Ana Sayfa Blog Sayfa 2624

[Babil’den Sonra] Anadolu Folk müziğinin ilk çok sesli üçlüsü: Modern Folk Üçlüsü

Biz Türkiyelilerin kulağı çok sesli müziğe pek alışık değildir. Kilise müziği çok seslidir ve Hristiyan dünyasında insanlar çok sesli müziğe doğarlar. Bizde ise bu müziğe ulaşmak ve keyif alır hale gelmek bir tercih nedenidir ve uzun zaman alabilir. Uzun yıllar çok sesli bir koroda şarkı-türkü söylemenin tadını da yaşayan bendeniz çok sesli müziği ve çok sesli toplumları-grupları daha çok seviyorum açıkçası.

Siyah beyaz TRT’li günlerde ilk kez dinlemiştim Modern Folk Üçlüsü’nü. Radyodan tek sesli türkülere alışık olan kulağıma çok başka bir tat bırakmıştı bu türkü yorumları. Modern Folk Üçlüsü, çocuklara çok sesli müziği sevdirmek amacıyla sonraki yıllarda 3 uzunçalar yayımladılar. Sizleri bilemem ama benim için çok sesli halk müziğine giden yolun ilk taşlarını onlar döşediler diyebilirim.

1980’lerde farklı türkü yorumlarıyla Ruhi Su’nun sesiyle de tanıştım. Onun da tıpkı MFÜ gibi türküleri kent soylu insanlara taşımada, sevdirmede çok önemli bir işlevi olduğunu düşünüyorum. 1989 yılında Ruhi Su’nun izini sürerek Ruhi Su Dostlar Korosu’nu buldum ve 1989- 2012 yılları arasında korist olarak koroda yer aldım. Bugün de koronun gereksinimi olan her durumda üzerime düşeni yerine getirmeye çalışıyorum.

Modern Folk Üçlüsü’nün hikâyesi

Modern Folk Üçlüsü, 1969 yılında Doğan Canku, Ahmet Kurtaran ve Selami Karaibrahimgil tarafından kurulur. O yıl Esin Afşar’a “Bebek” türküsünde eşlik ederek müzik sahnesine adım atarlar.

MFÜ: Doğan Canku, Ahmet Kurtaran & Selami Karaibrahimgil

1970 yılında halk türküleri yorumlarını 45’lik plaklara kaydetmeye başlarlar. İlk 45’liklerinde “Ali Paşa Ağıdı” ve “Deriko” türkülerinin çağdaş yorumlarına yer verirler. Aynı yıl Sarhoş Oğlan, Leblebi, Tello, Su Gelir Ark Uyanır, Diley Diley Yar ve Gelin Ayşe türkülerinin yer aldığı 3 adet daha 45’lik albüm yayımlarlar.

45’lik plakları 33 devirli uzunçalar kayıtları takip eder. 1971’de ilk albümleri “Modern Folk Üçlüsü” nü yayımlarlar. 1975’de “40 Yıl Sonra”, 1978’de “Takalar”, 1979’da “Çocuklarımızı İçin”, 1980’de “Pop”, 1985’de “Çocuklarımız İçin” yayımlanır.

Birçok müzisyenle ortak albüm kayıtları yaparlar. 1993’de “Nükhet Duru Klasikleri”, 1993’de “Ali Kocatepe Şarkıları” albümleri yayımlanır. Bir Doğru Nota Öyküsü (1996), İstanbul Şarkıları (Emel Sayın ile) (1996), Bizimtepe Konseri (2001), Kaç Yıl Geçti Aradan (2001), Çocuklarımız İçin (2006), Çeyrek (2007), Çocuklara Şiirler ve Şarkılar (2009) ve 40 Yılın Öyküsü (2010) grubun yayımlanmış diğer albüm ve CD’leri arasında yer alıyor.

Halk müziği yorumları dışında çok sayıda Klasik Türk Müziği yapıtını da kendilerine özgü yorumlarıyla seslendiren Modern Folk Üçlüsü zaman zaman bestelerine de albüm ve konserlerinde yer verdiler.

Kültür Bakanlığı’nın organizasyonu ile Türkiye’yi uluslararası birçok etkinlikte temsil eden Modern Folk Üçlüsü, 1978 yılında Ali Kocatepe ile Seul Müzik Yarışması’na, 1978 yılında Nükhet Duru ve 1981 yılında da Ayşegül Aldinç ile Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil ettiler.

https://youtu.be/FOmi_72gmHc
Açık Radyo (94.9) Babil’den Sonra program kaydı,  14 Ocak 2019, Pazartesi

Geçen hafta Açık Radyo (94.9) Babil’den Sonra programında çok sevdiğim Anadolu folk grubu Modern Folk Üçlüsü’nün çeşitli albümlerinden ve 1986’da İstanbul’da “Bizimtepe”de verdikleri konser kayıtlarından sevdiğim şarkıları dinlettim.

Her pazartesi saat 13.00’de Açık Radyo (94.9) Babil’den Sonra’da Türkiye’den ve dünyanın dört bir tarafından, ağırlıklı olarak halk şarkıları çalıyorum. 

Müzikle dolu dolu geçecek, güzel ve huzurlu bir hafta sonu diliyorum hepinize…

Ercüment Gürçay

  • Babil’den Sonra’nın geçmiş program kayıtlarını Facebook ve Youtube kanallarımdan dinleyebilirsiniz…

Dersim’e dağ keçilerini öldürmek için gelen avcıları protesto eden Haydar Çetinkaya gözaltına alındı

Doğa aktivisti Haydar Çetinkaya, Dersim’de yapılan ‘avcılığa hayır’ basın açıklamasından dolayı gözaltına alındıktan sonra savcılığa sevk edildi.

Dersim’de avcılığa hayır diyerek yaptıkları basın açıklamasından dolayı doğa aktivistleri Haydar Çetinkaya ve İsmail Ateş gözaltına alındı. İsmail Ateş ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılırken Haydar Çetinkaya ise savcılığa sevk edildi.

Haydar Çetinkaya

Dersim’e dağ keçisi öldürmek için gelen avcılar olduğunu duyan doğa ve hayvan hakları aktivistleri  Seyit Rıza Parkı’nda bir araya gelerek “Katil avcılar Dersim’den defolun”pankartı açıp yetkililerin avcılara karşı gerekli önlemleri almalarını istemişti.

Grup adına basın açıklamasını okuyan doğa aktivisti Haydar Çetinkaya, ise Dersim’de paralı avcıların iki vadide de avcılık yaparak Dersim’in kutsallarına zarar verdiklerini söylemişti.

Dersim’e dağ keçilerini öldürmek için gelen avcılara protesto: Defolun!

.

(Sivil Sayfalar, PİRHA)

Hrant Ahparig’e 12. yıl raporu – Yetvart Danzikyan

Bu yazı agos.com.tr/ den alınmıştır

Ahparig, 

Alışageldiğimiz üzere sana bu yılın raporunu yazıyorum. Tam bir  yıl önceki yazı “Nasıl anlatayım sana ahparig….” başlığını taşıyordu ve şu cümlelerle başlıyordu:

“Senin iyi ahbap olacağını düşündüğüm Selahattin Demirtaş ve diğer HDP’li siyasetçiler hala hapiste. Demirtaş 14 ay sonra ilk kez hakim karşısına çıktı geçen hafta. Düşün. Bir tür siyasi rehinedirler. Tanıdığın, birlikte muhtemelen bir sürü hayal kurduğun Osman Kavala da hapiste. Olmadık suçlamalarla..”

Bu iki konuda da can sıkıcı gelişmeler oldu desem… Demirtaş ve birçok HDP’li hala hapistedir. Demirtaş için AİHM “tutukluluğu hukuk dışı, serbest bırakılmalı” kararı verdi ama Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bizi bağlamaz, karşı hamlemizi yapar işi bitiririz” dedikten sonra yargı, Demirtaş ile Sırrı Süreyya Önder’in birlikte yargılandığı ve istinafta bekleyen bir davayı jet hızıyla öne çekti ve ikisine de hüküm verdi. Böylece Sırrı Süreyya Önder için de hapis yolu göründü. Önder cezaevine teslim oldu. O da artık hapistedir.

Kavala için de ne yazık ki benzer bir durum var. Tutukluluğunun üzerinden bir yılı aşkın süre geçti ama hala hakkında bir iddianame bile yok. Olmadığı gibi Kavala ile Gezi eylemleri sırasında “hiyerarşik ilişki içinde oldukları”  gibi bir gerekçeyle, olmadık suçlamalarla bir soruşturma başlatıldı, insan hakları savunucuları, sivil toplum çalışanları yine bir şafak baskını ile gözaltına alındı, çoğu serbest bırakıldı ama Yiğit Aksakoğlu tutuklandı. İktidarın bu meseleyi daha ne kadar uzatacağını, yargının bu torbaya kimleri dolduracağını bilemiyoruz.

“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan Barış İçin Akademisyenler açısından da sıkıntılı bir yıl geçti. Peşpeşe cezalar veriliyor. İnsan hakları mücadelesinden tanıdığın Prof. Dr. Gençay Gürsoy’a 2 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Yine aynı mücadeleden tanıdığın Prof. Dr, Şebnem Korur Fincancı’ya da 2 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Her iki karar da istinafa girecek.  Aynı dosyada sayılamayacak ölçüde hukuksuz kararlar veriliyor, barıştan başka bir şey istemeyen insanlara hapis cezaları reva görülüyor. Gazeteciler de bundan payını alıyor. Özgür Gündem ile dayanışmak için bir günlük yayın yönetmeni olanlardan Ayşe Düzkan ve Ragıp Duran için de 1 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Özgür Gündem çalışanları da bu cümleden benzer cezalar alıyorlar

Çoğunu tanıdığın sayısız akademisyen, gazeteci, sivil toplum çalışanı ne yazık ki artık yurtdışında yaşamak zorunda. Düpedüz sürgün hayatı yaşıyorlar, hayli zor koşullarda. Rejim bilhassa yon yıllarda sivil toplum çalışanları üzerindeki baskıları da artırarak bu alanı boğmak niyetinde. Ancak insan hakları savunucuları ve çalışanlar direniyorlar.  

Kürt meselesinde de olumlu bir gelişmede bahsetmek çok zor. Öcalan geçtiğimiz yıl da kimseyle görüştürülmedi, tepkiler ve açlık grevleri üzerine geçtiğimiz hafta kardeşi Mehmet Öcalan bir görüşme yapabildi ve sağlığının iyi olduğunu duyurdu. Görüş kısıtlamasının kalkması için cezaevinde  açlık grevine başlayan HDP Hakkari milletvekili Leyla Güven’in durumu ise kritik safhaya geldi. Şu yazının yazıldığı an itibariyle açlık grevi 70. gününde. Güven’in sağlık durumu kötüye gidiyor artık, ancak ne yazık ki konu gündeme gelemiyor.

Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak davasında ise şöyle bir gelişme yaşandı: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın da aralarında bulunduğu 6 sanığa verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarının bozulmasını istedi. Bu nasıl bir gelişmeye yol açacak henüz bilemiyoruz. Mehmet Altan artık tutuksuz yargılanıyor. Ahmet Altan,  Nazlı Ilıcak  ise hala hapistedir.

Davaya gelecek olursak. Bu yıl çok önemli bir gelişme olduğunu söyleyemem. Duruşmalar sürdü. MİT görevlileri başta olmak üzere süreçle ilgili olan birçok ismin yargılanmasına dair talepler hala kabul görmedi. Birçok sanık ve tanık ifade verdi. Bir kısmı, zorlandıkları yerlerde “Hatırlamıyorum” dediler. 19 Ocak’tan sonra sorumluların ellerini rahatlatmak için yanlış ve yalan ifade verdiklerini gördük. Bazıları bunu kabul ettiler. En net tablo ise, bir kez daha, devletin  polisiyle jandarmasıyla cinayetten bir yıl öncesinden itibaren olacakları bildiği ve bir şey yapmadığının ortaya çıkması oldu. Bu tablonun çok fazla sayıda kişiyi utandırması ve sorumlu tutması gerekiyor ama öyle bir durum yok.

Senin gibi bir başka güvercin Tahir Elçi öldürülmüştü, Diyarbakır’da, Suriçi’nde hatırlayacaksın. Ne yazık ki o davada da hala önemli bir gelişme yok. Elde bir zanlı bile yok.

Diyarbakır demişken. Surp Giragos Kilisesi ve çevresine giriş çıkış hala yasak. Hançepek diye bir mahalle kalmadı, dümdüz edildi. Kilise’nin şu an ne halde olduğunu bilmiyoruz, ama ziyarete kapalı olmasına rağmen epey tahrip edildi, kıymetli objeler çalındı. Bunun nasıl olabildiğini açıklamıyor bile, yetkililer.

Velhasıl, hava yine ağır mı ağır. Biz yine yolundan gitmeye devam etmek için çabalıyoruz. Umudu kaybetmiyoruz.

Bu yazı agos.com.tr/ den alınmıştır

.

Yetvart Danzikyan

Türkiye’nin enerji tercihi ne olmalı? – Mehmet Kara

Bu yazı enerjigunlugu.net/ den alınmıştır

Enerji insanoğlunun ayakta kalma mücadelesinde en önemli manivelalardan biri olageldi. Soğuktan donup ölmemek için ateşe sığındı. Onu yerine göre savunma ve aydınlatma ile yemek pişirme de dahil, konfor artışı amacıyla kullandı. Yiyeceğini elde etmek ve taşımak için değirmenlerde ve yelkenli gemilerde rüzgar ve suyun enerjisinden/gücünden yararlandı. 

Odunla başlayan katı yakıt kullanma yolculuğu eşzamanlı yakılan katran, zift ve çeşitli yağlardan sonra kömür aşamasına geldi. Kömüre geçiş, enerjinin ısınmadan daha da fazla üretim süreçlerinde kullanılmasını beraberinde getirdi. Çünkü buhar gücü keşfedilince taşımacılıkta da kömür kullanımı ağırlık kazandı, sanayi devrimi ortaya çıktı. 

Petrolün devreye girmesiyle ısınma ve pişirme ile mal ve hizmet üretiminde sıvı yakıtların kullanımı da yaygınlaştı. Günümüzde ise insanoğlu hızla birincil enerji kaynaklarının gaz formuna terfi etti, ediyor. 

Peki bundan sonrası? Daha ekonomik ve daha kullanışlı birincil kaynaklar ağırlık kazanıncaya kadar bu aşama devam edecek.  

Tabii bir de şu var, günümüzde enerjinin en yaygın kullanılan formu elektrik. Çok farklı kaynaklardan elde ediliyor. 

Halen Türkiye’de elektriğin yüzde 30-35’i doğalgaz, yüzde 30’u kömür, yüzde 25’i su, yüzde 10’u rüzgar, jeotermal, güneş ve biyokütleden üretiliyor. 

Önümüzdeki tabloya bakarsak bugün Türkiye, diğer ülkeler gibi kömür, petrol ve doğalgazı kullanmaya devam etmek durumunda. Taşımacılıkta kullanılan petrolün yüzde 90’dan fazlasını, elektrik üretimi, sanayi ve evsel tüketim için doğalgazın yüzde 100’e yakınını ve kömürün ağırlıklı bölümünü ithal etmesi şart. 

Peki bütün dünya, güneş, rüzgar, biyokütle gibi yenilenebilir kaynaklara koşarken Ankara ne yapmalı? Tabii ki yenilenebilir kaynaklara ağırlık vermeli. Üstelik bu kaynakların genel karakteri, yerli olması. 

Şu anda elektrikte kurulu güç fazlası olduğu hereksin malumu. Dolayısıyla bugün sıfırdan elektrik üretim yatırımlarında ağırlığın mutlaka ve mutlaka yenilenebilir kaynaklardan yana kullanılması hem küresel trendlerin hem de dışa bağımlılıktan kurtulma çabasının bir gereğidir. Elbette su da yerli bir kaynak ama hidroelektrik santrallerin dışındaki yerli kaynaklardan söz ediyoruz. 

Türkiye son yıllarda yeni kurulumların içinde rüzgar ve güneşe ağırlıklı bir yer vermeyi başarmış durumda. Ama yetmez, bunun devamı için birtakım pratik önlemlere ihtiyaç var. Özellikle güneş enerjisine yönelik mikro yatırımların önü daha da açılmalı ve vatandaş doğrudan bu işin içinde yer almalı. 

Biyokütle enerji santralleri (BES) bir başka önemli yerli çözüm. İki yönü var. BES’lerle hem atık bertarafını sağlıyorsunuz hem de dışarıdan kaynak ithal etmeden elektrik üretiyorsunuz. 

Nükleerden söz etmedik. Ama bence o başka bir boyut. Orada mesele sadece enerji değil, teknoloji. Dolayısıyla bir başka yazının konusu.

Bu yazı enerjigunlugu.net/ den alınmıştır

.

Mehmet Kara

Kütahya Soğucak’taki ‘Balıklı Dere’de toplu balık ölümleri

Kütahya’nın Domaniç ilçesine bağlı Soğucak köyünde, yakındaki bir çiftlikten dereye hayvansal ve kimyasal atık bırakıldığı, bunun da çevre ve canlılara zarar verdiği ileri sürüldü. Balıklı Dere olarak da bilinen bölgede toplu balık ölümlerinin yanı sıra  dereden su içen hayvanların da yaşamını yitirdiği belirtiliyor.

Domaniç Gazetesi’nde yer alan habere göre Soğucak köyü muhtarı Niyazi Karakuş, yaptığı açıklamada, köyün içinden geçen ve “balıklı dere” olarak bilinen dereye, yakındaki bir çiftlikten atık boşaltıldığını iddia etti.

Daha önce şikayetin ardından işletmeye ceza uygulandığını ancak buna rağmen dereye zaman zaman yine atık boşaltıldığını savunan Karakuş, şöyle konuştu:

“Geçen yıl yine bu olay olmuştu. Basınla paylaştıktan sonra kesildi. Şimdi aynı dönemde yine başladı. Balıklar türemeye başlamıştı yine canlı kalmadı derede. Bu kişin arakası sağlam galiba halkın ve hayvanların sağlığı ile oynuyor. Bir istihbaratı var ki Çevre Bakanlığından geldiklerinde dereden bu pislik akmıyor. Onlar gittiğinde dereye pisliği salıyor. Biz bunu yapan çiftlik sahibinden şikayetçiyiz. Burada herkesin sağlığı ile oynuyor. Burada hayvancılık yapan arkadaşlar, kuzuları bu sene hep telef oldu. Burada artık balık, kurbağa hiçbir şey yaşamıyor. Köyde yaşayan vatandaşlarımız bu durumdan çok şikayetçiler”

Köy sakinlerinden Şeref Karakuş da dere suyunu içen hayvanların hastalandığını ileri sürerek, “Derede hayvansal atık, kimyasal atık her türlü pislik var. Deremizin adı balıklar deresi idi. Artık adını atıklar deresi verelim diyoruz” ifadelerini kullandı.

Köyde hayvancılık yapan Aziz Uslu ise “Benim şu ana kadar 7 tane kuzum öldü, 2 tanede koyunum öldü. Çeşmeler dondu, dereden de hayvanlar su içmiyor. Şu an şebeke suyu ile hayvanlarımızı suluyoruz. Bu dere Bursa’nın barajına gidiyor, Bursa’da insanlar farkında olmadan bu suyu içiyorlar. Biz çiftlik sahibinden şikayetçiyiz. Kendisini vicdan muhasebesi yapmaya davet ediyoruz” dedi.

Derede geçen yıl Ağustos ayında da toplu balık ölümleri yaşanmış, İlçe Tarım Müdürlüğü tarafından dereden alınan su numunesinde kimyasal madde tespit edilmişti.

.

(Domaniç Gazetesi)

İspanya’da iki kömürlü termik santral kapatılıyor

İspanya’nın en büyük enerji şirketlerinden biri olan Endesa Aralık ayında iki kömürlü termik santralini kapatmaya karar verdi. Şirket aldığı bu kararın nedeni olarak söz konusu santrallerin gelirlerinin, AB’nin tesisler için Mevcut En İyi Teknikler Referans Belgesi’nde (BREF) belirlediği emisyon limitlerine uyumu için gerekli olan yatırımların maliyetini karşılamaması olarak açıklıyor.

Kömür etme.org’da yer alan habere göre toplam kapasiteleri 2.000 MW olan linyit kömüründen elektrik üreten Andorra (Teruel) ve taş kömürü üreten Compostilla (Leon), 2017 yılında ülkenin toplamda yaklaşık 6,5 milyon CO2 ton emisyonundan sorumlu oldu. 2016 yılında 206 erken ölüme neden olduğu hesaplandı.  Sosyal ve çevresel konularda uluslararası hukuk ve AB hukukunun geliştirilmesi ve uygulanması üzerine faaliyet gösteren Madrid merkezli Uluslararası Hukuk ve Çevre Enstitüsü’nün Direktörü Ana Barreira, kararın oldukça önemli olduğunu ancak bu kararla her şeyin bitmiş olmadığını, şirketin bu yöndeki kararlara devam etmesi gerektiğini belirtiyor. Ayrıca, Paris Anlaşması’na uygunluk için ülkenin 2025 yılına kadar kömür santrallerini kapatması gerektiğinin altını çiziyor. 

Europe Beyond Coal, CAN Europe, EEB, Sandbag ve Greenpeace’in Kasım 2018 tarihli araştırması, Endesa’nın AB genelindeki kömür santrallerinin yol açtığı sağlık problemlerinde ilk 10’a girmiş, 2016 yılında ise toplam 410 erken ölümden sorumlu olan en kritik kömür şirketlerinden biri olduğunu da gösteriyor.

Kömür, 2014 yılında İspanya’nın ulusal emisyonunun %13’ünü  oluştururken ve 2013 yılında kömür kaynaklı kirliliğin ülkeye maliyeti ise 3,6 milyar avro olarak belirtiliyor. Ülkedeki kömür santrallerinin eski model olduğu da biliniyor. Bununla beraber, İspanya Hükümeti, Kasım ayında Parlamentoya sunulan taslak halindeki iklim kanunu ile 2050 yılına kadar elektrik sistemini %100 yenilenebilir enerjiden karşılayacağının taahhüdünü vermişti.

Dünya genelinde kömürden uzaklaşma politikaları hız kazanmışken, kullanım sürelerinin uzatılması için gerekli görülen yeni yatırımların yeni kararla birlikte doğru bir seçim olmadığı bir kez daha teyit edilmiş oluyor. 

.

(komuretme.org)

Sağlık Bakanlığı’nın gizlediği kanser raporunu açıkladığı için hapsi istenen Bülent Şık’a bir soruşturma daha

Kocaeli, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ ile Antalya’da yapılan ve Sağlık Bakanlığı’nca sonuçları kamuoyuna ve kamu kurumlarına bildirilmeyen, “kanser” araştırmasını halka duyurduğu için 12 yıl hapsi istenen Gıda Mühendisi, akademisyen Bülent Şık’a bir soruşturma daha açıldı.

Şık hakkında sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek, “terör örgütünün propagandasını yaptığı” iddiasıyla soruşturma başlatıldığı ortaya çıktı. Soruşturma dosyasında, Şık’ın ıspanaktaki demir oranından hareketle gıdalardaki nitrat oranlarını konu aldığı, Temel Reis görselinin kullanıldığı yazısı da yer aldı. Şık, ıspanağın çok tüketilmesine neden olan bilimsel hatayı aktardığı yazısında sözü nitratlara getiriyor ve zararlarını aktarıyor. Emniyetin sosyal medyayı tarayan programının “reis” ve “savaş” sözcüklerinden hareketle güncel konularla ilgisi olmayan yazıyı radarına aldığı tahmin ediliyor. TTB’nin yanında olduğunu, yazısını paylaştığı mesajının başına koyan Şık’ın bu nedenle de radara takılmış olabileceği değerlendiriliyor.

Akdeniz Üniversitesi’nden barış bildirisine imza attığı için ihraç edilen Bülent Şık, Sağlık Bakanlığı ile ortak yürütülen, beş kenti kapsayan kanser araştırmasından da uzaklaştırılmıştı. Bakanlığın araştırmanın sonuçlarını kamu kurumlarına ve kamuoyuna açıklamadığını fark eden Bülent Şık, çalışmaları kendi başına yürütmüş ve bu kentlerdeki suda ve toprakta kanserojen maddelerin bulunduğunu kamuoyuna duyurmuştu. Şık hakkında bu nedenle 5 yıldan 12 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştı.

Destek mesajı suç oldu

Şık hakkında facebook paylaşımları nedeniyle bir soruşturma daha yürütüldüğü, Antalya ve İstanbul başsavcılıklarının ve emniyetin eşzamanlı olarak dosyayla ilgilendiği, tam 54 sayfalık araştırma raporu hazırlanarak emniyetin ilgili birimlerinde değerlendirildiği ortaya çıktı.

Soruşturma, Şık’ın paylaşımlarında terör örgütü propagandası yaptığı iddiasıyla açıldı. Şık, Türk Tabipleri Birliği Merkez Yönetim Kurulu üyelerinin “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” açıklaması nedeniyle gözaltına alınmalarının ardından destek amaçlı olarak bu sloganı paylaştı. Bu paylaşımlar emniyetin ilgili terör şubesine sorulduğunda, “araştırma kapsamımızda” yanıtı verildi. TSK’nın Afrin operasyonuna karşı atıldığı değerlendirilen mesajlar, propaganda suçu kapsamında sayıldı.

Şık’ın sayfasında yer verdiği gazeteci Fehim Taştekin’in ÖSO ile ilgili yazısı, savaş karşıtlığının neden suç sayılamayacağına ilişkin paylaştığı bildiri ve görüşler de araştırma dosyasına konuldu.

Temel Reis hassasiyeti

Şık, bazı paylaşımlarında, hekimlerin ve bilim insanlarının evrensel olarak savaşı halk sağlığı sorunu saymalarının nedeninin, savaş kalıntılarının kalıcı etkisi olduğuna yönelik tezlere yer verdi.

Dosyada, Şık’ın kaleme aldığı bir yazıya da sosyal medya paylaşımı ile birlikte yer verildi.

Şık, TTB’ye destek amacıyla yine “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlığıyla paylaştığı yazısının iki cümlesinde dünyada sularda en çok nitratın çatışmaların çok yoğun yaşandığı Gazze’de görüldüğüne işaret etti.

Ancak “Robin Williams, Ekşili Ispanak Başı Yemeği ve Nitratlar” başlıklı yazının ne TTB, ne TSK’nın süren operasyonları ne de çatışmalarla ilgisi bulunmuyor.

Şık’ın ıspanağın çok tüketilmesine neden olan bilimsel hatayı aktarırdığı ve nitratlara sözü getirdiği yazısının görselinde Temel Reis kullanıldı. Emniyetin sosyal medyayı tarayan programının “reis” ve “savaş” sözcüklerinden hareketle yazıyı radarına aldığı tahmin ediliyor. Zira yazının güncel konularla ilgisi bulunmuyor.

Şifre değiştirme yöntemi

Bülent Şık’ın bilgilerine erişmek için emniyetin ilginç bir yöntem uyguladığı da dosyayla açığa çıktı. Emniyet, Şık’ın hesap şifresini değiştirmeye çalıştı. Yeni şifrenin hangi e-mail adresine gönderildiğini bu yöntemle saptadı ve elektronik posta adreslerine dosyada yer verdi.

Şık’ın nerede soruşturulacağı da tartışma konusu oldu. Antalya ve İstanbul’da eşzamanlı soruşturmalar açılması üzerine konu mahkemeye taşındı. Mahkeme, Şık’ın paylaşımlarının İstanbul’da olduğu dönemde yapıldığı gerekçesiyle “suç yeri” olarak İstanbul’u belirledi. Soruşturma İstanbul Başsavcılığı’nda sürüyor.

Bülent Şık’a 12 yıl hapis istemi ile dava: Gerekçe, Sağlık Bakanlığı’nca gizlenen kanser raporunu halka açıklamak!

.

(T24)

Nükleerde yerel seçim sessizliği

Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır

Bu yazının amacı Sinop Nükleer Santral Projesi’yle ilgili gelişmelerin ışığında iki yönlü bir değerlendirme yapmak. Lakin iğneler hükümete yönelse de çuvaldız muhakkak kendimize…

Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi’nden itibaren enerji yatırım planları kalkınmanın ön koşulu sayılmış, zenginleşme vaatleriyle de seçim malzemesi yapılmıştır. Siyasi iktidarların oyunu isteyeceği kitlede beklenti oluşturması, beklentiyi yönlendirmesi, seçim öncesi başvurulan bir yoldur. Uluslararası plan ve projelerin parçası olarak toplum menfaati gözetilmeyen bu projeler önümüze politik kararlar şeklinde çıkarılır. Misal, nükleer santrallere sahip olunursa bırakın sınıf atlanmasını, çağ atlanacaktır(!) Bugünkü hükümet de 16 yıllık iktidarı boyunca içinden çıktığı siyasi kültürle ters düşmemiş hatta boynuz kulağı geçmiştir. 2010 yılından itibaren nükleer santral projelerinin yeniden sahneye çıkmasıyla bu projeler seçim öncesi hiç olmadığı kadar propaganda malzemesi yapılmıştır. Şimdi yine bir seçim hazırlığı içindeyiz ve 31 Mart’taki yerel seçimlere 2,5 ay kaldı. Peki bu kez nükleer santrallerle ilgili bir söylem duyduk mu?

Duymadık…

Neden?

Aslında soruyu farklı sormam gerekir çünkü, bu yazının başlığı “yerel seçimde nükleer sessizliği” değil, “nükleerde yerel seçim sessizliği”… Bu ayırımı yapmamın iki nedeni var: Birincisi Sinop Nükleer Santral Projesi’nin 20 milyar dolarlık inşaat maliyetinin 44 milyar dolara çıkmış olması nedeniyle iptal olmuş olması ihtimali. (Tabi Hükümet bir başka ülkeyle anlaşma yapmayı da bekliyor olabilir). İkincisi ise oluşan maliyet farkının, elektrik faturalarına yansıtılmak suretiyle projeye devam edilmesi ihtimali ki seçim öncesi bu bilginin ekonomik kriz içindeki halkı çileden çıkarması kuvvetle muhtemel… Diğer taraftan Japonya’nın nükleer endüstri alanında aktif şirketlerinden Hitachi, finansman zorlukları nedeniyle Birleşik Krallık’taki Wylfa Nükleer Santral Projesi’nden çekildi. Bu gelişmenin ardından Japon şirketlerinin tüm yurt dışı nükleer projelerinden çekildiği, projelerin kaybedildiği yönünde haberler yazılı ve görsel medyada yer aldı ki bu listeye Türkiye projesinin iptali de dahil! Görünen o ki nükleer santral projeleri tüm dünyada kan kaybediyor… Nükleer endüstri böylesine küresel geri adımlar atarken, nükleeri seçim malzemesi yapma alışkanlığında olan bir hükümet için ise durum hüsran olsa gerek… Peki muhalefet için de mi öyle?

Şimdi gelelim çuvaldızı kendimize batırmaya…

Şarkiyatçılık üzerine çalışmaları ile tanınan Edward Said, Batı’nın “şark”ı yani doğu toplumlarını kendisinin ötekisi olarak tanımladığı tespitine benzer şekilde Türkiye’de muhalefetin kendi sözünü söylemektense iktidarınkileri alıp ters yüz etmeye odaklandığı aşikar. Daha açık ifade etmem gerekirse, iktidar nükleer santral konusunu gündeme getirmedikçe başta ana muhalefet partisinin ve sivil toplumun bu konu üzerine bir söylem üretimi artık söz konusu olmuyor.

Oysa 2011 yılından itibaren (2011 genel seçimlerinde, 2014 yerel seçimlerinde, 2015 genel seçimlerinde ve nihayet 24 Haziran 2018 genel seçimlerinde) siyasi iktidarın söylemleri içinde nükleer santral planları yer alırken “Nükleercilere oy yok!” kampanyaları yapılmıştı. 2016 yılında Mersin Büyükşehir Belediyesi’nin elli binlik plan çalışmalarına Akkuyu Nükleer Santral Projesi’ni dahil etmemesinin şehrinde nükleer santral kurulmasını istemeyen, bir nükleer santrale komşu olma düşüncesine katlanamayan halkın ortaya koyduğu iradesi değil miydi? Aynı şekilde İğneada’da yirmi beş binlik planların yüz binlik planlara uyumlulaştırılmasına direnilmedi mi? Trakya Kent Konseyleri’nin, Sinop’taki yerel örgütlerin çabalarına ne oldu? Sivil toplum nükleer santrallere, termik santrallere karşı tavrını yerel seçimlerde ortaya koymayacak, yerel yönetim adayları “Nükleersiz bir gelecek istiyoruz” demeyecek, sivil toplum yerel seçim öncesi “Nükleercilere Oy Yok!” kampanyasını şimdi yapmayacak da ne zaman yapacak?

Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır

.

Pınar Demircan

İstanbul Nükleer Karşıtı Platform’dan “2018 Türkiye ve Dünyada Nükleer Enerji Raporu”: İklim değişikliği santralları kapanmaya zorladı

İstanbul Nükleer Karşıtı Platform tarafından hazırlanan “Türkiye ve Dünyada Nükleer Enerji Raporu” TMMOB’a bağlı Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin ev sahipliğinde kamuoyuyla paylaşıldı.

Rapor, nükleer Karşıtı Platform Sekretaryasından Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Hakkı Kaya Ocakaçan ile Nükleer Karşıtı Platformu üyesi-gazeteci Özgür Gürbüz tarafından sunuldu.

Nükleer santraller Türkiye’ye 110 milyar dolar ek yük getirecek

Raporun ilk bölümü, 2018 yılında nükleer enerji alanında Türkiye’de yaşananlara ikinci bölümü ise dünyada nükleer enerjinin durumuna ayrıldı. Rapora göre, Türkiye’de yapımı devam eden iki nükleer santral için yabancı şirketlere verilen yüksek  fiyatlı alım garantileri Türkiye ekonomisine önümüzdeki 20 yıl boyunca 110 milyar dolarlık ek yük getirecek. Ülkede elektrik kullanımının 2 katı kadar kurulu elektrik üretim gücü bulunmasına rağmen inşa edilen nükleer santraller elektrik faturasını da kabartacak.

İstanbul Nükleer Karşıtı Platform Sekretaryası’ndan Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Hakkı Kaya Ocakaçan ve Nükleer Karşıtı Platformu üyesi, gazeteci Özgür Gürbüz

Nükleer santralların pahalı olduğu gerçeği kamuoyundan saklanıyor

Hakkı Kaya Ocakaçan yaptığı konuşmada, Mersin ve Sinop’ta yapılması planlanan nükleer santrala verilen alım garantilerinin toplam tutarının 110 milyar dolar olduğunu hatırlatarak, “Zaten zor durumdaki Türkiye ekonomisi, bu iki santralın yapılmasıyla yıllar boyunca prangaya vurulacak” açıklamasını yaptı. Nükleer Karşıtı Platform üyesi Özgür Gürbüz ise, “Hükümetin tüm çabalarına rağmen, kamuoyunu pahalı, tehlikeli ve çevre düşmanı nükleer santrallar konusunda bilgilendirmeye devam edeceğimizi hazırladığımız bu raporla bir kez daha gösteriyoruz. Nükleer Karşıtı Platform, Mersin ve Sinop’taki nükleer santral projeleri iptal edilene kadar mücadelesini sürdürecek. Buradan hükümete bir kez daha sesleniyoruz. Türkiye’nin geleceğini riske atmayın, nükleer santral planlarını çöpe atın” dedi.

Rapora göre Türkiye’de nükleer enerjinin durumu

  • Akkuyu ÇED raporunun iptali için açılan davalar, Danıştay 13. Dairesi tarafından 7 Mart 2018 tarihinde reddedildi. Verilen kararda; raporda eksiklikler olmasına rağmen bu eksikliklerin raporu geçersiz kılmayacağı ve projenin devam etmesini engelleyecek yönde olmadığı gerekçe gösterildi ve açılan 13 dava reddedildi. Dava, 01.11.2018 tarihinde, EGEÇEP Derneği, Sinop Çevre Dostları Derneği ve 14 yurttaş tarafından bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne taşındı.
  • Akkuyu Nükleer Santralı’nın ÇED raporunda sahte imza kullanılması ile ilgili suç duyurusunda bulunulmuştu. Dava ehliyetsizlik gerekçe gösterilerek reddedildi. Sahte imzalı raporu hazırlayan firmanın yetki belgesinin iptali için açılan dava ise görülmeye devam ediyor.
  • Akkuyu NGS için, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin Türkiye’ye gelmeden iki saat önce, 3 Nisan 2018 tarihinde saat 22.00 civarında apar topar inşaat ruhsatı verildi. 4 Nisan 2018’de ise uzaktan temel atma töreni ile ilk ünitenin inşaatına başlandı.
  • Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, yapımı süren Akkuyu Nükleer Santralı konusunda Türkiye’den, nükleer santral gibi sınır aşan projelerin ÇED sürecine komşu ülke vatandaşlarının katılımına olanak sağlayan Espoo Sözleşmesi’ne katılmasını istedi.
  • 22 Haziran 2018 tarihinde, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na Akkuyu Nükleer Santralı 2. ünitesi için Akkuyu Nükleer A. Ş. tarafından inşaat lisansı başvurusu yapıldı. 30 Kasım 2018 tarihinde ise Akkuyu Nükleer Santralı’nın ikinci ünitesi için sınırlı çalışma izni verildi.
  • 6 Şubat 2018’de Sinop NGS ÇED Raporu halkı bilgilendirme toplantısına halk alınmadı. Kolluk gücü kullanılarak halka karşı zor kullanıldı, gözaltına alınanlar oldu
  • 24 Nisan’ da Japon finansman şirketi Itochu Corporation, yapılan fizibilite çalışmaları sonucu, maliyetlerin iki katına çıktığını belirterek Türkiye’nin Sinop nükleer santrali projesinden çıktığını açıkladı.
  • Sinop, Kastamonu ve Çankırı 1/100.000 üst ölçekli Çevre Düzeni Planı’nda gözükmeyen nükleer santral projesiyle ilgili açılan dava Danıştay’da dava devam ediyor.
  • 1/25.000 ölçekli Sinop alt bölge Çevre Düzeni Planı’nda nükleer santral projesinin gösterilmemesi nedeniyle açılan davada ilginç bir durum yaşandı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı davaya müdahil olmak istediğini belirten bir dilekçe verdi. Hukuk çevrelerinde bu müdahale skandal olarak algılanıyor. Dilekçede “Çevre ve Şehircilik bakanlığına ‘Sinop/İnceburun Yarımadasında yapılacak olan nükleer güç santralının 1/100.000’lik Çevre Düzeni Planı içerisinde plan değişikliği yapılarak gösterilmesi talep edildiği ancak ÇŞB tarafından kabul edilmediği’ gerekçe gösterilerek müdahil olunmak istendiği yazıyor.

Rapora göre dünyada nükleer enerjinin durumu

  • Dünyada 9 yeni reaktör (7’si Çin, 2’si Rusya) devreye alındı. Üç reaktör (2’si Çin, 1’i ABD) kapatıldı. Çin artan enerji talebi için tüm kaynakları kullansa da 2017 enerji yatırımlarının sadece 8 milyar dolarının nükleer enerjiye, buna karşılık 98 milyar dolarının ise yenilenebilir enerjiye gittiği unutulmamalı.
  • Güney Afrika 9600 MW gücünde yeni nükleer santral yapma planından vazgeçti.
  • Belçika hükümeti ülkedeki 7 nükleer reaktörü 2025 yılına kadar kapatma kararı aldı. Ülkedeki nükleer santralde (Doel ve Tihange) mikro çatlakların ortaya çıkmasıyla, olası bir nükleer kazaya karşı Belçika’da yaşayanlara iyot hapı dağıtılması için hükümet hazırlık yapılmasını istedi. Almanya ve Hollanda hükümetleri de benzer hazırlıklar yapmış, Almanya Belçika’dan bu iki reaktörü kapatmasını istemişti.
  • Fukuşima nükleer kazasından sonra 9. reaktör 2018 yılında devreye alındı. Ülkedeki 42 çalışabilir reaktörden sadece 9’u çalışıyor ve Fukuşima öncesi Japonya’nın elektrik talebinin yüzde 30’unu karşılayan nükleer enerji bugün sadece yüzde 3,6’sını sağlıyor.
  • 17 Aralık’ta Japon Hitachi firması, artan maliyetler nedeniyle üstleneceği riskler karşısında ortak bulamadığından dolayı, Galler’deki Wylfa Nükleer Santral projesini askıya aldığı açıklandı. Haber 2019 başında doğrulandı böylece Birleşik Kralları’nın eskiyen 15 yeni reaktörüne karşı yapımı süren tek bir reaktör kaldı. Bu reaktörün yapım aşamasında olduğu konusu da tartışmalı. Hinkley Point C reaktörünün yapımcılarından EDF-Energy, “yapım aşamasında” terimini henüz kullanmıyor.
  • Kasım ayında Fransa Cumhurbaşkanı 2035 yılına kadar 58 adet nükleer reaktörden 14 tanesini kapatacağını söyledi. Elektrik üretiminin yüzde 71,6’sı nükleer enerjiden sağlanan Fransa bu oranı yüzde 50’ye düşürmeyi planlıyor. Fransa gibi dünyanın en büyük nükleer devlerinden birinin, nükleerin payını azaltmaya çalışması, Türkiye gibi nükleer enerjide Fransa’yı örnek gösteren ülkelere ders niteliğinde.
  • İspanya’da Sosyalist hükümet ülkedeki nükleer reaktörlerin 40 yaşına geldiklerinde kapatılmasını öneriyor. Bu durumda 7 nükleer reaktörün hepsinin 2028 yılında kapatılması gerekecek.
  • Finlandiya’da Rosatom’un yapacağı Hanhikivi-1 reaktöründe inşaata başlama tarihi 4 yıl ötelendi.
Kaynak: Uluslararası Enerji Ajansı

İklim değişikliği nükleer santralları kapanmaya zorladı

Rapora göre bu yaz özellikle Avrupa’daki kuraklıklar oldukça yüksek miktarda suya ihtiyaç duyan nükleer santralların kapatılmasına neden oldu. Fransa’da dört, İsveç’te bir reaktör kapatılırken, Finlandiya, Almanya ve İsviçre’deki nükleer santralların kapasitesi düşürüldü. İklim değişikliğinin artmasıyla sıklaşan bu durum, nükleer enerjinin “iklim değişikliğini durduracak enerji kaynaklarından biri olduğu” iddiasını da zayıflattı. Uluslararası İklim Değişikliği Paneli’nin önümüzdeki 12 yıl içerisinde sera gazı emisyonlarının yarı yarıya azaltılması uyarısı hatırlanırsa, uzun yapım süreleri nedeniyle nükleer enerjinin iklim krizine çözüm olamayacağı açık. Buna rağmen, nükleer enerjiyi savunanlar, maliyet ve kaza riski nedeniyle pazarlayamadıkları santralları “iklim değişikliğini” bir pazarlama taktiği gibi kullanarak satmaya çalışıyor.

(Yeşil Gazete)

İmar değişikliğine yargıdan ret: Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi arazisindeki 17 bin ağaç kıyımdan kurtuldu!

92 yıldır psikiyatri, nöroloji ve nöroşirurji alanlarında tüm Türkiye’ye hizmet veren Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bulunduğu alanın imara açılması planına yargıdan ret geldi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hastanenin yer aldığı yaklaşık 1 milyon metrekarelik alana yönelik yaptığı imar planında kamu yararı görmeyen İstanbul 6. İdare Mahkemesi, planın yürütmesini durdurdu.

Bilirkişi raporunu esas alarak dosyayı karara bağlayan mahkeme, projenin gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkacak trafik sorununun planda yeteri kadar açıklanmadığına, plan değişikliğinin planlama teknikleri ve şehircilik ilkeleri açısından belirsizlikler ve eksiklikler içerdiğine şu açıklamayla dikkat çekti:

“Sağlık tesisinin yaratacağı trafik çekiminin planlarda gösterilen karayolu ulaşım sistemiyle karışılabileceği konusunda ciddi şüpheler oluştuğu, bu büyüklükteki bir tesis için erişim olanaklarının sadece karayolu sistemine dadandırılmasının uygun olmadığı, planlama teknikleri şehircilik ilkeleri ve genel olarak kentin arazi kullanımı için uygun olmadığı, kamu kaynaklarının etkin ve verimli bir şekilde kullanılmadığı anlaşıldığından dava konusu planlarda kamu yararına şehircilik ilkelerine uyarlılık görülmemiştir.”

İki yıl önce 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı ve 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı Değişikliği onaylanmıştı. TMMOB Mimarlar Odası Trakya Büyükkent Şubesi Başkanlığı öncülüğünde kurulan Bakırköy Kent Savunması, Ruh ve Sinir Hastanesi’nin de içinde bulunduğu beş parseli kapsayan imar plan değişikliğini “Yeşil alanları yok sayan bir talan projesi” diye adlandırmış, yurttaşları bilgilendirme kampanyası başlatmıştı.

Bakırköy Kent Savunması Yürütme Kurulu sözcüsü arkeolog ve kentsel gelişim uzmanı Dr. İlknur Türkoğlu ve TMMOB Mimarlar Odası Trakya Büyükkent Bölge Temsilciliği Başkanı Mimar Mustafa Fazlıoğlu mahkeme kararını Yeşil Gazete‘ye değerlendirdi. Türkoğlu, 17 bin çam ağacının bulunduğu alanın hem yeşil hem de tarihi dokusunun dokunulmadan korunması gerektiği görüşünde. 

Bakırköy Kent Savunması Yürütme Kurulu sözcüsü arkeolog ve kentsel gelişim uzmanı Dr. İlknur Türkoğlu

İlknur Türkoğlu: İmar planı değişikliği kabul edilseydi ve işletilseydi oraya hem rezidans, hem AVM hem de şehir hastanesi inşaatı yapılacaktı

“Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi arazisi için 2017 yılında
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından imar değişikliği yapılmıştı. Eğer bu imar planı değişikliği kabul edilseydi ve işletilseydi oraya hem rezidans, hem AVM hem de şehir hastanesi inşaatı yapılacaktı. Biz kararı öğrendikten sonra Bakırköy Kent Savunması olarak bir kampanyaya başladık. Halkı bilinçlendirmek için toplantılar yaptık, paneller düzenledik. Daha sonra imza kampanyası düzenledik. 2017 yazı boyunca 30 bin imza topladık. Ondan sonra imzaları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na teslim ettik. 2 defa Ankara’ya gittik, bakanlıkla görüşme yaptık. Oradaki imar değişikliğine itiraz ettiğimizi, çok yanlış bir karar alındığını, planın hem Bakırköy ve çevresinde kalan son yeşil alanın yok edilmesiyle sonuçlanacağını ve semtin bu yapılaşmayı kaldıramayacağını söyledik. Bu arada Mimarlar ve Şehir Plancıları Odası beraber bir karşı dava açmışlardı. İşte bu dava neticelendi. Bilirkişi bölgeye gidip gördü. Dava istediğimiz şekilde neticelendi. İmar planı değişikliği geri çekildi. 

Bizans dönemine ait kalıntılar, Reşadiye Kışlası ve 17 bin ağaç var

Burası hem yeşil hem de kültür mirasının bulunduğu bir alan. Hem Bizans’a ait kalıntılar, anıt mezar, bir Osmanlı kışlası (Reşadiye) var. 1914 yılında inşa edilmiş. İnşa edilirken de oralar yeşil alan olarak düzenlenmiş. Sonrasında 1927 yılında da Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi kurulduğunda o yeşil alandan hastaların sağlığı için faydalanılmış. Hem terapi için kullanılmış hem de ağaç dikilmeye devam edilmiş. O alanda 17 bin ağaç var. Aralarında anıt ağaçlar da var. Hem yeşil alan olarak hem de tarihi bir değer olarak oranın dokunulmadan, belki iyileştirilerek, restore edilerek kullanılmaya devam edilmesi gerekiyordu. Bu mücadeleyi uzun zaman yürüttük ve kazandık. Bundan sonra ne olur bekleyeceğiz, gerektiğinde de müdahale edeceğiz.”

TMMOB Mimarlar Odası Trakya Büyükkent Bölge Temsilciliği Başkanı Mimar Mustafa Fazlıoğlu

İmar planına yönelik mücadeleyi yürütenlerden Mustafa Fazlıoğlu ise, kamusal sağlık hizmetlerinin daha da geliştirilerek sürdürülmesini talep ettiklerini söylüyor.

Mustafa Fazlıoğlu: 1,5 milyon metrekare inşaat yapılabilirdi 

Burası 900 bin metrekarelik bir alan. Buraya ilişkin ikili bir mücadele yürüttük. İlk olarak Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ve Türk Tabipleri Birliği, ikinci olarak içerisinde sivil toplum örgütleri, dernekler, inisiyatiflerin bulunduğu sivil bir yapı olan Bakırköy Kent Savunması toplumsal bir mücadelenin öncülüğünü yaptı. İmara açılması planlanan yerde Cumhuriyet’e yaşıt bir hastane var, bu anlamda da simgesel bir değeri var. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, bulunduğu alana ve hastaneye bağlı birimlere baktığımızda, yaklaşık 1800 yatak kapasitesiyle kamusal sağlık hizmeti sağlıyor. Bu yönüyle de çok değerli. Dolasıyla plan değişikliği ile yapılmak istenen kamu-özel ortaklığı bir şehir hastanesi tanımı var. Biz buna şiddetle karşı çıktık. Şehir hastanelerinin kendi mantığını da biliyoruz. Bu sağlık hizmetlerinin bir anlamıyla özelleştirilmesi… Devlet 25-27 yıl orada kira ödüyor. Sağlığın ticarileştirilmesi ortada. Buna karşı yoğun bir kampanya yürütüldü.

“Talebimiz sağlık hizmetlerinin kamusal olarak devam etmesi”

Alan İstanbul’un merkezinde, çok değerli bir arazi parçası. Şehir hastanelerinin mantığıyla da örtüşebiliyor. Bölge halkının nefes alabildiği, spor yaptığı bir alan. Sadece Bakırköylüler değil Bahçelievler halkı da buradan faydalanıyor. Aynı zamanda beklenen Marmara depreminde insanlarımıza toplanma alanı olabilecek bir yer. Eğer bu plan geçmiş olsaydı 1,5 milyon metrekare inşaat yapılabilmesinin önü açılacaktı. Ayrıca günlük 60-70 bin insanın buraya girip çıkması demek. Bunun altyapı, ulaşım, trafik sorunları var. Bakırköy’e o kadar büyük bir yük getiriyordu ki… Bu önemli bir kazanım. Umuyoruz orada yeni bir girişim olmaz. Tüm Bakırköy halkının, meslek odalarının, Türk Tabipleri Birliği’nin, mekan savunucularının, saha çalışanlarının, Bakırköy Kent Savunması’nın talebi sağlık hizmetlerinin orada kamusal olarak devam etmesidir. Elbette tıbbi olarak donanımda noksanlık varsa bunlar tamamlanmalı. Binaların bir kısmının bakım ve onarıma ihtiyacı var, bunlar da yapılmalı. Beklentimiz mevcut korunarak yaklaşık yüzyıldır devam eden kamusal sağlık hizmetinin daha da gelişerek, önümüzdeki onyıllar, yüzyıllar daha devam etmesidir.”  

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin yer aldığı kampüste Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Lepra Deri ve Zührevi Hastalıkları Hastanesi, İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü ve Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu bulunuyor. Öte yandan Türkiye’nin en büyük, Avrupa’nın ise üçüncü büyük spor salonu olan Sinan Erdem Spor Salonu’nun bulunduğu parselde ise Basketbol Süper Ligi’nin düzenlediği Ahmet Cömert Spor Salonu, Olimpiyat Evi, Türkiye Su Topu Federasyonu Olimpik Yüzme Havuzu ile Gençlik ve Spor il müdürlüğü havuzu gibi önemli spor tesisleri yer alıyor.

Bakırköy’de 17 bin ağaç kıyım tehlikesiyle karşı karşıya: “Hafıza ve hatıra mekanımıza saldırıyorlar!”

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)