çalışıyoruz. Dediğim gibi, önceliğimiz alternatif bir model, bir topluluk oluşturmak.

Kötü şöhretini arkasında bırakıp çöken kooperatifler

Yunanistan’da 80’ler boyunca başa yeni gelen popülist hükümet, bir kooperatif reformu başlatıyor. Bu kooperatifler çoğunluk oyuyla çalışan, politik partilerin temsilci belirlemede çok etkili olduğu ve finansal ve kamu kaynaklarını bünyesine toplayan bu kooperatifler zamanla üretimden uzak, oldukça politikleşmiş, işe yaramaz kurumlar haline geliyorlar. Bu yüzden Yunanistan’da kooperatif deyince akla gelen ilk kelime “patronaj” oluyor. Şimdiki hükümet, yeniden gücünü üretimden alan kooperatifleşme sürecini başlattı. Bu işin, özellikle eski tecrübelerin yerleştirdiği algıdan da dolayı zor ve uzun bir yol olduğu söyleniyor.

-Kooperatifleşme alanında yenilikçiler olduğunu duydum, Pap, sen ne düşünüyorsun?

Kooperatiflerin çoğu çöktü Yunanistan’da. Ama kooperatif anlayışını diriltmeye uğraşanlar çoğalıyor bu sıralar. 80’lerde kooperatifler yukarıdan aşağıya inen bir yapılanmayla oluşturulmuştu. Şimdi bazı yenilikçiler alttan gelen ve alta giden yapılanmalar kurmak için emek gösteriyorlar.

“Öncelik, bir topluluk olmak”

-Dükkânın önünde gördüğüm bisikleti servis için mi kullanıyorsunuz?

Her diğer market gibi bizim de bir dağıtım ağımız var. Yaşlılar, evden çıkamayanlar ya da çıkmak istemeyenler için evlere servis yapıyoruz. Dağıtımı bisikletle yapıyoruz. Hem şehir içinde ara sokaklara girmek bisikletle daha kolay, hem de bisiklet doğayla uyumlu bir araç.

-Türkiye’deki en büyük problemlerden biri organik ve benzeri ürünlerin sertifikalı olup olmaması. Sertifikalandırma hizmetlerinin çiftçinin sırtına yük getirmesi en önemli sorun. Tüketiciler, sertifikaya çeşitli sebeplerden tam olarak güvenemiyorlar. Bazen çiftçiler de gereksiz bulabiliyor. Sizin ürünleriniz organik mi, sertifikalı mı, geleneksel mi?

Devletten ya da başka otoritelerden alınan sertifika ve benzeri belgelere çok önem vermiyoruz. Bunun sebebi sadece bu sertifikalandırma süreçlerinin aşırı maliyetli olması değil. Topluluk içinde güven ortamı var. Hepimiz birbirimizi tanıyoruz.

-Peki, ya biri yalan söylerse?

Öncelikle üreticileri tanımaya çalışıyoruz. Sadece bir şey satmak, ya da ürünün kalitesi değil çünkü Terra Verde’de tek amacımız. Öncelik, bir topluluk olmak burada. Günümüzün sorunu göç. Suriyeli mültecilere karşıysa biri, mesela, o kişinin ya da ürünlerinin burada işi yok.

-Aslında cevabını biliyorum ama Pap, son sorum: Terra Verde’de en çok sevdiğin şey nedir?

Yoldaşlık, patronsuzluk, alt üst ilişkisinin olmaması.

 

Röportaj: Pelin Atakan

(Yeşil Gazete)

İnternet yayınlarına RTÜK denetimi komisyondan geçti

Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) internet üzerindeki yayınlarda denetim hakkında sahip olmasını sağlayan düzenleme Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildi.

Adnan Oktar’ın kanalındaki programlar sonrası başlayan tartışma, RTÜK’ün internet üzerinde denetim yetkisine sahip olmasını sağlayacak yasa tasarısına kadar gitmişti.

Yeni yasaya göre internette düzenli olarak yapılan her tür ses ve görüntü yayını için lisans almak gerekecek, RTÜK’ün denetimine tabi olunacak.

Böylece yayınlara denetim gelecek.

Bu da sansür tartışmalarının yaşanmasına neden olmuştu.

4’üncü Murat benzetmesi

RTÜK’e denetim hakkı veren tasarı bugün ilgili komisyonda görüşülerek kabul edildi.

Görüşmede söz alan CHP İzmir Milletvekili Zekeriya Temizel, “Bu şekilde sınırlamaların ölçülülük ilkesine uygun olması lazım. Anayasaya tamamen aykırı olan inanılmaz bir takım düzenlemeler yapıyorsunuz” dedi.

CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Bekaroğlu ise “Teknoloji akıp gidiyor, biz 4’üncü Murat dönemindeki yasaklarla teknolojiyle mücadele ediyoruz” diye konuştu.

Maliye Bakanı Naci Ağbal ise eleştirilere şu karşılığı verdi: “Genel Kurul aşamasından önce değerlendirelim. Söylediğiniz endişeleri giderecek ne var, bakalım. İyileştirilebilecek alanlar varsa iyileştirelim. Yayıncılığın kısıtlanması gibi bir anlayışımız yok. Kurallı, kaideli bir piyasa faaliyeti varsa, herkes aynı kurallara tabii olmalı diyoruz.”

4’üncü Murat, Osmanlı’nın yasakçı padişahlarının başında geliyor.

Netflix, YouTube, BluTV gibi dijital yayın platformlarına RTÜK müdahale edecek

RTÜK’e dijital yayın platformlarına müdahale yetkisi veren yasa kapsamında artık Netflix, YouTube, BluTV, Spotify gibi internet üzerinden yayın yapan kanalların kontrolü RTÜK’te olacak.

RTÜK’ün uygunsuz gördüğü dijital servislere erişim engellenecek.

 

(Diken)

‘Yerli ve milli’ diyet listesi: Sadece dört ürün kaldı! – Bahadır Özgür

Bu yazı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

Haklarını teslim etmek lazım. Şu saray toplantılarına cazip isimler buluyorlar. Son yapılan ‘Çiftçilerimiz Milletin Evinde Cumhurbaşkanımız ile Buluşuyor’du. İki gün önce oldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘yerli’ ve ‘milli’ gıdadan bahsedip özetle şöyle dedi: “Sofrasında tükettiği gıdayı dışarıdan alan ülkenin bağımsızlık iddiası havada kalmaya mahkûmdur… Bu ülkenin son 15 senede tarım ve hayvancılıkta nasıl ilerleme kaydettiğini en iyi sizler biliyorsunuz.”

Ne güzel. Somut bilgi vermeye dahi ihtiyaç yok artık. “Siz biliyorsunuz” cümlesi, konu ne olursa olsun, tıpkı bir maymuncuk gibi meseleyi bağlamaya yetiyor. “15 Temmuz… Siz biliyorsunuz”, “Kılıçdaroğlu… Siz biliyorsunuz”, “HDP… Siz biliyorsunuz”, “Tarım… Eee siz biliyorsunuz ya!”

İyi tamam da, peki neyi biliyoruz?

Hadi gıda konusunda bildiklerimizin çetelesini çıkaralım. Hatta bir ‘yerli’ ve ‘milli’ diyet listesi hazırlayalım ki; yediğimiz içtiğimizi bilip, ona göre ‘safımızı’ bulalım. Önce bu diyete en fazla kimin ihtiyacı var, bakalım…

TÜİK’in hane halkı bütçe araştırmasına göre; vatandaşın bir yıl içinde yaptığı tüm harcamaların içinde gıda ve alkolsüz içeceklerin payı yüzde 19,5. Yani her 100 liranın 20 liraya yakını karın doyurmak için gidiyor. Yalnız bu harcama fakirleştikçe katlanıyor. Hesaba göre, en fakir ailelerin bütçesinden gıdaya ayırdığı pay yüzde 28,9. En zenginlerin ise yüzde 14,2. İki katlık fark hayli çarpıcı.

Demek ki, ‘yerli’ ve ‘milli’ diyete en fazla dikkat etmesi gerekenler fakirler. Bu nedenle fiyatı yüksek, kısıtlı organik ve niş ürünler yerine daha çok hale ve manava düşen, köşedeki bakkalda, ucuz markette bulunan yaygın ürünlerden bir diyet hazırlamak şart.

Sıra geldi listeye…

BALIK BAŞTAN KOKTU

Üç tarafımız denizle çevrili ya, en kolay yerli ürün balık olmalı. Türkiye her yıl toplam 172 milyon dolarlık deniz ürününü dışarıdan alıyor. Bu veriyi veren de Norveç’in balıkçılık, tarım ve deniz ürünleri konularında araştırma yapan Nofima adlı kurumu. Ne de olsa bize en çok balığı satan onlar, kaydını da elbette en sağlıklı onlar tutuyordur. Norveç’in ithalattaki payı yüzde 27,32. Hadi atadan deden balıkçılar, tüm dünyaya satıyorlar diyelim. Ya ikinci sırada yüzde 18,45’lik payla Fas’ın olmasını nasıl açıklayacağız? Onun arkasında yüzde 9,19 ile İspanya geliyor. Balığın yarısından fazlası sadece bu üçünden. Geriye istesek de ithal edemeyeceğimiz hamsi kalıyor.

TAYLAND’I BALAYI TATİLİNDEN BİLİRİZ AMA…

Meyveyi sebzeyi severiz. O nedenle de yılda 134,5 milyon dolarlık ithalat yapıyoruz zaten! Çekirdeğin düştüğü yerde ağaç, suyu gören yerde yeşilliğin bittiği Türkiye bu ithalatın yüzde 52’sini nereden yapıyor dersiniz? Tur şirketlerinin harıl harıl balayı çifti taşıdığı gözde tatil yeri Tayland’dan. İşlenmiş meyve ve sebzede Tayland açık ara yegane tedarikçisi. İkinci büyük, daha da şoke edici. Hakkında en fazla bilgimiz puslu havası, eğlence yeri olarak Peşte’si, tarihi yeri olarak da Buda’sıyla sınırlı, nüfusu Bağcılar-Esenler toplamı olan Macaristan.

Bakliyatın nereden alındığını saymaya sayfalar yetmez. O nedenle hızlıca sebze, meyve ve bakliyattaki ithalat artışlarını sıralayalım: Kuru soğan 30 kat, lahana 45 kat, nar yüzde 150, karpuz yüzde 140, Mandalina yüzde 80, kayısı yüzde 65, şeftali yüzde 20, sarımsak yüzde 45, bezelye yüzde 90, kırmızı mercimek yüzde 190, pirinç yüzde 50, kuru fasulye yüzde 42, kırmızı mercimek yüzde 185, yeşil mercimek yüzde 40, nohut yüzde 35. İnsaf, saksıda dahi yetişen taze soğandaki artış bile yüzde 40.

DOST’ DİYE BİLDİĞİNİZ FRANSIZDIR!

O halde süt içsinler, yoğurt yesinler değil mi? Ne de olsa ayran milli içecek! Hayır, o da olmuyor işte. Zira yaklaşık 40 bin ton süt ve süt ürünü ithal ediyorlar. Pazarın yüzde 36,5’ini de İrlandalılar ve Yeni Zelandalılar tutmuş. Yeni Zelanda, süt ürünü olarak en fazla yağ, İrlanda peynir satıyor. Neredeyse Fransızlar’dan çok sevdiğimiz cheddarın envai çeşidi ise ucuzcu ŞOK’tan zengin marketi Macro’ya tezgâhın yegane hakimi. “Siz biliyosunuz, Yörsan’ımız var” diyen çıkabilir. Kötü haber, 1964’te kurulan yerli Yörsan 2014’ten beri Dubaili Abraaj Group’un. Sosyal medyada yer yer espri konusu olan BİM’in meşhur markası Dost süt ve süt ürünlerinin sahibi de 85 ülkede pazarı elinde tutan Fransız gıda devi Groupe Lactalis’se 2015’te satıldı.

ÇOCUKLUĞUMUZUN NUHUN ANKARASI’NA NE OLDU?

Hiç biri olmuyorsa makarna ne güne duruyor diyecektik ki, oradaki gerçek adeta çocukluğumuza bir darbe gibi. Safkan İtalyanları geçelim, reklamları bilinçaltımıza kazınmış Nuhun Ankara Makarnası var, rakibi Filiz var-dı. Artık yoklar. 1974’te kurulan Nuhun Ankara Japon gıda devi Nisshin Foods ve Marubeni Corporation ile ortaklık yapıp millilikten çıkalı çok oldu. Aynı yıl kurulan Filiz makarnayı da İtalyan Barilla aldı. İsmi de 5 Mart 2003 gününden beri Barilla G.e.R Fratelli S.p.A.

Ya ekmek. Tost, hamburger, sandviç ekmeği başta olmak üzere unlu mamüllerin bir numaralı ismi UNO’nun yarısı Ülker’de diğer yarısı da bu alanın dünyadaki lideri İspanyol Vedanta Equity’de. Eti geçelim zaten, malum buldukları her yerden alıyorlar. Ama sucukçu pastırmacı Namet’e 2014’te Bahreynli Investcorp ortak oldu, tavukçu Banvit’i de 2017’de Brezilyalı BRF ile Katarlı Qatar Investment Authority aldı.

FINDIK FISTIK TAM ÇEREZ

Ekmek yoksa cips yeriz. Ne de olsa yeri kazsan patates çıkan bir ülkeyiz. Yıllık 134.4 milyon dolar ithalat yapınca, yer altı bile kuruyor demek ki. Patates cipsinin yüzde 90’ı iki Amerikan markası, Frito-Lay ve Pringles’ın elinde. Diğer atıştırmalık ürünlerin bir numaralı tedarikçisi ise Avrupalılar. Bu ithalatın yüzde 32’si Almanya’dan, yüzde 12’si Hollanda’dan, yüzde 10.5’i de İtalya’dan geliyor. Dolayısıyla milli diyet listesi için bu alan daha baştan kapalı.

Tamam, cpsi bırakıp kalbe, tansiyona, hafızaya iyi gelen fındığa fıstığa sarılıp, televizyon başında geçelim. Lakin, markasının Türkçe olmasına bakmayın, cevizi ve bademi ABD’den alıyorlar. Sadece 2015’te 300 milyon dolarlık geldi bu ülkeden. Şili ve Ukrayna kuru fındık satışında Türkiye’de bir numara. Marka olmuş yegane yerli şirket Sabancılar’ın Peyman’ı da Çin menşeili Bridgepoint fonuna satıldı. Kısaca dalından koparmak dışında yiyebileceğiniz yerli bir çerez şu anda yok.

JAPON’DAN TURŞU, NAR SUYU, LİMON SUYU

Gelelim içeceklere… Kola, Fanta bir yana Türkiye’de şu anda en büyük sektör enerji içecekleri. Yılda tamı tamına 50 milyon adete yakın tüketim söz konusu. Bunun yüzde 60’ını Red Bull, kalanını da Burn karşılıyor. Enerji içeceği içmeyip yerli içeceklere baksak peki. Mesela şalgama, turşu suyuna veya salataların vazgeçilmez soslarına, nar ekşisine falan… Hiç umut yok. Bir Türkiye klasiği olan, en kötü akşamcı çorbacılarındaki limon sularından tanıyacağınız Kemal Kükrer 2013’te Japon Ajinomoto’nun oldu. Kemal Kükrer demek; şalgam demek. Turşu, salça, nar suyu, meyve şurupları, limon suyu demekti.

Japon Ajinomoto şalgamdan önce de hazır çorba, bulyon, yemek harçları, puding, krem şanti, çikolatalı sos gibi ürünlerle ünlü Bizim Mutfak markasını yutmuştu. Bizim Mutfak’ın Türk kahvesi ve özellikle baharatta yerli üretimde lider olduğunu da hatırlatalım. Kısaca Piyale dersek, durumu herkes anlar aslında. Çok sevdiğimiz şekerlemeyi uzatmayalım bile. Bu ürünler için kullanılan kalsiyum karbonat, sitrik asit, aroma ve renklendirici gibi katkı maddelerinin yüzde 85’inin dışarıdan alınması her şeyi özetliyor.

BU HALE NASIL GELİNDİ? SİZ BİLİYORSUNUZ…

Yabancıların markaları almasının, ithalattaki patlamanın tarihi öyle çok eski de değil. 10-15 yıllık bir süreç. Bu hale nasıl geldi? Şu maymuncuk cümleyi kullanalım: “Siz biliyorsunuz.”

Daha geçen yıl temmuzda OHAL’in sağladığı kolaylıkla et ithalatı bahanesi ile alınan bir kararla Türkiye gıda işleme sektörü için önemli olan tüm malzemeler üzerindeki ithalat vergileri sıfırlandı. Etin yanına tahıl ve baklagilleri de ekleyip gümrük tarifelerini de tamamen kaldırdılar. Kısaca olacak olanın yanında, olanlar daha bir şey değil…

Son olarak bu bilançodan çıkan yüzde yüz ‘yerli’ ve ‘milli’ diyet listemizi verelim: Meyvede yer elması, sebzede ebegümeci, ette hamsi, şekerde akide, içecekte musluk suyu… Ee artık yersen!

ÖNEMLİ NOT: Milli Tarım Bakanlığımız istatistik tutma konusunda cimri, milli istatistik kurumu TÜİK ise yavaş olduğundan dolayı tüm veriler ABD Tarım ve Gıda Bakanlığı’ndan alınmıştır.

Bahadır Özgür – Gazete Duvar

Açık Radyo’da Su Hakkı programına konuk olan Pınar Demircan nükleer risklerin su boyutunu anlattı

Nükleersiz.org proje koordinatörü aynı zamanda Yeşil Gazete iklim ve enerji editörü Pınar Demircan, bu hafta Açık Radyo’da yayınlanan Akgün İlhan’ın hazırlayıp sunduğu “Su Hakkı” programının konuğuydu.

Yeşil Gazete’de su hakkındaki yazılarıyla yer alan Dr. Akgün İlhan’ın sorularını yanıtlayan Demircan, nükleer enerjinin su varlıkları üzerindeki olumsuz etkilerini ve suyumuz üzerinde yarattığı tehditleri anlattı.

Nükleer santralin gerçeklerini kamuoyuna duyurmaya çalışan, bir taraftan bu konuda akademik çalışmalar da yürüten Demircan, Japonya’da radyoaktif  kirliliğin devam ettiğini, Fukuşima nükleer felaketinin yaklaşık 2 bin balık türüne ev sahipliği yapan Japonya’da ciddi bir istihdam olanağı yaratan balıkçılığın olumsuz etkilenmesinin bunun somut göstergesi olduğunu söyledi.

Demircan, Fukuşima felaketinin başlamasıyla yaşanan sudaki radyoaktif kontamisyonuna dair ana akım medyada yer alan bilgilerin dışında Japonca konuşup yazmanın verdiği imkanla aktivizm ve sivil toplum çalışmaları üzerinden edindiği bilgileri paylaştı.

2015 yılında dünya genelinde aktivistlerle birlikte Fukuşima’ya davet edilmesiyle tanıştığı Fukuşima Kitapçığı Komitesi tarafından hazırlanarak yayınlanan “Fukuşima’dan Çıkarılacak 10 Ders   kitapçığının mutlaka okunmasını tavsiye eden Demircan, kendi  araştırmalarını da yoğunlaştırarak Fukuşima ile ilgili güncel ve bilimsel bilgileri paylaşmaya devam ediyor.

Gerek Türkiye gerekse diğer ülkelerdeki nükleer santral projelerinin birbirinden bağımsız olmadığını, bu nedenle sivil toplum hareketlerinin de benzer ilişkileri kurması gerektiğini ifade ederek, nükleer santral gerçeğinin anlaşılması için Fukuşima’dan öğrenilecek çok şey olduğunun altını çiziyor.

“Depremin, tsunaminin etkileri geçer gider, ama radyasyon yüzyıllarca yıl baki kalır”

Programın başında Japonya’daki aktivist ve gönüllü bilim insanlarının nükleer santraldeki çekirdek erimelerinin gerçek nedeninin deprem olduğunu savunduğunu aktaran Demircan, Türkiye gibi deprem bölgesinde bulunan bir ülkenin de benzer bir tehditle karşı karşıya kalabileceğine vurgu yaptı.

Türkiye’de yapılması planlanan nükleer santrallerin son derece tehlikeli olduklarını aktarırken sözlerini şu şekilde sürdürdü:

“Fukuşima felaketinde 200 bin kişinin resmi olarak tahliye edildiğini biliyoruz. Üç reaktör erimesinin haberleri tahliyelerden sonra ortaya çıktı. Toplamda ise 380 bin kişi bölgeyi terk etmişti. 9 şiddetindeki depremin yıkıcılığı ve tsunaminin etkileri geçer gider, ama radyasyon yüzyıllarca yıl baki kalır. Japonya’da hala gerek dahili gerek harici radyoaktif kirlilik devam ediyor. Sözkonusu radyasyon yeraltı sularına da karışıyor. Çünkü nükleer santral soğutma suyunu denizden alıyor. Fukuşima Nükleer Santrali’nde soğutma suyunun denizden alınmasının kolay olması için maliyetler çok güzel hesaplanmış. Anlaşılan o ki kapitalist bir bakış açısıyla maliyetler öncelenerek Fukuşima Nükleer Santrali soğutma suyunun daha kolay alınması için deniz seviyesine yakın şekilde yapılmış. Ayrıca artık  genel olarak bilinen diğer bir gerçek de yine maliyet hesabıyla tsunami duvarının gereken yükseklikte yapılmamış olduğu. Bunlar depremden ayrı bu felaketin yaşanmasını kolaylaştıran etkenlerdir.”

Pınar Demircan, ekonomik maliyetten kaçınırken ekolojik maliyeti yurttaşların sırtına yüklediklerini söyleyen Akgün İlhan’a termik santrallarde çok maliyetli olduğu gerekçesiyle filtre kullanımından kaçınılmasını örnek gösterdi.

“Radyoaktivite havaya karışıp dağlardan denize akan nehir sularını kirletiyor”

Demircan, denizdeki radyoaktivitenin bir sebebinin de nükleer santral patladığında ortaya çıkan radyoaktivitenin havaya karışarak dağlarda, yüksek noktalarda toplanması olduğunu söyledi. Bu şekilde dağlardan doğup denize akan nehir sularının radyoaktivite taşıdığını, nehir ağızlarının ise özellikle balıkların üreme yerleri olması nedeniyle balıklarda radyoaktif kontaminasyonu arttırdığının değerlendirildiğini belirtti.

Demircan Fukuşima’daki radyoaktif kirliliğin Pasifik Okyanusu’nu kirletmekle kalmayıp  Kaliforniya (ABD) kıyılarına kadar ulaştığını hatta, ABD’nin batısında radyoaktiviteden kaynaklanan kanser vakalarının olduğunu ifade etti.

14 Mart 2011’de meydana gelen Fukuşima felaketinde santraldeki hidrojen patlaması kameralara böyle yansımıştı

Konuşmasında Fukuşima Nükleer Felaketi’nin henüz nükleer bir felaket olduğu bilinmezken Tokyo Elektirk Şirketi (TEPCO) uyarmadığı için Japonlara yardım eden Ronald Reagan Donanması‘nın da radyoaktif buluttan etkilendiğini, bu yardım süresince 5 bin kişilik mürettabattan 2 bin askerin radyoaktivite kaynaklı hastalıklara yakalandıklarını, içlerinden 2’sinin de kanserden hayatını kaybettiğini anlattı.

Çernobil vakasına da değinen Demircan, Türkiye’de resmi bir araştırma yapılmadığı için Karadeniz’de devam eden kirliliğin boyutunun bilinmediğini, Çernobil’in Türkiye’deki sağlık etkisini ortaya koymaya dönük yegane çalışmanın Hopa’da gerçekleştirilen Türk Tabipler Birliği‘ne ait çalışma olduğunu hatırlattı.

16 Mart’ta “Fukuşima Nükleer Felaketi’nden Öğrendiklerimiz” söyleşisi

Pınar Demircan’ın Fukuşima felaketini, nükleer riskleri ve Türkiye’deki nükleer santral planlarını anlatacağı geniş kapsamlı sunumu 16 Mart Cuma günü 19:30 – 21:30 arasında Dünyalılar.org’un ev sahipliğinde Kadıköy’deki Babil Cafe’de gerçekleştirilecek.

“Fukuşima Nükleer Felaketi’nden Öğrendiklerimiz ” başlıklı bu sunum-söyleşiye [email protected] adresine mail atarak rezervasyon yaptırabilirsiniz.

Yayının tamamına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz. 

Bu haftaki yayında programın teması “su” olunca su ve Japon gelenekselliğini hatırlatan bir giriş yapıldı.

Muraki Kenkichi’nin  “Babamın Denizi” şarkısı ile, bir babanın deniz üzerinden tanımlanışı paylaşıldı.

Pınar Demircan’ın çevirisiyle sözlerin anlamı şu şekilde:

“Ah deniz/büyük bir deniz bu/Bu beni yetiştiren babamın denizi/ kıyısından uzaklaştıkça beyazlar artıyor onun saçını anımsatan/denizin tuzu onun teni/benim babam ah babam/ Sakin deniz şimdi/sakin denizin nesi benzer babamın yüzüne/zorlandığı zaman ise gökyüzünde kabaran bulut/mücadele ederken dik dik bakar/düşünmeye devam ediyorum böyle….”

Programda Pınar Demircan’ın zaman darlığı nedeniyle hızlıca değindiği konularla ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz yazılarına aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nde ölümcül seviyelerde radyasyon tespit edildi! – Pınar Demircan

Fukuşima’nın faillerinden TEPCO yüzbinlerce ton radyoaktif suyu okyanusa boşaltmanın eşiğinde, ona “Dur” diyebilirsiniz! – Pınar Demircan

Fukuşima Nükleer Felaketi’nin bir diğer kurbanı ABD donanma mürettebatına ABD içinden yargı yolu açıldı! – Pınar Demircan

İklim değişikliği, nükleer santrallerin risklerini ve maliyetlerini arttıracak! – Pınar Demircan

TAEK’e Soruyoruz: Radyoaktif bulutlar Türkiye’yi atlayarak mı ilerledi? – Pınar Demircan

“Sinop NGS, halka Sinop’u terk ettirme projesidir!” – Pınar Demircan

[Nükleer Alaturka Hikayeleri] Nazım’ın “Japon Balıkçısı” ve “Kız Çocuğu” şiirleri – Alper Tolga Akkuş, Merve Damcı

 

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Rumlar o kadar da nazik insanlardı ki…- Korhan Gümüş

0

“Rumlar çok iyi insanlardı. Çok nazik ve güler yüzlüydüler. Kimselere bir zararları, kötülükleri olmazdı. Komşularını dostları olarak görür, severlerdi.  O kadar iyidiler, o kadar naziktiler ki kendilerine yapılanlara hiç seslerini çıkarmadılar. Başlarına gelenlere rağmen hiç konuşmadılar!..”

Büyükadalı Rumları anlatıyor, komşum Yakup Bey, eski evlerin önünden geçerken. 

Şu anda seksenlerinde olmalı. Bugünlerde sabahları köpeğimle yürüyüş yaparken karşılaşıyoruz. Zaman zaman oturuyoruz, sonra yürümeye devam ediyoruz.  Hem yürüyoruz, hem konuşuyoruz. Binaların, bahçe duvarlarının önünden geçerken Yakup Bey elindeki bastonu uzatarak bana gösteriyor ve anlatıyor: Onun Büyükada’ya geldiği zamanlarda (50’lerin başı olmalı) ne de olsa Büyükada’da Rumlar çoğunlukta. “Burada Yorgo otururdu. Kızları zaman zaman Ada’ya gelir…”

Yetimhane’nin önünden geçiyoruz. Bana buradaki çocukları anlatıyor. İçinde nasıl bir düzen olduğunu, hocaları, etkinliklerini hatırlıyor. Ben de seslerini duyar gibi oluyorum.

Sonra Büyükada’daki 6 Eylül gecesi yaşanan olayların Ada’daki yaşamı nasıl etkilediğini anlatıyor. Çarşı’da bir zamanlar bütün esnafın, faytoncuların Rum olduğunu söylüyor. Biraz durakladıktan sonra, saldırı için balyozların emniyet amiri tarafından ellerine tutuşturulduğunu kulağıma fısıldıyor. Buzdolaplarının motorlarına kadar parçalandığını, her şeyin yağmalandığını, çarşıda cam çerçeve bırakılmadığını, kırılan dökülen eşyaların caddeye saçıldığını anlatıyor. Bunların detaylarını o kadar iyi biliyor ki,  burada uzun yer kaplamasın diye geçiyorum, söylediklerinden kendisinin de katıldığını anlıyorum. “Biz de çok cahildik, ne söylendiyse yapmaya hazırdık” diye bu bahsi tamamlıyor. Sonra sesini alçaltarak, arada yutkunarak kendisinin de katıldığını ama Rumların korkutulup kaçırılmasından sonra Büyükada’nın eski halinden eser kalmadığını, neşesinin kaçtığını söylüyor.

Anladığım kadarıyla Yakup Bey’in ilkokul tahsili yok. Eğitim için fırsatı olmamış. Ailesi çok fakirmiş, zor koşullarda yaşamış. Çocuk denecek yaşta köyünden Ada’ya işçi olarak gelmiş. Her işi yapmış. Sözlerine “benim gibi cahil bir kişi bilmez, ama…” diye başlıyor. Şimdi Rumlardan kalma büyük bir yapının sahibi. Onu kiraya vererek geçiniyor. Önünden geçerken konuştuğumuz yapıların çoğunun da kendisi gibi geçmişte yoksul olan insanlar tarafından sahiplenildiğini anlatıyor. Ama asıl büyük mülklerin kamu görevlilerine ait olduğunu ya da satıp zengin olduklarını söylüyor.

Buraya kadarı, yaşananlar genellikle hepimizin bildiği şeyler. Ancak burada Yakup Bey’in yorumu önemli. 

Rumların bir itirazlarının olamadığını, seslerinin çıkamadığını, ya da duyulmadığını çok iyi ifade ediyor. Kendisi sanki Spivak, Butler falan okumuş ve hazmetmiş bir kişi izlenimi veriyor. Belki de ben öyle yorumluyorum. “Çok cahildik” ve “ne söylense yapmaya hazırdık” sözlerinden. Ben seslerinin duyulmamasının, katılım hakları bulunmayanların haklarından da mahrum olmak anlamına geldiğini anlıyorum. “Rumlar ne kadar iyiydi” söyleminin arkasındaki ikircikli durumdan. Başlarına gelenlere rağmen sesleri çıkmadı mı, yoksa korkutuldular ve idrak sınırlarının dışında mı kaldılar? Sesi çıkmayan, ötekileştirilen, konuşmasına izin verilmeyen, hakları tanınmayan mıdır?

Bir başka küçük ayrıntı ise Adalar’a karşı kıyılardan teknelerle yağmacıların gelmesi, geceleri Rumların işyerlerini soyup soğana çevirmesi… Buna da emniyet güçlerinin müsaade etmesi. Yani sanki herkes biliyormuş ama bilmiyormuş gibi yapıyormuş, bu olay geceleri kanıksanmış bir durummuş. Başka bir çalışmada adaya yağmaya gelen ve sonra bir şekilde orada kalıcı olmuş ve zenginleşmiş olanları tanıyormuş karşı kıyıda üniversite için bir saha çalışması yapan bu görüşmeciler. Bir yerde yazmıştım, hani bir gece Kınalıada Camii’ni yanlışlıkla yağmalayan ve hiç beklemedikleri bir şekilde halk tarafından derdest edilen hırsızların yakayı ele verince, “biz onu bir gavurun evi zannettik, cami olduğunu bilseydik yapar mıydık” demeleri gibi.

Bir ahşap evin önünden geçerken soruyorum, “neden bu kadar bakımsız?” Ne de olsa Büyükada’da deniz manzaralı müstakil bir köşkü sahipleri kiraya verse, bu nedenle bile bakımlı kalır. Anlayamadığım sorunun cevabı ise hazır. Yakup Bey evini işgal eden bir kişi tarafından (yalnızca) evini görmek isteyen bir Rum ailenin nasıl sopalandığını anlatıyor. Bu konular nasıl mı açıldı? Yakup Bey Adalar’daki imar, el koyma rejiminin nasıl oluştuğunu çok iyi analiz ediyor ve sistemin nasıl kurumsallaştığını anlatıyor. Fakir ve mağdur, sermayesiz bu insanlar, Adalar’da sayısız mülk sahibi olan devlet görevlileri, Büyükada’yı haraca bağlayan kişilerin yanında çok masum kalıyor.

Tekrarlıyor: “Rumların hiç sesleri çıkmadı…” Korku içinde yaşayan bu insanların ne yapmalarını bekleyebilirdik, mesela? Kendilerine saldıranlara aynı şekilde karşılık vermelerini mi? Sahilde nöbet tutup, kendilerine zarar vermesinler diye Türkleri adaya sokmamalarını mı?  Kendi canlarını, mallarını, ırzlarını emanet ettikleri devletlerinden şikayetçi olmalarını mı? Acaba sesleri çıksaydı, onları duyacak kimse olacak mıydı? Duyulsa anlaşılacak mıydı? Sesini çıkarmaya çalışacak birilerinin olduğunu bir düşünelim.

Sorunlarını Belediye ve Kurul ile ilişkilerini nasıl çözdüğünü çok güzel anlatıyor. Tanımadığı insan yok. 

Yakup Bey’in evet, ilkokul tahsili bile yok. Gene konuşmasına başlarken hep “benim gibi cahil bir insanın bileceği bir konu değil, ama…” diye başlıyor. Kamu alanının dışına atılmış olanların yaşamlarının nasıl kırılganlaştığını anlatıyor. Yönetimin nasıl yaşamalarına izin verme/vermeme gücü kazandığını, yönetimsel uygulamalarla adım adım nasıl kazındıklarını anlatıyor. Genellikle hep madunlar tarafından bakıyoruz, madunlar konuşsun istiyoruz. Oysa diyelim Müslüman halktan birinin, faillerin bakışı, temsiliyet analizi de eşit derecede önemli.

Yakup Bey, şiddetle Adalar’daki yönetimsel işlevler üzerinde etkili olan insanlar ile prekarite sınırlarında yaşayan insanlar arasında nasıl bir ilişki kurulduğunu, şiddetin nasıl meşrulaştırıldığını çok iyi ifade ediyor. Yakup Bey’in yorumları, bugün bayraklarıyla savaşı desteklemek için gösteri yapan faytoncuların durumunu anlamak için çok anlamlı. Yakup Bey, okumamış ama analiz yapmış, işleyişi çözmüş! Hatta kurumların tutumlarını mülkiyetlerin el değiştirmesi üzerinden görmek açısından daha aydınlatıcı. Fakat konu üzerine nadir de olsa konuşanlar, Yakup Bey gibi bir perspektif kazanmış olanlar.. Bu anlatılar tabii bizim için anahtar. Hep diyoruz ya bireysel bellek, toplumsal belleğin resmi tarihle iç içeliğini sarsacak tek şey diye. Daha çok insana ulaşmak gerek. Hafıza çalışması bize kültürel miras, temsiliyet, mülklerin el değiştirmesi ve daha önemlisi nasıl el değiştirdiği ile ilgili çok şey söyleyecek.

Bu arada saha çalışmalarında bir yöntem varmış; adı “walk&talk method” olarak geçiyormuş. Konu üzerine akışta giden bir sohbetmiş. Bir de bahsi geçen mekânlar içinde yürünüyormuş. Bunu uygulamak mümkün. Hafıza yürüyüşlerindeki amaçları çeşitlendirip, derinleştirmek adına yapılabilir. Kültürel miras ve haklar için sivil farkındalığı harekete geçirmenin en doğrudan yollarından biri. Doğrudan deneyim ve katılım. Hafıza çalışması yaparken nasıl bir çevre vardı, kimler nasıl yaşamıştı falan bunları kendimize soruyoruz. Hatta bazen şaşkın bir şekilde “neden gittiler” diye soruyoruz.  Fakat bugünkü kurumsallaşan, kamusal yönetimlerin içindeki zorbalığın kökenleri de bu hafıza çalışmalarının bir parçası olmalı. Çoğunlukla yalnızca devletlerin oynadığı rolden söz edilir. Evet, bu tür pogrom, katliam türü olayların devletler tarafından organize ediliyor, bunu biliyoruz. Her uluslaşma çabasında veya ulusdevletin çıkmaza girdiği kriz durumlarında, bütünlüğü bozanları temizlenmeleri gereken bir leke olarak gördüklerini biliyoruz. Mülkiyetin, zenginliğin el değiştirmesi gerekliliği yüzünden.

Ancak gerek yöneticilerin gerekse de sivillerin ne yaptığı tam da kişisel anlatılarda ortaya çıkıyor. Siviller ve yerel yöneticiler arasındaki işbirlikleri… Yerlerinden böyle travmatik yollarla koparılan, dışlanan, silinen insanların belleği kadar faillerinki de önemli. Biz örneğin, bugün 6/7 Eylül’de Büyükada’da neler yaşandığını biliyor muyuz? Olan biteni konuşabiliyor muyuz? Resmi tarih ve hafızanın dışına çıkabilmemiz ve bireysel belleklere başvurarak ötekileştirici, nesneleştirici bakışın mekândaki yapılanmasının sonuçlarını ortaya çıkarma çabamız önemli. Büyükadalı Yakup Bey ile sohbet de bize bu konular üzerine çok aydınlatıcı ipuçları sunarken, bugünkü milli rejimin nasıl kurumsallaştığına işaret ediyor. Bu nedenle kültürel mirası bu mülkiyet meselesi üzerinden değerlendirmek isabetli.

Burada Yakup Bey’in anlatısını aktarıyorum ve yorumluyorum. Onun söylediğinden benim anladığım şu: Politik alandaki bazı kişiler seslerini çıkarmış olabilirler ama sivil halkın sesini çıkarma imkanları yoktu. İstanbul’daki Rumlar 2. Savaş sonrası Athenogoras’la umutlandılar, 60’lı yıllardan sonra “anlaşıldı, biz burada yaşayamayacağız” dediler, gittiler. Bugün yurt dışına gidenler gibi. Çünkü karşılarında kendi krizini öteki üzerinden çözen bir devlet vardı. Direnenler olmuş olabilir, ama onların başlarına gelenleri bilmiyoruz. Adada zannedersem Yakup Bey gibi tanıklık yapmış çok insan var. Belki benim gibi insanlarla konuşurken, “okumuş” olarak görüp, duymak istediğim şeyleri söylüyor olabilirler. Ama aynı şeyi bu yazıyı yaparken ben de yapmıyor muyum? Evet, büyüklerim bu saldırıya katılmadılar. Devlet yöneticisi falan da olmadılar. Ama gene de imkanlar ve fırsatlar olmasaydı, ailem ne durumda olurdu?  Ben olduğum yerde olabilir miydim?

Bunları sormak saçma gelebilir, biliyorum ama ister istemez kendi elde ettiğimiz imkanları reddetmiyoruz, kabulleniyoruz. Farkımız kimi zaman elde ettiğimiz imtiyazların kendimizi yakması… ve kimi zaman da sorgulamak için çırpınmamız!

Korhan Gümüş

 

Elektrikli taşıma sistemine geçiş temiz ve güçlü ekonomi vaat ediyor

Avrupa taşıma sektörünün paydaşlarından oluşan bir konsorsiyumun Avrupa Birliği’nde (AB) elektrikli araçlara geçiş hakkında hazırlanan rapora göre elektrikli taşıma sayesinde Avrupa 2030’da 49 milyar Euro daha az petrol ithalatı yapacak. Bunun yanı sıra elektrikli taşıma 2030 yılına kadar Avrupa’da yaşayanlara 206,000 yeni iş olanağı da sağlayacak.

Cambridge Econometrics tarafından hazırlanan ve Avrupa taşıma sektörünün önde gelen paydaşları Avrupa Tüketici Örgütü (BEUC), IndustriAll European Sendikası, Air Liquide, European Aluminium, Enedis, Ulaşım & Çevre (T&E), EUROBAT, ABB, BMW, Lease Europe, Michelin, Valeo, ETUC ve Renault-Nissan’nın da katkı verdiği raporda vurgulanan bir diğer nokta ise  elektrikli taşımaya geçiş ile GSYİH’de artışa yol açılacak olması.

Elektrikli taşımaya geçiş sonrası 2050 yılına kadar araçlardan kaynaklanan CO2 emisyonlarında %88’lik bir azaltıma da yol açarak, her yıl Avrupa’da hava kirliliğine bağlı olarak meydana gelen 467,000 erken ölüm vakası sayısının da azaltılmasını sağlayabilir. Bu geçişin, hem iklim değişikliği ve hava kirliliğiyle mücadele hem de çok gerek duyulan ekonomik canlanma olmak üzere iki faydası olacağı da raporda öngörülüyor.

AB ekonomisi güçlenecek

Raporda ele alınan her üç senaryoda da, elektrikli taşımaya geçiş GSYİH’de hafif bir artışa yol açıyor. Genel anlamda, binek araçlarının AB’nin 2020 CO2 standartlarına uyumlu hale getirmek için daha verimli yapılması, 2030’da yıllık GSYİH’nın %0.1’ne eşdeğer, ek bir artış meydana getiriyor. İleri tarihli iklim hedeflerinin tutturulması için yapılacak başka yenilikler ise 2025’ten sonra ulusal GSYİH’ı daha da artıracaktır. Bu da, 2030’da GSYİH’de yıllık %0.2’lik ve 2050 itibarıyla %0.5’lik bir artışa yol açmaktadır.

206 bin yeni iş olanağı

Elektrikli taşıma 2030 yılına kadar Avrupa’da 206,000 yeni iş olanağı sağlayacak. Raporda halihazırda eski teknoloji üreten işçilerin, geleceğin teknolojileri üretimde vasıflı işler için eğitilmesi sağlanması gerektiği de vurgulanıyor.

Hava Kirliliğinin de önüne geçiliyor

2030 yılına kadar satışa çıkarılan yeni araçların dörtte birinin sıfır emisyon araçlar, dörtte birinin tamamıyla hibrit ve geriye kalanının hafif hibrit olduğu bir senaryoda, Avrupa 2050 yılına kadar binek araçlardan kaynaklanan CO2 emisyonlarını %88 oranında azaltabilecek.

Teknolojideki bu iyileştirme arabalardan kaynaklanan NOx emisyonlarını yılda yaklaşık 1.3 milyon tondan yılda yaklaşık 70,000 tona indirecek ve böylece hava kirliliğinin her yıl Avrupa’da 467,000 erken ölüme yol açmasının önünü kesecektir.

Elektrikli araçlar ile dizel/benzinli araçlar arasında ücret farkı kapanıyor

Rapora göre sıfır emisyon araçların ve dizel/benzinli araçların satın alım maliyeti 2030’da hemen hemen eşitlenecek.

2020 yılında, bataryalı elektrikli araçlar ve yakıt hücreli elektrikli araçların dizel ve benzinli araçlar ve hibrit türlerinden daha pahalı olması öngörülmekte. Ancak, 2030’a gelindiğinde, dizel ve yakıtlı araçlar hava kirliliği ve CO2 standartlarını karşılayabilmek için daha pahalanacağı ve sıfır emisyon araçların sayısı arttıkça maliyeti düşeceği için, aralarındaki fiyat farkı azalacak.

İlgili raporun İngilizce aslına buradan erişebilirsiniz.

 

(Yeşil Gazete)

Anadilini yeniden düşünmek – İbrahim Genç

Bu yazı bianet.org sitesinden alındı

Hindistan ve Pakistan tarafından tarihi Bengal coğrafyası parçalandı. Bengal halkı susmayı tercih etti. Bengalliler kadim topraklarında parya muamelesi gördüler. Yine susmayı tercih ettiler. Pakistan’da 1950 yılında Ali Cinnah rejimi Bengal dilini ve alfabesini yasakladı. İşte ona sessiz kalmadılar. Bengallilerin buna cevabı, “Bengal Dil Hareketi”ni kurmak oldu.

Dil Hareketi üyesi Bengalliler, Daka Üniversitesinde anadili için gösteriler düzenlediler. Ama rejim de buna sessiz kalmadı. 21 Şubat 1952 yılında anadillerine özgürlük isteyen öğrencilere ateş açıldı. Onlarca öğrenci katledildi.

Bengallilerin anadili direnişi sonucunda Cinnah yönetimi geri adım attı ve Bengalce ikinci resmi dil oldu. Bangladeş’te 21 Şubat “Dil Şehitleri Günü” ilan edildi. UNESCO da 1999 yılında 21 Şubat’ı Dünya Anadili Günü olarak kabul etti.

Bengalliler, bir halkın topraklarını kaybetse bile anadillerini koruyarak kaybettiklerini tekrar elde edebileceklerinin, anadilini kaybettiklerinde ise onun yerine bir şey koyamayacaklarının farkındaydılar. Belki de bu yüzden birçok coğrafyada acımasız dil politikaları uygulandı. Bunun sonucunda anadili, önemsiz görülen ve ilgisiz alanlara mahkum edilen uluslar zamanla ulus olma şuurunu da yitirerek parçalandılar. Bugün UNESCO’nun yaptığı çalışmalara bakılırsa 6000 dilden 2500’ünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu görülüyor. Türkiye’de de şu an 36 dilden 18’i yok olma tehlikesi altında. Yakın zaman içinde Kapadokya Yunancası, Ubıhça ve Mlahso yok olup gitti. Bugün de Siirt’te Keldani dili (Hertevince) ve Van’da Urartu dili yok olmayla karşı karşıya.

Eşiği aşamayan anadili

Bu süreçte Kürtçe (Zazaca, Kurmancca) mücadelesi, diğer dillerin de önünü açtı. Kürtçedeki ısrar, bütün anadillerinde ısrardı. Eğer bir ilerlemeden bahsedilecekse bunun nedeni bu ısrardı. Buna rağmen anadiline ilişkin her adım kritik eşikte tıkanıp kaldı. Dil için kritik olan o eşik aşılıp da anadilde eğitime gidilmedi, dile bir statü kazandırılamadı. Aksine dile yönelik palyatif çözümler, anadilinde çözüm yaratamadığı gibi bir geri gidişe de neden oldu. Dolayısıyla bu dönemin en ölçülebilir sonucu, anadilin öneminin anlaşılmış olmasıdır. Çünkü siyasi atmosfer izin verdikçe Türkiye halkı da Türkçe dışındaki diller hakkında bilgi edindi, diğer dillerin varlığını kabul etti. Böylece anadilinin, salt bir iletişim aracı olmadığı, bir halkın mazisini taşıyan bir hafıza kartı olduğu, bu hafıza kartının kaybolmasıyla halkın da kaybolacağı kavrandı artık.

Dolayısıyla dünya gelişti, imkanlar arttı, iletişim araçları yaygınlaştı, eğitim oranı arttı. Fakat bu ilerleme seyrine rağmen asimilasyon politikaları kabuk değiştirerek varlığını devam ettirdi. Çünkü göstere göstere bir halkın dilini inkar etmek, zamanın ruhuna denk düşmüyor artık. Diğer taraftan da anadili, ezilen uluslar açısından en önemli motivasyon aracı olmayı sürdürüyor. Bu nedenle her dönem kendi ruhunu yaratıyor. Bu da dilin değersizleştirilmesi üzerinden işliyor. Bu nedenle her ne kadar bir ulusun varlığı kabul görse de, diller tanınsa da imkanlar aynı oranda artmıyor. Çünkü okulu, müzesi, kütüphanesi, ekonomisi, bürokrasisi olmayan bir dil sadece folklorlaşır, değersizleşir ve günden güne erir.

Anadilinin statüsü olmalı

Anadili ontolojik bir meseledir bir yönüyle. Diğer taraftan da içgüdüsel bir süreçtir. Bu nedenle baskıcı dönemlerde ulusların anadilini daha çok sahiplendiği görülür. Çünkü her ulusun bireyleri arasında; zor dönemlerde bir araya gelme ve değerlerini muhafaza etmeye yönelik bir sözlü anlaşma söz konusudur. Dolayısıyla anadili, planlanmış süreçlerle gelişir. Özellikle bu dönemde dilin korunmasına ve gelişmesine hizmet edecek tedbirler alınmadıkça dili konuşuyor olmanın bir anlamı olmaz. Çünkü bugün anadili var, ama okulu yok. Anadili öğreniliyor, ama ekonomisi yok.

Bununla birlikte kitle iletişim araçlarının dili, ekonomiyi çeviren dil ve okuldaki zorunlu dil egemenin dili oldukça “öteki” dillerin gelişmesi mümkün değildir. Dolayısıyla anadili, sadece bir iletişim aracı değildir. Artık bir dilin yasak olmadığıyla övünmek gülünçtür. Çünkü dilin doğasına göre hareket edilmedikçe dil zarar görür. Bu nedenle anadili meselesi, bir ulusun otonomi meseledir. Çünkü dilin statü kazanması, itibar görmesi ve yaygınlaşması buna bağlıdır.

Bu realiteden dolayı anadili tartışmaları birkaç yıldan beri kısırdöngüye dönmüş durumda. Anadiline yönelik açıklamalar ve çalışmalar bir tekrardan öteye geçmiyor. Çünkü bu saatten sonra bir ulus için anadilin önemi, temel bir hak olarak anadili, pedagojik açıdan anadili vb. konuları konuşmanın çok da anlamı kalmıyor. Dolayısıyla anadiline ilişkin bunca külliyat varken ve bunca farkındalık oluşmuşken aynı şeyleri tekrarlamanın bir önemi yok. Bu nedenle anadili meselesi; dönemin gerçekliğini göz önünde bulundurularak yeni bir konseptin belirlenmesi ve buna denk düşecek eylemlerin hayata geçirilmesi gerekiyor.

İbrahim Genç – Bianet