Ana Sayfa Blog Sayfa 2891

Filmmor Kadın Filmleri Festivali bu seneki yolculuğuna 10 Mart’ta başlıyor

16. Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 10 Mart’ta İstanbul’dan yola çıkıyor ve 10 Mayıs’a kadar Trabzon, İzmir, Antalya, Bodrum, Mersin, Adana ve Diyarbakır’da kadınlarla buluşmaya hazırlanıyor.

16. Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 10 Mart’ta İstanbul’da başlıyor.

Festival 10 Mayıs’a kadar Trabzon, İzmir, Antalya, Bodrum, Mersin, Adana, Diyarbakır dahil 8 şehirde kadınlarla buluşmaya hazırlanıyor.

Festival Baharı, Filmmor’un ardından, Uçan Süpürge ile devam edecek.

Kadın derneklerinin işbirliğiyle yola çıkıyor

Filmmor Kadın Kooperatifi, İzmir Kadın Dayanışma Derneği, Bodrum Kadın Dayanışma Derneği, Antalya Kadın Dayanışma Derneği, Karadeniz Kadın Dayanışma Derneği, İzmir Bağımsız Kadın İnisiyatifi, Kadın Emeği Kolektifi Derneği, Ortadoğu Sinema Akademisi Derneği ve Adana Kadın Platformu Dayanışması ile 16. Filmmor Kadın Filmleri Festivali; 8 şehirde, 2 ay boyunca tüm gösterimler ve etkinliklerini, bu yıl da ücretsiz olarak kadınlarla buluşturacak.

Festival programından ilk bilgiler

Film programında; Kadınların Sineması; Komşu Komşunun Filmine Muhtaç seçkisi; Kadınlar Vardır; Bedenimiz Bizimdir: Cinsel Taciz; Cins-iyet-ler; Toplu Gösterim: Fiona Tanbölümleri altında gösterilecek filmlere ek olarak Çocuklara Özel Seans var.

Etkinliklerde ise Kendine Ait Biz Cüzdan: Yeni Kuşak Kadın Yapımcılar ve Vakti Geldi: Film Endüstrisinde Cinsel Taciz panelleri, Kısa Film Atölyesi, Feminist Bellek: Kate Millett ve Şirin Tekeli özel etkinliği ön plana çıkıyor. Kadınlar Vardır forumunda sinema sektörü bileşenleriyle buluşmalar ve söyleşiler düzenlenecek.

Tarihler

16. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde, kadınlar, 8 şehirde, yeryüzünde konuşulan yüzlerce dilde, yüzlerce yönetmenden 48 film izlemenin yanı sıra; sözlerini, yollarını, düşlerini, masallarını, şiirlerini, öykülerini, şarkılarını, umutlarını, dirençlerini, deneyimlerini ve üretimlerini paylaşma imkanı bulacak.

Festival programı ve detaylar 27 Şubat’ta yapılacak basın toplantısı ile ayrıntılı olarak paylaşılacak.

Festivalin gezeceği şehirler ise şöyle:

* İstanbul, 10-17 Mart

* Antalya, 23-25 Mart

* İzmir, 30 Mart-1 Nisan

* Trabzon, 6-8 Nisan

* Bodrum 13-15 Nisan

* Mersin 20-22 Nisan

* Adana 27-29 Nisan

* Diyarbakır, 4-6 Mayıs.

 

(Bianet)

Trans tutuklu Diren Coşkun açlık grevini durdurdu

Tutuklu trans birey Diren Coşkun’un cezaevi yönetiminin adım atması sonucu açlık grevini ‘durdurduğu’ bildirildi.

Diren Coşkun

Tekirdağ 2 No’lu Cezaevi’nde kalan trans tutuklu Coşkun, ameliyat başta olmak üzere haklarının engellendiğini belirterek 25 Ocak’ta ölüm orucuna başladığını açıklamıştı.

Coşkun’un eyleme başladığını duyuran İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği yönetim kurulu üyesi Arat da ölüm orucuna başladığını açıklamıştı.

Arat: Herkese sonsuz teşekkürler, zafer bizimdir

Arat, Coşkun’un tedavi, vegan beslenme ve ayrımcılık gibi konularda hapishane yönetimiyle görüştüklerini, süreci ortaklaşa yürütmek için uzlaşıya vardıklarını kaydetti.

LGBTİ aktivisti, Coşkun’un bu karar üzerine ölüm orucunu bir süreliğine durdurduğunu açıkladı. Coşkun, 27 gündür eylem yapıyordu.

Arat, Twitter hesabından, “Herkese sonsuz teşekkürler. Zafer bizimdir” başlıklı, Diren Coşkun’un açlık grevini bir süreliğine durdurmasına dair gelişmeleri aktaran bir yazı da paylaştı.

 

(Diken)

Ercan Kesal “Fındıktan Sonra” belgeselinde tarımsal emeğin değişimini anlatıyor

Yönetmenliğini Ercan Kesal’ın üstlendiği belgesel film Fındıktan Sonra’nın fragmanı yayınlandı.

Ercan Kesal ve Melek Mutioğlu Özkesen’in senaryosunu yazdığı, görüntü yönetmenliğini Metin Kaya’nın, müziklerini Serdar Ateşer’in yaptığı, Haluk Bilginer’in Bir Delinin Haykırışı tiradını seslendirdiği Fındıktan Sonra belgeselinde, Düzce’nin Çiçekpınar köyünün yıllar içerisindeki dönüşümü, köyün sakinleri ve mevsimlik işçiler üzerinden anlatıyor.

Filmin sinopsisi ise şöyle:

“İmeceden mevsimlik işçiye” bir köyün kapitalizmle imtihanı…

Düzce’nin Çiçekpınar köyünde geçen bir hikaye bu. 1930’lardan 2000’lere kadar gelinen süreçte tarımsal emeğin nasıl değiştiğini, köyün toplumsal yapısının nasıl dönüştüğünü, geçmişin işçi babalarının artık “patron” olmuş çocuklarının kendi mevsimlik işçilerine nasıl baktıklarına ve daha bir çok duruma dair bir belgesel…

Çiçekpınar köylüleri fındıktan önce kendilerine yeten, dayanışmacı, komünal bir toplumsal formda yaşarken, fındıktan sonra herkesin kendi işinden sorumlu olduğu ve hiyerarşik olarak örgütlendiği bir toplumsal forma nasıl geçiş yaptıklarını gösteren bir film bu. Aynı zamanda, küçük bir köyde yaşanan minyatür bir prekapitalizmden kapitalizme geçiş hikayesi.

‘’İnsan için ekonomi’’ derken, “ekonomi için insan’’a dönüşen hayatımızın mikro düzeyde çarpıcı bir örneği. ‘’Neşeli bir hayat için gerekli olandan daha fazlasını üretmeme niyetinden vazgeçmiş’’ bir köy halkının zamanla başına gelenler.

Fındıktan Sonra, Mart ayında 17. Boston Turkish Film Festivali ve 23. Nürnberg Türk-Alman Film Festivali’ndeki gösterimlerinde ilk defa izleyici ile buluşacak.

Fındıktan Sonra/Gone with the hazelnuts / 2018/ Belgesel/ Türkiye / 40 dak / Renkli / Türkçe
Poyraz Film

Yönetmen: Ercan Kesal
Senaryo: Melek Mutioğlu Özkesen, Ercan Kesal
Görüntü Yönetmeni: Metin Kaya
Yapım Koordinatörü: Sinan Yusufoğlu
Kurgu: Adil Yanık
Müzik: Serdar Ateşer
Seslendirme: Haluk Bilginer
Ses Tasarımı: Çağlar Yeşilay
Fragman: Doruk Kaya
Afiş: Gül Türkmen

***

Hikayenin Kahramanları
Resmiye Mutioğlu, Sezgin Muti, Fikret Yapıcı, İzzet Mutioğlu, Beratiye Mutioğlu, Basri Mutioğlu , Hatun Mutioğlu, Ahmet Mutioğlu, Yaşar Mutioğlu, Yunus Mutioğlu, Faris Kartal, Sabire Kartal, Faris Kartal, Esma Kartal, Gülbaran Kartal, Melek Mutioğlu Özkesen

 

(TSA)

Toplum inşasında ahlak çöktü, yapı paydos, dağılalım arkadaşlar – Menekşe Kızıldere

Günlerdir yoğun bir şekilde çocuk istismarı haberleri ile sarsılmaktayız. İnsanın kanını donduran dehşeti burada irdelemek arzusunda değilim fakat çökmekte olan ahlakın eşitlikle ve dahi toplumsal cinsiyet eşitliği ile nasıl da ilgili olduğunu bu vahşete karşı idamın konuşulduğu, pedofilinin iki yetişkinin kendi rızasıyla yaşadığı cinsel ilişki ile bir tutulduğu şu günlerde kafası karışıkların gözüne gözüne sokmak gerektiğini düşünmekteyim. Böyle konularda temel kavramlarla başlamakta fayda var. Bir toplumda eşitliğin olmadığı koşullarda, toplum olmaktan nasıl çıkıldığı ve ahlakın çöküşe doğru nasıl gittiğini toplumun içinden bireyler olarak düşünelim. Bu yazı bir uzman yazısı değil. Bu konuda bir hukukçu veya bir psikoloğun/psikiyatrın vereceği kritik bilgileri elbette veremem. Fakat tam da toplumun içinden bir birey olarak, eşitlik talep eden bir kadın olarak şahit olduklarımı ve gözlemlediklerimi aktarmayı arzu ediyorum ve bu tartışmayı toplumun içinde bireyler olarak bir de bu açıdan ele alın demek istiyorum.

Türk dil kurumuna göre istismar kelimesinin anlamı şu; “ İstismar etmek, bir kişinin ya da kişilerin iyi niyetini kötüye kullanarak yararlanmak, bir düşünceyi kötüye kullanarak zarar vermeyi hedeflemek, karşısındakinin kendi rızası olmadan ve iradesini dikkate almadan sömürmek gibi anlamları içerir.” İstismara uğrayanın rızası ve iradesi olmadığını TDK açık bir şekilde bildirmiş. İrade ortaya koyamamanın temelinde de güç ilişkisi yatmakta. Psikolojik ya da fiziksel üstünlüğü olanın daha zayıf olanı sömürmesi istismardır. İktidarı elde edenin gücünün yettiğini kendi çıkarları doğrultusunda ezmesi istismardır.

İstismar kavramı içine birçok eşitsizlik giriyor bu durumda. Irk, cinsiyet, sınıf eşitsizlikleri istismara sebep olabilir demek pek de yanlış sayılmaz. Politik olarak milliyetçi duygular kullanılarak çok uluslu bir ülkede bir halk ezilmeye çalışılıyorsa bu milliyetçi ve ulusalcı fikirlerin politik olarak istismarıdır. Dini duygular kullanılarak kadınlara haklarını sınırlayacak derecede baskı yapılıyorsa bu din istismarıdır. Cinsiyet, eşit hakların önünde bir koşul olarak görülüp bir cinsiyetten insanların hakları gasp ediliyorsa bu toplumsal değerlerin ve hak gaspına uğrayan bireylerin istismarıdır.

Fikirler, bireyler, din ve toplumsal değerler hem istismar öznesi olabilir hem de istismar aracı. Değişmeyen tek şey iktidarı olanın arzuları ve çıkarlarıdır. Buna İran’da erk iktidarlarını korumak için devletin kadınların din adı altında insan haklarının gasp etmesi de örnek verilebilir bir yetişkinin korunmaya muhtaç küçük bir çocuğu psikolojik, fiziksel veya cinsel olarak kendi arzuları için istismar etmesi de örnek verilebilir. İktidarını korumak sadece bir kişinin veya grubun çıkarı ve arzusu olabilirken, çocuğa yönelik yetişkinin rezil emelleri de tek kişinin çıkar ve arzusudur. İki durumda da istismara uğrayanın rızası ve iradesi yoktur. Aslında denklem çok zor değil. Ahlaki çöküş bir zincirleme reaksiyondur. Bir şeylere göz yumdukça hep daha da beteri olmaktadır. Nasıl ki bir çocuk istismarı vakasında çocuğun sesine kulak vermemek, görmezden gelmek istismarcıyı koruyorsa, toplumda da eşitsizliklere ses çıkarmamak ve bunun hesabını sormamak da eşitsizliği sağlayan iktidara (toplumu yönlendirme gücü bulunan herhangi bir odak) sınırsız güç tanımaktır.

Bu göz yumma hali neyi getirir sizce? İstismarın sistemleşmesini. Fail korundukça başvurulan kolluk kuvveti de, hukuk da, hastane de, okul da faili korumaya meyilli olur. Düzen eşitsizlik üzerine kurulduysa hele ki iktidarın erkeklerin doğal hakkı olduğu gibi zehirli bir fikirle yoğrulmuşsa toplumda tabiî ki gidilen her kapı, aileyi korumak, itibarı korumak hatta toplumu korumak adına failin erkekliğini canla başla korur.

Kocasından şiddet gören kadını aileyi korumak adına kendisini istismar eden kocasının yanına gönderen sistem tabiî ki çocuğu da aileyi ve itibarı (babanın, öğretmenin… ekseriyetle erkeğin)  korumak adına görmezden gelecek, ne bekliyorsunuz?

Kadınların aile içindeki döngüsel şiddetine seyirci kalıp bir de cinayetini aşk ve kıskançlık yalanı olarak manşetlere taşıyan sistemin 15 yaşından küçük yüzlerce kız çocuğunun hamile kalmasına, evlendirilmesine müsaade etmemesini beklemeyin. Nihayetinde fakir ailelerden gelen erkek çocuklarının da istismar edilmesine aynı sebeplerden göz yumulur. Üç yaşındaki çocuğun da istismar edilmesine göz yumulur. Hesap sorulmaz, ceza verilmez ve tıpkı şiddet gibi istismar da bir döngüye girer ve sistemleşir. İzninizle bunun adını toplumdaki duyarsızlık sistemi koyuyorum. Denklem açık; bir ırkı ezersiniz, kadınları ezersiniz ve çocukları bu zincire kurban edersiniz. Çünkü hep daha beteri olurken hep daha zayıf olana doğru iner bu zulüm. Bu yüzden ırkçılıkla başlayan eşitsizlikten rahatsız olmamama hali, cinsiyetçilikle devam edip duyarsızlıkla son bulabilir. Medya, hukuk, sağlık ve eğitim sistemi ve nihayetinde biz bireyler bu duyarsızlık sisteminin birer parçası oluveririz günün sonunda.

Bunun bir parçası olmayı arzu eder misiniz? Cevabınız hayırsa şu soruları da bir yanıtlayın derim; Kendimi kimlerden üstün ve ayrıcalıklı görüyorum? Bir birey olarak şahit olduğum hangi tür eşitsizlik veya zulüm beni rahatsız etmiyor veya sessiz kalmayı tercih ediyorum?

Burada ben de bir birey olma hakkından mütevellit için diğer bireylere senli benli samimi bir şekilde sormak istedim. Uzman olsam yapamazdım. Örneğin bir toplu taşıma aracında bir kadın şiddet gördü veya taciz edildi bunun karşısında ne hissediyorsun, ne yaparsın? Bir arkadaş ortamında arkadaşların Kürtçe konuştuğu için veya aksanı olduğu için biri ile alay ediyor ya da hatta şiddet uyguluyor tepkin ne olur? Tüm bunlar senin ve birçok insanın umurunda bile değilse birinci derecede çevrende veya iş yerinde bir çocuğun çizdiği bir resimden, anlattığı bir hikâyeden derdini anlaman pek olası değil. Duyarsızlık insanın algısını da felç eder. Eşitsizlik karşıtı olmanın ayrımı da olmaz. Zayıf olanı ve zulme uğrayanı dert ediyorsan bunun ırkını, cinsiyetini, sınıfını, yaşını seçmezsin. Bir noktada ayrım kaygın varsa başa döndün demektir. Bir şekilde bu sistemin bir parçası oluyorsun demektir. Olma!

Kime göre neye göre ahlak? Evrensel olan mı, din temellisi mi, genel ahlak mı… Nedir bu ahlak? Sezen Aksu’nun ‘Namus’ şarkısında her yerde aradığı ama bulamadığı şey mi bu? Çetrefilli bir konudur. Değme devrimciler bile ahlak kıskacından fikirleri ile kaçıp kurtulamazken biz sıradan bireyler için zor bir konu. Dünyada devrim yapacak görüşlerini ortaya atarken, ahlak ve toplum için çerçeveli görüşleri olan Hegel’in etkisinden kurtulamayan Karl Marx bile kaçamamış ben nasıl yanıtlayayım?

Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve Karl Marx

TDK çok kısa şöyle tanımlıyor “Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları”. Bu durumda işin için toplum kavramı giriyor. Bu konu da karışık. Toplum ne? Bir devletin halkaları da toplum, bir kasabadaki küçük çevre de toplum, dünyadaki tüm Instagram ve Twitter kullanıcıları bile yer yer tek toplum olabiliyor. Toplumun ne olduğunu boş bırakarak, toplum olabilmeyi ele almak isterim. TDK’ya göre bir ahlak düzeni için önce toplum olmak gerek. Ahlakla sınandığımız şu günlerde toplum muyuz biz diye sormak geliyor içimden. Bir toplum olmak için olmazsa olmazların başında eşitlik gelmek de zira. Sağlıklı bir toplumun kalbinde toplumsal cinsiyet eşitliği var. Dikkat ederseniz. Bu melun çocuk istismarı haberlerinden önce kadına yönelik şiddet haberleri infial yaratacak derecede arttı. Birçok yerde çocuğun ve kadının istismarı iç içe. Sınıf ve ırk kavramaları da tuzu biberi olmaktadır. Göçmenlik veya yoksulluk gibi durumu daha da vahimleştiriyor.

Ne nedir ayrı bir konu fakat ben eşitlik talep eden bir kadın olarak bu zincirleme reaksiyonu görebiliyorum. Yalnız da değilim. Toplum inşa edilirken bir yerlerde bir hata yapılıyor galiba, ‘eşitlik’ eksik. Bu sebepledir ki ahlak çöküyor. Herkes tedbirini alsın.

 

Menekşe Kızıldere

Kadın mühendis/iklim aktivisti

Belçika’da kurulan Hayvan Partisi parlamento seçimlerinde yarışacak

Belçika politik hayatına ‘Dier Animal’ ismi ile yeni bir parti daha katıldı.

Dier Animal/ Hayvan Partisi Belçika parlamentosunda diğer partileri baskı altına alarak hayvan hakları konusunda ilerleme sağlamaya çalışacak.

Kurucularının “fedakarlık, merhamet, saygı ve etik değerler” ile tanımladığı Dier Animal/ Hayvan Partisi ilk olarak 2019 yılında yapılacak olan bölge ve federal parlamento seçimlerinde yer alacak.

İki dilli ulusal bir parti olarak 6 hayvansever tarafından kurulan parti, Belçika’da ekim ayında yapılacak olan yerel seçimlere katılmayacak ancak 2019’daki federal ve bölge seçimlerinde meclise girmeyi hedefliyor.

DierAnimal kurucuları, Belçika Anayasası’nda hayvan haklarının yer alması ve hayvanların deneylerde kullanılmasının yasaklanmasını istiyor.

Ayrıca sağlıklı, sürdürülebilir, insan ve hayvanın doğasına uygun bir tarım politikası için çalışacak.

Sürdürülebilir orman politikası da çalışmaların merkezinde yer alıyor.

Dün Brüksel Basın Merkezi’nde partinin kuruluşunu duyuran Peter Verhaegen, Jessy Maes,Giuseppe Polito, Constance Adonis, Larissa Baudlet ve Iman Hassanzadeh; mecliste hayvan haklarını birincil ve sürekli gündemde tutarak, klasik partiler zorlamayı planlıyor.

Parti temsilcileri yaptıkları açıklamada “Ülkemizde iki bakan ve hayvan refahından sorumlu bir devlet sekreteri olmasına rağmen, geleneksel partileri baskı altına alan ‘kölelik karşıtı’ bir hayvan partisine ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Aslında bir skandal, örneğin bir mezbahadaki hayvan suistimalinin gizlice kaydedilip kamuoyuna gösterilmediği sürece, hayvan hakları konusunda hiçbir şey yapılmıyor” dedi.

 

 

(Binfikir, CBW.ge)

Türkiye’nin dağıtacak koyunu yok – Ali Ekber Yıldırım

Bu yazı tarimdunyasi.net sitesinden alındı

Memlekette koyunculuk yapmaya meraklı ne kadar çok kişi varmış. Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba, “köye dönene 300 koyun vereceğiz, sigortasını ödeyeceğiz ve asgari ücret vereceğiz” dedi. Şehirde yaşayan binlerce belki yüz binlerce kişi köye dönmek için bu açıklamayı bekliyormuş gibi hazırlıklara başladı.

Tarım teşkilatlarını, bizleri arayan koyun meraklıları devletin” bedava” vereceği koyunları nereden alacaklarını soruyor.

Koyunların bedava olmayacağını, herkese verilmeyeceğini söylediğimizde küfürü yiyen biz oluyoruz.

Sadece üreticinin değil, bakanlığın da kafası karışık. Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba önce şehirden köye döneceklere koyun vereceklerini açıkladı. Sonra yanlış anlaşıldığını, öncelikle köyde,kırsalda oturanlara verileceğini söyledi.

İster kentten kırsala,isterse kırsalda oturana verilsin, koyun dağıtılacak denilince bu işi bilen bilmeyen herkes sıraya girdi. Koyunla keçiyi ayırt edemeyenler bile “bende istiyorum” diyor.

Koyun projesi neden bu kadar ilgi gördü?

Öncelikle, son yıllarda kömür,makarna,süt,sosyal yardımlar o kadar yaygın hale getirildi ki, toplum “bedava” bir şeyler almaya alıştırıldı. Bedava 300 koyunu duyan “bende istiyorum” diyor.

İkincisi,yoğun işsizlik nedeniyle herkes asgari ücretli, sigortalı bir işi olsun istiyor. Yılarca, doğduğu topraklara dönmeyi hayal eden birisi için, “bedava 300 koyun, artı iş, artı sigorta” gerçekten kaçırılmayacak bir fırsat olarak görülüyor. Yani işin cazibesi bedava olması,sigorta ve asgari ücret garantili olması.
Oysa, işin gerçeği çok farklı.

Verilecek koyunlar bedava değil. Köyde de olsanız, şehirde de olsanız bu projeden yararlanmanız için banka kredisi karşılığında ipotek verecek kadar toprağınızın, gayrimenkulünüzün olması gerekiyor. Ayrıca koyunları koyacak ağılınızın olması gerekir. Toprağınız ve ağılınız varsa, devletin size temin edeceği 300 koyunu bedava değil, kredi karşılığında alabilirsiniz. Damızlık koyun fiyatı ortalama 1000 lira olduğuna göre minimum 300 bin lira kredi ile koyun alabileceksiniz. Diğer giderler hariç.

Dikkat edilmesi gereken bir başka önemli nokta, koyunculuk yapmak isteyenler köye dönmek için çok acele etmesin. Çünkü, bu proje ile isteyen herkese koyun verilemeyecek. Toplam 500 bin koyun verileceği açıklandığına göre, 300 koyun projesinden sadece 1667 kişi yararlanabilecek. Yani milli piyangodan biletinize ikramiyenin isabet etmesi kadar şansınız var.

Koyunlar nereden alınacak?

En önemlisi, dağıtılacak 500 bin baş damızlık koyun nereden temin edilecek? Cinsi, kalitesi,fiyatı ne olacak? Türkiye’de bu kadar koyun var mı?

Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 2016’de 30 milyon 983 bin baş olan Türkiye koyun varlığı, 2017’de 33 milyon 677 bin başa ulaştı. Bunun 2 milyon 420 bin başı merinos, 31 milyon 257 bin başı yerli ırklardan oluşuyor.

Hükümetin 300 koyun projesini uygulayacak Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün 8 Kasım 2017 itibariyle 161 bin 915 koyunu var. Bunların hepsini bu proje kapsamında verseler bile yetmiyor.

Genç Çiftçi Projesi kapsamında 2016 yılında 2 bin 680 proje kapsamında 107 bin 200 küçükbaş hayvan dağıtımı yapan Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü, 2017’de 121 bin 952 küçükbaş hayvan dağıtımı yapacağını ilan etmişti.

Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü, kendi kaynaklarından hayvan temin edemediği için iç piyasadan sağlamaya çalıştı. Fakat, iç piyasadan da bu kadar koyun temin edilemediği için bir bölümü ithal edildi. Ortalama 100 bin koyunu temin edemeyen Tarım işletmeleri genel Müdürlüğü 500 bin baş koyunu nasıl temin edecek?

Türkiye’nin 33 milyon 677 bin baş koyunu olsa da bu proje kapsamında dağıtacak 500 bin baş damızlık koyunu ne yazık ki yok. İç piyasadan koyun almaya başlandığı anda fiyatlar hızla artar. Bakan Fakıbaba’nın açıkladığına göre fiyat artarsa hemen ithalat yapılacak.

Koyun ithalatına 37 milyon dolar

Sadece 2017 yılında, Türkiye, 41 bin 459 baş damızlık koç ve koyun ithalatı yaptı. Bunun karşılığında 5 milyon 269 bin 748 dolar döviz ödendi. Bir yaşından küçük,damızlık olmayan 162 bin 956 bin baş kuzu ithalatı için 19 milyon 32 bin 265 dolar ödendi.Damızlık olmayan 76 bin 254 bin baş koyun ithalatına da 13 milyon 11 bin 220 dolar ödeme yapıldı.

Toplamda 2017 yılında, 280 bin 669 baş damızlık veya damızlık olmayan koyun,koç ve kuzu ithalatı gerçekleştirildi. Bunun karşılığında 37 milyon 313 bin 253 dolar ödendi.

Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın 300 koyun projesi kapsamında dağıtılacak 500 bin baş koyunun çok büyük bölümü ithalatla karşılanacak. Dolayısıyla koyun yetiştiriciliği desteklenecek diye seviniyoruz. Oysa, bu proje ile bedava koyun alacağını sanan çiftçilerimiz bankaya borçlandırılarak başka ülke çiftçilerine destek sağlanacak. Başka ülkelerin koyun yetiştiricileri bu işe daha çok sevinecek.

Özetle, devletin görevi koyun veya inek dağıtmak olmamalı. Hayvancılık yapılacak ortamın ve çiftçinin para kazanması sağlanmalı. İthalatla değirmen suyu dönmüyor. İthalat mevcut üretimi de yapılamaz hale getirir.

Ali Ekber Yıldırım – tarimdunyasi.net

Direnişin ikinci yıldönümünde Cerattepe – Cemil Aksu

Bu yazı artvinden.com/ dan alınmıştır

Cerattepe direnişinin yıldönümü bu hafta…

İki yıl önce, adeta lokal bir darbe yapıldı. Artvinlilerin 25 yıldır şirketlere kapattığı Cerattepe yolu, iktidarın gözde işadamı Mehmet Cengiz’e açıldı. Üç gün boyunca bedenlerini ortaya koyarak direndi Artvinliler, hiç beklemedikleri polis-asker şiddeti karşısında. “Artvin’den vatan haini çıkmaz” sözleri Artvinlileri “vatan haini” muamelesi görmekten kurtaramadı. Bir şirket için Artvinlilerin iradesi, onuru ezildi. Artvin hala “sıkıyönetim” ile yönetiliyor.

Cerattepe direnişinin ikinci yıldönümüne yaklaşırken iki farklı gelişmeye tanık olduk. Birincisi, CHP eski İl Başkanının şirketle uzun bir süredir işbirliği içinde olduğu açığa çıktı. Artvin küçük esnafı şirkete, çalışanlarına boykot uygularken İl Başkanına ait olan şirket, Cerattepe’nin katillerine beton satışı yapıyormuş meğer. Kabul etmek gerekir ki, Cerattepe mücadelesinin önderliğini CHP yaptı. İl başkanı düzeyindeki bir kişinin Cerattepe’ye ihaneti, bu harekete yapılan en büyük darbedir. Artvinlilerden, şirketle işbirliği yapanlara karşı sosyal dışlama, iş vermeme/almama şeklinde tavır almaları için çağrıda bulunurken, “içimizden biri” ve önemli bir görevde bulunan birinin “ihaneti” mücadele edenlerin samimiyetini zedeledi ve karşı taraf da bu durumu fazlasıyla kullanıyor.

CHP bu “Cerattepe haini”ni il başkanlığından istifa ettirdi. Ama hala o cenahta, üstelik Yeşil Artvin Derneği’ni hedef göstererek, siyasi faaliyetlerine devam ediyor. Direnişin ikinci yılında, bu “ihanet”le yüzleşmek, halka doğru anlatmak ve şirketle işbirliği yapanlara karşı net tavır alınmadan, bir adım ileri gidemeyeceğimiz ortada.

İkinci gelişme ise, Murgul’la beraber Cerattepe’deki işçilerin maaşlarına zam ve ikramiye talebiyle greve gitmeleri oldu. Greve giden işçiler Yeşil Artvin Derneği’nden yardım talebinde bulunmuş! Nerden baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça… Cerattepe’de çalışan işçilerin, direnen Artvinlilere nispet yaparak sosyal medya hesaplarından temiz iş elbiseleriyle madende çektikleri selfi paylaşımları akıllarda hala. Fakat mesele bu kadar değil elbette.

Cerattepe’deki madene beton verdiği söylenen CHP Artvin İl Başkanı: Hisselerimi amcaoğluma devrettim
Artvinlilere ve herkese bu doğa düşmanı projeler iş-aş kapısı olarak reklam edildi, ediliyor. Ama bir kez daha görülmüştür ki, ülkemiz ve dünya, bugün ve gelecek, insanlar ve tüm canlılar için hayati önemi olan Cerattepe gibi bir doğa alanını yok etmeyi göze alanlar üç-beş işçinin yaşam koşullarıyla mı dertlenecekler! Elbette hayır. Cerattepe’de maden çıkarmak için birçok ilden asker-polis sevkiyatı yapan, karakol kurdurup aylarca Kafkasör’de nöbet bekletirken, üç paralık kişilere dernek kurdurtarak, kendine yandaş gazeteci satın alarak kamuoyu çalışması yaptırırken, birçok faaliyete sponsorluk yaparken her şeyi göze alan devlet-şirket, zam talebi karşısında hemencecik işçileri kapı önüne koydu. Varsın gerisini de, şirkete güvenip işe başlarken selfie çektirip Artvinlilere nispet yapan işçiler ve iş için sırada bekleyen diğerleri düşünsün…

Bizimse, yani hala şirketi Cerattepe’den söküp atacağına inanan “üç beş ağacı kurtarmak” peşinde koşan hayalperestlerin, direnişin ikinci yılında düşüneceğimiz başka şeylerimiz var. 25 yıllık bir mücadele nasıl oldu da, yenildi, nerede yanlış yapıldı, şimdi yürünmesi gereken yol nedir, yapılması gereken işler nelerdir? Düne kadar içimizdeki sorunları dile getirmekten imtina ettik, esas düşmana güçlerimizi yöneltmeyi ilke edindik. Fakat bu yaklaşımın da aslında anti-demokratik, özgüvenden yoksun bir yaklaşım olduğunu kabul etmek gerekir. Yerinde, zamanında ve doğru tarzda yapıl(a)mayan (öz)eleştiri, düşmanı güçlendirir, bizi zayıflatır.

Bu yazı artvinden.com/ dan alınmıştır

 

 

Cemil Aksu

Alisa Agafonova ile Alper Uçar 2018 PyeongChang Kış Olimpiyatları finalinde

2018 PyeongChang Kış Olimpiyatları‘nda artistik buz pateninde Türkiye’yi temsil eden Alisa Agafonova ile Alper Uçar, buz dansı serbest programda yarışmaya hak kazanmıştı.

Güney Kore’nin PyeongChang kentinde düzenlenen oyunların 11. gününde, artistik buz pateni serbest programda mücadele eden Alisa Agafonova ile Alper Uçar ikilisi, piste çıktı.

Çift toplam 147.18 puanla 19. sıranın sahibi oldu.

Artistik buz pateninde yarışan Alisa Agafonova ile Alper Uçar, Türkiye’nin Kış Olimpiyatları tarihinde serbest programa yükselen ilk buz dansı çifti oldu.

Altın madalya Kanada’nın

Kanada’dan Tessa Virtue ile Scott Moir 206.7 puanla altın madalyaya ulaştı.

Fransız Gabriella Papadakis-Guillaume Cizeron çifti 205.28 puanla gümüş, ABD’li Maia Shibutani-Alex Shibutani ikilisi ise 192.59 puanla bronz madalya elde etti.

Reuters’tan “muhafazakar kıyafet” haberi

Bu arada Reuters haber ajansı, Agafonova’nın ‘görece olarak muhafazakar kıyafetlerini’ haber yaptı.

Fransız sporcu Gabriella Papadakis’in dün pist üzerindeyken kıyafetinin kopçasının kopması nedeniyle yaşadığı zor anların hatırlatıldığı haberde Uçar- Agafanova ikilisinin önceliğinin ‘aynı kaderi paylaşmamak’ olduğu yazıldı.

Reuters’e konuşan ve Agafonova’nın kıyafetlerini kendi tasarladığını söyleyen Uçar “Tasarım aşamasında Alisa için en önemli nokta, kıyafetin güvenli olması” dedi.

Bununla birlikte haberde, ikilinin kıyafetlerinin ‘eski Mısır’dakileri andırdığı’ ve diğer tüm sporcular içinde Uçar- Agafonova ikilisinin kıyafetlerinin en kapalı kıyafetlerden biri olduğuna vurgu yapıldı.

Alper Uçar, Gençlik ve Spor Bakanı Dr. Osman Aşkın Bak ve Alisa Agafonova

Alper Uçar: Kıyafet konusunda baskı yok, biz demokratik bir ülkeyiz

Türkiye Olimpiyat Komitesi’nin kıyafet konusunda kendilerine herhangi bir direktif vermediğini söyleyen Uçar da şöyle devam etti: “Türkiye bir yakası Avrupa’da, bir yakası Ortadoğu’da olan bir ülke. Çok kültürlü bir ülkeyiz, geleneksel tasarımlarımız genelde çok beğeniliyor. Biz demokratik bir ülkeyiz, o yüzden bu konuda üzerimizde herhangi bir baskı yok. Bizi hep desteklediler, bu yüzden buradayız.”

 

(Sputnik News)

Fransa ülke çapında gezen tavuk yumurtacılığına geçiyor

Fransa Tarım Bakanı Stephane Travert, ülkesinin 2022’den itibaren açık havada beslenen tavuk yumurtacılığına geçeceğini belirtti.

Travert, tarım alanında çalışan bazı derneklere ziyaretinde yaptığı açıklamada, 2022’den itibaren kafeste beslenen tavuklardan elde edilen yumurtaların satışının yasaklanacağını bildirdi.

Bakan, aynı yıl, tavukların açık havada beslenmesinin zorunlu hale getirileceğini ifade etti.

Ulusal basında yer alan haberlerde, bu uygulamanın yumurtalı ürünler için geçerli olmadığı belirtildi. Buna göre kafeste beslenen tavukların yumurtaları, sadece yumurtalı ürünlerin yapımı için kullanılabilecek.

Fransa’da yumurtaların yüzde 68’inin kafeste beslenen tavuklardan elde edildiği kaydedildi.

YouGov araştırma şirketinin anketine göre, Fransızların yüzde 90’ı tavukların açık havada beslenmesi gerektiğini düşünüyor.

Fransa’nın, yıllık 14 milyar euro gelir ile Avrupa’nın en çok yumurta üreten ülkesi olduğu belirtiliyor.

Kafeste beslenen tavuklardan elde edilen yumurtaların satışının yasaklanması ve tavukların açık havada beslenme zorunluluğu Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un seçim vaatleri arasında yer almıştı.

 

(Bloomberght)

Mezbahaya götürülürken kaçan inek yüzerek ulaştığı adaya yerleşti

Polonya’da mezbahaya götürülmek üzereyken kaçan bir inek, bir çiti yıkıp, yakındaki bir gölde bulunan adaya yüzerek hayatta kalmayı başardı. Kaçak inek, son bir kaç haftayı ülkenin güneyindeki Nyskie Gölü’nde bulunan adalarda geçirdi.

İneğin sahibi, yakalama girişimleri sırasında hayvanın başka yerlere yüzerek kaçması üzerine yakalama çabasından vazgeçti. İneğin vurulması çağrılarına şiddetle karşı çıkılırken, yerel bir siyasetçi “kahraman ineği” kurtarmayı görevi haline getirdiğini ifade etti.

Polonyalı haber sitesi Wiadomosci’ye göre her şey ineğin mezbahaya götürülürken bir kamyona yüklenmeye çalışılmasıyla başladı. Sahibinin ineğin uyuşturulması gerektiğini söylemesine rağmen, bu tavsiyesine uyulmadı ve hayvan kaçmayı başardı. İnek kaçışı sırasında metal bir çiti yıkıp geçti ve bir çiftlik çalışanının kolunun kırılmasına ve kaburgalarının darbe almasına yol açtı.

Nyskie gölünün kıyılarında görülünce, yakalanmaktan kaçmak için elinden geleni yaptı. Sahibi “Suyun altına bile daldığını gördüm” dedi. Adı sadece Bay Lukasz diye verilen ineğin sahibi, hayvanı yakalamaktun umudunu kesince, ineğin yaşadığı adaya yem bırakmaya başladı.

Siyasetçilerden övgü: Tüm vatandaşlarımız bu denli kararlı olsa

Son olarak itfaiyecilerin bir botla adaya gidip yakalama girişimiyse, ineğin adadaki bir başka çıkıntıya 50 metre yüzmesi üzerine boşa çıktı.

Yerel siyasetçi Pawel Kukiz, Facebook’taki paylaşımında “Tüm vatandaşlarımız bu kadar kararlı olsaydı, Polonya çok daha müreffeh bir yer haline gelirdi” dedi.

Daha önce de Hollanda’da Hermien adlı bir inek mezbahadan kaçıp, altı hafta boyunca bir ormanda yaşamıştı. Bölge halkı Hermien’e bir çiftlikte bakılması için para toplamıştı.

2011’de de Alman hayvan hakları savunucuları, Yvonne adlı kaçak bir ineği bir boğayı kullanarak yakalamış ve bir çiftliğe yerleştirmişlerdi.

 

(BBC Türkçe)