Ana Sayfa Blog Sayfa 2889

Erkek çocukları arızalı ve ben yardım etmek istiyorum – Michael Ian Black

New York Times‘da  Michael Ian Black imzası ile yayınlanan makaleyi  Yeşil Gazete ekibinden Özde Çakmak‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Eskiden anlattığım şöyle bir kısa fıkram vardı: “Erkek bir arkadaşınızı bozmak isterseniz eğer, restoranttayken, ona sipariş edeceği herşeyi sorun ve garson gelince… onun adına sipariş verin.” Komik zira bir erkeği erkekliğinden yoksun bırakmak bu kadar kolay olmamalı – ama öyle.

Geçen hafta, çoğu yeniyetme, 17 kişi Florida’daki bir okulda vurularak öldürüldü. Marjory Douglas Stoneman High School şimdi Sandy Hook, Virginia Tech, Columbine ve Amerikan katliamının çok sayıda diğer bölgesindeki saflara katıldı. Bu silahlı okul baskınlarının ortak yönü nedir? Silahlar, evet. Ama aynı zamanda da, erkek çocukları. Tetiği çekenler kız çocukları değil. Erkek çocukları. Hemen her zaman erkek çocukları.

ABD’nin erkek çocukları arızalı. Ve bu bizi öldürüyor.

Ülkedeki erkek çocukların arızası, halen bir sürü engelle karşılaşan fakat onlarla boy ölçüşmede giderek daha donanımlı bir şekilde dünyaya atılan kız çocukları ile tezat oluşturuyor.

Son elli yıl ABD’de kadın olmanın ne demek olduğunu yeniden tanımladı. Günümüzde kızlara her şeyi yapabilecekleri, her kimse olabilecekleri söyleniyor. Mesajı özümsediler: Performanslarıyla okuldaki erkek çocuklarını her seviyede aşıyorlar. Oysa sorun sadece performans değil. Günümüzde kız çocuğu olmak kadınlığın zorlukları, çok sayıda kadınlık biçimi ve ifadeleri hakkındaki onlarca yıllık sohbetin mirasçısı olmaktır.

Erkek çocukları ise geride bırakıldı. Onları toplumsal cinsiyetlerinin tam ifadesine yönlendirmeye yardım edecek eş değerde bir hareket olmadı. Artık “bir adam olmak” yeterli değil – artık bunun ne anlama geldiğini bile bilmiyoruz.

Çok sayıda erkek çocuk erkekliğin o aynı boğucu, modası geçmiş modelinde, erkekliğin güçle ölçüldüğü, zayıf düşürülmeden hassas olmanın yolunun olmadığı, erkekliğin diğerleri üzerinde iktidara sahip olmak ile ilgili olduğu o yerde köşeye sıkışmışlar. Kapana kısılmışlar ve kapana kısılmaları hakkındaki duygularını anlatacak bir dilleri bile yok, zira insani hislerin tüm skalasını ele almak için var olan dil hala duygusal ve feminen olarak görülüyor.

Erkekler tecrit edilmiş, kafaları karışmış ve doğaları ile ihtilaf içinde hissediyorlar. Çoğu bir zamanlar kendilerini tarif eden o özelliklerin – güçleri, saldırganlıkları ve rekabetçilikleri – artık istenmediğini ya da bunlara gereksinim duyulmadığını hissediyorlar; birçoğu ise en başta hiçbir zaman güçlü, saldırgan ya da rekabetçi hissetmedi. Nasıl olacağımızı bilmiyoruz ve korkuyoruz.

Oysa korkumuzu kabul etmek bile indirgenmek demek, çünkü korku, keder, duyarlık ya da bazen hepimizi ele geçiren günlük üzüntüye izin veren bir erkeklik modelimiz yok.

Tipik bir örnek: Birkaç gün önce, karşılığında nefret dolu yanıtlar alacağımı bile bile bu düşünceler ile ilgili olarak Twitter’da kısa bir zincir yayımladım. Erkekliğime dil uzatan düzinelerce mesaj aldım, içlerinden en hafifi bana “soya çocuğu” (muhafazakar kesimde soya alımını ostrojene bağlayan yaygın bir hakaret) dedi.

Böylelikle kendini kaybolmuş hisseden ama tamamen maskülen benliğini de korumak isteyen adamın iki seçeneği var: geri çekilme ya da öfke. Geri çekilme ve öfkenin neler yapma potansiyeli olduğunu gördük. Silahlı okul baskınları yalnızca trajedilerin en aleni olanlarıdır. Diğerleri, daha küçük çapta, günlük olarak ülkenin dört bir yanında gerçekleşir; nişancılar arasındaki bir diğer ortaklık kadınlara yönelik istismar geçmişidir.

Açıklayıcı olmak gerekirse, erkeklerin çoğu asla şiddete başvurmayacaktır. Çoğu erkek arıza çıkarmayacaktır. Çoğu, hiçbir tahribata kalkışmadan, duygularının derin sularını yönetmeyi öğrenecektir. Çoğu büyüyüp nazik olacaktır. Ama birçoğu değil.

Genç bir adamın neden diğerlerinin yaşamını sonlandırmaya karar verdiğini muhtemelen hiçbir zaman anlamayacağız. Fakat en azından bir model görebiliriz ve bu model apaçık ortadadır. Erkek çocukları.

Erkek çocuklarına inanıyorum. Oğluma inanıyorum. Ama bazen, 16 yaşında, öfkesini bastırırken, endişesini sineye çekerken, bize ters giden şeyin ne olduğunu söylemeden merdivenleri paldır küldür çıkarken görüyorum onu ve nasıl hassas ve açık olunacağını ona göstermek istiyorum ama yapamıyorum. Çünkü bir zamanlar ben de bir erkek çocuktum.

Maskülenliğimizi kaybetmeden bir erkek olmanın ne anlama geldiğini açıklamanın bir yolu olmalı. Kendimizi erkekliğimizin zengin karmaşıklığına nasıl açacağımızı bilmiyorum. Sanırım son elli yıldır kız çocukları ve kadınların yapmakta olduğu aynı sohbetlerden yararlanırız.

Erkeklerin feminizmi bir ilham kaynağı olarak kullanmalarını isterim, feministlerin yurttaşlık hakları hareketini ilham kaynakları olarak kullandıkları gibi. Kestirme bir çözümü savunmuyorum. Öyle bir çözüm yok. Ama sohbeti başlatmak zorundayız. Erkek çocukları arızalı ve ben yardım etmek istiyorum.

 

Makalenin İngilizce Orjinali

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

 

Michael Ian Black

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Kreşendo: Bir Yokmuş Müzik, Bir Varmış – Eda Uysal

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Kreşendo: Bir Yokmuş Müzik, Bir Varmış

Milo, sesleri doğuştan duyamayan bir çocuktur. Müziğin bir zamanlar bolca olduğu fakat yeterli özenin gösterilmediği bir kasabada doğar. Müzik zamanla kaybolur fakat Milo için bu bir sorun teşkil etmez çünkü o müziği zaten duyamayacaktır. Dışarıdan  “yuvarlak, dörtgen, uzun, kısa nesneleri” toplayıp odasında sessizce onları kağıda çizer. Bir keresinde hurda ve eşya yığınlarının olduğu bir yerde küçük canlı bir şey bulur. Onu eve getirip günlerce özenle besler. Milo’nun sevgiyle ve ilgiyle beslediği şey acaba nedir?

İtalyan yazar Susanna Mattiangeli’ nin yazdığı Kreşendo, Felicita Sala’nın özgün resimleriyle hayat buluyor. Yumuşak renk geçişleri ve olay kurgusuna göre yapılan pastel tonlamalar kitabın temasıyla paralellik sağlıyor. Önemsenen, emek verilen her şeyin zamanla güzelleşeceğini kreşendo* gibi yükselerek çoğalacağını anlatan bu kitap farklılıkları farketme, empati yapabilme ve yaratıcılık yetilerini güçlendirme temalarını işliyor. Küçük ayrıntıların önemsenerek büyük değişimler yaratabileceği inancı aşılanıyor.

En son ne zaman çocuğunuzla güzel bir müzik dinlediniz? Ne zaman kendinizi müziğin rengarenk kollarına bırakıp beraber dans ettiniz? En son ne zaman bir şeyler için şikayet etmekten çok onu değiştirmek için çaba sarf ettiniz?

Çocuklarımızın ruhen ve fiziken yaralandığı, kötülüğe maruz kaldığı bugünlerde hepimizin biraz daha müziğe ve müziğin yarattığı huzurla ruhlarımızın beslenmesine ihtiyacı var. Müzikle yoğrulan, ilgi ve sevgi görerek doğadan kopmadan büyütülen çocuklar geleceğin büyükleri olduğunda da yine o müziği ruhlarında taşısınlar diye..Hep var olsun müzik!

* Bir müzik parçasında seslerin gittikçe en yüksek noktaya doğru güçleneceğini belirten harekete kreşendo denir.

Yazar : Susanna Mattiangeli

Resimleyen: Felicita Sala

Çeviren: Kemal Atakay

36safya

Elma Çocuk Yayınevi

5+

 

Eda Uysal

[Babil’den Sonra] 3×2 ile müzikli bir muhabbet

3X2 bir aile. Bildiğimiz şarkıları- ezgileri kendi deneysel üsluplarıyla yorumlamaya çalışan, besteleri de olan; her biri çeşitli koro geleneklerinden gelen ve dolayısıyla müzikte ( ve yaşamın her alanında) çok sesliliği seven- arayan; üretmek ve ürettikleri her şeyi paylaşmak isteyen; her şeye rağmen, her yeni güne umutla uyanan ve bu umudu beraberliklerine, müziklerine katık eden bir aile.Gruptaki kardeşlerden dördü ikiz kardeşler. Ruşen ve Osmancan Acet bunun dışında kalıyorlar. Ama diğer ikizler bunu pek de dert etmiyorlar! Mesleki tercihlerinde dördü mühendisliği, ikisi de hukuku seçmişler. Onları bir araya getiren müzik tutkuları.

Selim ve Kerim Altınok kardeşler grubun ikizlerinden. Asıl meslekleri hukuk. Onları 1990’lı yılların başlarında tanıma şansını bulmuştum. Asıl meslekleri hukuk olmasına rağmen çocukluk dönemlerinden beri müziği de tutkulu bir biçimde sürdürüyorlar. Avukatlık yaptıkları dönemde bir taraftan konservatuvar eğitimlerini de başarıyla tamamlamışlar. Aynı zamanda uzun yıllardan bugüne görme engellilerin hakları için de çabalıyorlar. Görme engelli arkadaşlarıyla yıllar önce bir koro kurmuşlardı. Bu koroyu kısa bir süre önce yeniden canlandırdılar. Mart ayı içerisinde koroyu Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde bir dinletiyle yeniden sevenleriyle buluşturacaklar. Altınok kardeşler yarım yüzyılı aşan yaşam hikâyelerini “Karanlığın Rengi Beyaz” kitabında anlattılar. Kitap kısa bir süre önce 5. baskısını yaptı. Altınok kardeşlerin bir de müzik albümleri var: Yaşadıkça. On parmaklarında on marifet taşıyan kardeşlerin satrançta da önemli dereceleri bulunuyor. Kardeşlerden Selim kısa bir süre önce Yeşil Gazete’nin Hafta Sonu ekinde “Gözlem” köşesinden yazılarıyla konuk yazar olarak yer lamaya başladı. Selim’in ufuk açıcı, keyifli yazılarını Yeşil Gazete’den okumanızı öneririm. Selim grupta mandolin çalıyor. Kerim de gitar çalıyor. Her ikisi de vokal yapıyorlar.

Altınok kardeşlerin 3×2 grubunun kuruluşunda da yıllardan beri süregelen müzikal deneyimleriyle önemli bir katkıları var. Grubun ilk adımı 2016 yılının başlarında ortak arkadaşları Salih’in onları Ruşen Can Acet ile tanıştırmasıyla başlamış. Sonra Ruşen’in kardeşi Osmancan da aralarına katılmış. Gruba en son Derya ve Deniz Ulkat kardeşler dâhil olmuşlar.

Ruşen Can Acet grubun ilk üyelerinden. Asıl mesleği mühendislik. Ama müzik onun için de çocukluğundan beri tutkuyla bağlandığı bir uğraş.  Ailede anne ve babalarından başlayarak saz çalma geleneği varmış. Çocukluğu Turgutlu’da geçmiş. İlkokul öncesi yıllarda o da bağlama öğrenmeye başlamış. Amcası İbrahim de yöreden türküler derleyen bir derlemeciymiş. Ortaokul yıllarında Uşak’ta yaşayan dayısının ona aldığı Karadeniz kemençesi ile çalgı tercihini yaylı sazlardan yana kullanmış. 3×2’de kabak kemane çalıyor ve vokal yapıyor. Çaldığı kemaneyi mühendislik becerilerini de kullanarak kendisi üretiyor. Ruşen Can Acet 2014’den bugüne Ruhi Su Dostlar Korosu’nda da korist ve kemane sanatçısı olarak yer alıyor.

Osmancan Acet de sazla başlayan yolculuğunda daha sonraki yıllarda vurmalı çalgılarda karar kılmış. Lisede edindiği davulu dokuz ay içerisinde ustaca çalmayı başarmış. İlk çalışmalarını evin mutfağında yapıyormuş. Babalarını 1999 yılında kaybetmişler ve daha çok annelerinin teşvik etmesiyle müzikle olan yolculukları bugüne kadar gelebilmiş. Osmancan bu gün gurubun müzikal tınısına, çaldığı Cajun (Kahon) ve bendir ile Doğu ve Batı müziklerinin tadını taşıyor. Osmancan da ağabeyi Ruşen gibi Ruhi Su Dostlar Korosu’nda korist ve vurmalı çalgılar sanatçısı olarak yer alıyor.

Derya ve Deniz Ulkat kardeşler de grubun ikizlerinden. Meslekleri mühendislik. Onlar da çocukluklarından beri birlikte şarkı söylüyorlarmış. Şarkı söylemenin onlar için bir yaşam biçimi, ruhlarını sağaltan, güzelleştiren bir uğraş olduğunda hem fikirler. Müziği varlıklarını teyit ettiğini, onlara söz söyleme şansını verdiğini düşünüyorlar. Şarkı söylemek dışında ortaokul yıllarında klasik gitara da başlamışlar. 3×2 çalgı çalma isteklerini yeniden tetiklemiş. Deniz bir süreden beri  basgitar öğreniyor. Derya da yan flüt öğrenmeye çabalıyor. Her ikisi de Ruhi Su Dostlar Korosu’nda korist olarak yer alıyorlar.

3×2’ nin onlar için kendilerini geliştirdikleri bir okul olduğunda hem fikirler. Henüz genç bir grup olmalarına rağmen oldukça geniş bir repertuvarları var. Halk şarkılarının çağdaş yorumları denebilecek müzik tarzlarının dışında repertuvarlarında örneğin Dede Efendi’den iki eser de var. Çok daha eski, daha farklı tarz ve dönemlerden eserleri de zaman içerisinde repertuvarlarına dâhil etmeyi düşünüyorlar. Repertuvar seçimini birlikte yapıyorlar. Daha çok, dinlemekten-söylemekten hoşlandıkları,  az bilinen eserleri bulup, açığa çıkarmaya; deneysel bir çalışma içerisinde onları yeniden düzenleyerek, kendilerine özgü bir tatla yeniden yorumlamaya çalışıyorlar.

Provalar genelde Selim ve Kerim’in, asgari stüdyo koşullarına da sahip olan evinde yapılıyor. Ses kayıtlarını da orada yapıyorlar.

Henüz bir albümleri yok ama bunu da düşünmüyor değiller. Önümüzdeki yaz sonu belki bu işe de girişirler. Bulabildikleri her fırsatta terkilerinde biriken şarkıları-ezgileri dinleyenlerine ulaştırmaya çalışıyorlar, küçük çaplı konserler yapıyorlar. Bu konserlerden birini bugün Kadıköy’de Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleştirecekler.Konserden önce 3×2 gurubu üyelerini cumartesi günü Açık Radyo- Babil’den Sonra programına konuk ettim. Keyifli bir muhabbet oldu. Programa A Capella söyledikleri nefis bir Ukrayna Halk şarkısıyla başladılar. Selim ve Kerim kardeşler bu şarkıyı 1980’de ilk kez Kızıl Ordu Korosu’ndan dinlemişler. Şarkıyı programda Kerim Altınok’un çok sesli düzenlemesiyle yorumladılar.  Sonra konserlerinden seçtiğimiz canlı kayıtları dinlettik. Bir de 25 Şubat 2014’de hayata veda eden Flamenko gitaristi Paco De Lucia anısına bir İtalyan halk ezgisini, “Tarantella” yı çalgılarıyla yorumladılar. Bu keyifli sohbeti kaçıranlar için programın kaydını aşağıda paylaşıyorum.

3×2 gurubu yaptıkları müzikle ve daha da önemlisi insanı hemen kucaklayıveren samimiyetleri, sıcaklıklarıyla tanımanız ve mutlaka dinlemeniz gereken bir grup. Yolları açık olsun.

 

Ercüment Gürçay

[Arada bir] Nazım’ın ayak izleri – Yaşar Özürküt

Sanırım 1985 yılının şubat ayıydı. Stockholm’de yaşayan Ressam İhsan Aydın’ın evine ziyarete gitmiştim.  Sandığından bir tomar mektup arasından, Nazım Hikmet’in el yazısıyla yazdığı: “Kardeşim, Malmen Otelinde 426 numaralı odadayım. Toplantılarımız -Dünya Barış Konseyi’nin toplantıları- otelin karşısındaki salonda yapılıyor. Arkadaşlara da haber verin. Gelin görüşelim. Hasretle. Nazım Hikmet” satırlarını görünce heyecanlandım. Sonra okşar gibi, satırlar üzerinde gezdirdim parmaklarımı. İlk kez, böylesine yakın oluyordum büyük ozana… Kendi el yazısıyla, orijinal bir mektuptu elimdeki. Yani o kâğıda Nazım’ın da elleri değmiş, duyguları satırlara yansımıştı.İkinci kâğıtta,  oğlu Memet’e Varna sahillerinden seslenişi vardı: “Karşıyalı memleket, Sesleniyorum Varna’dan, İşitiyor musun? Memet Memet” diyen ünlü şiirinden dizeler yer alıyordu. Kendi el yazısı ile yazılmış kâğıdın kenarında da 23.8.1958 tarihi düşülmüştü.

Bu tarih, Dünya Barış Konseyi’nin Stockholm’deki toplantısının tarihi idi. Nazım da bu toplantının delegeleri ve divan yöneticileri arasında idi. Belli ki, Stockholm’e geldiğinde, buradaki Türkiyeli aydınlarla da görüşmüş. Birlikte olmuşlar. Bunu eldeki diğer belgelerden anlıyorum.

Siyah beyaz bir fotoğrafta,  yuvarlak bir masanın çevresinde, Nazım’ın sağında Yusuf Erşahin; solunda da İhsan Aydın var.

Bir diğer fotoğraf da, bugün hala işlevini sürdüren, Stockholm’ün ünlü GAMLASTAN (Eskişehir) semtindeki Cattelin lokantasının kapısı önünde çekilen fotoğraf. Bu fotoğrafta da İhsan Aydın, İlhan Koman ve Yusuf Erşahin var. Nazım bir elini İhsan Aydın’ın, ötekini de Yusuf Erşahin’in omuzuna atmış. Kenarda da İlhan Koman var. Nazım, Stockholm’de kaldığı sürece sıkça gelmiş bu lokantaya. Sonraları da, İhsan Aydın, Lütfi Özkök bu lokantanın müdavimi olmuşlar. Zaten o tarihte parmakla sayılacak kadar az Türk yaşıyor Stockholm’de. 

Yeri gelmişken, Cattelin’e ilişkin bir anımı aktarmak istiyorum… 1988 yılında, Onur Kurulu Başkanı olduğum İsveç Türk İşçi Dernekleri Federasyonu’nun yaptığı kültür etkinlikleri çevresinde Stockholm’e gelen dostum Rutkay Aziz’le, oyun sonrası iki yudum bir şeyler içelim diye geze geze Gamlastan’a geldik. Cattelin’e girdik. Gözümüze kestirdiğimiz sakin bir masaya oturduk. İçkilerimizi söyledik. Oturduğumuz yuvarlak masa, mutfağa yakın, sakin bir köşedeydi. İçkimizi getiren yaşlıca garsona, ünlü bir Türk şairinin 1958’lerde sürekli bu lokantaya geldiğini, hep aynı masaya oturduğunu duyduğumuzu söyleyerek: 

“Acaba hangi masa olduğunu biliyor musunuz? dedim. 

Garson vestiyerdeki daha yaşlıca madamı çağırdı. Lokantanın en eskisi oymuş. 1958’leri anımsayamadı. Ama “Kısa boylu, tıknaz, İsveçliyle evli olan bir Türk şairi buraya sık gelir. Ve her gelişinde de sizin oturduğunuz bu masaya oturur. “ dedi.Sözünü ettiği, kısa boylu; İsveçliyle evli şair, İhsan Aydın’ın elindeki resimleri çeken ünlü fotografçı-şair Lütfi Özkök idi. Rastlantı mı, Nazım’ı arayış mı çekmişti o masaya bizi bilmiyorum. Sonradan Lütfi ve İhsan abilere sordum; Nazım’la oturdukları masanın bizim oturduğumuz yuvarlak masa olduğunu doğruladılar.

Şimdi uzun bir zaman atlaması yapıp, 1958’lerden, 1988’lerden 1990 yılının mayıs ayına gelmek istiyorum. Sağlık sorunlarım nedeniyle gittiğim Moskova’dayım. İnsan Moskova’ya kadar gider de, yüce ozanın nefeslendiği, ömrünün büyük bir bölümünü geçirdiği evini, eşi Vera ‘yı görmek istemez mi? Zaten, Yılmaz Güney anı günü için 1989’da Stockholm’e gelmiş olan Vera ile tanışmış; adresini telefon numarasını almıştım. Rus filolojisi mezunu, TRT’den yapımcı arkadaşım Gültekin Kabukçuoğlu o günlerde bir şirket adına Moskova’da bulunuyordu. Vera’ya telefon ederek, bir taksiye atladık. Evi bulmak zor olmadı. Moskova’nın epey dışında olan Nazım’ın evine girerken, kalbimin atışlarının hızlandığını, nefesimin daraldığını duyumsadım. Dış kapının kod numarasını yazdık. Açılan kapıdan Nazım’ın ayak izlerini taşıyan merdivenleri çıktık. Kapısında VERA TULİAKOVA HİKMET yazılı olan zile bastık. Bu kapı Nazım’ın son gününde açıp da, posta kutusuna bakmak için merdivenlerden inmeye çalıştığı, ama son nefesini vererek önüne yığıldığı kapı idi.Vera açtı kapıyı. Vera’nın aydınlık yüzü ve saman sarısı saçları, şiire götürdü beni. 

“Seher vakti habersizce girdi gara ekspres
kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri

perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada

saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
üst ranzada uyuyanı göremedim
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini
baktım arkasından
üst ranzada ben uyuyorum.”

Öylesine içten, öylesine bizdendi ki Vera, kırk yıllık dost gibi sarıldık birbirimize. Vera’nın kızı ve 6 yaşındaki torunu Tanya da selamladı bizi. Dar bir koridordan sonra, oturma salonuna geçtik. Koltuklara oturduk. Duvarlar Nazım doluydu. Resimler, el sanatları, türlü türlü armağanlar, çiniler, vazolar, ödüller, halılar, kilimler… Şaşkın şaşkın dört duvarı taradığımı gören Vera:

“Her şey Nazım’ın koyduğu yerde duruyor. Hiçbirinin yeri değişmedi. Eksilmedi” diyor. Ses alma makinamı açıyorum. Kaydedemediğim bu ilk cümleyi de yazıyorum bir kenara. Sonra rahat bir üçlü söyleşi başlatıyoruz. Ben soruyorum, arkadaşım çeviriyor. Vera yanıtlıyor.

-Bu evde mi yaşadınız birlikte? Burada mı öldü Nazım?

-Evet. Bu evde yaşadık. Bu ev Nazım’ın evi. Dünyadaki tek mülkü bu ev Nazım’ın. Türkiye’de tek dikili ağacı yoktu. Sovyetlere politik göçmen olarak geldiği zaman, bu ev verildi ona. Ölene dek de burada yaşadı. Aslında ona çok şeyler önerildi. Ama istemedi. Bununla yetindi. Eserlerini burada yazdı. 

-Eserleri toplu olarak, bir arada var mı acaba?

-Tümü var. Bunlardan birçoğu Rusçaya da çevrildi. Dünyanın birçok ülkesinde Nazım için yazılmış makaleler var. Bunlardan bir kısmı çevrilmemiş olabilir. Bu makaleler de çok önemli belgeler. Nazım’la, onun şiiriyle bütün dünya ilgileniyordu.-Şimdi siz sürekli olarak bu evde mi yaşıyorsunuz?

-Burada yaşıyorum. Bu evi koruyoruz. O’nun olan her şeyi geleceğe aktarmak için gözüm gibi koruyorum. Hiçbir eşyasını eksiltmedim. Yirmi yedi yıldır sürüyor bu görevim. Bu benim evim değil, Türk halkının evidir. Her halkın kendi büyük sanatçıları, şairleri vardır. Nazım tüm insanlık için yazdı. Tüm insanların dostuydu. Ama o kuşkusuz Türk halkının sanatçılarından biriydi. Önce onların şairi idi. O bizden, basit insanlardan bu yönüyle ayrılır. O, yüzyıllar boyu, eserleriyle yaşayacak. Halka olan inancıyla yaşayacak. Şiirleri de onun nasıl bir halk adamı olduğunu gösterir. Şiirle insanın bağı iç içedir. Bu nedenle onun her şeyini koruyorum. Gelenler de bu evde Nazım’ı biraz daha tanıyor. Ülkeniz büyük bir ülke. Zengin bir edebiyatı var. Dünya edebiyatına önemli katkılar yapmışsınız. Biz Sovyet halkı, Türkiye’yi, Türk edebiyatını, Nazım’ın eserleriyle tanıdık. Biz Japon ve İtalyan edebiyatını tanımıyoruz. Ama Türk edebiyatını iyi biliyoruz. Bu yol Nazım’la açıldı. Nazım’ı okuyan Sovyet halkı, Türk edebiyatına ve Türk halkına ilgi duymaya başladı. Böylece Oktay Rifat, Aziz Nesin, Adalet Ağaoğlu, Yaşar Kemal ve daha birçok yazar Rusçaya çevrildi. Okundu… Okunuyor.

Sözün burasında soluklanıyoruz.

-Kahve mi çay mı? diyor Vera

Çay diyorum Türkçe… Anlıyor. Çünkü Rusçada da çay deniyormuş.

Bu kez İsveççe bir sözcük kullanıyor elindeki tabağın içindeki keki sunarken.

Pay, diyor. Ve ekliyor:

Nazım, birkaç kez Dünya Barış Konseyi toplantıları için İsveç’e gitti. Orada yemiş. Çok sevmiş. Sürekli yapardım ona. Bugün de sizin için yaptım.

Gülüşüp çaylarımızı yudumluyoruz. Yanımda götürdüğüm kitaplarımı Vera ve Nazım adına imzalıyorum. Güzel bir İsveç seramik vazosunu da çantamdan çıkarıp, masaya koyuyorum. Duvarda asılı duran, üstünde Nazım’ın resmi bulunan eski bir takvimi uzatıyor önüme. Sayfalar, Nazım’ın evini gezenlerin imzalarıyla dolu. Aziz Nesin’li, Özgentürk’lü sayfadaki boş köşeye şunları yazıp imzalıyorum:

Halkımızın onuru, enternasyonal sesimiz yüce Nazım’la olmak, evinde nefeslenmek büyük mutluluk. Teşekkürler VERA.”

Vera’ya yazdığı son şiiriyle noktalıyorum yazıyı.

Gelsene dedi bana.

Kalsana dedi bana.

Gülsene dedi bana.

Ölsene dedi bana.

Geldim kaldım güldüm öldüm.”

 

Yaşar Özürküt

 

 

 

[Hermit] Postmodernizm’e yenik düşen Çalıkuşu – Ayşegül Sağlam

Yaşlanmaya başladığımı hissettiğim ilk anı hatırlıyorum. Öğretmenliğimin ilk yılıydı. Ailesiyle anlaşamamasından yakınan bir öğrencim, bir konuda fikrimi almak istemişti. Aramızda sadece 5 yaş olduğu için, kendisine hak vereceğimi düşünerek, derdini anlatı bana. Ben de kendimce fikrimi söyledim. Fikrimi beğenmeyen öğrencim; “Ay hocam! Aynı annem gibisiniz.” deyince, benim aklım başıma geldi. Sadece 5 yaş vardı aramızda. Nasıl oluyor bu? Yani benden 40 yaş büyük komşu amcayla sohbet ederken daha çok ortak yönümüz oluyor da benden 5 yaş küçük öğrencimle aramızda bu kadar büyük bir uçurum oluyor. Bunu uzun bir süre düşündüm; sonra fark ettim ki sokakta oynayan, bayramlarda büyüklerine bayramlaşmaya giden ve ortaokulda Çalıkuşu’nu okuyan son nesilim. Yani benden 40 yaş büyük komşu amca da bunları yapmıştı ama benden 5 yaş küçük öğrencimle yaşam tarzlarımız artık çok farklıydı. Ben mahallede büyürken o otoparklı, güvenlikli bir sitede büyümüştü. Ben mevsimlerin değişimini; sokağımızdaki bahçelerin filbahri, hanımeli, ıhlamur kokularından anlarken o, sitenin peyzaj mimarının insafına kalmış sera çiçeklerinden öğrenmeye çalışıyordu. Bunlar bir kenara bence en önemli fark şuydu; ben okuma alışkanlığımı, ailemden ve bir önceki anlayışın öğretmenlerinden edinirken o, bu alışkanlığı ‘Ayy bu çocuklar bu yaşta klasiklerden sıkılıyor. Onları yormayacak, bilmedikleri kelimelerden arındırılmış, kısa cümlelerden oluşan, sürükleyici ama içi boş seriler okutalım’ diyen anlayıştan edindi okuma alışkanlığını. Yani ortaokulda yerli ve yabancı klasiklerin hafifleriyle tanışan ve liseye geldiğinde daha ağırlarını da okuyup anlayabilecek bir dil seviyesine sahip olan nesil artık değişmişti. Düşünce dediğimiz kavramın, bildiğimiz sözcüklerle sınırlı olduğunu ben söylemiyorum. Chomsky söylüyor. Çok da doğru söylüyor. ‘Çocuklarımızı zorlamayalım’ diye, zihinlerinin en açık olduğu dönemde onları kötü çevirilerle ve basit kurgularla sınırlandırdık biz. Ama bunu biz mi yaptık yoksa tek dokunuşla önümüze dünyayı seren, değişmiş -değiştirilmiş- postmodern hayat mı yaptırdı, onu bilmiyorum.Dönem ödevlerini hazırlamak için haftalarını kütüphanede geçirmemiş birine, ‘Çalıkuşu’ okumanın önemini anlatamıyorsunuz bu durumda.Hâlbuki romantik bir aşk hikâyesinden çok daha ötesidir Çalıkuşu. Cumhuriyet’in aydın kadınının esin kaynağıdır. Edebiyatta toplumu yakalayabilmenin yolunun romantizmden geçtiğini çok iyi bilen Reşat Nuri Güntekin; Cumhuriyet öncesi Anadolu’yu ve idealist bir öğretmeni, kırık bir aşk hikayesi etrafında anlatmayı tercih etmiştir. Aşk sadece bir motiftir yani. Barışta öğretmen; savaşta hemşire; garip bir kız çocuğuna anne olabilen büyük gönüllü ve güçlü bir kadını topluma kabullendirmenin en doğru yöntemi olarak bu yolu seçmiştir. Belki de bu sebeple yazıldığı dönemde bu karakter çok sevilmiş ve insanlar, doğan kız çocuklarına ‘Feride’ ismini vermiştir.  Ataerkil bir toplumda böyle bir karakter yaratmak hiç de kolay değildir.Gelelim bugüne. Edebiyatın yüklendiği sorumluluklardan biri de tarihine ayna tutmasıdır. Bu durum, dönemle ilgili; gerek sosyolojik gerekse siyasal olarak önemli bir kaynak niteliği taşır; ‘eski kitap ’ okumak bu sebeple çok mühimdir. Geçmişe tanıklık edebileceğimiz en estetik yoldur bu. Hele bir de yaşadığı dönemi iyi tahlil etmiş, dili güçlü bir yazardan okundu mu tadına doyum olmaz. Bazen hiçbir tarih kitabının yaratamadığı etkiyi bir şair ya da bir yazar yaratabilir. Fakat ne yazık ki değişen okuma anlayışı, Çalıkuşu’nu ve daha nicelerini, anne-baba kütüphanelerinin tozlu kısımlarına hapsetti. Artık bir kitabın okunurluğunu belirleyen ölçüt; yazarın güçlü dili, üslubu veya değindiği değerler değil; New York Times’ta ‘best seller’ oluşu. Bu etiket, kitabın çok daha geniş kitlelere ulaşmasına yetiyor da artıyor bile. Zaten popüler olmaktan başka bir kaygısı olmayan ve basit bir seviyede tutulan dil, bir de çevirilerle karşılaşınca ortaya çıkanın bir edebiyat ürünü olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün olmuyor.

Kabul etmek lazım, o kadar kısa sürede değiştik ki… Yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, dinlediklerimiz… Ben bu konuda, örgün eğitimin çok büyük önem taşıdığına inanırım. Eğitim içinde değişim mutlaka olmalıdır ama bu değişimi belli bir seviyenin üstünde tutmak örgün eğitimin görevidir. Yani özetle; postmodernizm, topluma hız kazandırırken her şeyi hızla tüketen, dolayısıyla içi boş ürünleri kıymetli gösteren bir hal almış olabilir. Değişen nesli en yakından takip etme şansı olan okullar; bu koşullarda dahi; Reşat Nuri’yi, Sait Faik’i, Nazım’ı, Tolstoy’u, Shakespeare’i, Brecht’i ve nicelerini öğretmekle ve onların değerlerini iletmekle yükümlüdür. Aksi halde eğitim sistemi, bu değişime dışarıdan bakamayan ve onun hızına kapılıp giden nesiller yetiştirmenin ötesine geçemez.

 

 

Ayşegül Sağlam

[Patili Günler] Pirelerle mücadele yöntemleri – Duygu Er

Havaların ısınması ile pek çok köpekli ailenin ortak sorunu da yeniden gündeme gelmeye başladı; pireler! Bazen ne yaparsak yapalım kurtulmak imkansızmış gibi düşünüyor ve mücadeleden yoruluyoruz. Üzerine hayvan bakım ürünleri satan mağazalara bir servet yatırıyor, fazlasıyla emek harcıyor ve tam “her şey bitti artık” derken gözünüzün önünde o ayağın kulağa yönelmesi ve kaşınma eylemi ile yıkılıyoruz.

Aslında bu durumda ihtiyacımız olan tek şey; amaca yönelik planımızın olması ve muntazam olarak uygulayabilmemizdir.

işte size örnek bir plan;

1 – Pirelerin çoğalmaları için en uygun ortam nemli ortamlardır. Ancak pireler suda yaşayamaz ve üreyemezler. Köpeğinizin yatağını, kullandığı yastığı, giysilerini, özetle kullandığı tüm tekstil ürünlerini yıkayın. Yıkarken detarjanınıza sirke de ekleyin. Böylece tüm tekstili pire ve larvalarından arındırmış olacaksınız. Halınızı ve koltuğunuzu sirkeli su ile silebilir veya yıkama firmalarından bu konu ile ilgili destek alabilirsiniz.

2 – Köpeğinizi antiseptik şampuanla yıkayın veya yıkatın. Doğru uygulanması gereken bir şampuan olduğundan kullanımı ekstra özen gerektirir. Bu nedenle kullanım detayını mutlaka önden araştırmış, öğrenmiş olun. Bu maddedeki amacımız; yıkama ile köpeğinizin üzerindeki canlı pirelerin temizlenmesini sağlamaktır.

3 – Köpeğinizi yıkadığınız günün ertesi günü, Pire etkili bir dış parazit damlası uygulayın. Bu da pirelerin köpeğinizi ısırdıkları zaman zehirlenerek ölmelerine sebep olacaktır. Damlayı veterineriniz değil de siz uygulayacaksanız, köpeğinizin yalayamayacağı bir nokta olan enseye, tüyleri aralayıp deri ile temas edecek şekilde uygulanmanız gereklidir.

4 – İyi bir pire tasması satın alın (özellikle ilaç firmaları tarafınca üretilenleri tercih etmenizde yarar var). Bu tasma, köpeğinizin üzerine yeni pireler sıçramasını engelleyecektir.

5 – Köpeğinizin boynuna taktığınız pire tasmasının kestiğiniz uzun gelen ucunu köpeğinizin yatağının arasına koyun. Pirelerin yatağa yerleşmelerini önleyecektir.

6 – Belediyenizi arayarak gezdiğiniz yerlerin ilaçlanmasını talep edin. Belediye gelene kadar da siz evde bir pet şişeye hazırladığınız sirkeli su ile oraları gezdikçe ıslatabilirsiniz.

7 – Kum/toprak yığını, kuru otlu alanlara yaklaşmayın.

Evimizi ilaçlatmak her zaman doğru çözüm olmayacaktır, unutmayın ki köpeğinizin koku alma yeteneği sizden kat be kat gelişmiştir ve bu da onun pireler için kullanacağınız ilaçtan etkilenmesine vesile olacaktır. Buna karşı; yukarıda bahsettiğim tüm maddelerin eş zamanlı yapılması size büyük fayda sağlayacaktır ama özellikle ilk iki maddeyi aynı gün ve aynı anda yapmaya özen göstermeniz planınızın en kritik noktasıdır.

Not: Aşırı pire durumlarında dış parazit iğnesi de yapılabilmektedir ama çok tercih edilen bir seçenek değildir ve veterineriniz uygun görmedikçe köpeğinizin karaciğerine yüklenmeye lüzum yoktur.

 

Duygu Er

“Ölüm gemisi” NADA Türkiye’de!

Brezilya’dan ithal edilen ve ülkemizde “ucuz et” olarak satılacağı belirtilen canlı sığırlar yaklaşık 17 gün süren yolculuğun ardından dün Türkiye’ye ulaştı.

Hayvan hakları savunucuları tarafından ortaya çıkarılan fotoğraf ve videolar aracılığıyla canlı sığırların yol boyunca sağlıksız, pis bir ortamda, işkence altında ve son derece sağlıksız koşullarda taşındığı bilgisi paylaşılmıştı.

Gazeteci-yazar Zülal Kalkandelen kaleme aldığı Ölüm Gemileri başlıklı yazısıyla da konuyu Türkiye kamuoyunda ilk kez gündeme getiren hayvan hakları aktivisti olmuştu.

“2018 yılının sonuna kadar 975 bin canlı hayvan dehşet verici koşullarda farklı ülkelerden Türkiye’ye taşınacak”

Sığırların Mersin limanına ulaşmasıyla birlikte bugün Mersin Gazeteciler Cemiyeti‘nde basın toplantısı düzenleyen Bağımsız Hayvan Hakları Topluluğu ve Hayvan Hakları İzleme Komitesi, canlı hayvan ticaretinin yasaklanmasını talep etti.

Toplantıya Mersin milletvekilleri Fikri Sağlar ile Serdal Kuyucuoğlu da katıldı.

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nı bu kanlı ticareti derhal durdurmaya çağırıyoruz”

Basın açıklamasını okuyan gazeteci ve hayvan hakları aktivisti Zülâl Kalkandelen, “Biz hayvan özgürlüğünü savunan aktivistler olarak, canlı hayvan ticaretinin tamamı ile yasaklanmasını talep ediyoruz. 2018 yılı sonuna kadar, 975 bin canlı hayvanın dehşet verici koşullarda farklı ülkelerden Türkiye’ye taşınacağı bilgisi medyaya yansımıştır. Biz, başta Brezilya olmak üzere canlı hayvan ticareti yapan tüm ülkeleri kınıyor ve Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nı bu kanlı ticareti derhal durdurmaya çağırıyoruz. Türkiye kamuoyunu da hayvanlara karşı bu suçlara ortak olmamaya, duyarlı canlıların yaşam hakkına saygı duymaya davet ediyoruz” dedi.

“Gemiden inceleme yapmamız mümkün kılınmadı”

Brezilya’dan dün Mersin Limanı’na ulaşan gemiyi ‘ölüm gemisi’ olarak tanımlayan Hayvan Hakları İzleme Komitesi Koordinatörü Veteriner teknikeri Burak Özgüner de “Gemide temel hayvan sağlığı prensiplerine dahi dikkat edilmemiştir. Hayvanlar yoğun stres ve ağrı altında taşınmıştır. Brezilya’daki yerel mahkeme bağımsız bir teknik heyetin gemiye girişini sağlamış ancak Türkiye’deki tüm girişimlerimize rağmen gemiden inceleme yapmamız mümkün kılınmamıştır. Ortada ciddi bir hayvan ve halk sağlığı sorunu vardır. Bu gemiler, zulüm, hastalık ve ölümden başka bir şey getirmeyecektir” açıklamasında bulundu.

Hayvan hakları aktivistlerini destekleyen Mersin milletvekilleri Fikri Sağlar ve Serdal Kuyucuoğlu da canlı hayvan ithalatının bir zulüm olduğunu ve buna acilen son verilmesi gerektiğini ifade etti.

Mersin Barosu Hayvan Hakları Komisyonu, Brezilya’dan Mersin’e 25 bin canlı hayvan getiren NADA gemisinde hayvanlara yapılan zulüm ve insan sağlığını tehdit eden felaket hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu.

Marinetraffic adlı internet sitesine göre; Nada isimli geminin Türkiye yolculuğunun rotası

Skandalı ortaya çıkaran yazar ve hayvan hakları aktivisti Zülal Kalkandelen @veganzulal ‏adlı Twitter hesabından bilgi vermeye devam ediyor.

Canlı hayvan ticaretine karşı 25 Şubat’ta eylem çağrısı

Brezilya’dan aldığı hayvanları sağlıksız koşullarda Türkiye’ye getiren Göktaşlar Et’in Esenyurt’taki merkezinin önünde 25 Şubat Pazar 15:00’da canlı hayvan ticareti protesto edilecek.

Brezilyalı hayvan hakları aktivistlerinden Türkiye’ye dayanışma çağrısı

 

(Yeşil Gazete)

Solaklı Vadisi köylülerinin HES direnişi belgesel oldu: “Kırlangıçlar Susamışsa”

Trabzon Solaklı Vadisi’ndeki köylülerin Hidroelektrik Santrali’ne (HES) karşı yürüttüğü mücadele belgesel oldu.

Yönetmenliğini Muhammet Çakıral’ın üstlendiği belgesel ‘Kırlangıçlar Susamışsa’, dünya prömiyeri 27. Tokyo Film Festivali’nde yaptı.

HES direnişlerini ilk kez gerçekçi biçimde filmleştiren “Kırlangıçlar Susamışsa” filminin Türkiye vizyon tarihi 23 Şubat 2018.

Belgesel film Karadeniz bölgesindeki doğa katliamlarına dikkat çekiyor.

HES direnişlerini ilk kez gerçekçi biçimde filmleştiren ‘Kırlangıçlar Susamışsa’ tanıtım metninde şöyle anlatılıyor:

“Kırlangıçlar Susamışsa, köylerinde kurulacak HES’lere karşı doğayı koruma mücadelesi veren Doğu Karadenizli bir köy halkının gerçek hikâyesini anlatmaktadır.”

Belgeselin fragmanı ise şöyle:

 

(Gazete Karınca)

Doğu Guta için toplanan BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya’dan ateşkes tasarısına itiraz

Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nde dün İsveç ve Kuveyt tarafından hazırlanan ve Suriye’de 30 gün süreyle ateşkes ilan edilmesini öngören tasarı görüşüldü.

Muhaliflerin kontrolünde bulunan Doğu Guta’ya günlerdir saldırı düzenleyen Şam rejiminin müttefiki Rusya, tasarıya itiraz ederek metinde değişiklik yapılması gerektiğini savundu.

BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı bulunan beş ülkeden biri olan Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vassily Nebenzia, konseyin ateşkes konusunda “popülist” ve “gerçeklikten kopuk” değil “uygulanabilir” bir anlaşmaya varması gerektiğini ifade etti.

Vassily Nebenzia 22 Şubat’ta BM Güvenlik Konseyi’nde konuştu

İsveç ve Kuveyt’i 15 konsey üyesi arasında “bir uzlaşma mevcut olmadığının tamamen bilincinde olmalarına rağmen” bir ateşkes planı üzerinde oylama talep etmekle suçlayan Nebenzia, konsey üyesi diğer ülkelerin “Suriye’deki gerçek durumla hiçbir ilgisi olmadığını” söyleyerek bu ülkelere “felaket retoriği” suçlaması yöneltti.

Rusya’nın şu anki haliyle tasarıya onay vermeyeceğini belirten Daimi Temsilci, tasarıda bazı değişiklikler yapılmasını önerdiklerini açıkladı.

Söz konusu değişikliklerin içeriğiyse henüz belirsiz.

İsveç BM Daimi Temsilcisi Olof Skoog, New York’ta gerçekleşen özel oturumun ardından yaptığı açıklamada, tasarıyla ilgili istişarelerin süreceğini açıkladı.

Skoog’un bugün oylanmasını umduğunu söylediği tasarı hakkındaki nihai kararın perşembe günü verilmesi bekleniyordu.

BM Güvenlik Konseyi’ndeki oturumda konuşan Beşar El Caferi

“Doğu Guta yeni Halep olacak”

Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşar El Caferi ise konseyde yaptığı konuşmada, Doğu Guta ile 2016 sonunda Suriye ordusunun kontrolü yeniden sağladığı Halep arasında benzerlik olduğuna vurgu yaptı. “Evet, Doğu Guta yeni bir Halep olacak” şeklinde konuşan El Caferi, bugün Halep’te “binlerce insanın son derece normal bir hayat sürdürdüğünü” de sözlerine ekledi.

Perşembe günü Moskova’da konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ise Şam yönetiminin Doğu Guta’yı kontrolü altında bulunduran silahlı gruplar ile “Doğu Guta’dan barışçıl bir biçimde çekilmeleri” için bir “tahliye anlaşmasına” varmaya çalıştıklarını ancak sözkonusu grupların öneriyi reddettiğini söyledi.

Nebenzia daha önce “Suriye ordusunun savaştığı kişiler teröristler ve teröristler Şam’ı bombalıyor” şeklinde konuşurken, ABD’li mevkidaşı Nikki Haley ise Nebenzia’ya cevaben “Sivilleri hedef alan bu saldırıların terörizmle mücadeleyle bir alakası olduğunun iddia edilmesi akıl almaz” diyerek Şam yönetimini “Barbar Esad rejimi” olarak betimlemişti.

Tasarı kabul edilirse… 

Kabul edildiği takdirde sözkonusu tasarının 72 saat içerisinde yürürlüğe girmesi ve bunu takip eden 48 saat içerisinde insani yardımların ulaştırılması ve tıbbi tahliyelerin başlaması öngörülüyor. Tasarı kapsamında, Şam yönetiminin Doğu Guta, Yermük, Fua ve Kefreya bölgelerine yönelik ablukasının kaldırılması ve böylece “hayatta kalmaları için gerekli olan gıda ve ilaç” yardımının sivillere ulaştırılmasının sağlanması isteniyor.

Doğu Guta’da insani kriz: Bombardıman 48 saatte 250 kişinin ölümüne yol açtı

 

(Deutsche Welle Türkçe)

Hollanda parlamentosu “Ermeni Soykırımı” tasarısını kabul etti

Hollanda parlamentosu, koalisyon ortağı Hıristiyan Birliği (CU) tarafından hazırlanan, “1915’de Anadolu’da Ermeniler’e yönelik katliamların soykırım olarak tanınması” önerisini dün kabul etti.

Hollanda Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag, 24 Nisan’da Ermenistan’ın başkenti Erivan’da düzenlenecek “soykırımı anma törenine” hükümeti temsilen bir heyet gönderileceğini söyledi.

CU Milletvekili Joel Voordewind tarafından hazırlanan “Ermeni soykırımının tanınması” önerisine, Türkiye kökenli milletvekilleri tarafından kurulan DENK partisi dışındaki tüm partiler destek verdi.

Öneri, 3’e karşı 142 oyla kabul edildi.

Ancak Dışişleri Bakanı Kaag, bu kararın hükümetin “Ermeni soykırımını” tanıdığı anlamına gelmediğine işaret etti.

Türkiye: Mesnetsiz karar

Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada karar kınandı ve “Avrupa’nın ortasında Srebrenitsa’da acısı hala dinmemiş soykırıma göz yuman bir ülkenin meclisinin aldığı sözkonusu mesnetsiz kararların ne tarihte ne adalette yeri vardır” dendi.

Açıklama şöyle devam etti:

“Türkiye’nin 1915 olaylarına ilişkin tutumu, tarihi olgulara ve hukuki normlara dayalıdır. Avrupa hukukuna yerleşmiş içtihatlar ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları, bu hususta haklılığımızı ortaya koymaktadır. Diğer yandan, Hollanda Hükümeti’nin, Temsilciler Meclisi’nin soykırıma ilişkin değerlendirmesini uygulamayacağı ve Erivan’da düzenlenen anma törenlerinde temsil edilmenin olayların soykırım olarak kabul edildiği anlamına gelmeyeceği yönündeki açıklamasını not ediyoruz.”

Hollanda Dışişleri Bakanı Kaag’a göre, anma törenlerine bakan düzeyinde katılım, “1915’deki korkunç olaylar” için bir saygı göstergesi.

Hollandalı bakan bunu, parlamento üyelerinin Hollanda’nın karıştığı bir köleliği anma toplantısına katılmasına benzetti.

Meclis, hükümetten “nitelikli soykırımı kabul etmesi” talebinde bulunmadı. Hollanda hükümeti, soykırım yerine, “soykırım meselesi” demeye devam edecek.

“Büyük bir katliam”

Dışişleri Bakanı Kaag, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nde “Ermeni soykırımı yapıldığına ilişkin herhangi bir karar alınmadığına” dikkati çekerek, uluslararası mahkemeler tarafından alınmış bağlayıcı bir karar da bulunmadığını vurguladı.

Bu nedenle Hollanda hükümetinin temkinli davrandığını belirten Kaag, 1915’te yaşananları, “büyük bir katliam” olarak değerlendirdiklerini söyledi.

Meclis oturumu sırasında söz alan hükümet ortağı Demokratlar 66 (D66) Partisi Miilletvekili Sjoerd Sjordsma, “soykırımı” tanımanın Türkiye ve Ermenistan’ı uzlaştırmaya yönelik ilk adım olduğunu savundu.

Sjoerdsma, “Geçmişteki acıları ortadan kaldırmazsak, Türkiye ile Ermenistan arasında arzulanan uzlaşmayı asla sağlayamayız. İki ülke arasındaki çatışma asla bitmez” dedi.

Ana muhalefetteki aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) Milletvekili Raymond de Roon ise, meclisin ‘soykırımı tanıma kararını’ Ermeniler’e yönelik ’emzik’ olarak değerlendirdi.

Hollanda hükümetini ikiyüzlülükle suçlayan aşırı sağcı milletvekili, “Hem anma törenlerine bakan gönder hem de soykırımı tanıma. Bu dar görüşlü ve ikiyüzlü bir karar” dedi.

DENK lideri Tunahan Kuzu, meclisin aldığı kararın “tek yönlü bir karar” olduğunu söyledi. Kuzu, o dönemde Anadolu’da bir iç savaş yaşandığını ve çok sayıda Türk’ün de Ermeniler tarafından katledildiğini belirterek, Hollandalı milletvekillerinin, ‘tarihçilerin koltuğuna oturmaması gerektiğini’ söyledi.

DENK Milletvekili Selçuk Öztürk ile bir grup Türk izleyici de, konuşmalara müdahale ettikleri gerekçesiyle güvenlik görevlileri tarafından, izleyici locasından dışarı çıkarıldı.

 

(BBC Türkçe)