Ana Sayfa Blog Sayfa 2685

Anayasa Mahkemesi’nden intihar ettiği açıklanan asker ile ilgili ‘yaşam hakkı ihlali’ kararı

Zorunlu askerlik yaparken hareket halindeki devriye aracından atlayarak intihar ettiği iddia edilen İmam Bildik’in ailesinin yaptığı başvuruyu değerlendiren AYM, yaşam hakkı ve mahkemeye erişim hakkı ihlali kararı verdi.

Anayasa Mahkemesi (AYM), intihar ettiği öne sürülen zorunlu asker İmam Bildik’le ilgili kararında, yaşam hakkı ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verdi.

Uşak’ta zorunlu askerlik yapan İmam Bildik’in 15 Ekim 2012’de devriye aracı hareket halindeyken komutanı ile yaşadığı tartışma sonrası araçtan atlayarak intihar ettiği ileri sürülmüştü.

Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının da ihlal edildiğine karar verdi.

Adli Tıp Kurumu İmam Birlik’in olayın ardından hastane yerine karakola götürülmesiyle ilgili olarak, karakolda geçirilen sürenin kişinin ölümüne bir etkisi olmadığını belirtmiş, askeri savcılık da olayla ilgili kovuşturmaya yer olmadığına karar vermişti.

Birlik’in yakınları, Milli Savunma Bakanlığına maddi ve manevi zararlarının tazmini istemiyle başvurmuş, talebin reddi üzerine tam yargı davası açmış, İdare Mahkemesi görevsizlik kararı vererek dosyayı Askerî Yüksek İdare Mahkemesine göndermişti. AYİM, süre aşımından davanın reddine hükmetmiş, karar düzeltme istemini de reddetmişti.

 

(Bianet)

‘Sayıştay raporları ile ilgili gereğinin yapılması için savcılarımızı göreve çağırıyoruz!’

Sayıştay’ın 2017 yılına ait raporlarının yayınlanması ile gündeme gelen yolsuzluk ve usülsüzlüklerin bir an önce yargı yolu kullanılarak adalet önünde sorgulanması gereğine işaret eden Uluslararası Şeffaflık Derneği, yazılı bir açıklama ilgili kurumları harekete geçmeye çağırdı.

Adalet mekanizmalarının işlemesi demokrasimizin teminatıdır vurgusunda bulunan dernek, “Savcılarımızı göreve çağırıyoruz.” dedi.

Uluslararası Şeffaflık Derneği’nin açıklaması:

Sayıştay raporları: Şimdi sıra adalette!

Son günlerde basında ve kamuoyunda, anayasal konumu itibarıyla kamu adına denetim yapmakla görevli Sayıştay’ın raporlarında işaret edilen bazı bulgular gündeme gelmiş bulunmaktadır. Söz konusu raporlarda ortaya çıkan bulgular, güveni kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma, zimmet, dolandırıcılık gibi birçok ciddi suça ilişkin şüphelere işaret etmektedir.

Her ne kadar önceki yıllarda yapılan yasal değişikliklerle Sayıştay’ın yetki alanına yönelik kısıtlamalar mevcut olsa da denetlenen bazı idarelere ilişkin raporlarda, dikkat çekici usülsüzlükler ve kamu kaynaklarının verimsiz ve özensizce kullanılması tespitlerinin dile getirildiği görülmektedir.

Bağımsız birkaç medya kuruluşu tarafından gazetecilik faaliyeti gerçekleştirilerek bu raporlar incelenmiş ve somut bulgularla kamuoyunun bilgilendirilmesi görevi yerine getirilmiştir.

Denetim kurumları ve medya görevini yerine getirmiş, şimdi sıra adalete gelmiştir. Sayıştay Kanunu’nun ilgili maddeleri gereği yargı mekanizmaları işletilmelidir. Gündeme gelen iddiaların usülsüzlük ve suistimale yönelik değerlendirmelerin etraflıca araştırılması, soruşturulması, kamu zararlarının tazmini ve sorumluların cezalandırılması gerekmektedir.

Yolsuzluk, halkın yararına harcanması gereken kısıtlı kamu kaynaklarının usülsüz bir şekilde özel çıkarlar için kullanılması dolayısı ile kamu yönetimini bozan, toplumsal güveni sarsan ve demokratik işleyişi çürüten bir olgudur.

Cezasızlık ise yolsuzluğu sıradanlaştırmakta ve toplumun ilke ve değerleri üzerinde yıkıcı, yozlaştırıcı bir etki yaratmaktadır. Kamu kaynaklarının kişisel ya da siyasal çıkarlar için kullanılması iddiaları cezasız kalmamalıdır. Sayıştay raporlarında gündeme gelen ve birçoğu savcılarımızın resen harekete geçmesini gerektiren bu ciddi suçlara ilişkin bulgular araştırılmalı ve gerekli soruşturmalar yapılarak kamu zararına yol açan sorumlular cezalandırılmalıdır.

Adalet mekanizmalarının işlemesi demokrasimizin teminatıdır. Savcılarımızı göreve çağırıyoruz.

Uluslararası Şeffaflık Derneği

 

(Yeşil Gazete)

Muğla’da kömür madenleri ve termik santraller son 34 yılda en az 45 bin erken ölüme neden oldu

Avrupa İklim Ağı (CAN Europe) tarafından, Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) ve TMMOB Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) ortaklığıyla yapılan “Kömürün Gerçek Bedeli: Muğla” başlıklı araştırmanın bulguları Yatağan’da düzenlenen bir basın toplantısında kamuoyuyla paylaşıldı.

Araştırma yıllardır kömürlü termik santrallerin etkilerini birebir yaşayan Muğla halkının ne bedeller ödediğini ve mevcut planlardan vazgeçilmezse daha neler yaşanacağını verilerle ortaya koyuyor.

Muğla’da termik santrallerden kaynaklanan hava kirliliği 34 yılda en az 45 bin erken ölüme sebep oldu

Araştırmanın bulgularına göre Muğla’daki Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerinden kaynaklanan hava kirliliği 1983-2017 yılları arasında en az 45 bin erken ölüme sebep oldu. Ayrıca yine hava kirliliğine bağlı kalp-damar ve solunum yolu hastalıkları nedeniyle 46 bin kişinin hastaneye yattığı tahmin ediliyor.

Toplantıda sunulan araştırma sonuçlarına göre, Yatağan’da havadaki partikül madde (PM10) yoğunluğu, Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği yıllık ortalama üst limitin 2015’te dört, 2016’da üç buçuk katı olarak ölçüldü. Yatağan halkının, 2015 ve 2016 yılları boyunca DSÖ’nün aşılmaması gerektiğini belirttiği sınırın kat be kat üzerinde zehir soluduğu ortaya çıktı. 

“Besinlerimiz zehirleniyor, çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimi için ciddi riskler yaratıyor”

Çalışma, hava kirliliği ile Muğlalıları hasta eden üç santralin doğayı da yıkıma sürüklediğini ortaya koyuyor. Sonuçlara göre, halihazırda bu santraller 28 bin kg cıva salmış durumda ve baca gazı arıtma tesisleri devamlı çalışsa dahi yılda 1100 kg cıva salmaya devam ediyor. Bu cıvanın yarısı ormanların, tarım alanlarının üzerine ve Akdeniz’e çöküyor. İnsanlar ve diğer canlılar için toksik bir ağır metal olan cıva, toprakta, tatlı su kaynaklarında, denizde yoğunlaşıyor. Cıva, bitki ve hayvan dokularında birikerek besin zinciri aracılığı ile insanlara ulaşıyor, sinir sistemi ve böbrek hastalıklarına neden olduğu gibi, özellikle çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimi için ciddi riskler yaratıyor.

Beş Bozcaada büyüklüğünde orman alanı tehdit altında

Kömür üretimi sebebiyle yıkıma uğrayan orman ve tarım arazilerinin tam boyutu, resmi verinin kamuoyuna açık olmaması nedeniyle bilinmese de, Milas ve Yatağan’da açık ocak kömür madeni işletme ruhsatı alanları 440 km2’lik bir alanı kaplıyor. Bu da Türkiye’nin yüzölçümü açısıdan en geniş illerinden olan Muğla’nın toplam alanının yüzde 3,5’una, bütün İstanbul’un onda birine yakın bir büyüklüğe denk geliyor. Henüz işletmeye alınmamış ruhsat alanları da işletmeye alınırsa 185 km2’lik ormanlık alan daha yok olacak. Bu da, beş Bozcaada büyüklüğünde orman alanının yerini madene bırakması anlamına geliyor.

“Kasım ayında rapor yayınlanacak”

Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) bileşeni olan Akdeniz Yeşilleri Derneği Eş Sözcüsü Mustafa Tuncaelli, araştırmayla ilgili Yeşil Gazete’nin sorularını yanıtladı.

Tuncaelli, araştırmanın oluşum sürecini şöyle anlattı:

“Yaklaşık 1,5 yıl önce Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) içinde yer alan bir grup olarak, Avrupa İklim Ağı Türkiye’den gelen arkadaşlarla bir araya geldik. Avrupa İklim Ağı’ndan gelen arkadaşlar, yaklaşık 35 yıldır çalışan ve halen çalıştırılmaya devam eden termik santralların doğaya, insanlara, çevreye verdiği zararların gerçek bedeliyle ilgili bir çalışma yapmak istediklerini söylediler. Bizler de böyle bir çalışmanın çok yararlı olacağını, santralın verdiği zararlarla ilgili farkındalığın daha da artmasına yarayacağını ve yıllardır termik santrallar ve onların zararlarına karşı mücadele eden kişiler olarak elimizi güçlendireceğini ve konuda her türlü katkıyı verebileceğimizi söyledik. Çalışma böyle başladı. Çevre Mühendisleri Odası, Muğla Tabip Odası ve bizler elimizden gelen desteği verdik. 31 Ekim’de Yatağan’da bu çalışmanın ilk verileri paylaşıldı. Kasım ayında rapor yayınlanacak. Rapor yayınlandıktan sonra bu rapor resmi ya da sivil herkesle paylaşılacak.”

“Santrallar çalışırken mahkemelerce verilmiş kapatma kararları bile uygulanmadı”

Tuncaelli’nin Muğla’daki Yatağan, Yeniköy, Kemerköy termik santrallerinin sahip olduğu maden arama ruhsatı alanında kaç köy bulunduğuna dair sorumuza verdiği cevap ise çarpıcı:

“Yeniköy ve Kemerköy Termik Santralları bölgesinde kömür madeni ruhsat sahaları 21 köyü, Yatağan Termik Santralı’nın bulunduğu bölgedeki kömür ruhsat sahaları 27 köyü kapsıyor. Toplam 48 köyü içine alıyor. Şu ana kadar yerinden edilmiş toplam 8 köy var. Bunların bir kısmı tamamen yok oldu, bir kısmı ise başka yere taşındı. Tehdit altında 40 köy daha var.

Yaşlanan santrallerin hala çalıştırılmasına karşı hukuki süreçlerin işe yarayıp yaramadığına dair sorumuzu, Santraller çalışırken mahkemelerce verilmiş kapatma kararları bile uygulanmadı,” diye yanıtlayan Tuncaelli, “Çok yaşlandı diye bir dava açılsa bizde bölüm bölüm yeniliyoruz diyecekler. Santrallerin ne kadar yaşlandığı Yatağan’da son yaşanan kaza ile ortaya çıktı,” diyor.

“Güncel hava kirliliği bilgileri saklanıyor”

Termik santraller nedeniyle bölgede hangi hastalıkların görüldüğü sorumuza, “Raporun yayınlanmasını bekleyelim,” diye cevap veren Tuncaelli, santralların insan sağlığına verdiği zararlarla ilgili Tabipler Odası’nın çalışmalarına hiçbir zaman izin verilmediğini özellikle vurguluyor. Tuncaelli’ye göre güncel hava kirliliği ile ilgili verilerine bile ulaşmak zor, ancak eski kayıtlara ulaşılabiliyor, ancak güncel bilgiler saklanıyor.

“Turgut Köyü’nün tamamen zeytinlik olan 93 parseli maden şirketi tarafından alınmaya çalışılıyor”

Bölgede köylülerin birçoğu geçimlerini zeytinden sağlıyor. Peki, zeytincilik bu yıkımdan nasıl etkileniyor?

“Termik santralların dumanı, külü ve asit yağmurları başta zeytin olmak üzere bütün ağaçların ve tarım alanlarının düşmanı,” diyen Tuncaelli, diğer bir yok edicinin de açık linyit kömür ocakları olduğunu ekliyor. “Kömür ocakları hem ormanlarımızı hem de zeytin ağaçlarımızı tamamen yok ediyor. En son Yatağan-Turgut köyü bu sorunla boğuşuyor. Kömür ocakları Yeşilbağcılar Köyü’nü yok ettikten sonra Turgut’a dayandı. Köyün tamamen zeytinlik olan 93 parseli maden şirketi tarafından alınmaya çalışılıyor. Ama köylüler vermemek için direniyor.”

Köylülerin açtığı iki dava olduğunu anlatan Tuncaelliözellikle Yatağan-Turgut köyünün Maden İşleri Genel Müdürlüğü’ne, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne, Muğla Valiliği’ne, Yatağan Kaymakamlığı’na ve Yatağan Cumhuriyet Başsavcılığına yaptığı birçok şikayet olduğunu, açtıkları iki davadan birinin maden ocaklarının zeytin ağaçlarına ve tarlalarına verdiği zararla ilgili Yatağan Asliye Ceza’da açtıkları dava, diğerinin ise Turgut’un çok yakınındaki Hacıbayramlar Köyü yakınlarında maden şirketinin yapmak istediği yer altı madencilik faaliyetine Muğla Valiliği’nin verdiği “ÇED Gerekli Değildir” kararına karşı idare mahkemesine karşı açtıkları dava olduğunu belirtiyor.

“Hava kirliliği ve radyasyon verileri ile baca gazı emisyonları, tüm yurttaşların erişimine sunulmalı, santral kaynaklı hastalıkların istatistikleri yayınlanmalı”

Mustafa Tuncaelli, acilen atılması gereken adımları ise şöyle anlatıyor:

“Bence bu raporun da ortaya koyduğu gibi tüm fosil yakıtlı termik santralların, bir takvim oluşturup, en kısa süre içerisinde kapatılması hedeflenmeli, maden için yeni köylerin yutulması da önlenmelidir. Bu arada hava kirlilik verileri olsun, baca gazı emisyonları olsun, radyasyon verileri olsun termik santralların çevreye verdiği zararlarla ilgili teknik veriler bütün yurttaşların erişimine sunulmalıdır. Ayrıca tüm bölge sağlık taramasından geçirilmeli, santral kaynaklı hastalıkların istatistikleri yayınlanmalıdır. Daha sonra hem yurttaşlar, hem resmi yetkililer bu sorunların çözümü noktasında neler yapılacak bir araya gelmeli, ortak çözümler oluşturmalıdır.”

En kötü hava kalitesine sahip iller arasında Muğla 4. sırada”

Kömürlü termik santrallerin yarattığı hava kirliliği sadece insan ve tüm canlıların sağlığı için değil iklim değişikliği gibi ciddi bir küresel tehdit oluşturuyor. Avrupa İklim Ağı’nda (Can Europe) Elif Gündüzyeli, “Dünya Sağlık Örgütü’nün hava kirliliği konusunda yaptığı küresel seferberlik çağrısını destekliyoruz. Küresel iklim değişikliğinin de temel kaynaklarından biri olan kömürün, bu araştırmada ortaya koyduğumuz yaşamsal bedellerin önüne geçilebilmesi için bir an önce enerji üretimi planlarından çıkarılması gerekiyor. Düşük karbonlu, yurttaş merkezli enerji kaynaklarına adil bir geçiş için plan ve politikaların hizalanması büyük önem arz ediyor” diyor.

Yatağan’ın Türkiye’de hava kirliliğinin en yoğun yaşanan yerleşimlerinden biri olmasına dikkat çeken Türk Toraks Derneği’nden Prof. Dr. Sebahat Genç ise halk sağlığını tehdit eden hava kirliliğine acilen mücadele edilmesi gerektiğine şu sözlerle dikkat çekiyor:

“Türk Toraks Derneği olarak yaptığımız bir araştırmada 2014 –2015 yılları arasında havadaki aylık ortalama PM10 kirliliği açısından en kötü hava kalitesine sahip iller arasında Muğla’nın 4. sırada yer aldığını tespit etmiştik. Bugün DSÖ de Cenevre’de düzenlediği toplantı çerçevesinde hava kirliliğini, halk sağlığına etkileri nedeniyle aciliyetle müdahale edilmesi gereken bir salgın olarak nitelendiriyor. Böyle bir aciliyet varken ülkemizde ve küresel ölçekte çevre ve enerji politikalarının da hava kirliliğiyle etkili mücadele çerçevesinde planlanması gerekli.”

Çan ilçesindeki termik santralde patlama, can kaybı var!

Termik santraller çocukların zekâ düzeyini düşürüyor

[Neden] Kömürlü termik santraller yapılmamalı? – Emine Özkan

Kömürün Gerçek Bedeli araştırmasına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz

Haber: Merve Damcı

Fotoğraflar: Servet Dilber

(Yeşil Gazete)

ANKA Haber Ajansı kapandı

ANKA Haber Ajansı, 6 Kasım Salı günü (dün) itibarı ile kapandı. 1972 yılında kurulan ajans, çok sayıda ünlü gazeteci yetiştirmişti.

Ajansın kapandığı haberini Cumhuriyet gazetesinden Alican Uludağ, “1972 yılından bu yana aralıksız yayın yapan Anka Haber Ajansı, bugün (6 Kasım 2018) itibariyle kapandı. Bu akşam son kez haber geçildi. Basın tarihi açısından kara bir gün daha…” ifadeleriyle duyurdu.

ANKA Haber Ajansı, Altan Öymen tarafından 1972 yılında kurulmuştu. 1977 yılında politikaya girin Öymen, ajansla ilişkilerini kesti. Bunun üzerine yönetimi Müşerref Hekimoğlu üstlendi. Hekimoğlu, bir anonim şirket kurarak çalışanların da yönetime katılımını sağladı.

ANKA’nın Yönetim Kurulu, ANKA Anonim Şirketi’nin pay sahipleri ile belli birimlerin yöneticilerinden oluştu. Hekimoğlu’nun vefatından sonra ANKA’nın yönetimini bir süre Nazif Ekzen yürüttü. 2006 yılı başından itibaren de Veli Özdemir ve Nuri Sefa Erdem yönetimi üstlendi.

ANKA’da yetişen isimlerden bazıları ise Uğur Mumcu, Nuri Çolakoğlu, Zafer Mutlu, Hasan Cemal, Sevgi Soysal, Osman Arolat, Ali Polat, Derya Sazak, Vahap Munyar, Örsan Öymen, Abbas Güçlü, Teoman Erel, Uluç Gürkan, Yalçın Küçük, Adem Yavuz, Hikmet Bila, İsmet Solak, Füsun Özbilgen, Yazgülü Aldoğan, Yasemin Çongar, Cevat Taylan, Ahmet Tan, Kuvvet Başarır, Gül Önet, Nursel Dilek, Ragıp Erten, Oktay Kurtböke, Dinç Tayanç, Jülide Gülizar, Ayşegül Dora, Varlık Özmenek, Metin Aksoy, Ahmet Kahraman, Vecdi Seviğ, Veli Özdemir, Mümtaz İdil, Alaattin Aktaş, Rahmi Yıldırım ve Ahmet Abakay.

 

(Gazete Duvar)

‘Filistin engereği mi?’, ‘İsrail engereği mi?’: Milli yılan kimin tartışması!

İsrail’in “Filistin engereği” olarak bilinen zehirli yılan çeşidini “milli yılan” ilan etmesi Filistin’in sert tepkisine neden oldu. İsrail’in kararı, “hırsızlık” olarak değerlendirildi. İsrail Doğayı Koruma Derneği ile Doğa ve Parklar Dairesinin çok zehirli “Filistin engereği” olarak bilinen yılanı “İsrail’in milli yılanı” ilan etmesi tartışmalara neden oldu.

Filistin Özerk Yönetimi İsrail’in bu kararına sert tepki gösterdi. Özerk Yönetimin Filistin medyasında yer alan açıklamasında İsrail’in bu kararı “hırsızlık” diye nitelendirilerek söz konusu zehirli yılanın “Filistin’in mirası” olduğu belirtildi.

Filistin Yaban Hayatı Derneği Direktörü Imad El-Atras Filistin haber ajansı Wafa’ya yaptığı açıklamada, “Engereğin ulusal aidiyeti için yürütülen mücadele, Filistin Özerk Yönetimi’nin Filistin kimliğini korumak için yürüttüğü büyük mücadelenin parçasıdır” dedi. El-Atras, “İsrail’in engerek iddiası, işgal devletinin ülkenin medeniyet ve insanlık tarihini çarpıtıp bozma politikasının bir parçası” ifadesini kullandı.

Filistin haber ajansı Wafa’nın haberinde, söz konusu yılanın 1938 yılından bu yana “Filistin engereği” olarak nitelendirildiği belirtilerek Filistin’de türlerin çeşitliliği için önemli bir sembol olduğu kaydedildi.

İbranicede “İsrail engereği” olarak adlandırılan yılan geçen Perşembe İsrail’in milli yılanı ilan edilmişti. Arutz Scheva adlı televizyon kanalının haberine göre ülkenin milli yılanı internet üzerinden yapılan oylama ile seçildi.

70-130 santimetre uzunluğundaki yılan İsrail ve Filistin’in yanı sıra Lübnan ve Suriye’de de yaygın. Engereğin zehri ölümlere neden olabiliyor.

 

(DW Türkçe)

Türkiye ekonomisi, ‘Enflasyon içinde durgunluk’ yani ‘stagflasyon’a mı gidiyor?

Türkiye’nin son dönemde yaşadığı ekonomik kriz, geçen günlerde açıklanan ve yeni bir rekor olarak nitelenen enflasyon rakamları “ülke stagflasyona mı gidiyor?” sorularını da gündeme getirdi.

Mahfi Eğilmez de, BBC Türkçe’de “Türkiye ekonomisi stagflasyona mı gidiyor?” başlığı ile yayınlanan yazısında bu soruya dair tespitlerde bulundu. Eğilmez’in yazısından satırbaşları:

Stagflasyon

Stagflasyon, durgunluk anlamına gelen ‘stagnation’ sözcüğü ile enflasyon sözcüğünün bir araya getirilmesiyle türetilmiş bir bileşik sözcük. Enflasyon içinde durgunluk anlamına gelmek üzere ekonomide enflasyon olgusuyla birlikte ortaya çıkan sıfır dolaylarındaki büyüme halinin tanımlanmasında kullanılıyor.

Stagflasyon, ekonomik dengesizlik hallerinin en zor giderilebilenlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Bir yandan enflasyonu düşürmek, bir yandan büyümeye geçmek, bir yandan da bunlara eşlik edecek olan işsizlik artışını engelleyip istihdamı artırabilmek birbiriyle çelişen hedefler olarak ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin stagflasyon deneyimleri

Türkiye ekonomisi geçmişte stagflasyonla birkaç kez karşılaştı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1948’de enflasyon (TEFE) yüzde 7,5’e yükselmişken, GSYH yüzde 0 büyümede kalmıştı. 1991 yılında ekonomi yüzde 0,4 büyürken enflasyon (TÜFE) yüzde 71,1’e çıkmıştı.

2008’de yüzde 0,8’e düşen büyüme ve yüzde 8,1’e varan enflasyon ile Türkiye ekonomisi stagflasyona yaklaşmıştı.

Türkiye ekonomisi, yaşadığı bu stagflasyon deneyimlerinden genellikle hızlı bir biçimde çıkmayı başarabildi.

2019’da stagflasyon olgusu yeniden karşımıza çıkabilir

Türkiye ekonomisinin bugünkü gidişine bakılırsa 2018 yılının son çeyreğinden ya da 2019 yılının ilk çeyreğinden başlayarak yeni bir stagflasyon olgusuna girmesi olasılığı karşımızda duruyor.

Mevcut görünüme ve gidişe ilişkin tahminleri ortaya koyan tablo.Tabloda 2017 yılı sonuçları gerçekleşmeleri sergiliyor. YEP Yeni Ekonomi Programındaki tahminleri, IMF ise IMF’nin tahminlerini gösteriyor.

IMF’nin 2019 için büyüme tahmini yüzde 0,4 ve enflasyon tahmini ise yüzde 15,5. Eğer IMF’nin bu tahminleri gerçekleşirse 2019 yılında stagflasyonla tekrar karşılaşacağız anlamında değerlendirilebilir.

Mahfi Eğilmez’in yazısının tamamına bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.

 

(BBC Türkçe)

Gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan TARİŞ çalışanları: Mücadelemiz devam edecek!

TARİŞ’te 7 çalışma arkadaşlarının işten atılması üzerine direnişe geçen 65 kişi gözaltına alındı ve saatler sonra bırakıldı.

İzmir’de Çiğli Organize Sanayi Bölges’nde yer alan TARİŞ fabrikasında 7 işçi DİSK/Gıda-İş Sendikası’na üye oldukları için işten çıkarıldı. İşten çıkarmaların devam edeceği öngörülen fabrikada işçiler servisleri ile dönmeyerek fabrika içinde eyleme başladı. Atılan işçilerin geri alınması ve sendikanın tanınması talebiyle direnişe geçen işçiler, fabrika önüne gelen çevik kuvvet ekiplerince gözaltına alındı. Direnişteki işçilerle beraber Deriteks Sendikası İzmir Şube Başkanı Makum Alagöz, Genel-İş İş Yeri Temsicisi Eren Bilgen, Genel-İş 7 Nolu Şube Başkanı Kemal Köroğlu, Genel-İş 2 Nolu Şube Yöneticisi Bayram Kesgin, Birleşik Metal-İş İş Yeri Temsilcisi Sedat Sadak, Gıda-İş Ege Bölge Temsilcisi Mazhar Uzbek ve Akar Tekstil İş Yeri Temsilcileri gözaltına alındı.

Sabaha karşı serbest bırakılan TARİŞ işçileri, 7.30 da yeniden fabrika önünde bir araya geldi. Burada açıklama yapan DİSK/Gıda-İş Sendikası Genel Başkanı Seyit Aslan, “Hukuksuzluğun sorumluları bunun hesabını verecekler. Atılan işçilerin geri alınmasını ve sendikamızla diyaloğa geçilmesini istiyoruz. Diyaloğa yanaşmazlarsa mücadelemiz devam edecek” dedi.

Gözaltına alınıp serbest bırakılanlar arasında Deriteks Sendikası İzmir Şube Başkanı Makum Alagöz, Genel-İş İş Yeri Temsicisi Eren Bilgen, Genel-İş 7 No’lu Şube Başkanı Kemal Köroğlu, Genel-İş 2 No’lu Şube Yöneticisi Bayram Kesgin, Birleşik Metal-İş İş Yeri Temsilcisi Sedat Sadak, Gıda-İş Ege Bölge Temsilcisi Mazhar Uzbek, Genel-İş 2 No’lu Şube Mali Sekreteri Ümit Gültekin ve Akar Tekstil İşyeri Temsilcileri de var.

Gıda-İş’e üye olduğu için TARİŞ’ten atılan işçilerden Murat Yılmaz, fabrika yönetiminin işçinin iradesini tanımayarak sendikayı kabul etmediğini belirtti ve ekledi, “Patron, sendikaya üye olmamızı engellemek için bize baskı uyguladı. Akşam 17:30 sıralarında 7 işçi işten atıldı ve gerekçe olarak kadro fazlalığı gösterildi. Ancak biz işten atmaların sendikal faaliyetlerimiz gerekçesiyle olduğunu biliyoruz. Tüm kamuoyundan ve demokrasi güçlerinden, atılan tüm işçiler geri alınana ve sendika tanınana dek sürecek direnişimize destek vermelerini bekliyoruz.”

TARİŞ’te örgütlü olan DİSK/Gıda-İş işten atmalara ve gözaltılara karşı bugün saat 11.00’de fabrika önünde basın açıklaması gerçekleştirileceğini duyurdu.

 

(Gazete Duvar, Evrensel)

 

IŞID’in Irak’ta işgal etmiş olduğu bölgelerde 202 toplu mezar bulundu

Irak’ta daha önce IŞID’in işgal etmiş olduğu bölgelerde yaklaşık 12 bin kişinin gömüldüğü tahmin edilen 202 toplu mezar bulundu. Mezarlar IŞİD örgütüne karşı toplanan kanıtlar açısından da önem açıyor.

Birleşmiş Miletler (BM) Irak’ta 2014-2017 yılları arasında IŞİD örgütünün kontrolünde olan bölgelerde 202 toplu mezar bulunduğunu açıkladı.

Toplu mezarlardaki ölü sayısının 12 bin kadar olduğu tahmin ediliyor. BM Irak’a Yardım Misyonu (UNAMİ) ve BM İnsan Hakları Ofisi tarafından Salı günü Cenevre’de açıklanan raporda, söz konusu kişilerin IŞİD’in kurbanları olduğunun tahmin edildiği belirtildi.

Raporda, şimdiye kadar yapılan incelemelerde 202 toplu mezardan 28’inin açıldığı, ölü sayısını kesin olarak tespit etmenin henüz mümkün olmadığı belirtildi.

Mezarlardan çıkartılan bin 258 cesedin kadın, çocuk, yaşlı ve engelli insanların yanı sıra Irak ordusu ve emniyetine mensup kişilere ait olduğu ifade edildi. Rapora göre, toplu mezarlar Ninova, Kerkük, Selahaddin ve Anbar illerinde bulunuyor.

UNAMİ raporda, Bağdat hükümetine çağrıda bulunarak, ailelerin yakınlarının akıbeti hakkında kesin bilgilere sahip olabilmeleri için bütün toplu mezarların açılmasını talep etti. Bunun yanı sıra mezarların açılması ile işlenen savaş suçları konusunda kanıt toplanabileceğine dikkat çekildi.

IŞİD, 2014 yılında Irak’ın kuzeyindeki bölgeleri kontrolü altına almış ve binlerce polis, asker ve sivili öldürmüştü. Yaklaşık üç yıl süren şiddetli çatışmaların ardından Irak ordusu Kürt ve Şii milislerin yardımıyla 2017 yılı sonunda bu bölgelerde kontrolü yeniden ele geçirmişti. BM’nin daha önceki verilerine göre, IŞİD yaklaşık 33 bin sivili öldürmüş, 55 bin’den fazla kişiyi de yaralamıştı.

 

(DW Türkçe)

Sulukule projesine mahkemeden 6 yıl gecikmeli iptal!

Fatih’te Romanları yerinden eden Sulukule projesi bir kez daha iptal edildi. Mahkeme kararında projenin Roman kültürünü korumadığına dikkat çekti.

Artı Gerçek’ten Rıfat Doğan’ın haberine göre 2006 yılında yenileme alanı ilan edilerek kentsel dönüşüm kapsamına alınan ve Roman yurttaşların yoğun olarak yaşadığı Hatice Sultan Mahallesi (Sulukule), TMMOB Mimarlar Odası’nın açtığı dava sonucu avan proje 2012 yılında iptal edildi. Yargının iptal kararına rağmen kısa bir süre sonra üzerinde hiçbir değişiklik yapılmayan proje bir kez daha Koruma Kurulu onayından geçmişt ve o süre zarfında da Roman yurttaşlar kentin dışına Kayabaşı’na sürgün edilmiş, proje de bitmişti.

Mimarlar Odası Koruma Kurulu’nun kararı üzerine bir kez daha yargı yoluna başvurdu. Mahkeme bilirkişi keşfi yaptırdı. Raporda Sulukule’nin özellikli bir mahalle olduğu belirtildi.

Projeyle birlikte mahalle dokusunda büyük bir değişim olduğunu belirten bilirkişiler Araçlı ulaşıma dayalı olarak ortalama sokak genişliği 8 metreye çıkarıldı,Proje öncesinde araçlı ulaşım yüzeylerinin toplam alana oranı yüzde 12 iken proje sonrasında yüzde 37’ye çıkarıldı, Proje öncesinde mevcut yapıların ortalama büyüklüklüğü 75 metrekare, kat adedi ise 1,2 iken, proje sonrasında ise ortalama büyüklük 111 metrekareye, kat adedi ise 3,08 çıktı gibi tespitlerde bulundu.

Bilirkişi raporunda ayrıca projenin 5366 sayılı kanunda öngörülen amaçların gerçekleştirilmesine hizmet edebilecek nitelikte bulunmadığına ve kamu yararına uygun olmadığına dikkat çekildi.

Mahkeme ayrıca avan projeye dayanak oluşturan Fatih Tarih Yarımada 1/5 bin ölçekli koruma amaçlı nazım imar planının 13 Temmuz 2018 tarihinde iptal edildiğini kaydederek “Onaylanan projenin Roman kültürünün korunması ve yaşatılarak kullanılması ve amaçların gerçekleştirilmesine hizmet edebilecek nitelikte bulunmadığı ve kamu yararına ve hukuka uygun olmadığı sonucuna varılarak mahkememizce iptal edildiğinden bu avan projenin kabulüne ilişkin Fatih Belediyesi Meclis kararında da aynı gerekçelerle hukuka uyarlık bulunmamaktadır” sonucuna vardı.

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Esin Köymen kararı değerlendirdi. Sulukule’nin İstanbul’un son 20 yılında yaşanan yıkıma ilişkin en somut örneklerden biri olduğunu belirten Köymen, “Son mahkeme kararı daha önce uygunmasında belirli bir aşamaya ilişkin bir mahkeme kararıyla iptal edilmiş avan projeyi tekrar uygun bulan bir kurul kararıdır. 2012 yılında verilebilecek bir kararın altı yıl sonra verilmesi gecikmeli bir karardır. Haklılığımız bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kararın altı yıl sonra verilmesi Türkiye’de hukuk devleti ilkesinin ne hale geldiğinin açık bir göstergesidir. Roman yurttaşlar her türlü yasal yol başvurma hakkına sahiptir, biz de bu konuda kendilerine destek vermeye hazırız” dedi. “

 

(Artı Gerçek)

Popülizm demek yeterli mi? – Ahmet İnsel

Bu yazı birikimdergisi.com

Bir alışkanlık halini almaya başladı: Diktatörlüğü demokrasiye üstün gören, azınlıkların, dışlananların eşit yurttaşlar olarak toplumsal yaşama katılmalarını destekleyen politikalara nefret kusan, dinî dogmaların yasalara üstünlüğünü savunan, yabancı düşmanlığını bayrak yapan ve aynı zamanda emekçilerin haklarını ve doğayı koruyan önlemleri büyüme düşmanı ilan eden siyasetçilere günümüzde “popülist” etiketi yapıştırılıyor.

Dört dörtlük bir aşırı sağ söylemin, güçlünün şiddet kullanmasını yüceltmenin, hem milliyetçi hem dindar bir bağnazlığı bayrak yapmanın karşılığı popülizm midir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: 21. yüzyıl faşizmlerinin mi adıdır popülizm? Popülizm kavramı bugün birçok toplumda geniş kitlelerde karşılığını bulan şiddet, nefret ve korku karışımı siyasal tahayyüle sırtını dayan ve bu tahayyülü kışkırtarak seçimleri kazanan siyasal oluşumları tanımlamak için kullanıldığında, onları göreli olarak meşrulaştırmış olmuyor mudur?

Çok yakın bir örneği somut olarak ele alarak, bu sorunun yanıtını arayabiliriz. 28 Ekim’de ikinci turda oyların yüzde elli altısını alarak Brezilya’da başkan seçilen ve görevine Ocak 2019’da başlayacak olan, yirmi sekiz yıldır silik bir milletvekilliği yapmış eski yüzbaşı Jair Bolsonaro’yu sadece sağ popülist veya otoriter popülist olarak tanımlamak yeterli midir?

Bolsonaro’nun başkanlık görevine başladıktan sonra yıllardır söylediklerinin politikasına ne kadar yansıyacağını, iki tur arasında biraz ılımlılaştırmaya çalıştığı radikal önerilerini ne ölçüde hayata geçireceğini şimdilik kestirmek zor. Buna karşılık Brezilya’da seçmen çoğunluğunun tercih ettiği siyasetçinin yakın geçmişte veya seçim kampanyasında sergilediği düşüncelerin, önerilerin kısa bir derlemesini yapmak, söz konusu olan sadece ve sıradan bir popülizm midir sorusunu yanıtlamaya başlamak için aydınlatıcı oluyor.

Önce sözü Jair Bolsonaro’ya bırakalım:

“Bu kadar kapsamlı iş yasası karşısında ülkemizde işveren olmak sorunlu. Parmağında yüzükle geliyor, altı ay doğum izni. Kim ödeyecek faturayı? Patron.”

“Brezilya’da uluslararası insan hakları günü hiçbir işe yaramazlar günü ilan edilmeli. Brezilya’da insan hakları eşkıyaları, hırsızları sadece koruyor.”

“Oğlumun bir trafik kazasında ölmesini, eşcinsel olmasına tercih ederim. Her durumda benim için ölmüş olacaktır.(…) Çocuklarım eve zenci getirmezler, iyi aile terbiyesi almışlardır.”

-“Irkçılığa karşı, tacize karşı politika olmaz. Zavallı zenci, zavallı kadın, zavallı eşcinsel, zavallı Nordestino (Kuzeydoğu Brezilyalı)… Bu laflara son vereceğiz.”

-“Portekizliler Afrika’ya ayak basmadılar bile. Zencilerin kendileri köle ticaretini yürüttü.”

-“Yerliye artık bir santimetre toprak bırakmayacağız. Yaşasın Amazon’da ağaçların kesilmesi, bu işten çok kişi kazanacak.”

-“Polis gecekondu mahallesine giriyor. On, on beş, yirmi tanesini, her birine yirmi beş-otuz mermi sıkarak öldürüyor. Bunun için onu cezalandırmak değil, ona madalya vermek gerekir.”

“İş sadece bana kalsa, her yurttaşın evinde ateşli silahı olurdu.”

-“Şimdi temizlik çok daha büyük olacak. Ya giderler ya da hapsi boylarlar. Bu kızıl marjinaller vatanımızdan kovulacaklar.”

-“Diktatörlüğün hatası öldürmek yerine işkence yapmak oldu. (…) Diktatörlük döneminde otuz bin pisliği kurşuna dizmek gerekirdi. Ulusa yapılacak en büyük hizmet bu olurdu.”

Bu nezih fikir ve söz sağanağından yapılan seçkiyi, Bolsonaro’nun evanjelist ilahiyattan esinlenerek geliştirdiği ve seçim kampanyasında çok sık kullandığı iki sloganla bitirelim: “Gerçeği öğreneceksiniz ve Gerçek sizi özgürleştirecektir.” ve “Brezilya her şeyin üstünde, Tanrı herkesin üstündedir.”

Jair Bolsonaro’yu iktidara taşıyan siyasal-toplumsal dalganın ilk adımı Dilma Roussef’in başkanlıktan düşürülmesiydi. Bunu Lula’nın hapsedilmesi izledi. Bolsonaro’nun taşkın ve saldırgan söylemi, 2002’den beri iktidarda olan Emekçiler Partisi’ne karşı orta sınıfta oluşan küskünlük ve hayal kırıklığının üst sınıflarda baştan beri sergilenen korku ve nefretle birleşmesini sağladı. Buna, alt sınıflarda ve gençlerde ciddi bir yankı uyandıran “hepsi gitsin!” dalgası ilave olunca, Bolsonaro’nun seçim kampanyası şiddet tapınmasına dönüştü. Örneğin Lula’nın hapiste çürüyeceğini muştulamakla yetinmedi Brezilya’nın yeni başkanı. İkinci turda rakibi olan Haddad’ı da hapse yollama vaadinde bulundu.

Seçimin birinci turuna bir ay kala Emekçiler Partisi’nden 2004’te ayrılanların kurduğu Sosyalizm ve Özgürlük Partisi’nin (PSOL) eski bir militanı Bolsonaro’yu ağır biçimde bıçakla yaraladı. Bu saldırıyı “Tanrı’dan aldığı emir üzerine” yaptığını iddia etti. Gerçekten de bu saldırı, hayati tehlikeyi atlattıktan sonra, bu kez Tanrı’nın Bolsonaro’ya lütfuna dönüştü. Rakipleriyle yapılması öngörülen altı televizyon tartışmasına bu sayede katılmaktan kurtulurken, Emekçiler Partisi’nin “kızıl komünist kanlı katiller ocağı” olduğunun tescillendiğini ilan etme fırsatını kazandı. “Özgürleştirici Gerçek”, Brezilyalıların whatsapp hesaplarında yandaşlarının dolaştırdığı on binlerce yalan haberde yatıyordu.

Jair Bolsonaro’nun iki ay sonra başkanlık koltuğuna oturduğunda kafasındakileri, seçim kampanyasında vaat ettiklerini ne ölçüde hayata geçirme olanağı olacak, şimdilik meçhul. Minyatür bir merkez sağ parti iken, 2018’de Bolsonaro’nun üye oluşunun ardından birkaç ay içinde aşırı sağ kulvara yerleşip, Brezilya’nın en çok oy olan partisine dönüşen Liberal Sosyal Parti’nin bu başkanlığı ne kadar taşıyabileceği de bilinmiyor. Bütün bunlara rağmen, Bolsonaro’yu sadece taşkınlıkla, saldırganlıkla, aşırılıkla taraftar toplayan sıradan bir popülist olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. On yıllarca çapsızlığı, yeteneksizliği alay konusu olmuş bir siyasetçide aniden vücut bulan bu aşırı otoriter nasyonal-liberal alaşımın toplumun göreli çoğunluğunda yarattığı etkileşimi küçümsemek anlamına gelir böyle bir değerlendirme. Nasyonal yanı, milletin benimsediği dinin emrettiği düzene tâbi olmayı da içeren, liberal yanı ise piyasa ekonomisinin güçlülerinin arzuladığı toplumsal örgütlenme modelini gerçek özgürlük olarak sunmaya dayanan bu dinci, milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı otoriter magmayı, 20.yüzyılın ilk yarısında faşizm ve nasyonal-sosyalizmin temsil ettiği devrimci karşı-devrim dalgasının içinde bulunduğumuz yüzyılın koşullarında ortaya çıkan bir versiyonu olarak ele almak daha doğru olacaktır.

Bolsonaro örneğinde karşımızda, kendini iktidara geldikten sonra ele veren, zaman içinde otoriterleşen bir siyasal lider figürü değil, faşizan dünyasını açıkça dile getirerek oy alan bir lider var. Bu nedenle kendisine Güney’in Trump’ı da deniyor. Unutmamak gerekir, Hitler de iktidara gelmeden çok önce Kavgam’da siyasal emellerini açıklıkla dile getirmişti.

Bolsonaro’nun Brezilya’da demokrasi direnişi karşısında tafrası kısa zamanda tükenecek ikinci sınıf bir Caudillo mu, yoksa kısa zamanda bütün Latin Amerika’ya yayılacak bir gerici otoriter restorasyon dalgasının öncüsü mü olacağını göreceğiz. İleride ne olacağından bağımsız olarak, reaksiyoner aşırı sağın bütün özelliklerini eksiksiz ve yüksek dozda içinde barındıran Jair Bolonsaro’nun temsil ettiği siyasal eğilimi, sadece popülizm olarak değil, 21. yüzyıl faşizmlerinin en anlamlı örneklerinden biri olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Ahmet İnsel – Birikimdergisi.com