Ana Sayfa Blog Sayfa 2623

[Botanitopya] Bitki zekası ve ağaçların gizli dili – Benan Kapucu

Açık Radyo’da her Pazar 10:30 – 11:00 saatleri arasında yayınlanan Botanitopya‘yı hazırlayıp sunan Benan Kapucu, 2019 itibarı ile programda daha önce yer verdiği konuları Yeşil Gazete okurları için de paylaşıyor. 

“Bitkiler âleminin tuhaf ve muhteşem dünyasını belgeleyen botanik sanatına dair her şeyin konuşulacağı bir program” şiarı ile Açık Radyo’da yer alan programın podcastlerine bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.

***

Ben oldum olası ağaçları çok severim. Onların “hisseden” varlıklar olduğunu, “bilgi alışverişi” yapabildiklerini ve çevrelerinin “farkında” olduklarını düşünürüm. Ormandaki ağaçların kendi aralarında gizli bir dili olduğuna inanırım. Bitkilerin zeki ve sosyal varlıklar olduğunu, zorluklara karşı strateji geliştirerek evrim basamaklarını başarıyla geçtiğini söyleyen birçok araştırma var. Onlar da bu duygumu, düşüncemi destekliyor elbette.

Peki, bitkiler akıllı canlılar mı gerçekten? Sorun çözebilir ya da çevreleriyle yani diğer bitkilerle, böceklerle ya da daha gelişmiş hayvanlarla iletişim kurabilir mi? Yoksa pasif ve hissedemeyen, mekanik ve rastlantısal hareket eden organizmalar mı sadece? Bu soruların kökeni, farklı düşünce okullarında, bitkilerin ruha sahip olduğunu söyleyen ya da tersini savunan filozofların tartıştığı Antik Yunan’a dek uzanıyor. Bitkilerin akıllı ve duyarlı organizmalar olduğu ve görünenden çok daha karmaşık becerilere sahip oldukları fikri, Demokritus’tan Platon’a, Linne’den Darwin’e birçok filozof ve bilim insanı tarafından da benimsenmiş.

Floransa’daki Uluslararası Bitki Nörobiyolojisi Laboratuvarı Direktörü Stefano Mancuso, zekâyı problem çözebilme yetisi olarak tarif ediyor ve bitkilerin karşılaştıkları problemleri çözmekte inanılmaz derecede usta olduklarını söylüyor. Ona göre varlıklarını sürdürmeye dair her tür problemi ustaca çözebiliyor; kendi aralarında bilgi alışverişi yapabiliyor; köklerinden en tepesindeki yaprağa kadar her türlü bilgiyi aktarabiliyor. Evet, bir beyinleri yok ama dış kaynaklı streslere karşılık verme yetenekleri var ve -bir bitki için bu kelimeyi kullanmak tuhaf gibi görünebilir ama- ne olduklarının ve çevrelerinin “farkındalar”.

Bitki Zekası

Mancuso, Alessandra Viola ile birlikte yazdıkları “Bitki Zekâsı” isimli kitapta ayrıca, köklerin besin kaynağına doğru yönlenmesinin de bitki zekâsına örnek olarak verilebileceğini savunuyor. Kitabın Türkçe baskısı, Almıla Çiftçi çevirisiyle Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanmış.

Mancuso, sağlam, ölçülebilir bilimsel bilgilere dayanarak bitkilerin gelişmiş organizmalar olduklarını ilk kez ileri süren ismin Charles Darwin olduğunu söylüyor. Darwin’in bakış açısıyla şu anda dünya üzerinde yaşayan tüm canlılar kendi evrimsel halkalarının en sonundalar. Bu, evrimsel süreç boyunca uyum sağlamada olağanüstü bir kapasite göstermiş oldukları anlamına geliyor. Darwin, bitkilerin son derece gelişmiş ve karmaşık canlılar olduğunu çok iyi biliyordu ama yaşadığı zamanın koşullarında daha temkinli bir dil kullanmak zorundaydı.

Bugün, Darwin’den neredeyse bir buçuk yüzyıl sonra, yapılan birçok çalışma üst düzey bitkilerin gerçekten de zeki olduğunu, çevrelerinden sinyaller alabilen, bilgiyi işleyen ve kendi hayatta kalışlarına uyarlanan çözümler planlama becerisinde olduğunu söylüyor.

Bitkilerin zekâya sahip olduğunu savunanlar arasında olan, Edinburgh Üniversitesi profesörlerinden Anthony Trewavas da bitkilerde sinyallere dayanan bir iletişim ağı olduğunu dile getirmekte.

Ağaçların Gizli Yaşamı

Almanya’da Der Spiegel’in çok satanlar listesinde haftalarca kalan Ağaçların Gizli Yaşamı kitabı da benzer bir tez üzerine kurulu. Yazarı Peter Wohlleben, bu kitapta ağaçların aralarında sosyal bir ağ oluşturduğunu gayet ikna edici bir biçimde anlatıyor. Türkçe baskısı, Kitap Yurdu Yayınlarından Ali Sinan Çulhaoğlu’nun çevirisiyle çıkmış. Peter Wohlleben, tamamen doğa dostu yöntemler kullanarak Almanya’daki Hümmel köyünde ona tahsis edilen ormanlık alanı yöneten bir orman mühendisi. Gönül verdiği bu ormanla ve ağaçlarla ilgili gözlemlerinden yola çıkarak yazmış bu etkileyici kitabı. Ağaçların da tipik insan davranışları sergilediğini, ebeveynlerin yavrularıyla iletişim kurduklarını, büyümelerine destek olduğunu hatta ağaçların birbirini yaklaşan tehlikelere karşı uyardığını aralarındaki hasta veya acı çeken bireylerle gıdalarını paylaştığını çok akıcı hatta duygusal bir dille anlatıyor. Ormandaki ağaçlar, koku kullanarak kendini ifade eder ve birbirleriyle anlaşırlarmış örneğin. Kayın, ladin ve meşe ağaçlarının kökleri örneğin, başlarına bela geldiğinde bu bilgiyi ağacın tamamına iletir ve bu da yaprakların koku bileşenleri salgılamasını tetiklermiş.

New Hampshire’daki Dartmouth College’dan I. T. Baldwin ve J. C. Schultz, 1980’li yılların başında bu fenomene şu gözlemle açıklık getirmiş: Bir kavağın, akağacın ya da meşenin yapraklarının bir kısmını yok ettiğinizde, ağacın geri kalan kısmı, otobur hayvanların yiyemeyeceği maddeler, özellikle de tanen salgılıyor. Kısacası, ağaç fazla tüketilirse, kendini yenemez hale getiriyor. Bu durum komşu ağaçlarda da görülüyor. Bu, bitkilerin tehlike sinyali gönderdiği anlamına geliyor. Bu tehlike sinyali de kökler vasıtasıyla değil, bir çeşit gazlı hormon olan etilen salgılamalarıyla gönderiliyor. Tabii bu iletişim, sadece uçucu kimyasallar yoluyla olmuyor. Bazı bilim insanları, bitkilerin birbirleri arasında elektrik sinyali ve titreşim gönderdiklerini de gözlemlediklerini de söylüyor.

Ağaçların sesle iletişim kurduğunu savunan, Batı Avustralya Üniversitesinden Monica Galliano ve ekibi köklerin çıkardığı 220 hertz frekansında sesi ölçmeyi başarmışlar. Çıtırdayan kökler ille de bir şey anlamına gelmiyor ama ilginç olan deneyde yer almayan fide köklerinin buna tepki vererek, uçlarını sesin geldiği yöne çevirmiş olması. Ses dalgalarıyla iletişim kurabiliyor oldukları fikri, ağaçları daha yakından tanımamız için de bir fırsat olabilir. Kayınların, meşelerin, çamların keyiflerinin yerinde olup olmadığını veya neye ihtiyaçları olduğunu duyabiliriz. Ama ne yazık ki araştırmacılar henüz yolun başında. Ama bir daha ki sefere ormanda yürüyüşe çıktığınızda hafif bir çıtırtı duyarsanız dikkat edin, zira duyduğunuz ses rüzgarın sesi olmayabilir.

Kitapta, en ilginç bilgilerden biri ağaçların sosyal varlıklar olduğuna dair… Aralarından biri zor durumda olduğunda, güçsüz düştüğünde diğer ağaçlar doğal denge için onu güçlendirme yoluna gidermiş. Doğanın seçilim yasasında “güçlü olan yaşar” kuralının aksine, zayıf üyelerini kaybetmek ormanın “işine gelmiyor”. Farklı türden ağaçlar ışık ve su gibi yerel kaynaklar için mücadele edermiş ama türdeş ağaçlar için durum farklıymış. Kayın ağaçları arkadaş olabilir, hatta birbirini beslerlermiş.

Ağaçlar öylesine senkronize davranırlarmış ki, ormanın farklı noktalarında bulundukları ortamın koşulları büyüme şartları açısından aynı değerde olmasa da “eşit başarılar göstermeleri için” zayıf ve güçlü taraflarını kendi aralarında eşitlerlermiş. İnce veya kalın, aynı cinsten her ağaç, ışık sayesinde aşağı yukarı eşit miktarda şeker üretir. Bu dengeleme yer altında, köklerde olur. Canlı bir alışveriş sürer: Şekeri fazla olan şeker verir, fakir olan destek alır. Bu biraz da toplumdaki herhangi bir bireyin diğerlerinden çok geride kalmamasını sağlayan sosyal yardım sistemlerine benziyor. Ormanın sistemine göre bir ağaç, ancak kendini çevreleyen orman kadar güçlüdür.

Ve aşk…

Ve aşk… Ağaçlar üreyişlerini en az bir yıl önceden planlamaya başlıyormuş. Ağaç aşkının her bahar olup olmaması türlere bağlı. Çam ağaçları tohumlarını yılda en az bir kez yolculuğa gönderirken, yaprak döken ağaçlar tamamen farklı bir strateji izleyip çiçek açmadan önce kendi aralarında anlaşırmış. Aynı anda çiçek açmayı tercih ederlermiş ki pek çok ferdin genleri iyice karışabilsin. Her tür kendi içinde yüksek oranda genetik çeşitlilik barındırdığı için ağaçlar da bugüne dek ayakta kalabiliyor. Ladin gibi bazı türlerin erkek ve dişi çiçeklerinin birkaç gün arayla açılmasının nedeniyse, dişi çiçekleri başka hemcinsinin yabancı poleniyle tozlaşmasına fırsat vermek. Bu da son derece stratejik…

İlginç ama tozlaşma için ladin gibi rüzgara değil de böceklere güvenen kuş kirazında durum biraz değişiyor. Kuş kirazları aynı anda çiçeklenme içinde erkek ve dişi organları üretiyor. Polenlerini arıların taşıdığı az sayıda gerçek orman ağacı türlerinden biri. Arılar ağacın tacının tümünü dolanırken kaçınılmaz olarak ağacın kendi polenlerini de yayıyor. Ancak kuş kirazı kardeşler arası çiftleşme tehlikesinin yaklaştığını sezerek bunu engelliyor. Şöyle ki, bir erkek polenin hortumları dişi polenin organına konduğunda, içeri girip yumurta hücresi yönünde büyümeden önce bir kontrol yapıyor. Polen kendisininkiyle aynı çıkarsa hortumları bloke ediyor ve kurutuyor. Kuş kirazının benim, senin ayrımını nasıl yaptığı bugüne dek anlaşılamamış. Hatta biraz ileri giderek ağacın onları “hissettiğini” de söyleyebiliriz. Çiftleşmenin ağaçlar için ne türden bir eylem olduğu şimdilik bir muamma.

Ağaçlar öğrenebilir mi?

Ağaçların büyümeyi ağırdan aldığını biliyoruz… Wohlleben genç ağaçların büyüme hızının ebeveynleri tarafından kontrol edildiğini yazıyor. Genç kayınlar her mevsim rahatlıkla 45 santim uzayabilecek bir yapıda ama, ormanda kendi anneleri bu hızlı büyümeyi onaylamıyor ve yavrularını devasa taçlarıyla gölgeliyor. Tüm yetişkin ağaçların taçları birleşerek ormanın zemini üzerinde kalın bir örtü oluşturuyor. Bu örtü güneş ışığının yalnızca yüzde üçünün zemine, dolayısıyla yavruların yapraklarına ulaşmasına veriyor. Aslında yavruların iyiliğine yarayan pedagojik bir yöntem… Peki bu ebeveynler yavrularının en hızlı biçimde bağımsız olmasını istemez mi? Bilim insanlarının da söylediği gibi ağır büyümek, bir ağacın ileriki yaşlarını görebilmesi için şartmış. Ağır büyüme hücrelerinin hava barındırmayacak şekilde küçük kalmasını, fırtınalara karşı daha esnek bir yapıya sahip olmasını ve mantarlara karşı daha dirençli olmasını sağlıyor. Ağaçların bu bebeklik dönemi, sıra kendilerine gelinceye dek bazen 200 yıl bile sürebiliyor. Gün gelip de anne ağaç ömrünün sonuna ulaştığında, onun yere düşüp de açtığı aralıktan diledikleri kadar fotosentez yapmaya başlayabilirler. Metabolizmaları da değişim geçirmek zorunda kalır. Ağaçlar parlak ışığa dayanıklı ve onu kullanabilecek daha sağlam yapraklar ve iğneler oluşturur ve üç yıl sonra dümdüz yukarı doğru uzar. Kafalarına göre sağa sola yatan ve yukarı uzamak yerine oyalanan özgür ruhların ise şansları yoktur kendilerini bir kez daha gölgelerin içinde bulur. Tüm engelleri aşarak güzelce büyümeye, uzamaya devam eden genç ağaçlar yirmi sene geçmeden bir sabır testine daha tutulur. Merhum annenin komşuları da bu arada onun geride bıraktığı boşluğa dallarını uzatmaya başlamıştır. Genç kayınlar ve çamlar bir kez daha bu iri kıyım komşulardan birinin havlu atmasını bekleyecektir.

Peki ağaçlar öğrenebilir mi? Öğreniyorlarsa bu bilgiyi nerede depolar? Ne de olsa ağaçların veri tabanı olarak işlev görecek ve işlem yürütecek bir beyinleri yok. Bu bütün bitkiler için geçerli ama bazı bilim insanları bu konuya şüpheyle yaklaşıyor. Tabii bu noktada sahneye Avustralyalı bilim insanı Doktor Monica Galiano çıkıyor. Galiano tropik yarı çalı olarak bilinen mimozalarla ilgili bir çalışma yapar. Su damlalarının tek tek ve düzenli aralıklarla bitkinin yapraklarına düştüğü bir deney yapar. İlk başta ürkek yapraklar derhal kapanır ama bir süre sonra su damlalarından zarar gelmeyeceğini öğrenirler ve yapraklar aldırmadan açık kalırlar. Galiano için şaşırtıcı olan bitkilerin bunu haftalarca sonra bile hatırlamış olmaları.

Araştırmalar, ağaçta beynin muadilinin kökler olduğunu söylüyor. Darwin, 1880 yılında yazdığı Bitkilerin Hareket Gücü adlı eserinde her bitkinin kendi programlama merkezi ile donatılmış binlerce kök ucuna sahip olduğunu yazmış. Yeni araştırmalar, ağacın hassas kök şebekesinin sürprizlerle dolu olduğunu gösteriyor.

Şimdiye kadar ağaçtaki tüm aktivitelerin kimya ile ilgili olduğu düşünülüyordu. Bizim de pek çok işlevimiz kimyasal elçiler tarafından düzenleniyor, bunda şaşılacak bir şey yok. Ama ya beyin? Nörolojik süreçler, yani kimyasal mesajların yanı sıra elektriksel akımlar da var mı? Bonn Üniversitesi Hücresel ve Moleküler Botanik Enstitüsü’nden Frantisek Baluska çalışma arkadaşlarıyla beraber kök uçlarında hayvanlardaki gibi beyin benzeri yapılar bulunabileceği fikrini savunuyor. Araştırmacılar, davranışlarda değişime sebep olan elektriksel sinyalleri ölçmüşler. Örneğin bir ağacın kökü, zehirli maddelere, delinmez taşlara ya da çok nemli toprağa rastlarsa durumu analiz ediyor ve büyüyen kökü kritik bölgelerin etrafından dolandırıyor. Bitki araştırmacılarının birçoğu bu çeşit davranışların akıl, hafıza becerisi ve duygu için bir veri havuzuna işaret ettiği konusunda şüpheci şimdilik.

Ancak bitkilerin evrimsel süreçlerinde, farklı iklim koşullarına ya da çevresel etkilere karşı geliştirdikleri çoğalma, korunma, beslenme gibi adapte olma becerileri, onlarda zekâ olduğunu düşünmemize neden oluyor. Bitkinin daha iyi suya, topraktaki minerallere ve güneş ışığına ulaşmak için gösterdiği esnek davranış biçimleri, birçok araştırmacının ortaya koyduğu bitkilerin de zekâya sahip olduğu tezini güçlü bir şekilde destekliyor.

Zekâ, hayatta kalmanın temel koşuluysa, biraz daha ileri giderek bitkilerin bizden daha zeki olduğunu bile düşünebiliriz. Milyonlarca yıldır geçirdikleri evrimleşme süreci sayesinde bugün bizden katbekat uzun yaşayabiliyorlar, öyle değil mi? 5 bin yaşını geçmiş ağaçlar var dünya üzerinde… Evrimleşirken, yavaşlamayı, hareketsiz olmayı “seçmiş” olmaları, bölünebilir parçalardan oluşmaları, koloniler halinde ortaklaşa bir yaşam sürüyor olmaları gerçekten çok değerli değil mi? Evrimsel süreçte problemleri çözerek hayatta kalmak bir zekâ belirtisi ise ormanda karşımıza çıkan kadim bir ağaçla kendimizi kıyaslayalım lütfen.

Ağaçlar biz olmadan da gayet iyi yaşayabilirler. Ancak onlar olmadan bizim neslimizin çabucak tükeneceği ortada. Türkçe’de ve başka pek çok dilde en aza indirgenmiş bir yaşam durumunu anlatmak için “ot gibi yaşamak” ya da “bitkisel hayat” deyimleri kullanıyoruz. Eğer bitkiler konuşabilseydi, belki de soracakları ilk soru bu olurdu: “Kime göre ot gibi?”

.

1 – Bereket sembolü pirincin hikayesi

.

.

Benan Kapucu

Bisiklet: Emek ve direnişin simgesi – Olcay Boynudelik

Don Kişot Bisiklet Kolektifi olarak ikinci kez organize ettiğimiz “Bisiklet ve Kent Çalıştayı” ardından yine tatlı bir yorgunluk, biraz gurur, müthiş bir coşku ve çokça umutla doluyuz. İki gün boyunca farklı başlıkları bisiklet teması ile birleştiren konuşmacılar havası temiz bir şehirde; daha sağlıklı ve keyifli bir şekilde yaşamak için bisikletin önemini vurgularken bisiklet kullanıcılarının yaşadığı zorluklara değinerek çözüm önerilerinden de bahsettiler.

Örneğin, Ali Cenk Algün Bursaʼda Nilüfer belediyesi bünyesi içinde gerçekleştirdikleri bisiklet kullanımına özendirici uygulamaları anlatırken,şehrin geneline yayılamadığı için istenen düzeydeki etkiye ulaşamamalarından da dert yandı.

Güneş Uyanıker yollar, kaldırımlar ve toplu taşıma bağlamında erişilebilirliğin yaşlı, hamile ve engellilerin yanı sıra bisikletliler için de hayati bir mesele olduğunu vurguladı.

Semih Özdemir hava kirliliğinin tehlikeli boyutlarda, yeşil alanların ise yok denecek kadar az olduğu kentte hareketsizliğin hastalıklara davetiye çıkardığından ve doğru  kullanıldığında bisikletin sağlığımıza nasıl olumlu etki yapabileceğinden söz etti.

Don Kişot Bisiklet Kolektifi üyelerini “Savunmanın mekanize tugayı, zifiri karanlık zamanların ateş böcekleri; doğayı cansız, şehri nefessiz bırakan otomobilci düzene kafa tutan zamane Don Kişotları” olarak tanımlayan Kuzey Ormanları Savunması sincaplarından Başar Toros da doğa talanlarının ve orman kıyımlarının dünyayı nasıl etkilediğini, arabaların içinde esir kaldığımız sistemde Don Kişotlarla beraber “İsyan, devrim, bisiklet” demekten başka yol olmadığını söyledi.

Aydan Çelikʼin İstanbulʼun dört bir yanında gezerken çektiği resimlerde, bisikletin yer aldığı her fotoğraf karesinde kenti ne kadar güzelleştirdiğini düşündüm. “Sana bir seleden baktım İstanbul,” diyordu esprili üslubu ile Aydan Çelik. Selenin üzerindeyken, ben de kendimi nasıl bir ağacın
tepesinden denize bakıyormuşum gibi hissettiğimi hatırladım. Bisiklet özgürlüğün simgesi gibi bir şey gerçekten.

Sarper Günsal konuşmasında bisikletin icadı ile kadınların özgürleşmesi arasında bir bağlantı olduğunu ileri sürerken, İrem Çağıl bisikletli bir kadın olarak cinsiyetçilikten toplumun hiç bir alanında kurtulamadığımıza dikkat çekti.

Bisiklet deyince akla gelen ilk şeylerden biri spor ve sağlıklı yaşam elbette, ama biz Don Kişotlar için olmazsa olmaz bir anlamı da aktivizm. Bisiklet, Pride gününde LGBTİ dostlarımızı yalnız bırakmamaktır, 1 Mayısʼta emekçilerle alanlarda olmaktır. Engelli hakları için ses vermektir. Trafikteki azınlık olarak azınlıkları anlamaktır. Ali İsmail Korkmaz Vakfı yararına ya da elimizden kayıp giden Kuzey Ormanları için tur düzenlemektir. Bisiklet bizim için direnmek demektir, başlı başına devrimci bir eylemdir. Çünkü trafikte bizi sıkıştıran motorlu araçların arasında, bisiklet yolumuza park eden şehir eşkıyalarına rağmen ve egzoz dumanları içinde bisiklet sürmek büyük mücadele ve emek ister

Sonuç olarak, bisikletin ülkemizde gezi ve spor dışında ulaşım aracı olarak da yaygınlaştırılması için ciddi kafa yormak gerekiyor. Bisiklet yalnızca hafta sonlarında kentten kaçmak için değil, her gün işe, alışverişe, sinemaya vs gitmek için kullandığımız bir araç haline geldiğinde hem çevre için ciddi anlamda bir adım atmış olacağız; hem de trafikte ve sokaklardaki bisikletçi sayısı arttıkça görünürlüğümüz sayesinde taleplerimizi dayatmamız da mümkün olabilecek diye umuyorum.

Ve son olarak en sevdiğim sloganlarımızdan birini tekrarlamadan edemeyeceğim:

ARABADAN İN, BİSİKLETE BİN :))

.

2. Bisiklet ve Kent Çalıştayı: “Gezegeni kurtarmak istiyor olamaz mıyız?”

.

Olcay Boynudelik

[Kedi-Siz] Melis Danişmend: Kedi, karnınızın üzerine yatıp şifa verebilen bir canlı!

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.

[Kedi-Sizkedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Yine beni bir heyecan, bir telaş aldı.

Neresinden başlasam,gazeteci, yazar, şarkıcı… Öyle dingin ki… İnsan şarkılarını dinlerken ona aşık olmamak için kendini zor tutuyor.

Hele Cem Adrian ile beraber söylediği “Yalnızlık” beni alıp çok uzaklara götürüyor. Ruha ilaç gibi bir tavır ile söylüyor…

Aslında kedileri sormasam ona albüm isimlerindeki şarkılar neden albümlerde yok diye sormak isterdim :)

Heyecan ile soruları sormaya başlıyorum, cevapları merak ede ede…

Çünkü o Melis Danişmend

***

45 – Melis Danişmend: Kedi, karnınızın üzerine yatıp şifa verebilen bir canlı!

Tolga Öztorun:  Yaşadığın yerde hiç kedi olmadığını hayal et… Evde, sokakta, ofiste kediler yok artık sadece fotoğraflarda kitaplarda kalmışlar. Neler hissederdin?

Melis Danişmend: Canımı sıkar böyle bir şey. Ben sokaklarda, evlerde minik canlıların pıtı pıtı yürümesinden, koşmasından, hayata karışmasından hoşlanan biriyim. 

Tolga Öztorun:  Mahalle kediciliği hakkında ne düşünüyorsun? Yaşadığın sokaklardaki kedicilerden misin? Besleme evleri, mamalar, sular, kısırlaştırmalar filan…

Melis Danişmend: Zaman zaman sokağa yemek bırakmaya çalışıyorum. Kedilerin artık bir mahalle sakini gibi davrandıkları, insanlardan korkup kaçmadıkları, arabaların üzerine sere serpe yatıp ısındıkları mahalleleri seviyorum. Moda ve Cihangir bu anlamda ilk aklıma gelen yerler.

Tolga Öztorun:   Şiirde, edebiyatta, müzikte ve sanatın her dalında kediler var. Kedinin bu iyileştirici gücü nereden geliyor sence?

Melis Danişmend: Kedi insana iyi gelen, karnınızın üzerine yatıp size şifa bile verebilen ama aynı zamanda canı istediği anda çekip giden, burnundan kıl aldırmayan kendine has bir canlı. Sevilmekten ne kadar hoşlandığını mırıl mırıl gösteriyor ama sevene asla bağımlı olmadığını hissettiriyor. İlham verici…

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

Melis Danişmend: Ben teşekkür ederim.

.

.

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

Bisanthe 4. Oda Müziği Festivali başlıyor

Tekirdağ Süleymanpaşa Belediyesi tarafından Bisanthe adı altında düzenlenen Oda Müziği Festivali, bu yıl 20 Ocak – 2 Şubat 2019 tarihleri arasında 4. kez düzenlenecek.

İki haftaya yayılan konserleri ile Tekirdağ’ı klasik müziğe doyuracak olan Bisanthe 4. Oda Müziği Festivali’nde Türkiye’den ve dünyanın çeşitli ülkelerinden sanatçıların yer aldığı oda orkestraları sahne alacak.

Konserler, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Rektörlük Konferans Salonunda gerçekleştirilecek. Festivalin ilk gününde dünyanın sayılı piyanistlerinden ve Türkiye’nin yaşayan en önemli sanatçılarından biri olan İdil Biret, Borusan Quartet eşliğinde Tekirdağlı klasik müzikseverlerin huzuruna çıkacak.

(Yeşil Siyaset)

Aras’tan yeni kitap: Halepsizler

Halepsizler, yirminci yüzyılın başında felaketlerden sağ kurtulup Halep’te adeta küllerinden doğan bir halkın hikâyesini, tam yüz yıl sonra küle dönen ve yeniden doğmaya çalışan kadim bir şehrin hikâyesiyle bir araya getiriyor. Kitap, Serdar Korucu’nun Suriye İç Savaşı’ndan kaçarak başta Ermenistan ve Türkiye olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerine göç eden yirmi iki Halepli Ermeni’yle yaptığı söyleşilerden oluşuyor. Bu söyleşiler, Halep’in savaştan önceki gündelik hayatına ayna tutmanın yanı sıra, Ermenilerin gözünden ülkeyi iç savaşa götüren toplumsal çatışmaları ve savaşın dehşetini görmemizi sağlıyor. Suriye çatışmalarla birlikte bildikleri memleket olmaktan çıksa ve bambaşka bir hale bürünse de memleketlerini terk etmeye uzun süre direnen Halepliler, bu kararı alana dek savaşın içinde nasıl hayatta kaldıklarını anlatıyor ve savaşla yaşamanın ne demek olduğunu hissettiriyorlar okura. Korucu’nun görüştüğü Halepsiz kalmış Haleplilerin her biri, ister ailesini geride bırakarak tek başına yaptığı, ister geniş ailesiyle sürdürdüğü kaçış yolculuğunu anlattıktan sonra, ulaştıkları yerlerde onları bekleyen hayatın iç yüzünü, beklentilerini ve hayal kırıklıklarını ortaya koyuyor bir yandan da. Halepsizler, yerlerinden yurtlarından edilen insanların savaşın şiddetiyle dağılan hayatlarını mercek altına alıyor.

(Yeşil Gazete)

Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi arşivi erişime açılıyor

SALT ve Kadir Has Üniversitesi’nin iş birliğiyle başlatılan üç yıllık bir projeyle Reşad Ekrem Koçu’nun yarım kalmış İstanbul Ansiklopedisi’nin basılı 11 cildi ve yayımlanmamış ciltlerinin içerik çalışmalarına dair binlerce belge dijital ortama aktarıldı. Arşiv SALT Beyoğlunda 15 Ocak – 16 Haziran tarihleri arasında incelemeye açılıyor.

SALT Beyoğlu’nun giriş mekânı Forum’da kurulan İstasyon: İstanbul Ansiklopedisi kapsamında, tarihçi ve romancı Reşad Ekrem Koçu’nun (1905-1975) şehre dair 30 yıllık bu kapsamlı ve benzersiz araştırması incelemeye açılacak.

Koçu hayattayken ancak G harfine kadar basılabilmiş olan 11 cildin içeriği, Forum ve Açık Sinema’da sunum, söyleşi ve atölyelerle yorumlanırken dileyen katılımcılar ciltleri tarayarak “Ada”dan“Gökçınar”a maddelerin künye yazımına katkı sağlayabilecek. İstasyon’da, Koçu tarafından İstanbul üzerine kaleme alınmış diğer eserlerin yanı sıra, şehrin tarihine ilişkin seçili yayınlara yer verilecek.

Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi için yaptırdığı yapı çizimlerinden bir seçki

Koçu, İstanbul’un “muazzam kütüğü”nü oluşturma amacıyla 1944’te giriştiği İstanbul Ansiklopedisi çalışmasında değerli tarihçi, edebiyatçı, akademisyen ve sanatçılardan destek aldı.1944-1948 ve 1958-1973 yıllarında basılan ciltler, şahıs, yer, yapı, olay, âdet, deyim ve efsaneler gibi birçok yönüyle şehri kayda geçirdi. Koçu’nun kişisel ilgileri çevresinde şekillenen ansiklopedi, gazete ve dergi yazılarıyla kitaplarında popülerleştirdiği anlatıların ötesinde, tarih yazımı bakımından ayrıcalıklı bir örnek teşkil ediyor. A’dan G’ye ciltler, süreklilik gösteren konu, yazar ve çizerler ile sık kullanılan muhtelif kaynakların tespitine imkân tanıyor.

Ayrıca, kurgu ve içerik bakımından ayrışan maddeler, değişen zaman ve koşulların Koçu’nun metotlarına etkisini görünür kılıyor. İstanbul hakkında temel bilgiler kadar şehir belleği açısından nasıl bir veri sağladığı belirsiz sıradanlıkta kayıtlarla dolu olan yayın,tekrarları, şaşırtmacaları ve sunduğu bilgilerin geçerliliği bakımından irdelenmeyi bekliyor. İstanbul Ansiklopedisi’nin tasarı aşamasında kalmış gelecek ciltlerine dair yaklaşık 20 bin ögelik bir belge grubu ve Koçu’nun şahsi kütüphanesinden 1460 yayın 2018’de Kadir Has Üniversitesi tarafından devralındı. İstasyon, basılı ciltler ve söz konusu arşivin dijital ortama aktarılarak bir çevrimiçi yazılım aracılığıyla erişime açılması için SALT ortaklığında sürdürülen üç yıllık çalışmanın bir uzantısı olarak gerçekleştiriliyor. Programlara davetli uzman ve araştırmacıların tespit ve görüşlerinin yanı sıra katılımcıların katkısıyla hazırlanacak madde künyelerinin, ansiklopedi için derlenmiş metin ve görsellerin birbiriyle ve arşivin geneliyle ilişkisini belirginleştirmesi amaçlanıyor.

Kadir Has Üniversitesi’nin katkısıyla hazırlanan İstasyon programları, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Meriç Önerile Rektör Yardımcısı, Sanat ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Arzu Erdem’in 9 Şubat Cumartesi 15.00’te Açık Sinema’daki sunumuyla başlayacak.

(Yeşil Gazete)

“My French Film Festivali 2019” başlıyor

2018 yılında 12 milyon izlenme sayısı ile dünyadaki sayılı online film festivalleri arasına giren ilk online frankofon sinema festivali My French Film Festival, başlıyor.

Bir ay sürecek olan My French Film Festival boyunca genç Fransız sinemasının en yetenekli yönetmenlerinin kısa ve uzun metrajlı filmleri internet üzerinden izlenebilecek. Unifrance tarafından bu yıl 9.‘su düzenlenen My French Film Festival’de 6 konuda toplam 28 kısa ve uzun metrajlı film gösterilecek…

Jüri üyeliğini Houda Benyamina, Coralie Fargeat, Mikhaël Hers, Kim Nguyen, Jaco Van Dormael’in yapacağı festival sonunda 3 ödül sahibini bulacak: Sinemacılar Ödülü, online oylama sonucu belirlenecek Halk Lacoste Ödülü ve Uluslararası Basın Ödülü. 

Her zaman olduğu gibi bu yıl da tüm filmler MyFrenchFilmFestival.com platformu üzerinden, bilgisayar, tablet ya da akıllı telefonlar ile izlenebilecek.

(Yeşil Gazete)

Kültürün şeffaflaşması mümkün mü?- Emre Erbirer

Kültürün kamu ile ilişkisinin kısıtlı olduğu bir dönemden geçiyoruz. Kamusal bir kültür politikasından söz etmek mümkün değil. Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’un farklı alanlarda hizmet veren kamu kaynaklı bir kültür merkezi yok. Günlük gazetelerin kültür-sanat sayfaları çoktan kayboldu. Televizyonda kültür-sanat alanına odaklı bir program olmadığı gibi, haber bültenlerinde bir kültür-sanat etkinliğinin yer alması ise bir mucize olarak görülüyor. Kamusal alanda etkinlik yapmak için bin dereden su getirmek gerekiyor. Yine kamu tarafından sunulan ulaşım, iletişim, sağlık ve diğer birçok hizmet, ya özelleştirildiği yada kâr amacı gütmeye itildiği için kültürle olan ilişkisinden uzaklaştı. Sergilerin belediye otobüslerinin üstlerini bir reklam alanı olarak kullandığı yıllar çok geride kaldı. 2013 yılında İstanbul Bienali’nin PTT işbirliğiyle ürettiği pul ise şık ve nostaljik bir kamusal hareket olarak hafızalarda yer edindi. Konu, kültüre erişim veya katılım olduğunda kültür kurumları hep ilgisizlikten dem vurur. Fakat kamunun sınırlı ilgisini yine kamunun sınırlı bilgisine bağlamak mümkün mü?

Kültür-sanat alanındaki birçok özel şirket veya sivil toplum kuruluşu, kamu kaynaklarını kullanmanın yanı sıra, kamu yararına çalıştıklarını ve sosyal fayda odaklı olduklarını söylerler. Ancak söz konusu kamuyu bilgilendirmek olduğunda neredeyse hiçbir kültür kurumunun değerlerinde ve kültüründe şeffaflığı bulmak mümkün olmuyor. Türkiye’nin önde gelen kültür kurumlarının ve müzelerinin kamu nezdindeki bilinirliğini sorguladığımızda genel geçer cevaplar ile popüler birkaç anekdotu duymamız elbet mümkün. Ancak söz konusu sektörel bilgiler, finansal veriler, kurum politikaları olduğunda kamu, sektör paydaşları ve biz gazeteciler için başka bilgiler ve verilere de kuşkusuz ihtiyaç var. İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından hazırlanan üç yıllık kurum stratejisinde hangi bilgilerin ve hedeflerin yer aldığı veya nasıl bir yol haritası çizildiğini kim biliyor? İstanbul Modern koleksiyonuna en son hangi sanatçıların, hangi eserleri dâhil edildi? 2019 yılı sonunda açılması planlanan Arter’de nasıl bir ekip formasyonu olacak? Vehbi Koç Vakfı Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndaki hangi eserler, nasıl bir kürasyon ile yer alacak? Yönetim kurulu değişen, ekibi küçültülen, elindeki birçok proje ve ürün iptal edilen, hatta bugünlerde taşınması planlanan Pozitif kapanacak mı? 2017 yılında verdiği bir röportajda “Sanat dünyasının en büyük sıkıntısı yetişmiş eleman eksikliği. Müzedeki obje sayısı değil, eserlerin emanet edileceği uzman sayısı önemli.” diyen Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer, 2019 yılında iş ilanı vererek ekibini büyütmeyi düşünüyor mu? İşte tüm bu sorulardan yola çıkarak sektöre şeffaflık çağrısı yapıyoruz.

Çevrimiçi ve kamuya açık bir faaliyet raporu

İstanbul Kültür Sanat Vakfı, bildiğimiz kadarıyla kamuya açık bir ‘faaliyet raporu’ yayınlayan tek kültür kurumu. 2013 yılından beri bunu gerçekleştiren kurum, raporlarında geçtiğimiz yılın etkinlik ve katılımcı odaklı verilerini sunarken, ayrıca ekip formasyonu, bütçe dağılımı, sponsorluk ve kamu katkıları listelerine de yer veriyor. Örneğin, İKSV’nin 2013 ile 2017 yılları arasındaki faaliyet raporlarındaki bütçe dağılımları incelendiğinde İKSV’nin toplam gelirinin 15 milyon lira civarında arttığını, bu artıştaki bilet satış gelirlerinin TL bazında artarken yüzdesel olarak ise oldukça azaldığını gözlemlemek mümkün. Bulduğu her fırsatta kültür-sanat alanındaki kamu katkısının önemine dikkat çeken kurumun, kamudan aldığı desteğin son 5 yılda yüzde 4’ten yüzde 7,4’e çıktığını görüyoruz. Bu açıdan bakarsak kamuya yapılan çağrıların yerini bulduğunu söyleyebilir miyiz? Keza Lale Kart destekleri ile gelen gelirin yüzde 6’dan yüzde 8’e çıktığını gözlemleyebiliyoruz. Yine aynı tabloları karşılaştırarak, İKSV’nin nakdi sponsorluklarının gelir dağılımında yüzdesel olarak azaldığını görmemiz mümkün.Bu tablolar, esasen bize çok çarpıcı veriler sunuyor. Kültür kurumlarının artık sadece sponsorluk odaklı finansal modellere bel bağlayamayacağını, üyelik programı ve bağış mekanizmaları, ürün ve hizmet geliştirme ve alternatif fon modellerinin öneminin giderek arttığını görmek mümkün. Ancak tüm bunların yanında sektörde karşılaştırmalı bir veri analizinin olmadığı da bir gerçek. Ne yazık ki, İKSV dışında herhangi bir kültür kurumunun veya müzenin çevrimiçi ve kamuya açık bir faaliyet raporu olmadığı için bu verileri sektör içindeki başka verilerle karşılaştırmak, bir analiz yapmak veya buna göre bir strateji veya politika geliştirmek mümkün değil.

Kültür sektöründe şeffaflık konusunu ele alırken, bu alanda özellikle müzeler ve şeffaflık konusuna da değinmek gerekiyor. Müzecilik Meslek Kuruluşu Derneği Başkanı Canan Cürgen’e bir müzenin şeffaf olmasının ne demek olduğunu ve bir müzenin şeffaflığının kamu nezdinde nasıl bir önem taşıdığını veya fark yarattığını sorduğumuzda bizi şöyle yanıtlıyor: “Şeffaf, saydam olmak, iç ve dış olarak konumlamak gerekirse her iki tarafın diğerini görebilme hâli olarak tanımlanabilir. Müze söz konusu olduğunda, koleksiyonu korumak üzere yükselen bir kabuk olarak duvarlar, dışında kalan ziyaretçinin/kamunun ilgisini içeri alan geçirgenlikte olmalıdır. Müze nesnesinin bilgisine ulaşması beklenen kamu gözetilmelidir. ICOM’un yayınladığı Müzeler İçin Etik Kuralları metni bu şeffaflığı sağlamak adına tüm işlemlerin birer politika çerçevesinde gerçekleşmesini tavsiye eder: Müzeler, somut ve somut olmayan doğal ve kültürel mirastan sorumludur. Yönetim ve denetimleri ile ilgili kişiler hem bu mirası hem de bu amaçla sağlanan insani, mail ve fiziksel kaynakları koruyup geliştirmekten birinci derecede sorumlular. Müzelerin görevi doğa, kültür ve bilim mirasını korumaya bir katkı olarak koleksiyonlar edinmek, bu koleksiyonları korumak ve geliştirmektir. Müze koleksiyonları önemli bir kültürel miras olup yasada özel bir yere sahiptirler ve uluslararası mevzuat tarafından korunur. İyi yönetim kavramı, bu ‘kamu yararı’ görevinin organik bir parçasını oluşturur ve yasal mülkiyet, kalıcılık, belgeleme, erişilebilirlik ve uygun elden çıkarmayı içerir. Koleksiyon temini, elden çıkarma, gelir sağlama, istihdam, süreklilik,belgeleme, koruma, erişilebilirlik, sergileme, yayın, kültürel varlığın iadesi,mesleki sorumluluk, gizlilik, güvenlik, tüccarlarla etkileşim gibi başlıklar,her müzenin etik kurallar doğrultusunda yürüttükleri iş ve işlemleri yazılı ve beyan edilebilir hale getirmesini önerir. Müzecilik meslek etiği tüm bu alanlarda şeffaf, erişilebilir ve hesap verebilir olmayı gerektirir. Müze özündeki bilgi muhafazası nedeniyle esasta kamuya aittir. Müzenin varlık nedeninin bilincinde olması şeffaf olmasını gerektirir. Halk ne yaptığımızı bilirse, bizi istek ve beklentileri konusunda doğru yönlendirecektir. Şeffaflık ayrıca halkı işimize dahil etmeye de yardımcı olur. Müzeler içeride beyaz küpler olabilir ama dışarıdan birer kara kutu gibi görünürler. Gizemli, anlaşılması zor kurumlar/ mekânlar olarak algılanabilir. Müze nasıl koleksiyon satın alır? Satın aldığı tüm koleksiyona ne olur? Sergiye neyin dahil edildiğine, neyin çıkarılacağına kim karar veriyor? Bağış yaptığım para nereye gidiyor? Bunlar sıklıkla müze çalışanları için bile gizemli olabiliyor. Kamunun anlamadığı bir kuruluşu desteklemesi zordur, şüphelenmesi ise oldukça kolay.”

Cürgen, Türkiye ve dünyadaki farklı müzeleri ve müze iletişimlerini karşılaştırdığında şeffaflık bakış açısından ve iletişim yaklaşımlarından aralarındaki farkı şöyle özetliyor: “İnternet üzerinden müzeye erişim şeffaflığı kolaylaştırır. Geleneksel olarak gizli tutulan bilginin, şimdi erişilebilir olup olmadığını yeniden düşünmemiz gerekir. ‘Bağışçılar kim? Bağışlanan para nereye, nasıl harcanıyor? Koleksiyondan çıkarma, eser ödünç verme süreçleri kime, neye göre belirleniyor?’ TATE Britain, British Museum, MoMA gibi pek çok müzenin koleksiyon yönetim politikalarına internet siteleri üzerinden ulaşabiliyoruz. Yine pek çok müzenin koleksiyonuna internet üzerinden erişebiliyoruz. Örneğin, ülkemizde Pera Müzesi ve Türk İslam Eserleri Müzesi gibi müzeler, internet üzerinden koleksiyonlarına dair ayrıntılı bilgi yayınlıyor. Ama pek çok özel müze ve devlet müzesi erişilebilirlik ve şeffaflık adına atması beklenen adımları henüz atmış değil. Varlık nedenini, misyonunu, vizyonunu,koleksiyonunu beyan etmiş değil. Bu doğrultuda bir yaptırım da yok bildiğiniz gibi. Konu sadece etik çerçevede. Tabii bekleyen kim; onu da tartışmakta fayda var. Bu şeffaflığı Bakanlık bekliyor mu? Mütevelli Heyetleri bekliyor mu? Danışma kurulları, bağışçılar, vergi mükellefleri bekliyor mu? Elbette şeffaflıktan yana olmayanlar da var. Birçok sanat ve arkeoloji müzesi geleneksel olarak bir elitin koruyucusuydu. Müze, seçtiği tarihi topladı; takdir ettiği sanatı satın aldı, hikâyelerini anlattı ve kısmen desteklendi.Müzeleri doğrudan ödenek yoluyla ya da bağışlarla, vergi mükellefi desteğine bağlı olması nedeniyle kapalı bir konumda tutmak daha da zorlaştı. Küratörler ve müze eğitmenleri ‘hem mükemmellik hem de eşitlik’ için çabalarken, müzelerle kamu arasında yeni iletişim kanalları açılmaya başladı. Bu açılış, bugün görmeye başladığımız şeffaflığa doğru ilk adımdı. Kamu eğitimi ve katılımı arttıkça şeffaflık gittikçe daha cazip hale geldi ve internet de erişimi daha kolay hâle getirdi.”

Sanatçı, müze uzmanı ve eğitmen Tomur Atagök’ün Deniz Müzesi açılışında yaptığı “Türkiye’de Müzecilik: Yeni Kavram ve Uygulamalar” başlıklı konuşmasındaki şu ibareleri de bu konuyu tartışırken tekrar hatırlamamız gerekiyor: “Türkiye’de 1983 tarihli 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasa ve Yönetmelikleri bugünkü ortamda somut olan ya da olmayan geçmişin korunması için önlemlerin alınmasına olanak sağlasa da müzelerin toplumun tümüne uzanamadıkları gerçektir. 5226 sayı ve 14.7.2004 tarihli yasa ile değiştirilerek müze ve alan yönetim konularının toplumla paylaşımına doğru adımlar atılmıştır. Vakıf ve derneklerin kamu kuruluşları ile ilişkilerini yeniden düzenleyen 5072 sayı, 29.01.2004 tarihli yasa da müze ve toplum ilişkilerine yeni bir yaklaşımı belirlemiştir. Yine özel müzelerle ilgili olarak bazı yeni uygulamalar yeni yasa ve yönetmelikler kapsamında ele alındı. Ancak müzelerimizin anayasamızın 63. maddesinin sorumluluğunu yerine getirmekte zorlanmasındaki nedenlerin başında bu yasa ve yönetmeliklerin uygulanmasında bulunan sorunları da saymalıyız: Bakanlığın genellikle devletin ayırdığı bütçesinin düşük seviyede olması, yeterli sayıda uzman eleman çalıştıramaması, müzecilik uzmanlık eğitiminin YÖK tarafından kabul edilmemiş olmaması, müze binalarının bakımında yetersizlik, sağlıklı müze ortamı ve güvenliğinin eksikliği, toplum ile ilişkilerde göz ardı edilen stratejiler.”

Sanat hukuku avukatı ve yazar Pınar Sönmez, kültür alanındaki şeffaflığı müzeler üzerinden şöyle yorumluyor: “Bilimsel bir kurum olan müzenin hukuki yapısı, politikası, işleyişi mutlaka doğru idari ve hukuki kararlar üzerinde yükselmeli. Çok sayıda müze türü olmasıyla birlikte tarih ve sanat müzeleri her daim geniş seyirci kitleleri ile, yarattıkları etki alanı ile üzerinde çok konuşulan, düşünülen kurumlar. Bu nedenle hukuki olarak yasaların elverdiği, koruduğu ve denetlediği oranda şeffaflık, müzeye dair her türlü yasal uygulamanın herkese açık ve hesap verilebilir olması müzelerin çalışmasının meşruiyetini ve devamında, hukuki işlemlerin hakkaniyete ve hukuka uygunluğunu sağlayacaktır. Öte yandan eser alım politikalarının belirlenmesinde sanatçı ile yapılan sözleşmelerin, diğer kurumlarla yapılan iş birliği sözleşmelerinin, sergi anlaşmalarının da kamusallığın ve meşruiyetin bir parçası olduğu göz önünde bulundurulmalı, gerekli özen gösterilmelidir. Mart 2016’da gerçekleşen Çanakkale Müzeler Buluşması’nda müzelerin fikri haklar açısından önemini, dikkat edilmesi gereken hususları anlatmaya çalışmıştım. Vergilendirme ve bütçe şeffaflığının yanı sıra eser sahibi veya mirasçılarının, müzeleri özellikle ilgilendiren, eserde değişiklik yapılmamasını isteme hakkına, adın belirtilmesi hakkına, eserin aslına ulaşma hakkına usulünü gözeterek uymaları daha sonra oluşabilecek ihtilafları da önleyecektir. Türkiye’de müzeden ve özellikle sanat müzesinden bahsediyorsak kamusal alanın başlangıç noktası tabii ki Türkiye’nin ilk modern sanat müzesi Resim Heykel Müzesi olmalı. Bir kanunun maddelerini çözümlemeden yapılması gereken ilk şey kanunun amacına bakmaktır. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun amacı,sanatçının korunması ve ülkemizde sanatın yükseltilmesi olarak öngörülüyor.Anayasa’da ve özel kanun hükümlerinde açıkça yazılı bu amacın Resim Heykel Müzesi eserleri için de uygulanmasını diliyorum. Zira Resim Heykel Müzesi’ndeki eserler sadece ülkemizin değil, insanlığın kültür birikiminin de parçasıdır.”

Kamuyla bilgi paylaşımı

Bu şeffaflık konusu sadece finansal veriler ile de sınırlı değil üstelik. Örneğin, İstanbul Modern’in kamu nezdinde çok tartışılan ve bir iletişim kazası örneği olarak nitelendirebileceğimiz taşınma konusunu ele alalım. İstanbul Modern, Kasım 2016’da yaptığı kamu açıklamasıyla ve 28 Ocak – 20 Temmuz 2017 tarihleri arasında düzenlediği “LİMAN” sergisinde müzenin geçici olarak Paket Postanesi’ne taşınacağını haber vermişti. Ancak Mart 2017’de Paket Postanesi yıkıldı. Bu tarihten itibaren ise İstanbul Modern tarafından Paket Postanesi’ne, geçici mekâna ve yeni müzeye dair hiçbir açıklama yapılmadı. Şubat 2018’e geldiğimizde ise müzenin geçici olarak Beyoğlu’ndaki eski Union Française binasına taşınacağı açıklandı. Müze, neredeyse bir yıl boyunca taşınmaya,geçici mekâna ve yeni yapılanmasına dair hiçbir bilgiyi kamu ile paylaşmadı. Müzenin geçici mekânına nasıl taşındığı ise yine başlı başına bir konu. Bir müze nasıl taşınır? Kalıcı koleksiyon nasıl yerleştirilir? Arşivler ve eserler nasıl korunur? Nelere dikkat edilir? Müzedeki birimler nasıl şekillendirilir? Bunlar ve başka birçok soru, müzecilik alanında eğitim gören öğrenciler, müze profesyonelleri, sanat eleştirmenleri ve kültür-sanat gazetecileri için birer muamma. İstanbul Modern’in kamu ile paylaşılan verilerine baktığımızda da bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. 2016 yılında yaklaşık 50 bin çocuk ve gencin sanat eğitimi aldığını ve 520 bin ziyaretçi ağırladığını söyleyen İstanbul Modern Direktörü Levent Çalıkoğlu, 2017 Ocak ayında NTV’ye verdiği röportajda ise “İstanbul Modern olarak sanatın iyileştirici gücüne inanıyoruz. Buna inanan ziyaretçilerimizin varlığı da bizi mutlu ve motive ediyor. 2017 yılının başında gerek ziyaretçi gerekse ücretsiz sanat eğitimiyle buluşturduğumuz çocuk ve gençlerimizin artacağına inanıyoruz.” şeklinde bir açıklama yaptı. İstanbul Modern tarafından 2017 yılının sonunda servis edilen basın bülteninde ise İstanbul Modern’in 2017 yılında 580 bin ziyaretçiyi ağırladığını ve 50 bin çocuk ve gencin ücretsiz sanat eğitimleriyle buluşturduğunu görüyoruz. Yine aynı bültende geçen “2017 yılında müze ziyaretçisinin geçtiğimiz yıla göre yaklaşık yüzde 20 artış gösterdiği” ifadesi ise biraz sorunlu. Zira aradaki artış ‘yaklaşık yüzde 20’ değil,sadece yüzde 11. Keza 2017 yılında 440 bin kişiyi ağırlayan 14. İstanbul Bienali’nin de sergi mekânlarından biri olan İstanbul Modern’in belki de İstanbul Bienali olmasa ziyaretçi sayısının azaldığını söylemek mümkün mü olacaktı? Ve yine ‘yaklaşık 50 bin’ ifadesinin her iki açıklamada da sabit kaldığını görüyorsak, İstanbul Modern’in eğitim projelerinin ulaştığı kişi sayısını artırmadığını söylemek mümkün mü?

Müze alanındaki şeffaflık konusu, geçtiğimiz yıllarda santral istanbul Çağdaş Sanat Müzesi koleksiyonundaki eserlerin bir müzayedede satışa sunulması ile de gündeme gelmişti.Bu konu, lebriz.com’da yer alan makalede şöyle değerlendiriliyor: “Düzenlenen müzayedede, satışa çıkarılan 145 eserden 69’unun santralistanbul ’un müze koleksiyonundan çıkmış olması sanatseverler tarafından tepki ile karşılandı.Sanat eserlerinin müze koleksiyonundan toplu halde çıkarılıp –üstelik de bir müzayede yoluyla– satışa çıkması, dünyada eşine pek rastlanır bir durum değil.Öyle ki özel müze kurmak her ne kadar özerk bir işmiş gibi görünse de aslında tam aksine toplumda var olan her kurumda olduğu gibi, yasalarla sınırlandırılmış bir özgürlüğe sahip. Fakat santralistanbul’un bu girişimi tamamen yasalara uygun bir süreç içerisinde tamamlanmış. Santralistanbul, müzayede öncesinde bazı eserleri bakanlık tarafından görevlendirilen kişilerinde onayları dâhilinde envanterden düşürmüş ve eserlerin sorunsuz bir şekildesatışa hazır hâle gelmesini sağlamış. Kurumun müze koleksiyonunu tasfiye etmesi Bilgi Üniversitesi’nin değişen yönetimine bağlansa da, akademisyenlerden sanatçılara kadar pek çok kişi bu durumdan pek de memnun değil.”

Yine aynı yazıdaki şu ifadeler de kurum-kamu ilişkisi hakkında tekrar düşünmemizi sağlıyor: “Şüphesiz ki 2007’de açılan santralistanbul’un çağdaş sanat müzesinin sonradan alınan bir kararla derslik hâline getirilerek (giriş katı hariç) koleksiyonun da açık artırma yoluyla tasfiye edileceği düşüncesi kimsenin aklına gelemezdi. Özel müzelerin birincil işlevleri sanatı prestij,reklam aracı ya da ticari amaçlı kullanmak olmamalı. Müzecilikte, ticari kaygılardan arınmış bir anlayışla eser toplama, koruma ve sergileme öncelikli görev olarak bilinmeli. Ayrıca bir müze koleksiyonu oluştururken haddinden fazla titiz davranılmalı, koleksiyona alınan eserlerin elden çıkarılması gibi hatalara düşülmemeli. Unutulmamalıdır ki müzeler, ulus için kuşaklar arası değer aktarımını sağlama, uluslararası boyutlarda da milli bir övünç kaynağı olma işlevini de bünyesinde bulunduran oluşumlardır. Bu sebepten müzeler, salt kişilere ya da devlete ait kurumlar değil topluma ait –topluma mâl olmuş– kurumlardır ve öyle olarak kalmalıdır.”

Kültür-sanat alanında insan kaynakları problemi

Konu şeffaflık olduğunda bir başka tartışma odağı ise bu alanda sıklıkla dile getirdiğimiz insan kaynakları sorunu. Kültür kurumlarının neredeyse çoğu, ekiplerindeki görev değişikliklerini ve atamaları duyurmayı gerek görmüyor. Hatta İstanbul Modern,Pera Müzesi, Sakıp Sabancı Müzesi gibi bu alandaki önde gelen özel müzelerin ekiplerindeki kişileri internet sitelerinde bulmak mümkün bile değil. Vehbi Koç Vakfı’nın 2019 yılının Eylül ayında açılacak müzesi Arter’de yakın zamanda pek çok arkadaşım işe başladı. Hepsi de işlerini çok iyi yapan, bu alanda oldukça tecrübeli kişiler. Peki, Arter’in bu pozisyonlar için çalışacak kişiler aradığından kamunun veya sektörün haberi oldu mu? Bu pozisyonlar için neden bir iş ilânı verilmedi? Kültür-sanat alanlarından eğitim veren onlarca okul ve bölümden mezun olan kişiler bu pozisyonlara başvurma şansını neden yakalayamadı? Bu pozisyonlar için ne gibi yetkinliklere ve niteliklere ihtiyaç duyulduğunu biliyor muyuz? 2019 Eylül’ü geldiğinde kaç kişilik bir Arter ekibi olacak? Zaten kısıtlı kültür-sanat çalışma alanı içerisinde müzecilik alanında eğitim gören kişilere bu müzede bir ekmek var mı? Yurt dışındaki kültür kurumları, müzeler ve bienaller direktöründen asistanına kadar her pozisyon için ilân açar ve hatta bir kısmı, pozisyonların maaş aralıklarına kadar belirtirken, Türkiye’deki kurumların bu alanda hâlen yerinde saydığını, kimseye eşit şartlarda değerlendirilme şansı vermediğini görüyoruz.

Kültür sektöründeki bu şeffaflık sorunu, sadece bu sektöre has bir konu değil tabii ne yazık ki.Türkiye, hükümetlerin, belediyelerin ve hatta sivil toplumun bile şeffaflık ile sorun yaşadığı bir ülke. Canan Cürgen, bu konunun kültür sektörüne has olmadığını şu cümleler ile çok güzel dile getiriyor: “Ezcümle, şeffaflık bir kültürel tutumdur. Hangi yönetim, denetim mekanizmamızın hangi kurumu şeffaf olabilmiş? Bence hep birlikte bu soruyu soralım kendimize. Vereceğimiz yanıta yeni bir soru olarak ‘Acaba niye?’ diye ekleyerek.” İşte tüm bu sorunları dile getirerek ve soruları yönelterek kültür sektörüne bir şeffaflık çağrısı yapıyoruz.

Emre Erbirer

(Kültür Limited)

*Bu yazı İstanbul Art News Ocak, 2019 Sayı: 58 Piyasa eki için yazılmıştır.

[Cadı Kazanı] Küresel Cinsiyet Eşitliği açığı 108 yıl sonra kapanacak(mış)! – Nuran Seyhan Bayer

Dünya Ekonomik Forumu  (DEF) , Küresel Cinsiyet Eşitliği açığı için 2017 deki tahminine, sekiz yıl daha ekledi. Eğer daha sonraki yıllarda,tahminlere yeni eklemeler olmazsa, 2018 raporuna göre şu anda %68 olan “KÜRESEL CİNSİYET EŞİTLİĞİ AÇIĞI -ÇUKURU-“ 108 yıl sonra kapanacak (mış) … Ülkemizde bu durumu anlatan en güzel deyim sanırım “ölme eşşeğim ölme”olacak.  Başka önerilere de de açığım tabii.

DEF’nun 2006 da yayınladığı endekste, ölçüme esas olan dört başlık seçilmişti: Ekonomik Katılım, Sağlık ve Hayatta Kalma, Politik Güçlendirme ve Eğitim. 2006 dan bu yana genel cinsiyet farkını azaltma oranı sadece %3,6 olmuş. Büyük olasılıkla dişi kaplumbağalar bile daha hızlı ilerlemiştir.

Afrika’nın kurtuluşu onların elinde

Bu raporun en ilginç ve sevindirici tarafı; 10 yıldır bu eşitsizliğin %85 ini kapatarak listeye ilk sıradan giren İzlanda ve onu izleyen Norveç, İsveç ve Finlandiya’nın yanı sıra büyük bir deparla 10.sıradan listeye giren NAMİBYA olması. Eşitsizliğin %79 dan fazlasını kapatarak , % 10 dan fazla bir iyileştirmeyle 38. sıradan 10.sıraya gelmiş. Bu oranı yükselten de iki endeks;Sağlık ve Hayatta Kalma açığıyla Siyasi Güçlendirme olmuş. Bir başka başarı öyküsünü de yine Sahra Altı Afrika’sı ülkelerinden Ruanda yazmış. Böyle giderse Afrika’nın kurtuluşu kadınların elinden olacağa benziyor. Karnesi en kötü olanlar ise Karayipler ve Latin Amerika ülkeleri. Farkındaysanız Türkiye’den bahsetmiyorum bile…

İskandinav ülkelerinin,  en üst sıranın dördünü işgal etmesi, tabii ki bir tesadüf değil… Bu ülkelerinin tümü, refah devleti ve evrensel sosyal politikalara destekleri, genellikle yüksek ve tabii bu politikalar, kadınlar için,kilit unsur olmuş.

Vigdí Finnbogadóttir,  İzlanda

Listenin birincisi olan İzlanda’da; 1970’lerde ve 1980’lerde kadın dayanışmasının inşa ettiği hareket,  kadınları birçok yönden özgürleştiren refah politikalarının temelini atmıştı. 24 Ekim 1975’te düzenlenen “KADINSIZ GÜN” etkinliğinde,  İzlandalı kadınların yüzde 90’ı işlerini bırakıp haklarını savunmak için protesto gösterisi düzenledi.  Böylece kadınların her gün, her yerde üstlendikleri ve toplumların temelini oluşturan, ödenen ve ödenmeyen tüm görünür ve görünmez görevleri,vurgulandı. Bu eylem, İzlanda’da muazzam bir toplumsal değişime yol açan devasa ve güçlü bir hareketin başlangıcı oldu. Çocuklar için, sokakta yürürken gördükleri ilk kadın başkan Vigdí Finnbogadóttir ve sonrasındaki kadın yöneticiler,bir rol model olmuştu.  Hatta bir dönem,hep bir kadın başkan gördükleri için çocuklar “başkanlar hep kadından olur “diye düşünmeye başlamışlardı. Bir erkeğin başkan olabileceği o kadar yadsınmıştı ki, düşünmüyorlardı bile. Bizdekinin tam tersi galiba…

Ayrıca, İzlanda’da iki kamu politikasından daha bahsetmek gerekir:  Birincisi, evrensel yüksek kaliteli çocuk bakımıdır. Bu politika, kadınların ekonomiye ve genel olarak topluma katılma fırsatlarını değiştirdi. Çünkü kadınlar,  çocuk yetiştiriciliğinin çoğunu tek başına üstleniyorsa, çocuk bakımı maliyetleri, dünyadaki kadınların iş gücü piyasasına katılmalarını ve / veya politikaya katılmalarını engellemektedir.

İkincisi, iyi finanse edilen ve paylaşılan ebeveyn izni. Bu, yalnızca çocuk sahibi olma ihtimalleri nedeniyle kadınların işte yaşadıkları sistematik ayrımcılığı ele almakta.  Erkeklerin çocuklara bakmaları için işten ayrılarak ara vermeleri,  yapısal ayrımcılığı azaltan önemli bir pratik oldu ve İzlanda’daki birçok kadın siyasetçinin bugünkü konumlarına ulaşmada en önemli etkendi.  Bir aileye sahip olmak ya da bir meslek sahibi olmak arasında seçim yapmaya zorlayan bu durum, kadınların iş gücü piyasasına ve karar alma süreçlerine katılımını kısıtlayan bir gerçeklik. Türkiye düşünüldüğünde bunun ne kadar önemli olduğu anlaşılır.Bu anlamda, hükumetler ve parlamentodan, uzaya füze göndermeleri beklenmiyor: Sadece toplumsal cinsiyet eşitliği farkını arttırdığı gösterilen politikaları benimsemeyerek, önderlik edecekler. Bu kadar basit.  Erkekleri Mars’a kadınları ise Venüs’e göndermeye gerek kalmayacak yani…

“Ekonomik Fırsat Eşitliği “ toplumsal cinsiyet açığının tamamen kapanması ise, en uzun sürecek olanı: 202 yıl sonra… Kadınların hala yönetimsel ya da üst düzey resmi roller için hep başlarını çarptıkları CAM TAVAN’ın varlığı böylece bir kez daha tescil ediliyor.

Siyasi güçlenmedeki cinsiyet açığının kapatılması içinse 107 yıl öngörülüyor! Bakanların sadece %18’i kadın ve 149 ülkenin altısında bakanlık pozisyonunda kadın yok.

Raporda: “Devlet başkanlığı pozisyonundaki kadınların çoğu son on yılda seçildi. Bu son gelişmelere rağmen, bu yıl seçilen Romanya başbakanı da dahil olmak üzere 2018’de 149 ülkede halen yalnızca 17 kadın devlet başkanı veya başbakan var” denilmekte.

Bu kadar kötü haberden sonra sıra bir iyi haber: Eğitime özgü cinsiyet farkının ortalama% 5 düzeyinde kaldığı ve mevcut eğilimlere dayanarak sadece 14 yıl içinde kapatılabileceği söyleniyor. Diğer çukurlar aynı süreçte kapatılamadığı için bu durum sadece eğitimli ama iş gücüne ve karar mekanizmalarına katılamayan kadınların varlığına işaret ediyor sadece…

Türkiye’de kamu ve özel sektörde karar alma mekanizmalarında; alt, orta ve üst düzeyde, kadınların ne oranda var olduğunu gösteren tek araştırmayı 2004-2006 yıllarında, benim de kurucusu olduğum İRİS EŞİTLİK GÖZLEM GRUBU yapmıştı. O günden buyana bir arpa boyu yol alamadığımız gibi artık arpaların bile yetişmesine izin verilmiyor.

Yani kadınlar için “cennet” henüz inşa bile edilmedi. Vaad edilen cennet ise hala ayaklar altında o da anne olmayı şart koşuyor!

Not: Yazıma son noktayı koyduğumda TV haberlerinde İzmir Büyükşehir Belediyesi AKP adayının , “kadınları halı dokumacılığıyla istihdam edeceğiz” cümlesi, başıma balyoz gibi indi. İzmir (yani erkekler) için vaad edilen silikon vadisiydi, kadınlar içinse halı dokumacılığı! Hala nerede olduğumuzu ve gerisini siz düşünün… Küresel Cinsiyet Eşitliği Çukuru’nun kapanması için ülkemizin daha 500 yıla ihtiyacı olduğunu düşünmeden edemedim.

Nuran Seyhan Bayer

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”
                                                                        HANNAH ARENDT

[Yaşadım Diyebilmek] TRT’nin ilk naklen yayını(!) – Şahin Tekgündüz

Her şey Kediseven Sokağı’ndaki küçük bir iş hanında başladı.

Asparagas… Özellikle son yıllarda daha sık karşılaştığımız bir iletişim hastalığı… Kitle iletişim araçlarının çeşitlenmesi ve yaygınlaşması asparagasın da yaygınlaşması ve giderek sıradanlaşması sonucunu doğurdu. Genellikle sosyal medyada başvurulan asparagas haber, öylesine kanıksanıp kabullenildi ve öylesine sıradanlaştı ki, özellikle magazin haberciliğinin olmazsa olmazı haline geldi. Eskiden asparagas sadece basın organlarında yer alırdı. Bunların en masumları da, hâlen de yapıldığı gibi, yabancı ajanslardan gelen ilginç fotoğrafların (özellikle de güzel kadın fotoğraflarının) altına, hiç ilgisi olmayan resim altları yazmaktı. Aramızda kalsın, 1962’de üç ay çalıştığım, sosyalist gazeteci Kenan Hârun yönetimindeki Vatan Gazetesi’nde, Ethem Yazgan ve Ergin İnanç’la birlikte bu tür asparagas haberciliği ben de yaptım. Bütün bunlar iyi de, TRT gibi resmî bir kurumun asparagas haber yapmasına ne denilebilir? Üstelik de dürüstlük, bağımsızlık, yansızlık ve nesnellik konularında büyük vaatlerde ve iddialarda bulunarak kuruluşunun daha birinci yılında!..

Yıl 1965… Mithatpaşa Caddesi’ndeki büyük binaya henüz taşınmadık. Ulus’ta Kediseven Sokağı’ndaki bir iş hanının dördüncü katında çalışıyoruz. Ankara’nın ünlü Büyük Postane’nin yanındaki Posta Caddesi’ne girince sağa dönen ilk sokaktı Kediseven Sokağı. Biraz ilerisinde solda da, bugünkü kargo şirketlerinin yaptığı işi yapan Paket Postanesi vardı.İşte o küçük iş hanının dördüncü katındayız. Altımızdaki üç katta da TRT’nin yeni oluşmaya başlayan idârî birimleri var. Tam bir gecekondu kuruluş durumundayız. Dördüncü kattaki odaların en büyüğünde Muammer Yaşar, Zeki Sözer, Erdoğan Tokatlı, Erdoğan Erentöz, Hüsamettin Ünsal, Altan Aşar, Ali İhsan YazganNurettin Yerdelen, Kemal Savcı ve anımsayamadığım birkaç arkadaş daha iç haberler bölümünü oluşturuyoruz. Haber dairesi başkanı Doğan Kasaroğlu’nun odası dışındakilerde de, yurt haberleri, dış haberler, spor, redaksiyon vb. Yurt haberlerinde Basri Balcı, Dış haberlerde Haluk Tuncalı, Nizam Payzın ve Selahattin Sonat, sporda Kemal Deniz, Arman Talay ve Mustafa Sâlihoğlu, redaksiyonda ise, Ahmet Oktay ve Erdoğan Örtülü görevli. Spikerlerimiz Jülide Gülizar, Zafer Cilasun, Erkan Oyal ve Yılmaz Tok daha çok Ankara Radyosu’ndalar ve merkez binaya zaman zaman işleri düştükçe uğrarlar… Çetin Çeki, Aycan Giritlioğlu, Turan Erdemgil ve Güneş Uğurlu henüz spikerlik kursundalar. Ankara basınından seçilmiş elemanlar olarak değerlendiriliyoruz ve iyi ücret alıyoruz, keyfimiz yerinde…

Sovyetler Birliği ile buzlar erirken…

Suat Hayri Ürgüplü’nün başbakanlığında kurulan ve mart ayında güvenoyu alan millî mutabakat hükümeti iş başında. Ağustos ayında Başbakan Suat Hayri Ürgüplü, bazı kabine üyeleri ve devlet temsilcileriyle birlikte Sovyetler Birliği’ne resmi bir ziyaret yapıyor. Heyette gazetelerin temsilcileriyle TRT adına Doğan Kasaroğlu Anadolu Ajansı adına ise Atilla Onuk da var. İki ülke arasındaki buzları eritmek amacıyla gerçekleştirilen ziyaret Moskova’da başlıyor ve Soçi’yi de içine alan geniş bir programla sürüyor. Nedenini anımsamıyorum, ama Başbakan Ürgüplü, SSCB seyahatinin en önemli konuşmasını Karadeniz kıyısındaki turistik kasaba Soçi’de yapacak. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada yeniden kurulmakta olan dengeler içinde Türkiye’nin alacağı yeri belirleme konusunda büyük önem taşıyan bu seyahat,yurt içinde de ilgiyle izleniyor. İzleniyor ama, iletişim araçlarının o günkü durumu düşünülürse bu izlemenin hangi düzeyde kaldığını da kestirmek güç değildir. Anadolu Ajansı AA, Associated Press AP, United Press UP, Ajans France Press AFP ve TASS ajanslarının bültenleri ve servisleri dışında SSCB’deki seyahatle ilgili gelişmeleri izlemek ve yurt içine aktarmak mümkün değil. Onlardan gelen haberler de dünyanın Türkiye’ye verdiği önem düzeyinde… Durum böyle ama, yeni kurulan TRT Haber Merkezi’nin, yüklendiği büyük sorumluluğu ve görevi yerine getirebilmek için mutlaka bir şeyler yapması ve kendini kanıtlaması gerekir.

Bir naklen yayın aldatmacası…

Seyahate, yanlış anımsamıyorsam, TRT adına Haber Dairesi Danışmanı Dr. Cemal Aygen’le birlikte Haber Dairesi Başkanı Doğan Kasaroğlu da katılıyor. Bizim için önemli olan, bu seyahati dakika dakika izlemek ve dinleyicilerimize, dolayısıyla kamuoyuna birinci ağızdan taze, ayrıntılı ve güvenilir haberler vermek ve Türk milletine haberciliğin ne olduğunu göstermek. Elimizdeki araçlar ise telefon ve teleks…Ancak, bırakın Sovyetler Birliği’ni, şehirler arasıyla telefon konuşması yapabilmek için bile saatlerce beklememiz gerekiyor. Bütün bunlar bilindiği için önlemler önceden alınıyor. Seyahat başlamadan önce, Başbakan’ın Soçi’de yapacağı konuşma Başbakanlık’ta, dönemin harika cihazlarından Nagra ile banda kaydediliyor. Sonra sesin gerçekçi olabilmesi için, Haber Merkezi’nin usta teknisyeni İbrahim Coşkun konuşmanın üzerine kanal gürültüleri, cızırtılar, yer yer kalabalık efekti ve alkış vb bindiriyor. Hesaba göre bu bant, Ürgüplü’nün Soçi’de yapacağı konuşma başladığında yayına verilecek ve TRT ilk kez yurt dışından naklen yayın(!)gerçekleştirmiş olacak.


TRT’deki komünistler iş başında!

Sovyetler Birliği gezisiyle birlikte Haber Merkezi’nde hummalı bir faaliyet başlıyor. Gezinin Soçi bölümü yaklaştıkça devinim artıyor. Haluk Tuncalı’ya Amerika’dan özel olarak getirtilen çok marifetli bir radyomuz var. Dünyadaki bütün yayınları, hatta zaman zaman amatör balıkçı radyolarının yayınlarını bile alıyor. Tuncalı radyoyu iç haberler salonundaki duvara dayalı bir dolabın üzerinden izliyor. Dolabın dayandığı duvarda da büyük bir dünya haritası var. Tuncalı’nın başyardımcısı da Hüsamettin Ünsal (biz ona Hüsam diyoruz).

Bu arada Sovyetler Birliği haber kaynakları ve radyolarının da izlenmesi, bazı arkadaşlarımız arasında büyük rahatsızlık yaratıyor. Neden yaratmasın ki, TRT’nin adı zaten komüniste çıkmış, Meclise giren Türkiye İşçi Partili 15 komünist milletvekili vatanı satmaya başlamış, 61 anayasasının getirdiği ortamla komünizm yanlısı yayınlar almış başını gidiyor, bir önceki kabinede İçişleri Bakanlığı yapan zehir hafiye Faruk Sükan komünistlerin nefes alışlarını dinlemekten asıl işlerini yapamamış… Bütün bunların üstüne bir de Başbakan’ın o komünist ülkeyi ziyaret etmesi, cümle milliyetçiyi ayağa kaldırmış durumda. Bunlardan biri de Haber Merkezi’ndeki arkadaşımız Hekimhan’lı Ali İhsan Yazgan… Ali İhsan ilk seçimlerde milletvekili olmaya hazırlanıyor. Bu nedenle de özellikle Hekimhan ve çevresinden dostları hiç eksik olmuyor. Muhafazakâr ve biraz saf bir arkadaşımız. Bu yüzden de sık sık işletiliyor. Öğrenince çok öfkelenip hepimize küsüyor ama ertesi gün yine herkesle dost ve içten…

“Kesin şu komünistlerin sesini!..”

Ne hikmettir bilinmez, ben de TİP sempatizanı olduğum ve bu da açık açık bilindiği halde, Ali İhsan benimle çok rahat konuşuyor ve sürekli Hüsam’ın komünistliğinden dert yanıyor. Her seferinde, “Şahinim, ben seni bilmez miyim, sen bunlar gibi azılı komünist değilsin… Ama şu Hüsamettin yok mu… Bir de bu seyahati fırsat bildi komünist radyolarını kaçırmaz oldu, üstelik de bunu alenî yapıyor utanmadan. Mecbur muyuz kardeşim sabahtan akşama kadar komünistleri dinlemeye?..” diyor.Onun bu davranışından, bana komünistliği yakıştıramadığı için alınmalı mıyım bilmiyorum.

Sovyetler Birliği radyolarından ve Tass Ajansı yayınlarından, Başbakan Ürgüplü’nün Soçi’ye geçtiği haberini alıyoruz. Haluk Tuncalı radyosunun başında, Hüsam da yanında. Radyodan çıkan Rusça ve İngilizce karışık sesler salonu dolduruyor. Teknisyenimiz İbrahim Coşkun da bizimle. Soçi haberi alınır alınmaz Radyo evini arayacak ve önceden hazırlanan özel konuşma bandının yayına girmesi talimatını verecek. Tam bu sırada Ali İhsan’ın öfkeden titreyen sesi patlıyor: “Kesin şu komünistlerin sesini, yetti artık be!..” Sesin muhatabı tabii Hüsam ama bu uyarıya aldırmıyor, hattâ duymuyor bile. Tuncalı’yla birlikte kritik anı belirlemek için komünistleri dikkatle dinlemeye devam ediyor. Tam Başbakan Ürgüplü’yü ve Sovyetler Birliği Başbakanı Kruçef’in Soçi’de karşılandıkları ve Ürgüplü’nün konuşmaya başladığı haberini verirken Ali İhsan’ın biraz da galiz ifadeler taşıyan öfkeli sesi bir kez daha patlıyor ve peşinden masasındaki Hacıbektaş taşından kül tablası fırlıyor.

Hedef Hüsam’ın kafası. Kül tablası havada uçuyor ve Hüsam’ın kafasını sıyırarak duvardaki haritaya gömülüyor. Herkes şaşırmış durumda, ortalık buz kesiyor. Ve tam bu sırada radyodan TRT spikerinin sesi duyuluyor: “Sayın dinleyiciler, şu anda Sovyetler Birliği’nin Soçi şehrine bağlanmış bulunuyoruz. Başbakanımız Suat Hayri Ürgüplü’nün Soçililere hitaben yaptığı konuşmayı kendi seslerinden naklen yayımlıyoruz…” Bu anonsun peşinden hat cızırtıları ve gürültüleri arasından önce Kasaroğlu’nun, peşinden de Ürgüplü’nün sesi duyulmaya başlıyor. “Sayın Başbakan, değerli Soçi Belediye Başkanı ve sevgili Soçililer…

Görev başarılmış ve bir resmî asparagas hayata geçmiştir. Bu başarının ardından Muammer Yaşar’ın arabuluculuğu ile Hüsam’la Ali İhsan arasındaki komünistlik ve kül tablası muhabbeti tatlıya bağlanıyor…

Şahin Tekgündüz

[email protected]