Dün EEB – Europen Environmental Bureau (Avrupa Çevresel Büro) 2018 yıllık konferansının son kısmına yerel yeşil parti Ecolo üyesi olarak katıldım. Konferansın çağrı metni yaklaşık şöyle diyordu: “Avrupa bir yol ayrımında. Gezegenimizin (ekolojik) sınırları içerisinde yaşamak Avrupa çevre yönetmeliklerinin uzun süredir hedefi, ancak bu hedef daha önce hiç olmadığı kadar uzak görünüyor. Bu konferans 2020 sonrası çevresel öncelikleri belirlemek için düzenleniyor. Bu konferansın amaçlarından biri de 2019 Avrupa seçimlerinde çevrenin en yüksek önemde olduğuna dikkat çekerek seçim sonrası 5 yıllık dönemin bu konudaki değerine vurgulamak.”
Konferans evime tramvay ile üç durak uzaktaki komşu mahallede düzenlendiği için de ilgimi çekmişti. (Genelde böyle toplantılar şehir merkezinde yapılır). Günlük sıradan işlerime ara verip tramvaya bindim ve sade vatandaş olarak toplantı yerine ulaştım. Aslında toplantı salonuna girene dek olan ufak tefek olaylardan hoş bir “Şaban Brüksel’de” filmi de çıkar ya, konumuz bu değil. Girişte sunulan EEB dergisi META’ nın sonbahar 2018 sayısına göz attığımda ilk dikkatimi çeken kapaktaki şu soruydu: “Avrupa seçimleri hızla yaklaşırken bu değişim dönemini nasıl olur da parlak bir gelecek hazırlama fırsatına dönüştürürüz?”
Aklımda benzer ama daha pesimist sorularla salona girdim. Kapanış konuşması ve özetler yapılıyordu. Arkada ayakta izlemeye başladım. Uzayan toplantı gazetecilerin sıkılmasına yol açmıştı. Benim yanlışlıkla sırt çantamla salonun ışıklarının düğmesine yaslanmam ile umutlandılar ama tabi durumu fark edip hemen yerimi değiştirdim. Özet olarak optimist ve pesimist kişi ve düşünceler çatışmış. Konforlu tüketim alışkanlıklarını terk etmek zorunda kalmanın hüznü ile daha ekolojik (daha ziyade ‘biyoçeşitliliği zenginleşmiş’ gibi bir tabir tercih ediliyordu) bir geleceğin umudu ve mutluluğu karşılaşmış.
Sanırım biyoçeşitlilik konusu çokça tartışılmış ve daha ziyade plastik atıklarının azaltılması ve bu sorunun kökten çözülüp çözülemeyeceği konuşulmuş. Biliyorsunuz Avrupa tek kullanımlık plastikleri yasaklama yolunda önemli bir karar aldı. Elbette şimdilik sabah kahvesini plastik bardakta içen işçi, akşam malını selofanla sararak koruyan pazarcı için değişen bir şey yok. Ama olacak sanıyor ve umuyoruz. Benim kapanış konuşmasından anladığım kadarı ile şu anda yapılabilecek en etkin şey, geri dönüşüm teknolojisi ve endüstrisinin desteklenmesi ile ürettiğimiz atıkların doğaya ve insan sağlığına verdiği zararların önüne geçmek.
Dediğim gibi konferansın sonuna yetiştim. Ancak tüm tartışmaları dinlemiş katılımcıların surat ifadeleri ve vücut dillerini okumaya çalıştığımda genel olarak bir umutsuzluk havası sezdim. Konuşmacılardan gelecek en ufak bir gerçek değişim haberini duymaya aç kulaklar ve umut arayan gözler gördüm. Bir kaç sinirli amca toplantı bitmeden paltolarını “bu iş böyle olmaz kardeşim” der gibi göstere göstere giyerek çıktılar.
Bir şeyler olacaktı, buradaki herkes bunu istiyordu ama nasıl? Kışın soğukta elimizi yıkarken sıcak suya burun kıvırarak mı (bir de gelin bunu 4 yaşında bir çocuğa anlatın)? Yoksa bu toplantıya gelmek için sabah uçak yolculuğu yapmış olanları tren kullanmaya zorlayarak mı? Bir şeyler olacaktı. Geç kalınmış faaliyetlerin özrü bir şekilde dilenecekti ama nasıl?
Konferans bitti ve resepsiyona geçildi. Ben hemen bir kadeh bir şey içip nazik garsonun uzattığı tepsiden bir lokma yosun sarmalı suşi aldım. Resepsiyonda etrafıma şöyle bir bakıp çıkışa yöneldim.
Komşu mahallemde önemli bir toplantı olmuştu. Herkes yangının büyüklüğünün farkındaydı ve yine herkes az ya da çok yanmadan bu felaketten kurtulunamayacağını anlamıştı. Dışarı çıktığım saraylar sokağı (Rue des Palais) yine vızır vızır araba dolu, hava soğuk ve kirliydi. İnsanlar yangından habersiz veya umarsız yürüyorlardı. Tüm insanlık, günümüz medeniyetinin baş temsilcilerinden Avrupa birliği de bu gemide idi. Ve anladığım kadarı ile daha iyi bir gelecek için acil etkin önlemler alabilmek bir şekilde imkânsızdı.
Türkiye ekonomisinin önde gelen sorunlarından işsizlik ve yüksek enflasyon, ülkede sefaletin boyutlarını giderek artırıyor. ABD’li iktisatçı Arthur Okun’un sefalet endeksine göre Türkiye’de sefalet 35.3 oranıyla AKP’nin iktidara geldiği kriz dönemi seviyelerine geri döndü.
Pelin Ünker’in Dokuz8 Haber’de yer alan analinize göre, sefalet endeksindeki bu yüksek seviye, Türkiye’yi Kırılgan Beşli diye ifade edilen, ekonomik olarak oldukça hassas ülkeler arasında ‘en sefil ülke’ konumuna yerleştirdi.
Mevcut göstergelere göre yapısal reformları bir türlü hayata geçirmeyen Türkiye’de sefalet endeksindeki yükseliş sürecek.
“Sefalet endeksi” ne anlama geliyor?
İlk kez 1960’larda ABD’li iktisatçı Arthur Okun tarafından formüle edildi. Yıllık enflasyon ve işsizlik oranının basit bir toplamından oluşan endeks, Amerikan ekonomisinin anlık fotoğrafını çekmeyi sağlıyordu. Buna göre endeks değerinin yükselmesi zaten iş bulmakta zorlanan insanların daha yüksek enflasyona maruz kaldığı, yani Amerika’da sefaletin arttığı anlamına geliyordu.
Zaman içinde endeks, Nobel ödüllü Amerikalı iktisatçı Robert Barro tarafından yeniden formüle edildi. Barro, borçlanma oranı ve büyümeyi endekse dahil etti.
((Barro Sefalet Endeksi = (Enflasyon Oranı + İşsizlik Oranı + Faiz Oranı) – Büyüme Oranı))
İşsizlik
Okun’un sefalet endeksine göre Türkiye’de sefalet 2012’den bu yana kesintisiz bir şekilde artarken, 2018’de son açıklanan veriler ışığında 35.3 değerine ulaştı. Buna göre Türkiye’de sefalet endeksi 6.5 yılda 2.3 katına çıktı ve AKP döneminin en yüksek oranını gördü. Böylece endeks en son 2001 krizinin etkilerinin hissedildiği 2002 yılında görülen 40 değerine de yaklaşmış oldu.
Endeksi yükselten gelişmeler olarak, Eylül ayında yüzde 24.52 ile 15 yılın zirvesine çıkan yıllık enflasyon ve son 17 yıldır 2001 krizi öncesi seviyelere getirilemeyen işsizlik oranı gösterildi.
Türkiye “Kırılgan Beşli”de ilk sırada
Endekse büyüme ve faiz dahil edildiğinde ‘sefalet endeksi’ daha da yükseliyor. Arthur Barro’nun formüle ettiği hesaplamaya göre Türkiye’de endeks, 2018 yılında 47.92’ye çıkmış durumda. “Kırılgan Beşli” diye ifade edilen ülkeler arasında da Türkiye ‘sefalet’te ilk sırada.
2018 endeksine göre Türkiye, 47.92’lik oranla ilk sırada yer alırken, 42.02 ile Güney Afrika ikinci, 27.01 ile Brezilya üçüncü, 13.31 ile Hindistan dördüncü, 13.6 ile Endonezya beşinci sırada bulunuyor.
2017’de sefalet endeksi en yüksek ülke 39.5 ile Güney Afrika iken Türkiye 27.3’lük oranla ikinci sıradaydı. Buna göre son bir yılda Türkiye’de sefalet yüzde 75 arttı.
Verilere göre Türkiye enflasyonu düşüremeyen, büyümesine rağmen işsizliği yüzde 10’da demirleyen ve yüksek faizle borçlanan ülke konumunda. Cari açığın GSYH’ye oranı ise Türkiye’de yüzde 5 iken diğer ülkelerde yüzde 3’ün altında bulunuyor.
Enflasyon
Endekste yükseliş sürecek
Özetle endekse göre Türkiye, düşük faiz ortamının avantajlarını kaliteli büyüme ve istihdam için kullanamazken, enflasyonla mücadelede sınıfta kalmış durumda görünüyor.
Araştırmaya göre Merkez Bankası’nın yıl sonu enflasyon tahmininin yüzde 23.5 olduğu düşünüldüğünde, diğer verilerin sabit kalacağı varsayılsa bile sefalet endeksi Okun’a göre 34.3, Hanke’ye göre 46.90 oranıyla yüksek seviyede kalmayı sürdürecek.
Öte yandan yüzde 17’nin üzerindeki faiz oranına rağmen yüksek enflasyon nedeniyle reel faiz ekside. Dolayısıyla faizde düşüş de kısa vadede mümkün görünmüyor.
Gerek hükümetin gerekse uluslararası kuruluşların tahminlerine göre üç yıl boyunca büyüme zayıflayacak, buna bağlı olarak işsizlik oranı yükselecek. Bütün bunlar da sefaletin boyutlarının artacağının bir işareti olarak gösteriliyor.
Son olarak büyüyen sorunları çözecek yapısal reformlar ise hala hayata geçirilmekten uzak görünüyor.
Sefalet Endeksi
Hangi yapısal reformlar?
Araştırmaya göre acilen başlatılması gereken yapısal reformlar ise şu şekilde belirtiliyor:
1-) İstihdam yaratan sürdürülebilir büyümeyi sağlamak
2-) Cari açığı ve dışa bağımlılığı azaltmak
3-) Enflasyonu ve akabinde borçlanma maliyetlerini düşürmek
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eğitim Komisyonu üyeleri, hazırladıkları Yükseköğretim Raporu’nu Meclis’te düzenledikleri basın toplantısıyla açıkladı. Komisyon Üyesi ve Antep Milletvekili Mahmut Toğrul, 12 Eylül rejimini ürünü olan Yüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK) Türkiye üzerinde bir karabasan olduğunu belirtti.
Toğrul, “Her gelen siyasi iktidarın en başta topluma, halka akademiye verdiği sözdü YÖK’ü kaldırmak. Ama her gelen iktidar en iyi kadrolaşma alanı olduğunu görünce kaldırmayı bırakın daha da merkezileştirdi, kendisi için bir istihdam alanına döndürdü. Bir ülkenin akademisyeni birilerine biat etme gerekliliğini görüyorsa akademisyen olma vasfını kaybettiğinin göstergesi. Ciddi sorunlar yaşanıyor” dedi.
’70 bin öğrenci cezaevinde’
Üniversitelerin özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında iktidara bağımlı hale getirildiğine değinen Toğrul, “Şu ana kadar 7 binin üzerinde insan ihraç edildi. Bugün akademisyenlerin bileşenleri olan araştırma görevlileri çalışamaz hale geldi. Öğrenciler barınma, sağlık koşullarını tamamen kaybetti ve cemaatlerin yurtlarına mahkum edildi. Bugün öğrenciler ülkenin kaderi ile ilgili ya da mesleki gelecekleri ile ilgili bir araya gelmek istediklerinde ciddi zorluklara karşı karşıya kalıyorlar. Şu an 70 bin öğrenci cezaevlerinde” diye konuştu.
‘Baskı ve denetim aracına dönüştü”
HDP Eğitim Politikaları ve Kültür-Sanat Alanından Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Sevtap Akdağ Karahalı ise hazırladıkları raporu açıkladı.
Karahanlı, “Diğer eğitim kademelerinde olduğu gibi üniversitelerin de sorun yumağına çevriliyor. Özellikle AKP’nin ‘Her İle Bir Üniversite’ projesini 2006 yılında hayata geçirmesinin ardından üniversiteler, siyasi iktidarın kadrolaşma seferberliğinin, otoriter, piyasacı, cinsiyetçi, ırkçı ve muhafazakâr politikalarının odağına yerleşmiştir. Böylece bilim insanı olmaktan ziyade hükümet memurluğuna soyunan kişiler, ele geçirdikleri üniversitelerin iktidar ilişkilerini eleştirel ve muhalif görülen akademisyenler, öğrenciler üzerinde baskı ve denetim aracına dönüştürdüler” ifadelerini kullandı.
Raporda şu değerlendirmelere yer verildi:
– YÖK 2017-2018 öğretim yılı resmi istatistiklerine göre, toplam 206 üniversite, bin 785 fakülte, 464 yüksekokul, 996 meslek yüksekokulu ve 708 enstitünün olduğu yükseköğretim sistemi her geçen yıl daha da büyüyor. Ancak, bir binanın ön cephesine ‘üniversite’ yazmakla orası üniversite olmuyor. Bu sayıların arka planında sokak aralarında, apartman dairelerinde bitiveren üniversite niteliğinden uzak kuruluşlar her yanı sarıyor.
– Öğrenciler, nitelikli bir eğitim, çok kültürlü bir kampüs yaşamı, araştırma, eleştiri ve üretken bir üniversite ortamına sahip olamıyor.
bianet yazarı Nami Temeltaş Muğla, Datça’da görevli olduğu hayvan barınağında Türkiye’de bir ilki gerçekleştirerek barınak kütüphanesini hayata geçiriyor. Temeltaş’ın bu projedeki amacı kitapseverlerle hayvan hakları savunucularını buluşturmak ve kitapseverlerin hayvanlarla yakınlaşmasını sağlamak.
Temeltaş bu bağlamda kütüphaneye katkı sunmak isteyen herkesin kitap yardımlarını bekliyor.
Hayvan barınağı altı dönümlük bir arazi içinde her biri 100 metrekarelik 14 bölüm, altı hasta kabini ve iki adet 500 metrekarelik koşu ve oyun alanından oluşuyor. Ayrıca arazide bir mutfak binası bir de Temeltaş’ın yaşadığı ve kütüphaneyi kurduğu iki odalı ev var. Bugüne kadar gelen desteklerle 76 kitap ve 74 cilt ansiklopedi kütüphanenin raflarında yerini aldı.
Ayrıca bir hayvan hakları savunucusu da barınak içinde rahatça kitap okunsun diye iki büyük piknik masası, bir büyük masa, dört sandalye ve iki adet plaj şemsiyesi hediye etti.
43 köpek yaşıyor
Hayvan barınağı Datça Hayvanseverler Derneği’ne ait. Bağışlarla çalışmalarını yapıyor. Daha çok yardıma muhtaç, hasta, yaralı veya ameliyat olması gereken köpeklerle ilgileniyor.
Şu an barınakta yaşayan 43 köpek var. Ama sayı değişkenlik de gösterebiliyor.
Barınak kütüphanesine kitap desteği için iletişim bilgileri şu şekilde:
Adres: Nami Temeltaş, Datça Hayvanseverler Derneği, Hayvan Barınağı, Muğla/Datça.
Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB) Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu’ndan ihraç ettiği ekoloji avukatları ortak bir açıklama yayınladı.
İzmir Barosu‘nda dün yapılan açıklamada çevre ve ekoloji mücadelesinin daha geniş ve etkili biçimde yürütülmesine acil ihtiyaç duyulduğu belirtildi.
“Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu tarafından, TBB Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu üyeliğinden haksız ve etik dışı yollarla tasfiye edilmemiz sonrası, değerlendirme toplantımızı yapmış bulunuyoruz.
Daha önce ifade ettiğimiz üzere, bizler öteden beri içinde yer aldığımız çevre ve ekoloji mücadelesini bulunduğumuz bütün mecralarda sürdürmeye devam ediyoruz, bundan sonra da yaşamı savunmaya devam edeceğiz.
Bununla birlikte, hükümetlerin uyguladığı kapitalist kalkınmacı politikalar ve sermayenin doğaya ve yaşam alanlarına saldırısı sonucunda dünyanın geleceğinin tehdit altında olduğunun bilinciyle, çevre ve ekoloji mücadelesinin daha geniş ve etkili bir biçimde yürütülmesine ihtiyacın aciliyetini duyumsuyoruz.
Bu ihtiyacın gereği olarak, bütün baroların ekolojik mücadelesi içinde daha etkin yer alacağı bir mücadele hattının yaratılması, bu mücadele içinden doğacak dayanışma ve eşitlik dilinin başta TBB olmak üzere tüm barolarda hakim olması gerekliliğinin farkındayız. Bu kapsamda sağlıklı çevrede yaşama hakkımızın korunmasına ilişkin mücadelenin yükseltilmesi için bütün meslektaşlarımızla birlikte çalışma kararlılığımızı ve bunun için çaba göstereceğimizi paylaşmak isteriz.
Bu toplantı için bize ev sahipliği yapan İzmir Barosu’na teşekkür ederiz.”
Ne olmuştu?
Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu 2011 yılından bu yana faaliyette bulunuyordu. Türkiye Barolar Birliği gönüllü avukat grubunu gerekçe göstermeden geçen Ekim ayında tasfiye ederek yerine 7 kişilik yeni bir kurul oluşturmuştu. Avukatlar tasfiye edildikleri bilgisini Türkiye Barolar Birliği’nin web sitesinden öğrendiklerini açıklamıştı. Görevlerine son verilen avukatlar Sivas Kangal’da, Artvin Cerattepe’de, Bergama Ovacık’ta, İzmir Efemçukuru’ndaki altın madenciliğine; Akkuyu’da, Sinop’ta ve İğneada’da kurulması planlanan nükleer santrale karşı gönüllü hukuki destek veriyordu.
Ortak açıklamaya imza koyan avukatlar şu isimlerden oluşuyor:
1-) Av. Berna Babaoğlu Ulutaş (İzmir Barosu)
2-) Av. Dr. Mehmet Bülent Tokuçoğlu (Aydın Barosu)
3-) Av. Bedrettin Kalın (Artvin Barosu)
4-) Av. Cömert Uygar Erdem (Ankara Barosu)
5-) Av. M. Fevzi Özlüer (Ankara Barosu)
6-) Av. Şehrazat Mercan (İzmir Barosu)
7-) Av. Eralp Atabek (Bursa Barosu)
8-) Av. Bülent Kaçar (Edirne Barosu)
9-) Av. Cem Altıparmak (İzmir Barosu)
10-) Av. Erol Çiçek (Bursa Barosu)
11-) Av. Sevim Küçük (Mersin Barosu)
12-) Av. İsmail Hakkı Atal (Adana Barosu)
13-) Av. Ziynet Özçelik (Ankara Barosu)
14-) Av. Ş. Can Atalay (İstanbul Barosu)
15-) Av. Tuncay Koç (Antalya Barosu)
16-) Av. Ali Furkan Oğuz (Çanakkale Barosu)
17-) Av. Emre Baturay Altınok (Ankara Barosu)
18-) Av. Arif Ali Cangı (İzmir Barosu)
19-) Av. Yakup Şekip Okumuşoğlu (Zonguldak Barosu)
Türkiye’de 2018 yılının ilk on ayında iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçi sayısı 1640 oldu. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’ne (İSİG) göre, Ekim ayında ikisi çocuk onu kadın olmak üzere 177 işçi hayatını kaybetti.
Türkiye’de 2018 yılının ilk 10 ayında iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçi sayısı 1640 oldu. İSİG bu ayki raporunda tutuklanan 3. Havalimanı işçilerinden hekimlerin çalışma ve yaşam hakkı taleplerine kadar işçi direnişleri ve hak taleplerine de yer verdi.
En çok iş cinayeti İstanbul’da
* Ekimde Türkiye’nin 51 şehrinde ve yurtdışında üç ülkede iş cinayeti gerçekleştiği tespit edildi.
En çok iş cinayeti İstanbul, Kocaeli, Antalya, Manisa, İzmir, Mersin, Ankara, Elazığ, Kütahya, Muğla ve Şanlıurfa’da yaşandı.
İşçilerden sadece üçü sendikalıydı
* Hayatını kaybeden işçilerden üçü (yüzde 1,69) sendikalı ; 174’ü ise (yüzde 98,31) sendikasız işçiydi. Sendikalı işçiler metal işkolunda çalışıyordu.
İSİG Meclisi raporunda ölen başka sendikalı işçilerin de olabileceğini ancak “kağıt üzerinde olan sendikal üyeliklerinin gerçek bir örgütlülük olmaması ve birçok sendikanın ölen üyelerini sahiplenmemesi” nedeniyle net bir bilgi verme şansının olmadığını ifade etti.
Bundan böyle yerel çeşit tohumlukların çoğaltımı ve ticareti, Yerel Çeşit Kayıt Listesine kaydı ile mümkün olabilecek. Yerel çeşitlerin kayıt altına alınması için ilgili meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri, kamu araştırma kuruluşları, yerel idareler ve üniversitelerin Bakanlık İl Müdürlüklerine başvuruda bulunmaları gerekiyor. Burada ön kabul incelemesine tabi tutulacak olan başvurular, uygun görülmeleri halinde Tohumluk Tescil ve Sertifikasyon Merkez Müdürlüğüne, oradan da Yerel Çeşit Kayıt Komitesine gönderilecek. Yerel çeşidin kayıt altına alınması işi Komite tarafından yapılacak.
Tohumculuk üretim ve ticareti ile ilgili düzenlemeleri yapmak üzere 8 Kasım 2006 yılında 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu çıkarılmış, bu kanunla, tohum şirketlerinin oluşturmuş olduğu Tohumcular Birliği, tohum politikalarında belirleyici konuma getirilmişti.
Sivil toplum, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın “yerel tarım politikası” ile yerel çeşitliliğin sürdürülebilirliğinin zora sokulduğu, çözümün yeni mücadele yolları ve yöntemleri geliştirmek için birlik olunması görüşünde.
Yeni yönetmelik yerel çeşitlerin tohumlarından üretim ürünlerin satışına kısıtlama getiriyor mu?
Kırsal kesimde doğal şartlarda tarımla uğraşanlara destek olan Buğday Derneği, yönetmenliği anlaşılır kılmak ve belirsiz kalan noktalara dikkat çekmek için bir açıklama paylaştı.
Yapılan açıklamaya göre söz konusu yönetmelik; yerel çeşitlerin sadece tohumluklarının üretilip pazarlanması ile ilgili düzenlemeleri içeriyor; yerel çeşitlerin tohumlarından üretilen ürünlerin satışı/pazarlanmasına dair herhangi bir kısıtlama/düzenlemeyi barındırmıyor. 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun yasakladığı yerel çeşit tohumluk üretim ve satışını belirli kurallar, miktar ve menşe bölge sınırları dahilinde mümkün kılıyor, takas işlemlerine de bir kısıtlama getirmiyor.
Yerel Çeşit Kayıt Listesi ve başvuru sahibi olma kriterleri neler?
Yeni düzenlemeye göre, tohumluk üretimi yapılmak istenen yerel çeşidin “Yerel Çeşit Kayıt Listesi”ne kaydedilmesi gerekiyor. Söz konusu listeye kayıt için başvurabilecek kişi ve kurumlar, yönetmeliğin 3/c maddesinde “İlgili olmak kaydıyla meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri, kamu araştırma kuruluşları, yerel idareler ve üniversiteler” şeklinde tanımlanmış durumda. Ancak bu maddenin “ilgili olmak kaydıyla” ibaresinin anlamı net olmadığından, hangi sivil toplum kuruluşlarının, meslek kuruluşlarının bu mevzuat çerçevesinde çalışma yürütebileceği belirsiz.
Yerel çeşitler homojen mi?
Listeye kayıt başvurusunun değerlendirme aşamasında -eğer değerlendirme komitesi tarafından gerekli görülürse- ilgili çeşidin 1 yıl süre ile teste tabi tutulabileceği ve sonuç raporunun yine değerlendirme komitesine iletileceği ifade ediliyor. Bu aşamada yönetmeliğin ilgili maddesinde %10 tip dışı bitki toleransı ile test sürecinin izleneceği belirtiliyor. Sözü geçen %10 tip dışı bitki toleransı; başvuru numunesi Komite’ye iletilen yerel çeşidin bitkisel materyalinin %90 oranında homojen bir yapıda (aynı karakteristik özelliklerde) olması gerektiği anlamına geliyor. Söz konusu standart tohumluk kalitesini homojenlik yapısı için uğraşan üreticilerin bile tutturamayacağı aşikar. Bu da söz konusu yönetmeliğin yerel tohumları koruma gayesinde, daha ilk adımda bireysel olarak hareket eden küçük üreticiyi dezavantajlı duruma getirdiği yolundaki kaygımızı ön plana çıkarıyor. Bununla beraber üreticiyi örgütlü üretime teşvik etmesi olumlu yönde değerlendirilebilir.
Bazı yerel çeşitler kapsam dışında mı kalıyor?
Yönetmelikte “Yerel Çeşit Kayıt Listesi”ne kaydedilmesi için, başvurusu yapılacak yerel çeşitlerle ilgili olarak getirilen bazı kısıtlamalara göre daha önceden sertifikalı tohum üretim amacıyla Bakanlığa bağlı kayıt listelerinde kaydı bulunan çeşitlerle ilgili başvuruların yapılamayacağı bilgisi yer alıyor. Bu durumda; yönetmelik yayım tarihinden önce, herhangi bir köyden genetik kaynak olarak seçilen ve sonrasında Bakanlık ilgili listelerine kaydettirilerek ıslah süreci ile yeni bir çeşit haline gelmiş olan sertifikalı ticari tohum ile söz konusu köyde halen üretilmekte olan köy popülasyonu arasındaki genetik benzerlik/yakın akrabalık sebebiyle söz konusu köy popülasyonu “Yerel Çeşit Kayıt Listesi”ne bugünden sonra kaydedilemeyecek mi? Bu konuda yapılacak testlerin detayı yönetmelikte belirtilmediğinden, %10 homojenlik dışında genetik bir bağlamın da değerlendirmeye tabi tutulup tutulmayacağı belirsiz.
“Menşe bölge” sınırlaması tartışmalı
Yönetmelik; bir çeşidi listeye kaydederken, tohumluklarının ticari anlamda üretilip yine tohumlukların pazarlanabileceği bölgelere de sınırlama getiriyor. Yönetmelik; ilgili kayıt komisyonunu, menşe bölge dışında da tohumluk üretimine izin verme konusunda yetkili kılsa da bu yetkinin kullanılıp kullanılmayacağı ya da ne şekilde uygulanacağı belirsiz.
Küçük üretici korunmalı
Yönetmeliğe göre, ticaretini yapmak üzere tohumluk üretimi yapacakların üretici belgesi almaları gerekiyor. Üreticilerin, üretim sezonunun sonunda teslim edecekleri tohum numunelerini partiler şeklinde analize göndermesi zorunlu kılınıyor. Söz konusu partilerden tohumluk üretim standartlarını karşılayanlar için “Yerel Çeşit Tohumluk Belgesi” düzenleniyor. Ancak söz konusu üretici belgesi alma ve analizle ilgili masraflar üreticiden talep ediliyor. 5553 sayılı kanun öncesinde bürokrasiye boğulmadan ve hiçbir maliyeti üstlenmeden tohumluğunu satabilen küçük üretici, yönetmelikle belirtilen maliyetleri ne kadar karşılayabilir? Bu durumda küçük üretici, büyük üreticiler karşısında dezavantajlı konuma düşmüş olmaz mı? Bu kapsamda bürokrasinin azaltılması ve harç vb. bedeller konusunda küçük üretici lehine bir düzenlemeye gidilmesi gerekiyor.
Yerel tohumlara getirilen satış yasağı belli ölçülerde kalkıyor ama…
Yönetmelikle birlikte, 5553 sayılı yasa ile engellenen yerel tohumların ticaretine yönelik hakkın yönetmelik dahilinde kontrollü bir şekilde geri verilmesi olumlu bir gelişme olarak nitelendirilebilir. Bu sayede küçük üreticinin örgütlenerek veya kamu kurumları ve üniversite desteği ile resmi olarak tohumluk ticareti yapabilmesinin önü açılıyor olsa da; bireyin vergi mükellefiyetlik durumu, mali evrak vb. konular ile söz konusu tohumluk satışının üretici üzerinde mali sorumluluk yaratıp yaratmayacağı veya gelir vergisi mükellefi olmayan küçük üreticiye herhangi bir muafiyet verilip verilmeyeceği yönetmelikte belirtilmiyor. Hali hazırda vergi mükellefiyeti olmayan küçük üreticinin, söz konusu tohumlukları, yönetmelikte belirtilen şartlara uyup üretmeyi başarsa bile ticaretini hangi hukuki zeminde yapabileceği de belirsizliğini koruyor.
Yerel tohumlar mülkiyet tekelinde değil!
Yönetmeliğin; yerel tohumların, ticari sertifikalı tohumlarda olduğu gibi herhangi bir tüzel / özel kişiliğin tekeline girmesini engelleyen maddesi; tohumlar üzerinde hiçbir kişi ve kuruma mülkiyet hakkı verilmemesi anlamına geliyor. Bu madde 2006’dan beri sivil toplumun verdiği mücadelede bir kazanım olarak görülebilir. Ayrıca aynı maddede belirtilen bir hususla; yerel çeşidi listeye kaydettiren kuruluş, yani başvuru sahibi; tohumun hamisi / savunucusu ve idamecisi konumunda gösteriliyor. Bu durum tohumun devamı için gereken örgütlü yapıyı sürdürmesi konusunda başvuru sahibine bir nevi sosyal sorumluluk yüklemiş oluyor. Ancak, yönetmeliğin 10. maddesinde; “Yerel Çeşit Kayıt Listesi”nde yer alan bir tohumluğun bir yıl içinde üretilebilecek tohumluk miktarının Bakanlıkça belirleneceği bilgisi yer alıyor. Bu esnek madde ile; yerel çeşitlerin tohumluk üretimi, sertifikalı ticari tohumluk üretim pazarına tehdit oluşturduğu noktada müdahale edilebilecek kaygısını yaratıyor.
Yerel tohumlar için yeni bir mücadele dönemi
Kayıt altına alınsın veya alınmasın; yerel çeşitlerin tohumundan ürün üretip ürünü satmakla veya kendi ayırdığı tohumluğu ürün üretimi ve satışı amacıyla devam ettirme konularında herhangi bir idari veya coğrafi kısıtlama, yeni düzenlemede söz konusu değil. Ancak 5553 sayılı kanunla birlikte başlayan ve yerel çeşitleri endüstriyel tohumlar karşısında adeta köşeye sıkıştırmaya çalışan politikalar, her ne kadar güncel yönetmelikle biraz daha esnetilmiş / düzenlenmiş gibi gözükse de, bu yönetmelik ileride yerel çeşitler üzerinden başka kısıtlamalar yapılmasına imkân veren düzenlemeler serisinin bir halkası olur mu, bunu zaman gösterecek.
ZMO İstanbul Şube Başkanı Atalık: Sivil toplum örgütlerinin yerel çeşitlerin devamlılığını sağlayabilmeleri mümkün değil
Meslek odaları ve çiftçi sendikaları da yeni yönetmeliğe tepkili.
Konuyla ilgili bir açıklama yapan Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, küçük çiftçilerin uzun yıllar süresince seleksiyon yoluyla ıslah ettikleri ve bulundukları yöreye uyum sağlamış kültür bitkisi olan yerel çeşitlerin hastalık ve zararlılara karşı dayanıklı olduğuna dikkat çekerek, yüksek kalite özelliği taşıması yönünden de önemli olduğunu dile getirdi.
Atalık, yerel tohum takas şenlikleri kapsamında ücretsiz dağıtılan “Tarım politikası üretmek yerine ithalat odaklı kurgulanan, çiftçisinin hızla tarım alanlarını ekmekten vazgeçerek kentlere göç ettiği, hayvanı ve onun yiyeceği yemi dahi ithalat yoluyla karşılayan bir ülkede gerek çiftçilerin gerekse gönüllülük temelinde çalışan sivil toplum örgütlerinin bu yönetmelik hükümleri çerçevesinde yerel çeşitlerin devamlılığını sağlayabilmeleri mümkün değildir” diye konuştu.
Çiftçi-Sen Başkanı Abdullah Aysu: Tohum pazarı yaygınlaştıkça hibrit tohum kullanımının pazarını olumsuz etkileyecek
Bakanlığın “Yerel tarım politikası”nı değerlendiren Çiftçi-Sen Başkanı Abdullah Aysu‘ya göre, yeni yönetmelikle birlikte yerel tohumların köylüler tarafından kullanımı ve yerel tohumlara erişim güçleştiriliyor. Yerel tohumun köylülerin ortak varlığı olduğunu, kayıt altına alma koruma ve geliştirme görevinin de kamuda olması gerektiğini söyleyen Aysu, yönetmeliğin, tohum, gübre ve ilaç şirketlerinin lehine bir ön açıcılık görevi göreceği uyarısında bulunurken konuşmasına şu sözlerle açıklık getiriyor:
“Köylülerin tohuma ilişkin evrensel hakları BM Köylü Hakları ve Köyde Yaşayan Diğer İnsanların Hakları Bildirgesi’nin 19. maddesinde “Tohum Hakkı” başlığıyla yer alıyor. “Köylüler ve kırsalda çalışan diğer insanların tohum hakkı vardır” denilen maddede köylülerin; gıda ve tarım için bitki genetik kaynaklarıyla ilgili geleneksel bilginin korunması ve tarım için bitki genetik kaynaklarının kullanımından doğan faydaların paylaşımına adil katılım hakkı; gıda ve tarım için bitki genetik kaynaklarının korunması ve sürdürülebilir kullanımıyla ilgili konularda karar verme sürecine katılma hakkı; atalık tohum/üretme ve çoğaltma malzemelerini saklama, kullanma, takas etme ve satma hakkı; köylüler ve kırsalda çalışan diğer insanların tohumlarını ve geleneksel bilgilerini sürdürme, kontrol etme, koruma ve geliştirme gibi hakları olduğu açıkça belirtilmiştir. Tohum pazarı yaygınlaştıkça hibrit tohum kullanımının pazarını olumsuz etkileyecek, kimyasal ilaç ve sentetik gübre kullanımını azaltacak. Yaygınlaşmasının insan ve doğa sağlığı ile küresel iklim değişikliğine olumlu katkısı olacak; fakat bu girdileri üreten çok uluslu şirketlere etkisi olumsuz olacaktı.”
Şık: Tohum yasasının kazananı şirketler olacak
Gıda mühendisi Yrd. Doç. Dr. Bülent Şık, çıkarılan yeni yönetmelikle yerel tohum çeşitleri piyasanın boyunduruğu altına gireceği ve çiftçilerin kendi tohumlarını ekme ve takas etme imkânları zamanla daha da daralacağı; özellikle de yeknesak özellikler taşımayan tohumların ekilip dikilmesinin zorlaşacağı uyarısında bulundu. Şık’a göre tohum sertifikasyonunda öne çıkacak ve yasadan en fazla çıkar temin edecek kurum Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) olacak.
“Tohum yasasının kazananı şirketler olacak. Ama yasa değişikliğini bizlere övünçle duyuran yetkililerin dediği gibi yerli şirketler değil. TÜRKTOB’un sitesinde yer alan bilgilere göre ülkemizde 832 adet tohum şirketi bulunuyor. Bu şirketlerin 22 tanesinin yerli ve yabancı ortaklık yapısına sahip olduğu 32 adet şirketin ise tamamıyla yabancı sermayeli şirket olduğu belirtiliyor. Yabancı sermayeli şirket sayısı çok az olmasına rağmen (toplamın yüzde 2.6’sı) ülkemiz tohum piyasasının yüzde otuzuna hâkim oldukları görülüyor. Yerli ve yabancı ortaklığı ile kurulan şirketler de hesaba katıldığında piyasa hâkimiyeti yüzde elliye çıkıyor.
Tohum yasasının kaybedeni bütün bir toplum olacak. ÇiftçiSen, tohum takas ağları, tarım ve gıda inisiyatifleri bu değişiklikten çok olumsuz etkilenecek. Bu örgütlerin yıllardır savunduğu gıda egemenliği politikalarının önünü açmak, yaklaşan iklim krizi ile baş edebilmek için besin üretme yeteneğimizi daha da yaygınlaştırmak, çeşitlendirmek gerekirken tam aksi yapılarak insanların becerileri köreltiliyor, bir toplumun kendine yeterli gıda üretme imkânları elinden alınıyor.”
(Yeşil Gazete, Buğday Derneği, Gazete Duvar, Bianet)
Bugün ABD’de seçmenler sandık başına giderek Trump yönetimine destek verip vermediğini gösterecek. Bugün yapılan seçimlerde Temsilciler Meclisinin tamamı ve Senatonun 100 üyesinden 35’i yenilenecek.
Halihazırda Temsilciler Meclisinde 235 Cumhuriyetçi, 193 Demokrat üye bulunurken 7 sandalye de boş durumda.
Senato’da ise yenilenecek 35 senatörün 9’u Cumhuriyetçi, geri kalan 26 senatör ise Demokrat Partiden.
Kamuoyu yoklamalarına gore Temsilciler Meclisinde 2010’dan beri azınlıkta olan Demokratların çoğunluğu sağlaması sürpriz olmayacak. Senatoda ise seçilmeyecek 65 sandalyenin 42’sinin Cumhuriyetçilerde olmaya devam edeceği için Demokratların ellerindeki eyaletlerin hepsini muhafaza etmekle kalmayıp Cumhuriyetçi eyaletlerden en az 2 senatör çıkarmaları gerekiyor.
Başkanlık sistemini çok sağlam bir denge ve denetleme mekanizmasıyla kuran ABD’de Temsilciler Meclisi ve Senato’da Demokratların güçlenmeleri Trump’ın yasama konusunda elini zorlaştıracak ve Trump bir çok konuda taviz vermek zorunda kalabilecek. Cumhuriyetçilerin çoğunluğu sağlamaları halinde ise Trump’ın önceki dönemden daha azgın bir politika izlemesi kimseyi şaşırtmayacak.
Uzmanlara göre bütün dünyayı tehdit eden Trump politikalarına rağmen son aylarda Amerikan ekonomisinde gözlemlenen iyileşmeler sonucunda Cumhuriyetçiler lehine sonuçlar doğurabilir.
ABD’de seçimler için oy verme süreci haftalar öncesinden başlayarak posta ile veya doğrudan sandıklara giderek haftalar öncesinden başlamıştı.
Yerel seçimlerin yapılmasına artık beş aydan kısa bir süre kaldı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yürürlüğe girmesi ile önemi azalan TBMM’nin gündemi işgal edememesiyle de birleşince artık gündemimiz iyiden iyiye yerel seçim ve bu seçimdeki ittifaklar. “Kim kiminle ne karşılığında ittifak yaparsa nereleri alır?” sorusu etrafında dönüyor TV programları ve köşe yazıları. Evet, yerel seçimin çok büyük bir bölümü bununla alakalı. İttifaklar, doğum yerleri, izinler, alışverişler… Fakat, bu üzerine spekülasyon yapması zevkli bir konu olsa da aslında bu tip yazıların değil; haberlerin konusu olmalı.
Bu yazı ise yerel seçimin diğer bölümüne odaklanmayı hedefliyor. Nasıl bir belediye? Nasıl bir belediye başkanı? Bu iki soruya da verdiğim tek kelimelik ortak yanıt üzerinden ilerlemeye çalışalım.
Kelimemiz: Vizyon!
Öncelikle bir durum tespiti yapalım. Dünya’da yerel yönetimler çok önemli ve giderek de önem kazanıyor. Çünkü insana dokunan icraatların neredeyse tamamı yerel yönetimlerin imzasıyla çıkıyor. Merkezi yönetimlerin gün be gün ulusüstü yapılara kaptırdıkları yaptırım güçlerinin karşısında yerel yönetimler hem gücünü koruyor; hem de merkezi yönetimlerin saygınlıkları düşerken, yerel yönetimlerin saygınlıkları artıyor. Bugün bir Parisli için Paris Belediye Başkanı’nın aldığı kararlar daha önemli halde. Çünkü evinden çıktığı anda o kararlarla baş başa kalıyor. Fakat Fransa Cumhurbaşkanı’nın İran ile ilgili verdiği bir kararın kendisine yansıması çok dolaylı ve çok geç kalıyor. Bu Londra için de; Barselona için de; New York için de böyle. Küreselleşme bir taraftan da 21. Yüzyılın şehir devletlerini oluşturuyor.
Türkiye’de durum nasıl?
Türkiye için ise durum biraz daha farklı ve ne yazık ki acıklı. Türkiye’de merkezi siyasette güç o kadar fazla en tepeye doğru çekilmiş durumda ki; bu merkezi yönetimin güç ateşinden korunmak sadece ve sadece yerel yönetimlerin şemsiyesi altında mümkün olabiliyor. Merkezi yönetimin boğuculuğundan bir parça nefes alınabiliyorsa bu bir yerel yönetimin açtığı gedik sayesinde oluyor. Dünya’ya baktığımızda biraz tersten bir önem kazanma bu ama yine de önem kazanma.
Peki, bu nefes almak için hayatilik ve Türkiye’nin de siyasi ve yönetimsel koşullarını bu şekilde tespit etmişken tekrar yanıtımıza dönelim. Yani, vizyona.
Seçimler 2019’da olacak ve 2024’e kadar kentleri yönetecek yerel yönetimleri seçeceğiz. Tarih önemli. Çünkü zaman geçtikçe aynı araçlara sahip milyonlar arasında bu araçları kullanmak yönündeki deneyim farkları açılıyor. Ne demek istiyorum? Bir İstanbullu, ekonomik olarak gücü yettiğince bir Romalı ile aynı “şeylere” sahip olabiliyor bugün. Lakin hem bir Romalı gibi yaşayamıyor hem de bir Romalı gibi yaşamayı istiyor. Bu örgütsüz bir politik istek. Tüm muhalif hareketlerin üzerinden OHAL ile geçilmeden önce kent hakkındaki konuların bu kadar ses getirmesinin bir nedeni de buydu. İnsanlar genelden ümidi kesmiş olabilirler ama yerelden açılan gediklerden hala çağdaşları gibi yaşamak, çağdaşları gibi soluk almak istiyorlar. Hatta topu başkasına atmayalım: İstiyoruz diyelim.
Bu isteğin ve arayışın bir 5 yıl daha ötelenmesini de kimse istemiyor. İşte bu yüzden önümüze yönetme isteğiyle çıkanlar insanlardan beklediğimiz ilk vaat vizyon. Bir kent vizyonu ortaya koymak zorundalar. Kuru bir sosyal yaşam, betona bulanmış bir çevre, baskılanmış farklılıklar ve grilik zaten bize merkezi yönetimin de sunduğu ve iyi sunduğu hizmetler. Önemli olan bunlardan kurtaracak ve nefes aldıracak bir vizyon ortaya koymak. Bu vizyonun ise üç ayağı olmalı. Sosyal vizyon, ekolojik vizyon ve ekonomik vizyon. Bu sacayağını koyduğumuzda üstüne bir kent yönetimi çıkabilir. Önemli olan bunu oluşturabilmek.
Gelecek yazılarda tek tek bu ayaklar üzerinde duracağız.
Dünyanın plastik malzeme arzı, iştahlı ekonomik göstergeler sergileyen bir artış izliyor. Küresel plastik üretimi 2016 yılı itibarıyla 350 milyon tonluk ve milyarlarca dolarlık üretim hacmine ulaştı (1). Bu üretim miktarı plastiklerin üretilen katı atıklar arasındaki oranını da arttırmakta. Örneğin, 2010 yılında 192 ülke tarafından üretilen 2,5 milyar tonluk katı atığın yaklaşık 275 milyon tonu plastikten oluşmuş. Bu miktarda çöp, yetersiz ve etkisiz atık yönetimiyle birlikte değerlendirildiğinde, ciddi bir çöp probleminin oluşması şaşırtıcı değil. Ayrıca plastik ambalajlama yapan firmaların, oluşan atıklarla ilgili sorumluluk almaması bu durumu daha da içinden çıkılamaz hale getiriyor. Nitekim, ortaya çıkan plastik çöpün 4,8 ila 12,7 milyon tonluk bir kısmının okyanus ve denizlere karışması bu durumun en önemli göstergesi (2). Bu miktardaki çöpün denizlerde oluşturduğu en önemli sorun çöp adaları ve akıntıları. Bu akıntı ve adalarda yaklaşık 5 trilyon adet (276.000 ton) plastik yüzer halde bulunuyor (3).
Kaynak: http://bit.ly/2EY635Q
Fosil yakıt türevi plastikler ve mikroplastik
Denizlerde yüzer halde bulunan plastik atıklar mikro ve makro plastiklerden oluşuyor. Mikroplastikler 5 mm’den daha küçük plastiklere verilen ad. Bu plastikler çoğunlukla daha büyük plastiklerin çeşitli çevresel faktörler yardımıyla parçalanması sonucu oluşuyor (Sekonder mikroplastikler). Bunun yanında kullanım amacına göre, plastikler mikroplastik olarak da üretilebiliyor (Primer mikroplastikler). Mikroplastik olarak üretilen plastikler özellikle temizlik ve kişisel bakım ürünlerinde kullanılıyor.
Mikroplastiklere ve bunların doğadaki davranışlarına gelmeden önce bazı temel bilgileri bilmekte fayda var. Bunların başında plastiklerin bir polimer yani çok zincirli monomer denilen yapılardan oluştuğu bilgisi geliyor. Monomerler, polimerizasyon denen bir yolla diğer monomerlerle birleşerek polimerlere dönüşürler ve böylelikle plastik dediğimiz ürüne dönüşür. Bunun yanında plastik olmayıp polimer olan başka birçok faydalı ve gerekli moleküller de vardır. Bu sebeple polimerleri biyo polimerler ve petrol türevli sentetik polimerler olarak sınıflandırmak gerekiyor (Şekil 1).
Her plastiğin aslında karbon ve hidrojenden oluşan bir molekül olduğunu ve bu sebeple hidrokarbon olarak da nitelenebildiğini bilmek gerekiyor. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, bugün hayatımıza giren ve vazgeçilmezmiş gibi duran plastikler doğada normal şartlar altında bulunmayan malzemeler. Plastik, ilk olarak 1909 yılında “Bakelit” (Leo Baekeland tarafından bulunduğu için bu isimi almıştır) olarak üretildi ve o zamandan günümüze kadar mevcut çeşitliliğine ulaştı.
İskenderun ve Mersin körfezlerindeki mikroplastik kirliliğinin boyutu
Bu çeşitlilik kirletici unsur olarak denizlerde de kendini gösteriyor. Ayrıca sadece denizlerde değil, göllerde de benzer kirliliğe rastlamak olası. Üstelik, bu kirlilik için ilgili ekosistemin çevresinde kentleşme ya da yoğun insan aktivitesi olmasına da gerek yok. Örneğin, Zhang ve arkadaşları tarafından 2016 yılında Tibet’teki bir dizi gölde yapılan çalışmada (4) metrekarede 8-563 adet mikroplastik bulunduğunu tespit edildi. Bu göllerin en önemli özelliği ise etraflarında önemli bir yerleşim yerinin olmaması. Buna rağmen, göllerdeki mikroplastik çeşitliliği oldukça şaşırtıcı. Araştırıcılar polietilen, polipropilen, polistiren, PET ve PVC tipinde plastiklere rastlamışlar.
İskenderun Körfezi’nden 2017 yılında yapılan bir çalışmadan elde edilen mikroplastikler
Tibet’teki bu gözlerden uzak göllerdeki plastik kirliliğinin benzer seviyelerine Türkiye’nin Akdeniz kıyılarında da rastlamak mümkün. Daha önce Prof. Dr. Cem Çevik ile birlikte Çukurova ÜniversitesiSu Ürünleri Fakültesi, Temel Bilimler Bölümü olarak İskenderun ve Mersin körfezlerinde yaptığımız çalışmalarda, (5,6)Mersin Körfezi’nde kilometrekarede ortalama 7 milyon ve İskenderun Körfezi’nde kilometrekarede 1 milyon mikroplastik partikül olduğunu tespit ettik. Anlaşılacağı gibi gerek yoğun insan aktivitesinin olduğu Akdeniz’de, gerekse de ıssız Tibet göllerinde ciddi oranda mikroplastik partikül kirliliği mevcut. Üstelik içerik olarak da benzer türdeki plastiklere rastlanıyor.
Mikroplastik kirliliği sadece denizler ve göllerde değil, havada ve toprakta da var
Mikroplastik kirlilği sadece denizlerde ve göllerde değil aynı zamanda havada ve toprakta da oldukça yoğun olarak bulunmakta. Dehghani ve arkadaşları tarafından 2017 yılında Tahran şehrinde yapılan bir çalışmada (7) havadan elde edilen 30 gr’lık kuru toz (bir insanın ortalama bir günde soluduğu toz miktarına neredeyse eşit) içerisinde 88-605 adet mikroplastik parçacık olduğu bildirildi. Bu plastiklerin çoğunluğunun fiber tipteki plastiklerden oluştuğu da aynı çalışmada ortaya konuldu. Fiber olarak bilinen bu mikroplastik partiküllerin ana kaynağı tekstil ürünleri. Giydiğimiz ya da başka amaçlar için kullandığımız tekstil ürünlerinde en yaygın olarak kullanılan plastik tipi, polyester, akrilik ve naylon. Bunların kullanıldığı tekstil eşyalarından oluşan 6 kg’lık bir çamaşır yıkama aktivitesinin yaklaşık 700 000 adet mikroplastik yaydığı İngiltere’de yapılan bir çalışmada (8) ortaya konuldu. Bunun yanında, bu tekstil ürünlerinin kullanım esnasında da bu fiber türdeki mikroplastikleri ortama yaydığını unutmamak gerekiyor. Benzer şekilde, topraktaki mikroplastik kirliliği de oldukça ürkütücü boyutta. Üstelik, henüz çalışmalar yetersiz olsa da, araştırıcılar topraktaki plastik kirliliği boyutunun denizlerden ve göllerden daha da endişe verici olduğundan şüphelenilmekte.
Besin zincirindeki mikroplastikler bünyesine aldığı başka zehirli kimyasalları da besin zincirine taşıyor
Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere, insanoğlu, plastik kapanı içerisine sıkışıp kalmış durumda. Üstelik, olay sadece çevredeki plastiklerin orada öylece bulunması değil. Bu durum başta kaplumbağalar, deniz memelileri ve su kuşları olmak üzere birçok canlıyı etkiliyor. Kaplumbağalar bu plastiklere takılmakta ya da onları besin zannedip yemekte. Karaya vuran birçok balinanın midesinden onlarca plastik poşet çıktığı medyada defalarca gösterildi. Bunun yanında, 2017 yılında ODTÜ tarafından yapılan bir çalışmada (9) örneklenen deniz balıklarının %41’inin midesinde mikroplastik partiküle rastlandı. Yine bu yıl Prof. Dr. Cem Çevik ile birlikte İskenderun körfezindeki bir istiridye türü üzerinde yaptığımız çalışmada (10)250 gram ağırlığındaki bir istiridyenin 450 ila 525 adet mikroplastiği bünyesinde barındırabildiğini tespit ettik. Bu çalışmalar, mikroplastiğin besin zincirine katılmasının aslında oldukça sıradan bir durum olduğunu ortaya koyuyor. Mikroplastik tek başına besin zincirine katılmakla kalmıyor, bir de bünyesine aldığı başka zehirli kimyasalları da besin zincirine taşıyor. Plastiklerin üretim aşamasında dahil edilen kendi bünyelerindeki fitalat, stiren ve bisfenol-A gibi katkı maddeleri yeterince toksik iken, bunların yanında ağır metaller, kalıcı organik kirleticiler ve petrol türevli kimyasallar gibi toksik maddeleri de besin zincirine dahil etmesi canlı ve çevre sağlığı açısından karamsar bir tablonun ortaya çıkmasına neden oluyor.
Mikroplastikler ve bünyelerine aldıkları kimyasallar besin zincirine her aşamada katılabiliyor. Bir mikroplastik besin zincirinin en alt halkalarından birinde olan zooplanktonlar aracılığıyla yukarı doğru birikim yaparak gidebiliyor. Ancak direkt olarak besin zincirinin son halkasında da zincire katılabiliyor. Homo sapiens yani insan, avcısı olmayan ve neredeyse besin zincirinin en tepesine yerleşmiş bir canlı türü. Mikroplastikler havadan ya da tuz gibi çeşitli gıda maddeleri aracılığıyla direkt olarak insan bünyesine girebiliyor. Nitekim, en son gerçekleştirdiğimiz tuz araştırması da (11) bunu ortaya koyuyor. Araştırmamızı Türkiye’de gerçekleştirmemize rağmen, Ayşe Bereket’in Yeşil Gazete özel haberinde etraflıca anlattığı gibi, tuzdaki mikroplastik problemi sadece Türkiye’ye özgü bir problem değil. Tüm dünya bu problemle karşı karşıya. Çünkü plastik kirliliği küresel bir problem. Ancak Türkiye, tuz tüketimi oldukça yüksek bir ülke olması nedeniyle bu konuda özel bir yerde duruyor. Türkiye’de Dünya Sağlık Örgütü tarafından önerilen miktarının yer yer üç misli kadar tuz tüketildiği yapılan çalışmalarla ortaya konuldu. Nitekim, bu miktarda tuz tüketiminin, tuzdan kaynaklı ortaya çıkabilecek sağlık problemlerinin yanı sıra tuz ile birlikte alınabilecek diğer zararlı maddelerin de miktarını arttıracağı açık. Bu tehlikeli maddelerin başında da, bahsettiğimiz gibi, mikroplastikler geliyor.
1 655 canlı türü plastiklerden doğrudan ya da dolaylı olarak etkileniyor ama plastik üretimi ve tüketimi hız kesmiyor
Ancak bu probleme yaklaşım şekli, problemin kendi barındırdığı riskin öneminin henüz anlaşılmadığını ortaya koyuyor. Plastik üretimi her yıl ciddi oranda artmakta ve her yıl okyanus ve denizlere milyonlarca ton plastik atık girmeye devam etmekte. Plastiği ambalaj olarak kullanan şirketler bu durumu değiştirme yönünde herhangi dişe dokunur adım atmıyor. Bu konudaki toplumsal tepki de konunun toplum nezdinde yeterince anlaşılmadığını ortaya koyuyor. Devletler ise önlem alma konusunda isteksiz davranıyor.
Hâlihazırda 1.655 canlı türü plastiklerden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmekte (12) ve bu sayı her geçen gün artmakta. Plastik üretimi ve tüketimi bu hızla devam ettiği müddetçe bu sayının daha da fazla olacağı şüphesiz. Bunun yanında bu hızdaki plastik üretimi ve beraberinde ortaya çıkan kaçınılmaz kirlilik problemi, denizlerin, 2050 yılında balıktan çok plastik ile dolmasına neden olacaktır.
Kaynaklar:
1. PlasticsEurope (2015). Plastics – the Facts 2015.
2. Jambeck, J.R., Geyer, R., Wilcox, C., Siegler, T.R., Perryman, M., Andrady, A., Narayan, R. and Law, K.L. (2015). Plastic waste inputs from land into the ocean. Science, 347(6223), 768-771.
3. Eriksen, M., Lebreton, L. C., Carson, H. S., Thiel, M., Moore, C. J., Borerro, J. C., … & Reisser, J. (2014). Plastic pollution in the world’s oceans: more than 5 trillion plastic pieces weighing over 250,000 tons afloat at sea. PloS one, 9(12), e111913.
4. Zhang, K., Su, J., Xiong, X., Wu, X., Wu, C., & Liu, J. (2016). Microplastic pollution of lakeshore sediments from remote lakes in Tibet plateau, China. Environmental pollution, 219, 450-455.
5. Gündoğdu, S. (2017). High level of micro-plastic pollution in the Iskenderun Bay NE Levantine coast of Turkey. Ege Journal of Fisheries and Aquatic Sciences, 34(4): 401-408.
6. Gündoğdu, S., Çevik, C., Ayat, B., Aydoğan, B., & Karaca, S. (2018). How microplastics quantities increase with flood events? An example from Mersin Bay NE Levantine coast of Turkey. Environmental Pollution, 239, 342-350.
7. Dehghani, S., Moore, F., & Akhbarizadeh, R. (2017). Microplastic pollution in deposited urban dust, Tehran metropolis, Iran. Environmental Science and Pollution Research, 24(25), 20360-20371.
8. Napper, I. E., & Thompson, R. C. (2016). Release of synthetic microplastic plastic fibres from domestic washing machines: effects of fabric type and washing conditions. Marine pollution bulletin, 112(1-2), 39-45.
9. Güven, O., Gökdağ, K., Jovanović, B., & Kıdeyş, A. E. (2017). Microplastic litter composition of the Turkish territorial waters of the Mediterranean Sea, and its occurrence in the gastrointestinal tract of fish. Environmental Pollution, 223, 286-294.
10. Çevik, C., Gündoğdu S., (2018). Quantity and types of microplastics in the the tissues of thespiny oysters Spondylus spinosusSchreibers, 1793 (Mollusca, Bivalvia) in the Yumurtalık Bight (Iskenderun Bay, The northeastern coast of Levatine Sea). Marfresh 2018, At: Antalya/Turkey.
11. Gündoğdu, S. (2018). Contamination of table salts from Turkey with microplastics. Food Additives & Contaminants: Part A, 35(5), 1006-1014.
12. https://litterbase.awi.de/ (Erişim tarihi: 05.11.2018)
Doç Dr. Sedat Gündoğdu Çukurova Üniversitesi, Su Ürünleri Fakültesi www.mikroplastik.org https://twitter.com/gundogdu_sedat0