Ana Sayfa Blog Sayfa 2504

Yıldırım’dan Kürdistan açıklaması: Atatürk de kullandı

Diyarbakır’da kullandığı ‘Kürdistan’ ifadesiyle ilgili açıklama yapan Binali Yıldırım, ‘Atatürk’ün bölgeden gelen temsilciler için kullandığı sözdür. Biz etle kemik gibiyiz’ dedi.

AKP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Binali Yıldırım, Diyarbakır ziyaretinde kullandığı Kürdistan ifadesi ile ilgili açıklamalarda bulundu. Elazığ Dernekler Federasyonu ve Fındıkzade Elazığlılar Derneği’nin bir etkinliğinde konuşan Yıldırım, “Kürdistan sözü Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhuriyetin kurulmasından önce istiklal mücadelesinde bölgeden gelen temsilciler için kullandığı sözdür. Benim ifadem ondan ibarettir” dedi.

Konuşmasını “Bu ülkenin her karış toprağında yaşayan insanlar bizim birinci sınıf vatandaşımızdır.” şeklinde sürdüren Yıldırım, “Kimse Kürtleri ötekileştirmeye, ayrıştırmaya çalışmasın. Biz etle kemik gibiyiz” ifadelerini kullandı.

Kürdistan ifadesinin farklı yorumlandığının hatırlatılması sonrası Yıldırım, “PKK terör örgütüdür. Bundan şüphesi olan varsa tepki göstersin.” diyerek Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de bu ifadeyi istiklal mücadelesinde bölgeden gelen temsilciler için kullandığını ifade etti.

Gazeteci Uğur Dündar‘ın, Ekrem İmamoğlu ile yapılacak canlı yayında moderatörlük yapma teklifini reddetmesi hakkında da konuşan Yıldırım, “‘Adaylara ve demokrasiye zarar verir’ diye bir gerekçe ortaya koydu. Ben de anlamadım. Sadece soracaktı, biz de cevap verecektik. Biraz daha açıklasa iyi olurdu.” yorumu yaptı.

Bu bir uyandırma çağrısıdır: İngiltere’nin ilk iklim göçmeni olabilecek köylüleri

Deniz seviyesi yükseldikçe Fairbourne, deniz ile dağların arasında kalarak dalgalara teslim oluyor. Ama orada yaşayanlar nereye gidecekler?

Natural Resources Wales’den Gareth Evens: Gelgitin yüksek olduğu zamanlarda Fairbourne’un ne kadar savunmasız olduğunu görebilirsiniz.” Fotoğraflar: Joel Redman/The Guardian

Neredeyse mükemmel bir ilkbahar günü. Bebek mavisi bir gökyüzü ve Dartmouth Koyu’nun cam gibi engin sularında tek bir su damlası dahi yok. Güneşin ılık ışınları yayılıyor ve dağlar da griden leziz bir yeşil rengine bürünmeye başlıyor. Eski bir iş kadını olan Bev Wilkins, Lottie ismindeki Alman Kurdu sevgili cankurtaran köpeğine kumsaldan aşağı doğru top atıyor. Siyah kürkü ve bacaklarıyla köpek hızlıca köpüren dalgaların içine dalıyor. Sırılsıklam olan köpeğini sevgiyle okşarken “Güneş çıktığında burası harika bir yerdir.” diyor; “Yağmur yağdığında ise felakettir.”

67 yaşındaki Wilkins, 2002 senesinde Warwick’teki aile evini satıp Fairbourne’a yerleşerek emeklilik yıllarını Kuzey Wales’da geçirmeyi bekliyordu. Epeyce yıl keyifle, mutlulukla geçti: Yaz aylarını denizde yüzerek ve arka bahçede kuruyarak geçirirdi. Kışlar; insanın içini yükselten Snowdonia’nın çetin yamaçlarının manzarasına rağmen daha zorluydu… Ama Wilkins, 98 yaşında olan ve hala burada yasayan annesinin yaşadığı kadar burada kalırsa evinden çıkartılacak ilk sakinler arasında olabilir: Gwynedd Kurulu; küresel ısı artışına bağlı olarak yükselen deniz seviyesine karşı Wilkins’in evini artık koruyamayacakları kararını aldı.

Beyaz bungalovunu dalgalardan koruyan duvar için “Bu, bütün ülke için bir uyandırma çağrısıdır” diyor Wilkins. “Başka yerlerde de olacak. Bazen bir başkasının başına gelince görmek zorunda kalırsın – biz sadece bu yolda bir ilk olduk.”

26 yıl içerisinde veya eğer hava durumu daha kötüleşirse veya bir fırtına deniz koruma duvarlarını çatlatırsa daha da önce, Gwynedd Kurulu tarafından yürütülen bir özel görev komitesi Fairbourne’un 850 sakinini evlerinden çıkartıp başka yerlere yerleştirmeye başlayacak. Bu durumda, bütün bir köy, evler, yollar, gaz boruları, dükkânlar, kanalizasyonlar, elektrik direkleri yerlerinden sökülecek ve bu mevkii med cezirsel bir tuz bataklığına dönüşecek.

Kuzey Wales’de Fairbourne: Onun suların altında kaldığını izlemek çok üzücü olacak.

İklim değişikliği yüzünden İngiltere’de devre dışı bırakılacak ilk topluluk onlar, ancak İngiltere’nin ufalanan doğu kıyısındaki evlerin çoğu erozyona yenik düştü ve hiçbiri henüz terk edilmedi. Bu durum, yüzlerce İngiliz iklim mültecisine sebep olabilir. Fairbourne sakinlerinin görecekleri zarar karşılığında herhangi bir tazminat alması beklenmiyor ve yeniden yerleşim adına yapılan planlar pek net değil.

Bu kaderi yasayacak tek köy Fairbourne olmayacak. 1900’lerden beri İngiltere’de deniz seviyesindeki yükseliş 15.4 cm’ye ulaştı ve Met Office, yeni seviyelerin 1.12 m’si kadar daha artacağını tahmin ediyor. Bu durum İngiltere’nin doğu ve güney bölgelerinde sıklıkla bulunan kıyı longozlarında ve falezlerde yasayan halk için risk teşkil ediyor. Wales’in batısı ve İngiltere’nin kuzey batısı savunmasız haldeler. Dünyadaki tüm hükümetler, Paris iklim taahhütlerine mutabık kalarak artan karbon emisyonlarını tersine çevirse bile, küresel ısıdaki artış ve okyanusta su sıcaklığının yükselmesinin etkisiyle deniz seviyesi yüzyıllardır yükseliyor.

***

Fairbourne, beklenmedik bir şekilde İrlanda Denizi’ne doğru kayıp giden sazlı çamur düzlüklerinden adeta hortluyor. Beyaz bungalovlar, yazlıklar, Viktoryen dönemden apartmanları barındıran koy, Mawwdach Irmağı’nın ağzının acı suları ile Snowdonia Ulusal Parkı’nın solgun dağlık arazileri arasında kalıyor. Un tüccarı Arthur McDougall’in hayalindeki tatil tesisini inşa etmek için aydınlık bir günde; ılık esintiyi beraberinde getiren kuş seslerini duyabileceğiniz bu yeri neden seçtiğini anlamak pek de zor olmamalı.

O günden beri 410 evi, bir dükkânı, şarküterisi, kasapları, kamp alanı, modern demiryolu, balık ve sebze pazarı ve artan neşesiyle giderek büyüyen eksantrik ve İngilizce konuşulan bir köy oldu. Kuzey Wales de geçirmiş oldukları çocukluk anlarının etkisindeki emekli bir sürü çift, iç eyaletlerde bulunan endüstriyel kasaba ve şehirlerden buraya taşındı. Diğerleri ise muhteşem manzarasından, tenha kumsallarından ve makul fiyatlı evlerinden büyülendi.

Bev Wilkins ve köpeği Lottie: Bu, başka yerlerde de meydana gelecek.

2013 yılında Gwynedd Kurulu, köyü savunmaya maddi gücünün yetmediğine dair bir karar aldı. Ancak yerlilerin birçoğunun kıyı şeridiyle ilgili bu yeni idari tasarıdan bir sene sonra haberi oldu. Şiddetli fırtınaların ardından BBC Wales’in araştırmacı televizyon dizisi Week In Week Out’un bir programında tasarıdan parçalar gösterildi. Deniz seviyesinin belli belirsiz üzerindeki köyde, bir denizden korunma duvarı, toprak setler ve drenaj kanalları mevcut. Söz konusu korumalar için 6.8 milyon poundluk “köyün ömrünü uzatma planı” adı altında iyileştirme çalışmaları da yapılmıştı. Ancak yüzyılın ortasından itibaren gitgide artan düzenli seller Fairbourne’u yaşanmaz kılabilir. Fırtınadan kaynaklanan duvardaki bir çatlak evleri sürükleyip götürebilir ve köylülerin boğulmasına sebep olabilir.

Kurulun kararı açıklandıktan sonra ev satışları azaldı ve fiyatlar düştü. Bazı sakinler evlerine ve bahçelerine bakmayı dahi bıraktılar. Diğerleri, tasarının yayınlanmasının yanıltıcı olduğunu ve köyün Gwynedd tarafından haksız yere devre dışı bırakıldığını iddia ederek bir mücadele başlattılar. Bu kişiler, 2014 yılında Aberystwyth, Barmouth ve Borth’taki su baskınının daha kötü olduğunu düşünüyordu.

Kuruldaki kilit üyeler gidince oluşum dağıldı; ama etkisi hala geçmedi. Asıl üyelerden bir tanesi olan Wilkins, köye kötü davranıldığını dile getiriyor. ‘Fairbourne’da yüzlerce insan yaşıyor”diyor, salonunda konuşurken. “Küçük bir tren yolumuz var. Dükkânlarımız var. Postanemiz var. Sağlam bir toplumuz ve tüm bunları sular seller götürecek. Bunu düşünmek istemiyorum.”

Şimdilerde evler yeniden satılmaya başladı, ama sadece pazarlık peşindeki alıcıların cebini doldurmak için. Bazıları Fairbourne göçüp gidene kadar kira gelirinden ne kadar kar elde edebileceğinin hesabını yapıyor. Yine de birçok köylü , zaten bölgeye göre piyasa değerinin çok aşağısında seyreden fiyatlardan 40-50.000  pound daha aşağı çekebilecek durumda değil, çünkü başka bir yerden bir ev almayı karşılayamazlar.

Mevcut durum, saatli bir bomba. Kıyıların büyük bir kısmını korumak için para yetmeyecek. 

83 yaşındaki Cathy Bowen ve 76 yaşındaki George Bowen, iki odalı bungalovlarını 125.OOO pounda satmak için uğraşıyor. 18 yıl önce, ailecek karavanla çıktıkları tatillerden birinde bu bölgeye aşık olup Staffordshire’a taşınmışlardı. Ancak şimdi satıyorlar çünkü kanserden kurtulan ve 2. tip diyabet hastalığı olan George’un hastaneye yakın olması gerekiyor. “Taşınmak istiyoruz çünkü George pek iyi değil ve ben 83 yaşımdayım” diyor Cathy, sevimli oturma odalarındaki taburede otururken. “Ona daha fazla bakamayacak durumda olacağım.” Şu ana kadar gelen bir talep yok. “İlan üç aydır afişte ve evi görmeye tek bir ruh dahi gelmedi.”

64 yaşındaki tanınmış “balık tutma sporu” uzmanı, gazeteci Mike Thrussell, denizden korunma duvarının aşağısında bulunan daha eski, McDouggall-dönemi mülklerin birinde yaşıyor ve kurulun köylüleri çözüm sunmadan terk ettiğini iddia ediyor. “Benim durumumda olan birçok insan var. 38 senedir buradayım. Bu eve para ödendi. Emekliliğime 2 buçuk sene kaldı” diyor. “Ve şimdi bu oldu.”

18 yaşındaki Benjamin Winfer, “Burayı çok seviyorum; ancak mortgage yaptıramıyorum” diyor.

BBC Five Live kanalındaki ‘Fish on Five’ adlı programın eski sunucularından olan Thrussell, Fairbourne’daki evlerin değerlerinden %40 kaybettiğini ve köyü devre dışı bırakma tarihi yaklaştıkça daha da düşeceğini anlatıyor: “Satmak isteyen insanlar çok küçük paralara pazarlık yapıyorlar. Ben bunu yapamam. Ben nereye gideceğim? Başka bir ev satın alacak kadar para alamam ki” diyor, endişe ile mutfak masasına vurarak… “Birçok köylü” diye anlatıyor, “kendilerine bakmak için evlerini kullanmayı planlamışlardı. Otoriteler nasıl orada öylece oturup hiçbir çözüm getirmeden bu durumu daha da ilerletiyorlar, inanılır gibi değil…”

Köyün diğer yerlerinde üzüntü ve uzun dönemde tehdide karşı inkar ve kafa karışıklığı hüküm sürüyor. Teknesinin baş tarafında duran Barmouths’un eski liman amiri Julian Kirkham, evini terk etmemekte derece kararlı ve bilim adamlarının dahi deniz seviyesi artışı hakkında mutabık olmadıklarını dile getiriyor. “Bu sadece panik.” diyor, “O kadar çok şey söyleniyor ki kimse tam olarak ne olacağını bilmiyor.”

Genç sakinlerin büyük bir kısmı sel basma ihtimalini sorgulamasına rağmen köyün hizmetten çıkarılmasını neredeyse kesin olarak deneyimleyecekler. 32 yaşındaki Julia Walker, yerel bir dükkândan ev alışverişi yaparken evini terk edemeyeceğini söylüyor. “Evimiz güzel ama genç bir aile olarak öz sermayemizin eksi değerlerde olabileceği düşüncesi hoş değil.” Üç çocuğu var ve dördüncüsüne hamile. “Köylüler güçsüz hissediyorlar” diyor. “Seçeneğimiz yok. Sadece birer tutsağız.”

Julia Walker ve çocukları: Başka bir seçeneğimiz yok. Esiriz.

27 yaşındaki Shane Healy, dükkânın önündeki bir posta kutusuna yaslanıyor. O, henüz doğmamışken annesi Midlands’deki Sutton Coldfields’den bu köye taşınmış. “Her şeyi kaybetmek, yazık olur. Bütün bunlar sıfırdan inşa edildi ve onların sular altında kalmasını izlemek birçok insan için acı verici olur” diye konuşuyor.

18 yaşındaki Benjamin Winfer, kumsalda iki köpeğini dolaştırıyor. Yakınlardaki bir çikolata fabrikasında çalışıyor. Yaşadığı evi satın almak istiyor, ama Fairbourne’daki bankalar borç para vermeyi reddediyor. “Burayı seviyorum” diyor Winfer, “Hayatimin sonuna kadar burada yasamak istiyorum; ama mortgage yaptıramıyorum.”

Öngörülemeyen geleceğe rağmen, bazı insanlar Fairbourne’a taşınıyor. Yeni gelenlerden biri Angie Brown, emekli vergi memuru. Mağazanın dışına park edip beklenmedik bir barbekü için bira almak üzere içeri dalıyor. “Bu la-la şehridir — Su baskını gerçekleşmeyecek” diyor. “Evet, fiyatlar inmeye devam edecek ama biz de şu an burada yaşamanın tadını çıkaracağız.”

Bir sonraki gün hava dönüyor. Deniz vahşi ve köpüklü. Acı bir rüzgâr şehri uçuruyor ve şekerleme büyüklüğündeki dolu taneleri kumsalı topa tutuyor. Fairbourne’daki selden korunma kalkanlarından sorumlu olan mühendis Gareth Evens, Natural Resources Wales’in aracında duyarlı bir halde bekliyor. Koyun karşılaşabileceği muhtemel riskleri burada herkesten daha iyi biliyor: “Yüksek gelgit dönemlerinde Fairbourne’un ne kadar korunmasız olduğunu görebilirsiniz” diye konuşuyor. “Evlerin deniz seviyesinden neredeyse daha aşağıda olduğu çok yer yok. Ama eğer koruma duvarı başarısız olursa insanlar direkt olarak risk altında kalacaklar. Felaket olacak.”

Evens, diğer kıyı bölgelerinin daha kötü bir sel tarihi olmasına karşılık deniz seviyesindeki yükselmenin Fairbourne’un korunmasını uzun vadede zorlaştıracağını söylüyor. “Burası alçak bir bölge. Denizden, dalgadan koruyan duvarlar ve hendekler sayesinde kuru kalıyor” diye ekliyor. Seneler geçtikçe gelgitin kıyı seviyesini aşacağı tahmin ediliyor. Bu da demek oluyor ki dalgalar, gitgide alıp götürülen tek bir setin üzerinde duran koruma duvarından daha yükseğe de çıkabilir veya duvarı kırıp geçebilir. “Eğer duvar çatlarsa, bir anda su basar. Burada hayat kayıpları söz konusu çünkü hemen arkasında evler var.”

Tehdit sadece denizden gelmiyor. Dağlardan dökülen yağmur sularından biriken su da yukarı çıkıyor ve ırmakların ağzında birikiyor. Yüksek medcezir olması demek, suyun medcezir kapakçıklarından dışarı atılamayıp köyde toplanması demek. “Fairbourne neredeyse bir leğen gibi. Akan bütün sular doğal olarak buraya geliyor” diyor Evens. Peki o burada bir ev alır mı? “Bildiğim şeyi bildiğim için muhtemelen almam” diye yanıt veriyor.

Çatılara vuran davullar ve kumsalı tırmıklayan rüzgârın arasında, köyü devre dışı bırakma görevini üstlenen kurul memuru Lisa Goodier, arabasıyla geliyor. 2014’ten beri bu toplulukla çalıştığı için bölgeye hakim. Birkaç köpek dolaştırıcısı onu sevgiyle selamlıyor. “Her şeyin yitip gideceğini düşünmek, çok üzücü” diye anlatıyor. “Ama umuyorum ki iklim değişikliğini ciddiye alması sebebiyle bu ülke için önemli bir an olur.”

Goodier, köyü devre dışı bırakmak için temellenen planı ve zaman çizelgesini tasarlıyor. “Deniz seviyesindeki mevcut artış göz önünde bulundurulduğunda kendimizi 2045’te başlamak üzere hazırlıyoruz” diye açıklıyor. Bu operasyon dahilinde insanın dünya üzerindeki varlığına dair tüm kalıntılar da yok olacak. “Eninde sonunda bu toprağı denize iade edeceğiz” diyen Goodier ekliyor: “Tüm insanları evlerinden çıkarmak zorundayız ve altyapının her bir parçacığını da yerlerinden… daha sonra tuz bataklığına iade etmek üzere…”

Köyü boşaltmadan sorumlu Losa Goodier, “Bunlarının hepsinin gideceğini düşünmek üzücü” diyor.

Ancak bu plan biraz elastik: Eğer koruma duvarı çatlarsa ve köye su basarsa operasyonun erkene alınması gerekebilir. “Eğer önümüzdeki iki sene içerisinde erken bir çatlama meydana gelirse bunun üstesinden çok çabuk bir şekilde gelebilecek halde olmalıyız”diyor, dışarıdan aldığı çay bardağını kucağında bebek gibi sallarken…

Goodier, köylülerin zarar tazminatı almasının pek muhtemel olmadığını ancak yeniden yerleşim için yardım alacaklarını dile getiriyor: “Maksat, halkla birlikte çalışıp onları yavaş yavaş oradan başka yerlere taşımak ve hepimizin rahat edebileceği çözümler sunmak. Finansal olarak ne durumda olduğumuz göz önünde bulundurulduğunda, bunlar harika çözümler olmayacaktır.” Gwynedd Kurulu on yılı aşkın bir süredir harcamalarını durdurmuş durumda ve 2019-20 yıllarındaki nakit açığı ise 13 milyon pound civarında.

Goodier sonunda tüm mal varlığını kaybedebilecek sakinlerin tehlike ve risk altında olduğunun farkında: “Yapmak istemediğimiz şey, Fairbourne risk altında diye bir avuç iklim mültecisi yaratmak. Köyü başka yerde yeniden inşa etmek gibi bir planımız yok, olamaz, çünkü Snowdonia Ulusal Parkı’nda müsait bir alan yok. Buna karşılık sakinlerin Wales’in kuzey bölgelerindeki kasaba ve köylere yerleştirilme ihtimalleri var.” Bunun zorlu olacağını da kabul ediyor: “Söz konusu yerler bu kadar insanı barındırabilecek mi ?” Buna artı olarak, Welsh dilini konuşan toplulukların onları aralarına kabul etmeme riski var. İnsanlar oraya gitmek istiyor mu ve oradaki insanlar da Fairbourne halkına kapılarını açmayı istiyorlar mi ? Fairbourne biraz olağandışı çünkü bütün Wales’in en Welsh eyaletinde İngilizce konuşulan bir kasaba” diye endişelerini ifade ediyor Goodier.

Bu, birçok yerli otorite için keşfedilmemiş bir bölge. İngiltere’de su ana kadar hiç böyle bir devre dışı bırakma projesi görülmedi ve Goodier’in söylediğine göre iklim değişikliğinin etkisine müdahale etmek adına bir fon toplanmadı. Goodier, çaresizce uluslararası emsaller aradı ama 2016 yılında Alaska’da su basan bir köyün 2016’da gönüllü olarak başka yere taşınmasından başka bir şey bulamadı.

Setin arkasındaki evler, duvarın çatlaması veya yıkılması halinde yerle bir olabilir ve köylüler boğulabilir.

Su baskınından sorumlu Welsh Bakanı Lesley Griffiths, köylülerin içinde bulunduğu duruma sempati duyuyor; ancak zarar tazminatı konusunda devletin hiçbir yasal zorunluluk içerisinde olmadığını dile getiriyor. “Duyması zor geliyor biliyorum; ama finansal desteğin olabileceğine dair insanlara boşa umut vermek istemiyoruz” diyor. Yükselen deniz seviyesinin diğer Welsh topluluklarının da denize karşı pes etmeleri anlamına gelebileceğini iddia ediyor:“Eğer deniz seviyesindeki yükselme tahmin edildiği şekilde gerçekleşirse, alçak bölgeleri sürdürülebilir veya güvenli bir şekilde korumaya devam edemeyeceğiz bir zaman gelebilir.”

Köyü devre dışı bırakma hakkındaki konuşmalar, bir İngiliz kilise Konseyi’nin eşdeğeri olan Arthog Topluluk Konseyi’ni öfkelendiriyor. Konseyin başkan yardımcısı Stuart Eves, Fairbourne’un eteklerinde derme çatma bir taş çiftlik evinde yaşıyor. Buckinghamshire’dan 40 yıl önce gelmiş ve yaz boyunca her hafta sonu dolan 30 rampalı bir karavan parkını işletiyor: “Goodier köyü devre dışı bıraktığını söyleyemez. Bir fabrika veya onun gibi bir şeyi devre dışı bırakabilirsiniz. Biz bir fabrika değiliz – köy, buraya gelmek ve yaşamak için para harcayan insanlarla dolu, çünkü burası çok güzel bir yer” diyor odun dumanının keskin kokusunun sindiği oturma odasında otururken.

Topluluk Konseyi, Gwynedd’in Fairbourne’a yönelik planlarına karşı: “Bu plana şiddetle karşı çıkacağız. Başa çıkılması güç gerçekler yok ”diyor ve sandalyesinde öne eğiliyor: “Deniz seviyesinin düşüp azalmayacağını kimse gerçekten söyleyemez.”

Mike Thrussell: 38 senedir buradayım. Ve şimdi bu oldu.

Gelecek on yıl içerisinde, diğer topluluklar da benzer mücadelelerle yüzleşecekler. Şehirler ve önemli endüstrilerin bulunduğu bölgeler savunulurken küçük kıyı toplulukları en çok risk altında olanlar. Denize 35 evini kaybeden Happisburgh ve 18 evini kaybeden Hemsby gibi Norfolk köyleri hızla ilerleyen kıyısal erozyona karşı ateş altındalar. Ancak bu köyler devre dışı bırakılmıyor, çünkü an itibarıyla sadece dış bölgelerin etekleri tehlike altında ve geçmiş vakalarda bazı evler yıkıldıktan sonra iç kısımlarda köy yeniden kurulabildi. Dağlarla deniz arasında kalan Fairbourne için ise böyle bir şey söz konusu değil.

İklim Değişikliği Komisyonu CCC, İngiliz sahillerinde yaklaşık 530 000 mülkün tehlike altında olduğunu duyurdu. 2080’lere kadar 1,5 milyon ev su baskını tehlikesiyle, 100. 000 ev de kıyısal  erozyon tehlikesiyle yüzleşecek. Wales’de de 104.000 ev kıyısal erozyon riskiyle karşı karşıya. CCC raporunun önde gelen yazarlarından Jim Hall, sahili korumak için yapılan mevcut planlamaların fonlanmış ve gerçekçi olmadığını ve yerel halkı bekleyen gerçek risklerin onlardan saklandığını söylüyor. Oxford Üniversitesi’nde İklim ve Çevresel Riskler alanında profesör olan Hall, “Kıyının durumu saatli bir bomba” diyor: “İngiltere kıyı şeridinin neredeyse yarısı denizden korunma duvarları ve diğer savunma mekanizmalarına sahip. Ama tüm bunlar ömürlerinin sonuna yaklaşıyor.  Kıyı şeridinin büyük bir kısmını korumak için para yetmeyecek. “

Hall, Başbakan’ın yoğun nüfuslu bölgeleri savunmak için tasarıyı faturalandırmanın üzerinde durması gerektiğini savunuyor. CCC’nin analizinin, konseylerin yanlış bir şekilde İngiltere’nin kıyı şeridinin 185 km’sini koruyabileceklerini iddia ettiklerini gösterdiğini anlatan Hall, “Konseyler bazı kıyı topluluklarına yüzyılın bir kısmı ya da tamamı için deniz sınırını tutabileceklerini söylüyor” diyor. “Ancak bu yerler için fon bulmak pek mümkün değil.”

Hall, yerel makamlardan bu tehdit altındaki topluluklara yönelik mevcut evlerin taşınmasını ve yeni mülklerin onaylanmasını sınırlamayı da içerebilecek zor konuşmalar yapmalarını istiyor: “Şimdi zor seçimler yapmaya başlamalıyız. Bunun eşlik eden bir finansman ile kapsayıcı bir süreç olması gerekiyor, çünkü toplulukların uyum sağlamaları için desteklenmesi gerekiyor. Yetkililer, daha büyük setler inşa etmek için imkansız sözler vermek yerine, iç kesimleri daha iyi korumak için yeni bir kıyı şeridi oluşmasına izin vermeli. Kıyı şeritleri doğal olarak dayanıklı. Geriye doğru yuvarlanırlar. Plajlar, sulak alanlar, çamurlar fırtına ve dalgalara karşı doğal bir tampon sağlar.”

Mahalle Kurulu’nun Başkan Yardımcısı Stuart Eves: Bir fabrikayı devre dışı bırakırsın, insanların yaşadığı bir köyü değil.

Deniz seviyesinin yükselmesi, alçak yerlerde yaşayan milyonlarca insan için çok daha karamsar bir tablo yaratacak. İngiltere’deki kıyı  topluluklarının duruma adapte olabilmeleri içinse hala yardım gerek. “Nijerya’daki Lagos gibi yoksul, yoğun nüfuslu kıyı toplulukları, selle başa çıkabilmek ve ondan korunmak için daha az yatırım yapabilir” diyor Hall. “Ama iklim değişikliği İngiltere’de de bir sürü kurban yaratacak ve bizim böyle bahanelerimiz yok.”

Fairbourne sakinleri, iklim değişikliğinin bir topluluğu parçalama kapasitesini görmek için kendilerinin bir deneme tahtası olacaklarını hiç beklemezlerdi; ama 26 yıl sonra yüz yıllık bir köyün sonuna tanıklık edecekler. Gazeteci Mike Thrussell soruyor: “Evimi oğluma bırakamayacağım — Kayboldu, gitti. Ben ne için çalıştım?”

Ancak, ingiltere’nin hızla değişen kıyı şeridine dair duyulan acının başkaları tarafından hissedileceğini Thrussel biliyor:“Bu sadece Fairbourne’un sorunu değil. Wales ve İngiltere’de başka topluluklar da var. Onlar nereye gidecek?”

Röportajın orijinali

Yazar: Tom Wall

Yeşil Gazete için çeviren: Verda Zincirkıran

Diktatörlerin servetleri – Ahmet İnsel

‘Muktedirlerin iktidarda kalma süreleri uzadıkça iktidarı terk etmelerinin maliyeti de kendileri ve yakınları için o oranda artıyor.’

Diktatörlerin iktidara yapışıp kalmalarının nedenlerinden biri, kendilerinin ve yakın çevrelerinin yasadışı yollarla edindikleri servetin hesabını vermek zorunda kalacak olmaları ve bu serveti kaybetmekten korkmalarıdır. Diktatörlerin servetlerinin gerçek boyutunu, hepsi olmasa da büyük bir bölümünü, ancak iktidardan düştükleri zaman öğreniyoruz. Gerçekten de iktidardan darbe, halk isyanı gibi yöntemlerle devrilen diktatörlerin çoğunun ortaya çıkan servetleri dudak uçuklatacak boyuttadır. Son yirmi yılda, Arap ülkelerinde devrilen diktatörlerin servetleri konusunda elimizde biraz detaylı bilgi var. Lübnan’da yayımlanan Raseef22 internet sitesinde 21 Nisan’da yayımlanan yazıda, devrik Arap diktatörlerinin ortaya çıkan servetlerinin bir dökümü veriliyor.

En son devrilen Sudan diktatörü Ömer El Beşir’in sarayında 350.000 dolar, altı veya yedi milyon avro ve yüz milyon dolar karşılığı Sudan lirası nakit para bulundu. Paralar elli kiloluk tahıl çuvallarında başkanlık sarayında saklanıyormuş. El Beşir’in ve yakınlarının yurtdışında sakladıkları servetlerinin olup olmadığı araştırılıyor. İslâmî kurallara dayanan yasaları hayata geçiren, Darfur katliamı nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından hakkında yakalama kararı olan İslâmcı-milliyetçi diktatörün sarayında ayrıca yüzlerce kasa viski bulunmuş.

Arap isyanları döneminde devrilen diktatörlere gelmeden önce, yetmiş altı villası olan Irak diktatörü Saddam Hüseyin’i hatırlayalım. ABD ve müttefiklerinin 2003’te Irak’a saldırmalarından birkaç saat önce, Saddam Hüseyin’in oğlu Kusay’ın Bağdat’ta merkez bankasının kasasında bulunan bir milyar dolar nakit parayı, üç kamyonla alıp götürdüğü biliniyor. Aynı anda Saddam Hüseyin’in yakın adamları da Lübnan, Hollanda ve İsviçre’deki hesapları boşaltıyordu. Bu servetin miktarı, nerede olduğu tam olarak bilinmiyor. Bir kısmının Saddam sonrası direnişi finanse ettiği tahmin edilebilir.

Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek’in Mısır’da bankalarda olan serveti önemli değildi: iki yüz bin dolar karşılığı Mısır lirası. Buna karşılık Mübarek ailesinin, çoğu İsviçre bankalarında olan, 562 milyon dolar serveti 2011’den beri dondurulmuş durumda. Mübarek’in Londra, Kıbrıs ve ABD’deki gayrimenkulleri de “haksız elde edilmiş kazanç” soruşturmasıyla inceleniyor. Mübarek’in oğlu Ala Mübarek’in kara para aklamaya devam ettiği iddiası Panama Papers belgelerinin yayımlanmasıyla yeniden gündeme geldi.

2011’de devrilen ve 2017’de Husi isyancılarının öldürdüğü Yemen diktatörü Ali Abdullah Salih’in 1978’den 2011’e kadar iktidarda kaldığı süre içinde biriktirdiği servetin otuz iki ila altmış milyar dolar arasında olduğu, Birleşmiş Milletler’in 2015’te yayımladığı bir araştırma raporunda iddia edildi. BM Güvenlik Konseyi’nin kabul ettiği bu rapora göre, Salih’in farklı isimler altında yirmiden fazla ülkeye dağıttığı bu servetinin esas kaynağı büyük petrol şirketlerinden aldığı rüşvet ve komisyonlar. Sudan gibi Yemen de dünyanın en yoksul ülkelerinden biri.

2011 başında ülkeden kaçmak zorunda kalan Tunus diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali’nin sarayında bulunan nakit para takriben on dört milyon dolar karşılığı Tunus lirası ve dövizdi. Birkaç ay sonra, İsviçre Dışişleri Bakanı Bin Ali ve yakınlarının İsviçre bankalarına yatırdığı toplam altmış milyon dolarlık hesabı dondurduklarını açıkladı. Diğer ülkelerde var olduğu iddia edilen hesap ve yatırımlar konusunda araştırma devam ediyor.

Libya’nın diktatörü Muammer Kaddafi’nin gizlediği servet ise başka bir muamma. Kaddafi’nin 2011 Ekim’inde öldürülmesini izleyen aylarda, Libya’nın ortasında Zillah kentinde gömülü yirmi ton altın ve doksan milyon dolar nakit bulundu. Daha sonra benzer bir gömünün Hun kenti yakınlarında çıkarıldığı haberi yayıldı. 2018’de Kaddafi’nin yeğeni Ahmed Kaddaf El Dam amcasının milyarlarca dolar servetinin Batılılar tarafından çalındığını iddia etti! Ve 2018’de bu defa Güney Afrika’nın o zamanki devlet başkanı Jacob Zuma’nın evinin mahzeninde Kaddafi’nin otuz milyon dolar sakladığı ortaya çıktı! Kaddafi ve yakınlarının çeşitli ülkelerde halen saklı kalan servetlerinin miktarı bilinmiyor.

Afrika diktatörlerinin serveti bin milyar dolar

Bu Arap diktatörleri devrildikleri için, ülke kaynaklarına el koyarak elde ettikleri servetleri hakkında bir fikir edinebiliyoruz. 2008’de yayımlanan bir araştırma, geçmiş yirmi yıl içinde Afrika diktatörlerinin servetlerini yüz ila yüz seksen milyar dolar olarak tahmin etmişti. IMF’nin eski direktörü Michel Camdessus da Afrika diktatörlerinin yasadışı servetlerine yakınlarınınkini de ekleyince, “haksız elde edilmiş servet”lerinin bin milyar doları bulduğunu bundan on yıl önce dile getirmişti. Günümüzde bu boyutta servetleri yurtdışında gizlemek daha zor olmaya başlasa da, gene de ancak diktatörler devrildiklerinde, varlığı iddia edilen, bir kısmı bilinen servetlerinin gerçek boyutu ortaya çıkıyor. Buna karşılık iktidarda olan diktatörlerin, örneğin Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in birkaç milyar dolar olduğu iddia edilen servetiyle ilgili bilgiler 2016’da Panama Papers belgeleriyle ortaya çıkmıştı. Merkezinde Bank Rossia’nın olduğu para aklama sistemiyle Karayipler’de dolaşan miktar 2009-2011 yılları arasında bir milyar dolara yaklaşıyordu. Soçi Kış Olimpiyatları hazırlık harcamaları, Kremlin’in restorasyonu gibi büyük harcamalardan alındığı iddia edilen paylar dudak uçuklatıyor. Ama bunlar bir kısmı belgelense de, diktatör iktidarda olduğu sürece “iddia” olmanın ötesine geçmiyor.

Diktatörlerin iktidardan ayrılmayı kabul etmeleri için bu tazminat ve dokunulmazlık yöntemine başvurmalarının, diktatörlükten barışçıl yollarla çıkmanın makul bir yolu olduğu düşünülebilir. Ama bunun yeni diktatör adaylarını özendirmesi ihtimali de kuvvetli. Diktatörlükten feragat etmek için pazarlık masası açma geleneğinin başlaması riski var.

Bunun en yakın örneği, otuz yedi yıl Zimbabve’yi demir yumrukla yönetmiş olan Robert Mugabe’nin 2017 Kasım’ında hem partisi, hem ordu hem de sokağın baskısıyla istifa etmeyi kabul etmesiydi. Zimbabve’nin bağımsızlığının tarihî lideri,1924 doğumlu Mugabe, iktidarı “gönüllü olarak” terk etmek için, sekiz milyon dolar tazminat, yılda 125.000 dolar maaş, mutlak dokunulmazlık garantisi, yurtdışı seyahat masraflarının, sağlık ve güvenlik harcamalarının devlet bütçesinden karşılanması ve ölünce eşi Grace’in yıllık maaşının yarısını alması üzerine anlaştı. Ayrıca başkent Harare’de oturdukları 25 odalı, değeri sekiz milyon dolar olarak tahmin edilen konakta oturmaya devam etme hakkını da bu anlaşma paketine dâhil etti. Mugabe halen Zimbabve’de yaşamaya devam ediyor ve kendisine karşı darbe düzenlendiğinden şikâyet ederek, siyasal konulara çok fazla bulaşmıyor. Bu anlaşmanın Zimbabve kamu kaynaklarına yükünün on milyon dolara patladığı tahmin ediliyor.

Neopatrimonyal düzen

Mugabe örneğini günümüz diktatörleri için uygulamak aslında o kadar kolay değil. Çünkü çoğu zaman diktatörler kamu kaynaklarının yağmalanmasına dayanan çok büyük bir servete sahip oluyorlar. Bu servetlerin boyutu bir ayrılma pazarlığında üzerine sünger çekilip, unutulacak gibi değil.

Muktedirin kişisel serveti ile kamu kaynaklarının tahsis ve kullanımının birbirine karıştığı bir neopatrimonyal düzen dünyada yaygın biçimde hüküm sürmeye devam ediyor. Muktedirlerin iktidarda kalma süreleri uzadıkça iktidarı terk etmelerinin maliyeti de kendileri ve yakınları için o oranda artıyor. Hele yargı bağımsızlığının olmadığı, medyanın büyük baskı altında tutulduğu, kurumsal denetim mekanizmalarının ya olmadığı ya da etkisiz bırakıldığı, eğer bir muhalefet varsa onun da bu konularda denetim yapma olanağının olmadığı ülkelerde, Lord Acton’ın dile getirdiği iktidarla ilgili o ünlü değerlendirme bir o kadar daha geçerli oluyor: “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar.”

Mutlak iktidar Türkiye’sinde durum bundan ne kadar farklı?

(Birikim Dergisi’nden alınmıştır.)

[Babil’den Sonra] Endülüs’te bir troubador

“Şiir kitaba girince ölür”

Federico Garcia Lorca, Doğu ve Batı edebiyatının bütün formlarını (şarkılar, türküler, ağıtlar, od’lar, balad’lar, romencero’lar, gazeller, kasideler, ilahiler) kullandığı şiirlerini, tıpkı Fransa ve İtalya’da orta çağda ortaya çıkan gezgin lirik ozanlar (troubadorlar) gibi sokak sokak- kapı kapı dolaşarak önce kendisi okudu. Ona göre “şiir kitaba girince ölür”dü.  Çoğu şiiri yayımlanmadan çok daha önce kulaktan kulağa yayılırdı. Daha sonra şiirleri edebiyat dergilerinde yayımlandı. İlk şiir kitabı “Simgesel Düşler” i 1917’de yayımladı.

Lorca ‘çağdaş bir troubador’ du

5 Haziran 1898’de İspanya’nın güneyinde tipik bir Akdeniz kenti olan Granada’ya on dakika uzaklıkta yer alan; ay ışığında sokaklarında ateş yakılan, flamenko gitarları ve şarkılarıyla şenlenen bir çingene mahallesi olan Fuente Vaqueros’ta; Siera Nevada dağlarını ve görkemli Elhamra Sarayını gören bir evde, sanatçı bir ailede dünyaya geldi.

Çingene şarkıları onun müziğe olan ilgisini de tetikledi. Orta çağın gezgin ozanları şair oldukları gibi aynı zamanda müzisyendiler. Lorca da sanat yolculuğuna önce bir müzisyen olarak başladı. Yetenekleri elverdiğinde halk şarkıları derledi, yeni şarkılar besteledi. Piyano çaldı ve şarkılar söyledi.

1917’de ilk kitabı ‘Simgesel Düşler’ i çıkardı. Aynı yıllarda Endülüs topraklarını gezdi. Baeza, Medina del Campo, Salamanca, Zamora, Galicia, Leon, Burgos ve Segovia’ nın içe işleyen büyülü atmosferi bir daha silinmemek üzerine belleğinde yer etti. İzlenimlerini ‘İzlenimler ve Görünümler’ kitabında anlattı.

Benim Lorca’m

Lorca’ yı ile ilk kez 1970’ lerin sonunda, Varlık Yayınları’ nda Sait Maden çevirisiyle yayımlanan ‘Bütün Şiirleri’ seçkisinde tanımıştım. Şiirlerinde başlangıçta kendime yakın bulduğum tutkulu doğa tasvirleri onu sevmeme yetmişti. Onun çocukluğu gibi benim de çocukluğum da kırlarda, ağustos böcekleri, karıncalar, sümüklü böcekler, kurbağalar, serviler, yıldızlar, yağmur tanecikleri ile alt alta, üst üste geçen bir ‘çayır-çimen çocukluğu’ydu. Sonraları hayatı ve bütün şiirleriyle- şarkılarıyla baş tacım oldu Lorca.

Lorca’nın Granada’sı

Granada’ya İspanyollar ‘Gırnata’ derlermiş. Gırnata ‘nar’ anlamına gelirmiş. Granada tıpkı bir nar gibi, dışı bir, ama içinde birçok kültürü barındıran bir Endülüs kenti: Bir yanıyla Kuzey Afrikalı, diğer yanıyla Avrupalı; bir yanıyla İspanyol ve diğer yanıyla çingene; sokaklarında flamenko ezgilerine de rastlamak mümkün, Endülüs’ün İslami izlerine de. Bu kültürel zenginliğin içine doğdu ve uzun yıllar burada yaşadı Federico Garcia Lorca.

Çocukluğu İspanya’ da, siyasi gel-gitlerin hiç bitmediği, çalkantılı günlerde geçti: İspanya hükümeti 1909’da Fas’a savaş açmıştı ve “Fas halkı, İspanyol halkının düşmanı değildir” diyen işçiler, bir genel grevle bu savaşa karşı çıkmaktaydılar. Grev İspanya’nın birçok bölgesine yayılmış ve kanla bastırılmıştı. Bu dönem, ülke tarihine Kanlı Hafta olarak geçti. İşçi hareketi bu kanlı baskının ardından 1917’ye kadar gücünü toparlayamadı.

1.Dünya Savaşı yılları, yeni ticaret alanlarının açılmasıyla İspanya’nın ekonomik durumunun güçlenmesine yol açtı. Sanayi canlandı, işçilerin gelirlerinde artış oldu. Savaşın sona ermesiyle birlikte refah günleri de sona erdi ve toplumsal çalkantılar yeniden başladı.

Lorca, İspanya işçi sınıfının yeniden tarihin sahnesine çıktığı yıllarda, 1917’de, genç bir taşralı şair olarak önce Granada’ya gitti. 1919’da Granada’ dan ayrılarak felsefe ve hukuk okumak üzere Madrid’e yerleşti. Burada özgürlükçü, yeni düşüncelere açık Luis Bunuel, Rafael Alberti, Pedro Salinas, Gerardo Diego, Jose Morino, Juan Ramon Jimenez gibi İspanyol aydınlarıyla tanıştı.

 

Salvador Dali ile Madrid’ de, 1919

Tek ve büyük aşkı Salvador Dali’yle de orada tanıştı. Müzisyen ve ozan yeteneğiyle çevresinde uyandırdığı hayranlığa tanık oldu. Şiirlerini o kadar güzel okurmuş ki… Hemen birçok havariler edinmiş ve havarileri de kırlık yerlerden ve eski cancionero’lardan (türkü derlemelerinden) öğrendiği halk türkülerini hem piyanoda çalar hem söylerken çevresini alıp ona eşlik ederlermiş.

Birçok kültürün kaynaştığı, resim, şiir ve tiyatroda öncü isimlerin toplandığı Madrid’ te tiyatroya yoğunlaştı. Tiyatroda 1925’te yazdığı Manana Pineda ile dikkatleri üzerine çekti. Oyunda 19. yüzyılda Endülüs’te yaşayan özgürlük kahramanı bir kadının öyküsünü anlatıyordu.

Bir taraftan da müzik eğitimi aldı. Bu, Lorca’ yı edebiyata daha fazla yakınlaştırdı. Besteci Manuel de Falla ile birlikte çingene müziği üzerine araştırmalar yaptı ve şiirle müziğin iç içe geçmesini sağladı. İspanya’ da sözlü anlatıma dayalı halk şiiri geleneğini takip etti; yazdığı balad formundaki şiirlerinde halk kahramanlarını anlattı.

Şiirlerindeyse çok sevdiği Granada’yı, o toprakların insanlarını, müziğini, Granada ovasının uçsuz bucaksız portakal bahçelerini, mehtabı, kır hayatını- doğayı kaleme aldı. Eserlerinde aşk ve tutku kadar, acı- ayrılık- ölüm teması da hiç eksik olmadı. Lorca, ölümün şairi olarak da anılır ve yaşamı boyunca şiirlerinde, tiyatro yapıtlarında ölümün provasını yapmıştır bir bakıma. Zaman içerisinde yoksulların egemenlere karşı savaşı, faşizme karşı mücadele temaları da şiirinin ana eksenine oturdu. Dini ağırlıklı geleneklerin tutuculuğu, baskı ve şiddet de Lorca’nın şiir ve tiyatro oyunlarında işlediği temel konular oldu.

Endülüs’ün çingene şairi

Lorca, bir yandan da halk şarkılarını toplamaya devam etti. 1928’de yayınlanan Romancero Gitano (Çingene Romansları) isimli şiir kitabı, Endülüs’ün Çingene Şairi olarak tanınmasına yol açtı.

Kuklacı Lorca

Federico aynı zamanda usta bir kukla oynatıcısıydı. Zaman zaman Madrid’de yaşadığı evde çocuklara ve yetişkinlere kukla ve müzik gösterileri düzenlerdi. Kuklaları kendisi oynatır, kız kardeşi Concha da ona yardım ederdi. Dekorlarla kostümleri de kendisi hazırlardı. Çoğu zaman piyano, klavsen, klarnet ve lavtadan oluşan küçük bir oda orkestrası da oyuna dâhil olurdu. 

Lorca tiyatrosu

Şiirin ve müziğin yanı sıra tiyatro ile de ilgilenmeye devam etti. Tiyatroyu yenilemek isteyen Lorca, bunu yaparken çok sayıda örnekten yararlandı. Yazdığı oyunların müziklerini de kendisi yapardı. Halk şarkılarıyla bütünleştirdiği ‘Ayakkabıcının Garip Karısı’ oyunundan sonra komik, masalsı bir oda tiyatrosu yazdı.

Madrid’ te Eduardo Marguina ile tanıştı. Eslava Tiyatrosu’nun yönetmeni, yazar Gregorio Martinez Siera’nın çok beğendiği bir şiiri oyunlaştırıldı ve ‘Pervanenin Nazarı Değdi’ isimli oyun Lorca’nın ilk oyunu olarak sahneye kondu. Oyun pek ilgi görmedi ama devamı geldi ve bayrak üzerine özgürlükçü sözler söylediği için ölüme mahkûm edilen bir kız için yakılmış türküye bir oyun hazırladı. Çocukken söyledikleri bir türküydü bu ve şiirde olduğu gibi tiyatroda da kalıpları parçalayan bir tarzı vardı.

Ezilenlerin safında yer aldı Lorca. “Tiyatronun gücü, onun toplumsal sorunlara bakış açısıyla ölçülebilir yalnızca” diyordu. Ona göre tiyatro, toplumsal eşitsizliğe karşı direnen halkın eğitimi için bir araçtı. Toplumsal sorunları açık açık tiyatro ile anlatmaya çalıştı. Lorca için tiyatro, hayatın bir aynasıydı. Onu yanından hiç ayırmak istemeyen Lorca, aynasıyla yaşama ışık tutmaya çalıştı.

‘Dona Rosita Bekâr Kalıyor ya da Çiçeklerin Dili’ isimli oyunlarında hayatın önünde engel, baskı aracı olan gelenekleri eleştirdi. La Zapatero Prodigiosa (Kunduracı Güzeli), El Sacrificio de İfigenia (İfigenia’ nın Kurban Edilişi) gibi onlarca oyuna imza attı.

Gezici tiyatro

İspanya’da 1931’ de 2. Cumhuriyetin ilanından sonra Lorca, Eduardo Ugarto ile birlikte gezgin bir tiyatro kurmaya çalıştı. La Barraca adını verdiği gezici tiyatroyu kurdu da. Dönem, İspanya’da gerçeküstücülük akımının başladığı bir dönemdi ve bu gezici tiyatro bütün İspanya’yı dolaşarak seçkin, klasik oyunlar sahneledi. Kent kent, köy köy dolaştı ve halkı tiyatroyla tanıştırdı.

Bir kasabada ‘Yaşam Düştür’ isimli oyun sergilenirken, kralcıların saldırısı üzerine oyun yarıda kaldı. Baskılara, saldırılara rağmen Lorca “hep yoksullardan yana oldum, hep öyle olacağım” demişti; öyle de yaptı.

1932’te yazdığı Kanlı Düğün isimli oyunuyla adından epeyce söz ettirdi. ‘Kanlı Düğün’, ‘Yerma’ ve ‘Sodom’un Yerle Bir Edilişi’ üçlemesinden oluşan dram, ülkenin pek çok yerinde oynandı. Hastalığı ve ölüm temalarını işleyen Lorca, ölüm-yaşam, verimlilik-kısırlık gibi tezatlıkları bu eserlerinde başarıyla yansıtmıştı. Bu dram üçlemesiyle, İspanyol tiyatrosunda önemli bir yere sahip oldu.

Sinema’da Lorca

Kanlı Düğün, daha sonraki yıllarda İspanyol yönetmen Carlos Saura tarafından sinemaya uyarlandı. Bodas de Sangre, Carlos Saura’nın “Flamenco Üçlemesi”nin ilk filmidir. Üçlemenin diğer iki filmi ise Carmen (1983) ve El Amor Brujo’dur. (1986) Aynı şekilde filmin uyarlandığı oyun da Lorca ‘nın “Köy Trajedileri Üçlemesi”nin ilk oyunuydu. (Diğer ikisi Yerma ve Bernarda Alba’nın Evi’dir… Antonio Gades, Christina Hoyos ve Juan Antonio Jimenes’in dansları ve flamenko şarkılarıyla bezeli filmde, Carlos Saura belgeselden Lorca’nın oyununa kesintisiz bir ustalıkla geçiş yapar, artık seyirciler de oyuncular gibi hiç farkına varmadan kendilerini Lorca’nın oyununun içinde bulurlar ve adeta olayları yaşamaya başlarlar.)

Derler ki, “Lorca’yı daha iyi anlamak için Granada’ya gidiniz!” Benim henüz böyle bir şansım olmadı, ama Saura’nın üçlemesini defalarca izledim. Hala izlemeyen dostlara da izlemelerini önerebilirim.

Oyun Antonio Gades & Carlos Saura prodüksiyonuyla Antonia Gades Company tarafından birçok kez sahneye de taşındı.

Dona Rosita’nın Dokunaklı Öyküsü, Ahşap Çerçeve Kukla Tiyatrosu, 2012

Federico Garcia Lorca’ nın “Dona Rosita Bekâr Kalıyor” oyunu, 2012’de, İstanbul’da, Ahşap Çerçeve Kukla Tiyatrosu’nun yorumuyla sahnelenmişti. Sevgili arkadaşım Emre Tandoğan’ın yönettiği oyunda, kuklalara Emre Tandoğan ve Elif Arman can vermişlerdi. Kukla tasarımlarını Arzu Güven ve Güzin Cengiz’in gerçekleştirdiği oyunun ışık tasarımı Enrico Zeber’ e aitti.

Walt Whitman’ın izinde Harlem’de

Lorca, 1929’da içinde bulunduğu sıkıntılardan, acılardan kurtulmak, bambaşka bir evren bulmak umuduyla Amerika’ya gitti. Columbia Üniversitesi’ne girdi ama bir türlü İngilizce öğrenemedi; üniversiteyi bir yana bırakıp kentin müzelerini gezmeyi, tiyatrolarını dolaşmayı yeğledi. Göçmen mahallelerini ve özellikle Harlem’i gezdi, insan duyarlığı, insan sıcaklığı ile yoğrulduğunu söylediği caz müziğine burada vuruldu.

1929, Amerika’da ve bütün dünyada büyük bir ekonomik bunalımın yaşandığı yıldır. Siyahlar, işçiler, işsizler, üniversite öğrencileri, pis sokaklar, insan yığınları, cinayetler, kabalık ve vahşet…

Bütün bu gördükleri Lorca’yı derinden etkiledi. Durmadan şiir yazdı bu arada. Bir Walt Whitman biçemiyle, New York âlemini anlatan şiirlerdi bunlar. Lorca’ nın bu şiirlerini okurken söyleyişin, imgelerin, sözcüklerin değişmesi bir yana, daha kitabın sayfalarını karıştırırken bu döneme ait olan şiirlerin, sayfalara sığmayan uzun dizelerle değişik bir yapıda oldukları dikkati çeker. Daha, biçimsel görünüşlerinde bile Walt Whitman’ın etkisi görülür. Biçem de değişmiştir. O İspanyol halk türkülerini andıran ezgili, yumuşak, doğa motifleriyle süslü söyleyişin yerini, bağıran çağıran, meydan okuyan, kızgın, öfkeli, hatta yerine göre küfreden bir söyleyiş almıştır.

Gerçekte büyük düşler kurarak gittiği Amerika Birleşik Devletleri’nde ozan, tekniğin, makinanın ezdiği insanoğlunu, öldürdüğü doğayı, uygarlık yerine sokaklarda kol gezen pisliği, kabalığı, acımasızlığı görmüştür. Bir yanda, doğal olarak ozanın düşleri, özgürlük tutkusu, insan sevgisi, ilk gençlik tutkuları olan ekinler, çocuklar, filler, bulutlar, eğrelti otları, lâleler, kuşlar, asmalar; öte yanda çekiç sesleri, köprü altlarında yaşayan çocuklar, özgürlüğün tadını çıkaramayan siyahlar, cinayetler, kadınıyla erkeğiyle yozlaşmış bir sokak görünümü keskin çelişkilerle verilir bu şiirlerde: “Artık ne ekmeği bölüştüren var ne şarabı çünkü/ ne ölümün ağzında ot yetiştiren/ Çirkefin New York’u demir telin, ölümün New York’u. / Yanağında saklanan hangi melektir? / Söyleyecek hangi yetkin ses buğdayın doğrularını? / Kirlenmiş lâlelerin korkunç düşü kim?”

Aşağıdaki şu birkaç dizede bile ozanın kendi dünyasıyla özdeşleştirdiği Walt Whitman’ın dünyası ile bir yılını geçirdiği New York gerçeği arasındaki çelişkiler açıkça görülür: “ve Amerika boğuyor kendini makinalar ve gözyaşlarıyla/ Dilerim en derin gecenin zorlu rüzgârı/ koparsın altında uyuduğun kemerden harfleri, çiçekleri/ ve zenci bir çocuk bildirsin altın beyazlara/ başak krallığın yaklaştığını”

Bu yıllarda yazdığı ‘Küçük Viyana Valsi’ şiiri Patti Smith, Leonard Cohen gibi birçok Amerikalı şarkıcı ozan tarafından yorumlandı.

Siyasi eylemci Lorca

1934 yılında Rivera, Falange Espanyola’ yı kurdu ve Falanjistler “Büyük, bölünmez ve hür İspanya!” sloganıyla yola çıktılar. Falange Espanyola ve milli sendikacı hücum cuntaları ile birleşerek milliyetçi bir ayaklanma başlattılar.

Ayaklanmaya karşı 1935 yılında Unidad Popular (Halk Cephesi) kuruldu. 1936 yılında halk cephesi seçimleri büyük bir farkla kazandı. Halk Cephesi lideri Azanya, cumhurbaşkanlığına seçildi. Ancak orduya, Rivera’nın falanjına, General Morla’nın Carlosçular’ına ve kralcılara dayanan muhalefet bir araya geldi. Durulmayan siyasi hava, tekrar ağırlaştı. Lorca ve bazı İspanyol yazarları bir bildiri kaleme aldılar. Bildiride faşizmi teşhir ettiler.

Lorca, “Herkesin kardeşiyim ben, soyut bir milliyetçilik fikri uğruna kendini harcayan adamı sevmem” dedi, bir gazeteciye verdiği söyleşide.

Bu siyasi çalkantılar içinde, İspanya ile ilgili bir de film tasarladı. Siyasi bir trajediydi söz konusu film. Siyasi tutuklular için ‘Budala Kız’ı sergiledi; onların yararına bir gala düzenledi. Halk Ansiklopedisi Topluluğu‘nun çağrısıyla işçilerin doldurduğu bir salonda düzenlenen toplantıda Lorca, şiirlerinden parçalar okudu.

Daha sonra da siyasi tutukluları desteklemek için pek çok konferansa katıldı. Lorca’nın oyunlarının da sahnelendiği salonlar işçilerin yoğun katılımına sahne oldu.

Lorca’nın kararsızlığı

Bu arada Falanjistler katliamlara başlamış ve siyasi durum alabildiğine kötüleşmişti. Falanjistlerin kitle katliamlarına karşılık misillemeler, genel grevler başladı. Sağcı muhalefetin başı Calvo Sotelo vuruldu. Lorca bu kaos ortamında kararsızlığa düştü. Faşizmin kanlı yüzünü ülkenin her yerinde gösterdiği bir süreçte büyük aşkı Dali’ye geride “Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi/ Birçok kere yitirdim denizde kendimi. / Gidiyorum aramaya; suyu bilmeden, /Beni çürütecek, ışık yüklü ölümleri” dizelerini bıraktı ve Madrid’den Granada’ya, babasının çiftliğine döndü.

Franco Faşizmi geliyor!

Calvo Sotelo’ nun öldürülmesi üzerine, Fas’taki Kanarya Adaları’nda bulunan 35 bin kişilik İspanyol garnizonu ayaklandı. Ayaklanmayı başlatan general uçak kazasında ölünce, garnizonun başına Kanarya Adaları valisi Franco geçti. İsyanı Katolik ve milliyetçi kuruluşlar da desteklediler ve Franco’ ya katıldılar. Franco birlikleri ülkenin güneyini ele geçirdi. Falanjistler askeri kıyım örgütlerinin yanı sıra “tehlikeli” gördüklerini öldürmek için Kara Müfrezeler’ i kurdular. Kara müfrezeler, daha ilk günlerde yüzlerce insanı katlettiler. Bütün İspanya’da kitle halinde kurşuna dizmeler, toplu yargılamalar alabildiğine arttı.

İspanyol Sivil Muhafız Baladı

Lorca, İspanyol Sivil Muhafız Baladı şiirinde bu ‘Kara Müfrezeleri’ anlatır: “Karadır atları, kapkara/ nalları da kapkara demir. / pelerinlerinde parıldar/ mürekkep ve mum lekeleri/ ağlamak nerede onlar nerede/ hepsinin de kurşundan beyni/ yoldan ağrı çıkageldiler/ gönülleri cilalı deri. / o çılgınlar, o gececiler/ boğarlar geçtikleri yeri/ zamk karası bir sessizliğe/ ve bir dehşete kum incesi…”

Kimse şairleri vurmaz!

Yurt sever ozanların, yazarların, müzisyenlerin elde silah Franco faşizmine karşı savaştığı bir süreçte, her şeyden elini eteğini çekip köyüne dönmesine rağmen yazdığı bu şiir, geçmişteki muhalif tavrı ve eşcinsel tercihleri Lorca’nın ölüm fermanının çıkarılması için yeterli gerekçeydi. Lorca, faşizmin kendinden olmayan herkese düşman olduğu gerçeğini gözden kaçırmıştı ne yazık ki!

Bir gece evine silahlı iki adam geldi ve ondan bir yere ayrılmamasını istedi. Ardından bir tehdit mektubu aldı. Ancak Granada’dan ayrılmak istemedi ve bir arkadaşının evine yerleşti.

Lorca bu şiiri öldürülen arkadaşı Ignazio Sanchez Meila için yazmıştı:

“Saat beşte akşamleyin/ Tam saat beşte akşamleyin / Ak çarşaflar getirdi çocuk/ Saat beşte akşamleyin / Hazırdı bir sepet kireç/ Saat beşte akşamleyin/ Kalanı ölüm. Yalnız ölüm./ Saat beşte akşamleyin/ Rüzgâr savurdu pamukları/ Saat beşte akşamleyin/ Kristal, nikel serpti oksit./ Saat beşte akşamleyin/ Kumru parsla savaşır şimdi/ Saat beşte akşamleyin/ Bir kalça, bir ıssız boynuz/ Saat beşte akşamleyin/ Sesler başladı, uğultular/ Saat beşte akşamleyin/ Duman, arsenik çanları/ Saat beşte akşamleyin/ Sessiz insanlar köşelerde/ Saat beşte akşamleyin/ Yalnız boğanın yüreği şendi/ Saat beşte akşamleyin/ Geliyor kar teri işte/ Saat beşte akşamleyin/ Tentürdiyot kokusu alanda/ Saat beşte akşamleyin/ Ölüm yaraya yumurtasını koydu/ Saat beşte akşamleyin/ Akşamleyin saat beşte/ Tam saat beşte akşamleyin/ Tekerlekli bir tabut yatağı/ Saat beşte akşamleyin/ Kemikler, flütler kulağında/ Saat beşte akşamleyin/ Boğa böğürdü alnına doğru/ Saat beşte akşamleyin/ Can çekişmeyle ışılar oda/ Saat beşte akşamleyin/ Kangren yaklaştı uzaktan/ Saat beşte akşamleyin/ Zambak bir boru yeşil kasığında/ Saat beşte akşamleyin/ Güneş gibi yanar yaraları/ Saat beşte akşamleyin/ Pencereleri kırıyor kalabalık/ Saat beşte akşamleyin/ Ah! Ne korkunç saat beşi akşamın! / Saat beşti bütün saatlerde!/ Akşamın gölgelerinde saat beşti!”

Kaderin cilvesi tıpkı arkadaşı Sanchez gibi o da bir akşamüstü saat beşte gözaltına alınıp ölüm yolculuğuna çıkarılmış  ve o günün sabahında, Granada’nın sosyalist belediye başkanı ve 29 kişi ile birlikte kurşuna dizilmişti.

Lorca’yı kurtarmak için uğraşanlar oldu ancak başaramadılar. Lorca, arkadaşları Dioscoro Galindo Gonzales, Francisco Galadi ve Joaquin Arcollas Cabezas ile birlikte Sierra yakınındaki Viznar’a getirildi. Viznar tutuklu barakalarıyla doluydu.

Lorca bir seferinde “Kimse şairleri vurmaz, ben de bir şairim” demişti. İspanya’da hiç kimse, ne aydınlar, ne de yazarlar Lorca’ nın katledileceğine inanmakta; bir gün Endülüs’ ün tozlu bir köy yolunda o güzelim şair beyninin birkaç kurşunla dağıtılmasını beklemekteydi.

Lorca ve beraberindekiler Fuente Grande yolu üzerindeki Alfacar’a yöneltildi. Hükümlüler araçtan indirildi. Son derece ince ruhlu ve naif bir şair olan Lorca, İspanya İç Savaşı’nın sürdüğü günlerde, 19 Ağustos 1936 sabahı Viznar- Alfacar yolu üzerinde arkadaşları ile birlikte kurşuna dizildiğinde, henüz 38 yaşındaydı.

Süvarinin Türküsü şiiri bir anlamda onun sıkıntılarla geçen, aslında kendisine yaptığı ve yarım kalan yolculuğunun hazin sonunu da anlatmaktadır: Kurtuba/ uzakta tek başına/ ay kocaman at kara/ torbamda zeytin kara/ bilirim de yolları/ varamam Kurtuba’ ya/ ovadan geçtim yel geçtim/ ay kırmızı at kara/ ölüm gözler yolumu/ Kurtuba surlarında/ yola baktım ama yol uzun/ canım atım yaman atım/ etme eyleme ölüm/ varmadan Kurtuba’ ya/ Kurtuba/ uzakta tek başına”

Lorca, güzel kokular saçan bir yasemin demetiydi

Arjantin’de Pablo Neruda ile de yolları kesişmişti. Neruda, Şili Konsolosluğu görevi için Arjantin’deydi. Lorca da Kanlı Düğün’ü sergilemek için Buenos Aires’e gelmişti. Aralarında oluşan dostluğu Lorca’nın ölümünden sonra şöyle ifade eder Neruda: “Ne mükemmel bir şair! Ondaki kadar yürekliliğe ve dehaya, heyecanlı bir kalp ve duru bir sese bir daha hiç rastlamadım. Federico García Lorca, eli açık bir sihirbazdı, bir neşe kaynağı idi. İçinde taşıdığı yaşama sevinci ile bir yıldız gibi parladı. Saf ve komik, başarılı müzisyen, mükemmel bir pandomimci, çekingen ve batıl inançlı, pırıl pırıl ve iyi yürekli. Lorca’da İspanya’nın bir çağını yaşamak mümkündü. Halkçı gelişme çağını. Gelip geçmiş o İspanya’yı aydınlatan biri. Güzel kokular saçan bir yasemin demeti.” Lorca’nın ölümünün ardından O’na “Federico Garcia Lorca’ya Ağıt” şiiriyle seslenir Neruda.

Neruda gibi birçok şair onun ardından şiirler yazdı. Türkçe’de  Turgut Uyar’ ın şiiri bunlara güzel bir örnektir. Lorca İçin Üç Şiir’ de “…Artık katiyen biliyoruz;/ Halk adına dökülen kan/ Sapı gül dalı güzelliğinde bir bıçaktır. / Dişlerin arasında…/ İspanya da/ ve her yerde… “diyordu Turgut Uyar.

Carlos Saura ve Antonio Gades Company’nin Lorca’yı sinemaya ve sahnelere taşıdığından söz etmiştim. 2016’ da Federico Garcia Lorca, ölümünün 80. yılında İstanbul’da, İş Sanat’ta günümüzün en önemli flamenko gitaristi ve bestecilerinden birisi olarak kabul edilen Paco Peña ve grubu Flamenco Dance Company’nin Patrias projesiyle anılmıştı.

Cumhuriyet’ten Celal Üster’in o günlerdeki enfes tanımıyla sahnede “müziğin dansla seviştiği” bir sanat şöleni izledik. Paco Peña, Paco Arriaga ve Rafael Montilla’nın gitarına sesleriyle Jose Angel Carmona ve Gema Jimenez; danslarıyla Angel Munoz ve Mayte Bajo katıldılar. Vurmalılarda Nanco Lopez ve Jose Manuel Ramos’un yer aldığı gösteride oyuncu Rio Muten de zaman zaman sahnede yer aldı. İlk kez Edinburgh Festivali’nde, ardından Londra’da sahnelenen gösteride, fonda İspanyol İç Savaşı’nın anlatıldığı projenin merkezinde, bu savaşta hayatını kaybeden İspanyol şair Federico Garcia Lorca vardı. Gösteride özel bir repertuvarla sahne alan sanatçılar Recuerdo a Granada, Farruca, Nana de Sevilla, Buleria, Liviana, Gritos ve Ternura’nın da yer aldığı flamenko klasiklerini, dönemin marşlarını, Lorca’nın, Antonio Macado’nun ve Neruda’nın şiirlerini ve Unamuno’nun sözlerini dansla harmanlayarak yorumlamışlardı.

Lorca’nın vasiyeti

Lorca’nın “Ölünce/ gitarımla gömün beni /kumun altına/ ölünce/ portakal ve naneler arasında ben/ ölünce/ gömün beni isterseniz/ bir rüzgargülüne. / ölünce…” şirindeki vasiyeti ne yazık ki hala bugün de yerine getirilemedi.

En küçük erkek kardeşi Francisco’nun kızı Laura Garcia Lorca, La Repubblica gazetesinin Venerdi ekinde Marco Cicala’nın kendisiyle yaptığı söyleşide “Lorca ‘nın öldürülmesi küçük bir şehirde işlenen büyük bir cinayetti, ardından karanlık bir efsane doğdu” diye yorumluyor Lorca cinayetini. Lorca’yla birlikte Dioscoro Galindo Gonzales, Francisco Galadi ve Joaquin Arcollas Cabezas da öldürüldü. Bu karanlık cinayete kurban gidenlerin cesetlerine hiç ulaşılamadı. Lorca’nın cansız bedeni nerede saklı kaldı? Granada’nın arka tarafında, esintili Viznar’ da çam ağaçlarının altında mıydı? Ya da Alfacar’ın çevresindeki boş kuyulara mı terk edilmişti?

2000’li yılların ortalarında bu karanlık ölümlere sahne olan bölgede medyatik bir kazı çalışması başlatıldı. Doktorlar, tarihçiler, coğrafyacılar ve arkeologlardan oluşan bilim insanlarının katıldığı kazı Lorca’nın kemiklerine ulaşmayı hedefliyordu. Her bir alan didik didik kazıldı ama hiçbir sonuç sağlanamadı… Lorca’yla birlikte öldürülenlerden de en küçük bir iz yoktu. Kazı çalışmaları 2009’da durduruldu.

Garcia Lorca Parkı

Lorca ve üç Franco karşıtının kurşuna dizildiği kasabalar, bugün de kaderlerine terk edilmiş durumda. Gazeteci Marco Cicala “Afrika’dan esen sıcak rüzgârda öğle üzeri sokakta dolaşan kimse yok. Bir tek iplere asılı çamaşırlar ve sirke sinekleri göze çarpıyor” sözleriyle anlatıyordu bu terk edilmişliği.

Doğduğu kent olan Granada’nın kenar semtlerinden Fuente Vagueros’da, anısına yapılmış olan Parque García Lorca içinde yer alan, hayatının büyük bir kısmını geçirdiği evi bugün fotoğraflarıyla, eşyalarıyla korunarak müzeye dönüştürülmüş.

Bu dünyadan Lorca geçti

Federico Garcia Lorca, sanatçı kimliğiyle olduğu kadar, her zaman yoksuldan, ezilenden, halktan yana olmasıyla, faşizmin karşısında yer almasıyla ve aydın kimliğiyle hem tarihte hem de insanlığın yüreğinde hak ettiği yeri almıştır.

38 yıllık kısa, sıkıntılarla geçen ama bir o kadar da muhteşem ömrüne pek çok şey sığdırdı. Tiyatro oyunları yazdı-sahneledi; şiirler yazdı-okudu; kukla oynatarak çocukları mutlu etti, piyano çaldı; geleneksel halk şarkıları derledi- söyledi; pandomimciydi. Doğayı sevdi; Pablo Neruda’nın deyimiyle o “…Güzel kokular saçan bir Yasemin’di.” Granada’ya, caz müziğine, bir de Salvador Dali’ye âşık oldu…

Lorca yapıtlarıyla kendisinden sonra gelen şairleri-sanatçıları derinden etkiledi. Ölümünden sonra bugün de etkisi hissediliyor. Ona ithafen yazılmış şiirler-şarkılar bugün de dilden dile- kulaktan kulağa dolaşıyor. Oyunları dünyanın dört bir tarafında sahneleniyor.

Geçen pazartesi günü Açık Radyo (94.9)’da ‘Babil’den Sonra’ programımda Lorca’dan konuşup, şiirlerinden ve şiirlerinden bestelenen şarkılardan örnekler dinlettim. Programı buradan dinleyebilirsiniz.

Lorca, bir dostuna yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Yeryüzünde açlığın bittiği gün insanlık tarihinde hiç görülmemiş en büyük zihinsel devrim gerçekleşmiş olacak. O büyük Devrim’in gelip çattığı gün, insanların bundan duyacağı o sınırsız sevinci sana anlatamam.”

İklim yıkımının, savaşların, açlığın, büyük insan göçlerinin, her türlü sömürünün ve diğer küresel insani ve ekolojik sorunların yaşandığı günümüz dünyasında insanlık ne yazık ki henüz o büyük sevince hala çok uzak. Ama şundan eminim ki Lorca’ nın naif ruhu şiirlerin-şarkıların okunduğu-söylendiği her yerde sonsuza kadar yaşayacak!

(Yeşil Gazete)

Kaynak: Bütün Şiirleri, Sait Maden, Varlık Yayınları,

Greenpeace’den ‘Okyanuslarımızı Koru’ kampanyası

8 Haziran Okyanus Günü vesilesiyle bir kampanya başlatan Greenpeace, BM Küresel Okyanus Anlaşması’nın, okyanusların üçte birinin koruma altına alınması için güçlendirilmesini istedi

Svalbard’ın doğu kıyısındaki Barents denizinde faaliyet gösteren balıkçı teknelerinin çoğu dip trolünü kullanıyor, balıkları toplamak için büyük ağlar çekiyor. Bu, deniz tabanına ve burada yaşayan tüm canlılara zarar veren bir uygulama.

Bugün ‘8 Haziran Dünya Okyanus Günü’. Greenpeace, BM’de güçlü bir Küresel Okyanus Anlaşması oluşturulması için “Okyanuslarımızı Koru” kampanyası başlattı. Kampanya’ya ilişkin açıklada, “Aldığımız her iki nefesten birini borçlu olduğumuz okyanuslar, iklim değişikliği, aşırı avlanma, derin deniz madenciliği, petrol çalışmaları ve plastik kirliliği nedeniyle tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir tehlike altında” olduğunu vurgulayan Greenpeace, okyanusların en az üçte birinin koruma altına alınmasını istedi. : “Bunu sağlamak için önümüzde büyük bir fırsat var: Birleşmiş Milletler Küresel Okyanus Anlaşması. 2020 yılında tamamlanması beklenen anlaşma okyanusların üçte birinin koruma altına alınması için kapı açabilir.”

Endonezya’daki Cenderawasih Körfezi Milli Parkı’nda bir balina köpekbalığı.

Okyanuslar dünyada bugüne kadar var olmuş, bilinen en büyük beyinlere (İspermeçet Balinası), gözlere (Dev Kalamar) ve kalplere (Mavi Balina) ev sahipliği yapıyor.

Akdeniz Deniz Memelileri için Pelagos Koruma Alanı’nda bir deniz yunusu,  Korsika’nın kuzey kıyısından 20 mil uzaktaki Greenpeace gemisi Arctic Sunrise’a yakın bir yerde yüzerken.

Okyanuslarımıza yönelik 5 tehdit

Açıklamada okyanuslara yönelik tehditler şöyle sıralandı:

1- İklim değişikliği

Sağlıklı ve yaşam dolu okyanuslar iklim değişikliğinin etkilerini sınırlayıp üstesinden gelmek konusunda en önemli savunma mekanizmalarından biri. Krillden balinaya, yosun ormanlarından deniz çayırlarına ve mangrovlara kadar neredeyse tüm okyanus canlıları karbonu soğurup saklayarak atmosferden uzaklaştırmaya ve deniz tabanında depolamaya yardımcı oluyor. Okyanustaki canlılar olmasaydı atmosferde yaklaşık yüzde 50 daha fazla karbondioksit bulunurdu ve Dünya çok daha sıcak olurdu. Ancak maalesef iklim değişikliği nedeniyle Kuzey Kutbu’nda ve Antarktika Okyanusu’ndaki buzullar hızla eriyor.

2- Plastik kirliliği

Dünya artık denizlerimizin yaşadığı plastik krizinin boyutlarını biliyor. Her dakika bir kamyon dolusu plastik denizlere karışıyor. Çoğu plastik, çevre koşulları ne olursa olsun biyolojik olarak ayrışmıyor. Maalesef bugüne kadar üretilen plastiğin yüzde 90’ı geri dönüştürülmedi. Büyük plastik parçaları balinalar, kaplumbağalar ve deniz kuşları gibi türlerin boğulmasına neden oluyor; küçük plastik parçaları ise deniz hayvanları tarafından yiyecek sanılıp yeniyor. Heybetli balinalardan balıklara ve hatta deniz tuzuna kadar her şeyde mikroplastikler bulundu ve bu plastikler binlerce yıl orada kalmaya devam edecek.

Sri Lanka kıyılarında, ispermeçet balinaları Orca’lara karşı.

3- Petrol kirliliği

Deniz yaşamını zehirleyen petrol sızıntısı ve kirliliği nedeniyle deniz kuşu gibi canlılar ölüyor. Okyanustaki petrol sızıntıları, haritalardaki ulusal sınırları takip etmiyor ve tüm yaban hayatını etkiliyor. Bunun yanı sıra petrol ve doğalgaz arama çalışmalarında derin deniz balinalarını sağır eden ölümcül sismik patlamalar kullanılıyor. Bugüne kadar var olmuş, bilinen en büyük beyne sahip ispermeçet balinası vb. türler “sesle” görüyor, yollarını bulmak ve hayatta kalmak için gelişmiş işitme duyularına güveniyorlar. Su altında kullanılan patlatma faaliyeti bu hayvanları sağır edebiliyor veya bölgeden hızlıca kaçmalarına yol açarak şaşırmalarına ve kaybolmalarına neden olabiliyor.

Svalbard’daki Sjettebreen buzulunun yakınındaki bir buz kütlesinin üzerinde bir deniz aygırı. Derin deniz madenciliği ve petrol sondajları Arktik’ten Antarktika’ya bütün okyanusları ve buralarda yaşayan canlıları tehdit ediyor.

4- Yıkıcı balıkçılık faaliyetleri

Denetimin olmadığı açık denizler, büyük gemiler tarafından talan ediliyor. Bu endüstriyel av gemileri, denizlerde trol ağı gibi yıkıcı yöntemler kullanarak sanki tarla sürer gibi deniz yatağını tarıyor, kompleks habitatlar deniz tabanıyla birlikte yok oluyor. Hepimizin yakından bildiği kaplumbağa, albatros, yunus ve denizatı gibi okyanus canlıları yıkıcı balıkçılık faaliyetleri tehlikesiyle karşı karşıya. Kaza sonrası başka balıkların da avlanması anlamına gelen “yan avlanma” sonucunda her yıl 300.000 balina ve yunus, av ağlarıyla “kaza sonucu” öldürülüyor.

Dampier Straight’deki bir mercan kayalığı. Papua, Endonezya.

5- Derin deniz madenciliği

Ay’ın yüzeyinden daha az keşfedilen derin denizler hakkında çok az bilgi var. Uzun yıllar boyunca insanlık derin denizlere ulaşamıyordu ancak teknolojinin gelişmesiyle artık gezegenin çok daha fazla bölümü sömürüye açık hale geliyor. Maden şirketleri derin deniz tabanındaki değerli mineralleri akıllı telefon ve bilgisayarlar için kullanılıyor ancak çok uzaklardaki nefes kesici yerlere zarar veriyor. Bilim insanları, yavaş büyüyen hayvanlar ve narin yapılar için zararın geri dönülemez hale gelebileceğini öngörüyor.

 

Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra: Bireyler olarak şenlikli, örgütlü olarak Yeşil Siyaset yapmak

‘Biz içeriğinin nasıl vuku bulacağını tartışırken aktivistler, hükümetlere sorumluluklarını hatırlatmaya devam ediyor. Sonraki talepler 2025’e kadar sıfır karbon taahhüdü ve halk meclisleri kurulması…’

Mayıs’ın son haftasında gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçimlerinin iki genel sonucu oldu.

Öncelikle, merkez sağ ve merkez sol partilerin toplamı artık parlamentoda çoğunluğu oluşturmuyor. Liberallerin yaptığı sıçrama; Yeşillerin yükselişi ve aşırı sağdaki oy artışıyla birlikte kırk yıllık statüko değişti.

Bir diğer önemli sonuç ise seçimlere katılımdaki artış. 2014’teki yüzde 42’lik katılımın ardından bu seçimde AB’de oy kullanabilen vatandaşların yüzde 50,9’u sandıklara gitti.

Bu genel sonuçlara dair ilk yorumlar, yeni parlamentonun daha çoğulcu ve müzakere odalı çalışmak zorunda kalacağı yönünde. Seçmenlerin verdiği genel mesajın ise değişim talebi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu genel sonuçlar için Liberallerin yeni kilit aktör olduğu ya da aşırı sağın oylarını beklenenin altında arttırdığı belirtilirken, Yeşillerin çıkışı genellikle, “Yeşiller yükseliyor” ya da “Yeşil Dalga Yükseliyor” şeklinde kullanılıyor. Bunun hangi gelişmelere dayanarak yükseldiklerini hatırlayarak biraz değerlendirmek istiyorum.

 

Yeşiller

Geçtiğimiz yıl içerisinde Hollanda, Almanya, Belçika gibi ülkelerin yerel ve genel seçim sonuçlarıyla belirmeye başlayan Yeşil Dalga, Avrupa Parlamentosu’na da yansıdı. Yeşiller 2014’te 52 olan sandalye sayısını 69’a çıkardı.  Birebir yaşadığımız iklim krizi politikaları çerçevesinde ve yükselen popülist sağ karşısında kilit aktör haline geldiler. Avrupa’daki siyasetçiler artık, siyasetin yeşil olmak zorunda olduğunu görmezden gelemeyeceklerdir.

Yeşillerin kampanya sürecinde nasıl bir siyasi ortam vardı, neler oldu, diye bakarsak…

Cesur Avrupalılar…

Yeşillerin seçim kampanyasının sloganı, “Cesur ol, Yeşil Avrupa!” idi.

Bu çağrı öncelikle Avrupa’nın dört bir yanında sokaklara dökülerek iklim krizine ve altıncı büyük yokoluşa dikkat çekmek isteyen eylemcilerin yapmak istedikleriyle örtüştü.

Her cuma okulu kırıp İsveç Parlamentosu önünde politikacıları iklim için harekete geçmeye çağıran Greta Thunberg’in eylemi kısa sürede dünyaya yayıldı. Avrupa’nın pek çok şehrinde on binlerce genç cuma günleri okula gitmek yerine iklim için eylemler yapaya devam ediyor. Onlar sayesinde iklim krizinin önceliği ve aciliyeti, hiç olmadığı kadar büyük bir toplumsal kabul kazandı. Avrupa Parlamentosu seçimleri sırasında da gençler ve çocuklar Brüksel’deki Parlamento binasına çadırlarını kurmuş, taleplerini politikacılara duyurmaya çalışıyorlardı.

İngiltere’de başlayan Yokoluş İsyanı, şiddetsiz ve doğrudan eylemlerle ekolojik yıkımın boyutlarına dikkat çekti. 15 Nisan’da başlattıkları dünya çapındaki sivil itaatsizlik eylemleriyle aktivistler, taleplerini duyurdular. İngiltere, İrlanda, Kanada iklim acil durumu ilan eden ilk ülkelerden oldu.

Biz içeriğinin nasıl vuku bulacağını tartışırken aktivistler, hükümetlere sorumluluklarını hatırlatmaya devam ediyor. Sonraki talepler 2025’e kadar sıfır karbon taahhüdü ve halk meclisleri kurulması…

Almanya, iklim aktivizminin en yoğun ve çeşitli yaşandığı ülkelerden biri oldu. Ülkenin en büyük termik santral şirketi RWE’nin yıkma tehdidine karşı yıllardır Hambach Ormanlarının ağaçlarında yaşayan aktivistlerin direnişi, şirketin eylemcilere ormanı terk etme çağrısını yenilemesi üzerine tekrar gündem olmuş, uluslararası destek sonrasında orman kurtarılmıştı. Yine Yokoluş İsyanı’nın farklı şehirlerdeki eylemliliği sürerken Ende Gelände’nin ülkenin büyük termik santrallerini işgal edişini canlı takip edebiliyorduk.

Greenpeace gibi sivil toplum kuruluşları da oy kullanamayan; ama yaşam hakları olanlara karşı sorumluluklarımızı hatırlatan küçük ama etkili bir kampanya yaptı. Seçmenleri oylarını kullanmalarına, kullanırken de nehirleri, ormanları, kutup ayılarını, nesli tükenmekte olan canlıları düşünmelerine teşvik etti.

Buradan bakınca, her şey yerli yerinde. Özellikle Alman bir genç için. Sokaklarda iklim için pankartını taşımışsa, Hambach Ormanlarını savunanları kalbi ağzında takip etmişse ya da en azından Greta’nın son kitabından haberdarsa onu temsil edecek politikacılardan yeşil siyaset talebinde bulunacaktır. Zaten Almanya’da her üç gençten biri oyunu Yeşillere verdi.

Üç yıl öncesinin Haziranını hatırlıyorum.  Kötü şansım sayesinde David Cameron’ın ülkesini neden Brexit referandumuna taşıdığını anlatışına denk gelmiştim. Bunun paralelinde, mesela Fransa’da Le Pen islamafobinin Avrupa sözcüsü oldu; ardından Polonya, Macaristan, Avusturya ve İtalya’da aşırı sağ birer birer hükümet ya da ortağı oldular. Popülist söylemleri arkasına alan siyasetlere ancak ve sadece büyük, merkezi koalisyonlarla karşı çıkılabileceğine inandırılmaya çalışılan son nesil olmayı umuyorum.  Keza, gençler artık yaratılan bu suni gündemlerin farkında ve sadece bu bile yeşil siyasetin alanını oldukça genişletmiş durumda.

Peki, Yeşillerin seçmenleriyle arası nasıl olacak gibi görünüyor?

Güven

Aslında hepimizin seçim sandıklarından soğumamızın nedeni ısrarla güvenimizi kaybeden politikacılar değil mi?

Demokrasinin seçimlerden ibaret olamayacağı söylenir.

Seçimlerin hemen sonrasında Avrupa Birliği’nin kritik pozisyonları için potansiyel adaylar konuşulmaya başlanır ki, Komisyon Başkanlığı da bunlardan biri.  Sezin Öney sayesinde öğrendim ki ilgili pozisyon için en güçlü adaylardan biri Liberallerin adayı olacakmış ve Yeşiller bu adayın kadın olması için diretiyormuş. Eğer oy kullanabilseydim, Yeşillerin bunu yapacağından emin olduğum için oyumu Yeşillere verirdim. Bundan sonra daha da etkili olacaklardır…

Geleceğin inşası: Şimdi ve Burada

Seçimler sonrasında Almanya’nın kamuoyu yoklamalarına göre Yeşiller, ilk defa birinci parti oldular.

Yokoluşİsyanı’nın İngiltere’deki sözcülerinden Rupert Read, Yeşil Parti’nin de eski yöneticisi, aşağıdaki tabloya mutlulukla bakabileceğimizi çünkü bunun “gelecek” olduğunu yazmış.

Seçim sistemleri ya da farklı dinamikler yüzünden yeşillerin oy oranının yüzde 10’u bulamadığı diğer ülkelerin Yeşilleri için Almanya gerçekten önemli. Çünkü Almanya’da Yeşiller etkili.

İngiltere’de uzun yıllardır tek Yeşil milletvekili var. Bununla beraber üye sayısı yüksek ve Yokoluş İsyanı da Londra merkezli. İtalya AP’ye Yeşil bir vekil gönderemedi çünkü uzun zamandır Yeşil bir parti yok.

Diğer yandan, 15 Mart’taki iklim grevi eylemlerinde Milano dünyanın en kalabalık şehirlerindendi.

Benim ayrıca dikkatimi çeken, gazetelerde Yeşillerin çıkışına dair paylaşılan yorumlarda başarının daha çok Kuzey Avrupa’da olduğuna dikkat çekilmesi. Bu yeni bir şey değil; Yeşillerin ilk çıkışları da bu ülkelerde olmuştu. Yeşil Dalga yine Kuzey’de cereyan ediyor sıklıkla. Bu değerlendirmenin de iki ucu olabileceğini düşünüyorum. Birinde Yeşillerin Güney Avrupa ülkelerindeki örgütsel eksiklikleri işaret edilirken; bir diğeri bu ülkelerdeki yeşil siyaset boşluğuna gönderme yapılıyordur.

Günün sonunda Avrupa Yeşilleri halkın iklim adaleti taleplerine bütün boyutlarıyla cevap verebilmek için somut çözümlerin önüne geçen bürokratik gereksizliklerden tutun ırkçı söylemlere kadar hepsiyle mücadele edecekler. Evet, zor; ama Trump, Putin ve Erdoğan dünyasında çok yeni bir durum değil bu. Bu üç liderin ismini tesadüfen kullanmadım. Günümüzde yeşil siyaset yapmanın zorluklarını anlatmak için yine yeşil politikacıların belirtmeyi tercih ettiği isimler. Üç isimden birinin Erdoğan olması da kadar doğal bir durum da yok ne yazık ki. Bununla beraber popülist sağın, göçmen karşıtlığının, ırkçılığın yükselişi ve ekonomik krizlerle halkların siyasetçiler tarafından çok belirgin kutuplaşmalara çekilmesi aslında farklılıklarını barındıran ortaklıklarımız.

Biz burada bütün bunlarla aynı anda mücadele edemeyiz ama değerlendirebileceğimiz küçük ve güzel bir özelliğimiz var:

Bireyler olarak şenlikli, örgütlü olarak da Yeşil Siyaset yapmak.

Gerçek hikâyeler de bunu destekliyor.

Şenlikli diyerek Gezi direnişi gibi eylemlerdeki dans, mizah ve kıvraklıklardan da bahsediyorum ama daha çok bunu neden yaptığımızı hatırlatmak istiyorum. Birbirimizle ve içinde yaşadığımız çevreyle olan; bizi yaratan, dinamik, dayanışmacı ve özgürleştirici o kendine özgü ilişkiyi anlatıyorum. Yaratılabilen, en azından dönüştürülebilen bir ilişki bu. Ayrıca, oldukça politik.

İklim Değişikliğinin ancak 2019’daki seçimlerinin en önemli gündemi haline gelebilmesi, krizin giderek derinleşmesi ve iklim adaleti talebinin yayılmasıyla mümkün olabildi. Sonuçta toplumsal hareketlerle güçlendirici ve özgürleştirici bir iletişim kurabilen siyasetin olanağı Avrupa’da yükseliyor.

Hiçbir şey olmasa bile, bana cesaretin bulaşıcı olduğunu hatırlatıyor.

(Yeşil Gazete)

 

Sadece antibiyotik mi?

‘Dr. Güzel’in çalışmasında Ceyhan’ın 9 farklı noktasında, 4 mevsim boyunca 91 farklı ilaç etken maddesi araştırılmış. Çalışma süresinde en yaygın bulunanlar; kafein, diazepam, gabapentin, lidokain, etodolak, metoprolol, karbamazepin, diklofenak ve flukonazol.’

Geçtiğimiz hafta basına yansıyan, İngiltere York Üniversitesinden araştırmacıların, 72 ülkedeki 711 nehir havzasında yaptıkları çalışmada antibiyotik kirliliğine rastlaması gündem olmuştu. Bu havzalar içerisinde Dicle Nehrinin de bulunması, çalışmanın ülkemizde de ses getirmesine neden oldu. Çalışmaya göre dünya genelindeki çeşitli nehirlerden alınan örneklerin %65’inde ciddi miktarda antibiyotik kalıntısına rastlandı. Yaygın olarak kullanılan 14 farklı antibiyotiğin araştırıldığı çalışmada, metronidazole isimli deri ve ağızda çıkan bakteriyel enfeksiyonların giderilmesinde kullanılan antibiyotiğin, Bangladeş’ten alınan örneklerde güvenli seviyeden 300 kat fazla olduğu tespit edildi. En yaygın olarak bulunan ise idrar yolları enfeksiyonunda kullanılan trimethoprim isimli antibiyotik! 711 örnek noktasının 307’sinde bu antibiyotiğe rastlanılmış. 51 noktada ciproflaxacin miktarı güvenli seviyenin üzerinde bulunmuş. Çalışma henüz yayınlanmadığı için detaylarına tam hâkim değiliz. Kısa süre sonra yayınlanınca daha detaylı olarak analiz edebileceğiz.

Detaylarına hâkim olduğumuz ve Türkiye adresli bir çalışma daha var. 2018 yılında Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesinden Dr. Evşen Güzel’in denetiminde Ceyhan Nehri’nde gerçekleştirilen ve ‘Human and Ecological Risk Assessment: An International Journal’ isimli dergide yayınlanan bu çalışmada da ilginç sonuçlar mevcut. Çünkü antibiyotiklerin yanında ciddi çeşitlilikte ilaç kirliliği araştırılmış ve birçok farklı ilaç kalıntısı Ceyhan Nehri’nde tespit edilmiş. Dr. Güzel’in çalışmasında Ceyhan’ın 9 farklı noktasında, 4 mevsim boyunca 91 farklı ilaç etken maddesi araştırılmış. Çalışma süresinde en yaygın bulunanlar; kafein (4880.00 ng/L), diazepam (374.00 ng/L), gabapentin (355.00 ng/L), lidokain (48.70 ng/L), etodolak (47.35 ng/L), metoprolol (43.60 ng/L), karbamazepin (24.25 ng/L), diklofenak (17.60 ng/L) ve flukonazol (15.95 ng/L).

Dr. Güzel’in çalışmasında araştırılan ilaç etken maddelerinin istasyonlarda bulunma yüzdeleri.

York Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen çalışmada en yüksek seviyede bulunan metronidazole Dr. Güzel’in yaptığı çalışmada bulunamamış. Ancak başka bir antibiyotik olan ornidazole bulunmuş. Bu antibiyotik de protoza ve bazı bakteri temelli enfeksiyonların tedavisinde kullanılıyor. Antibiyotiklerin farklı bölgelerde farklı çıkması anlaşılabilir bir durum. Miktarları ise kullanım sıklığıyla bağlantılı. Sağlık bakanlığına göre 2017 yılında yazılan reçetelerin %35’i antibiyotik içermiş. Yani 166 milyon kutu antibiyotik tüketilmiş ya da tüketilmeden çöpe atılmış. Bu boyuttaki antibiyotik tüketimini düşündüğümüzde bunun çevredeki miktarı hakkında da fikir sahibi olabiliyoruz. Burada tıbbi atıkların akıbetine özel bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü sucul ekosistemlerimizde ciddi bir tıbbi atık kirliliği söz konusu. Bu kirliliğe başka bir yazının konusu olarak rezerv koyalım. Ancak bu kirliliğin de ekosistemdeki ilaç kirliliği üzerinde belirleyici bir role sahip olduğunu aklımızın bir kenarında tutalım.

Kafein varsa, insan var

Dr. Güzel’in çalışmasına dönecek olursak, en fazla bulunan uyarıcı/ilaç kafein, hepimizin bildiği gibi kahve ve bazı ilaçların içerisinde etken madde olarak mevcut ve bir yerdeki insan etkisinin belirlenmesinde de anahtar madde. Yani bir yerde kafein miktarı fazla ise orada ciddi bir insan etkisi söz konusudur denilebilir. Bunun yanında diazepam, gabapentin, lidokain ve karbamezapin gibi ilaçlar da merkezi sinir sistemi ilacı olması nedeniyle önem arz ediyor. Ciddi bir anti-depresan vb. ilaç kullanımı mevcut. Dr. Güzel’in çalışmasında tespit edilen değerler, Avrupa Komisyonu tarafından belirlenen dörtlü risk sınıflandırmasına göre düşük çevresel risk seviyesinde. Ancak bu ilaçların birlikte sinerji halinde ciddi riskler oluşturma durumu söz konusu. Yani düşük dozlarda tek başına etki gösteremeyen bu kimyasallar bir arada ciddi bir risk oluşturabiliyor. Hatırlayalım, geçtiğimiz yıllarda küresel arı ölümlerine, bazı tarımsal ilaçların birlikte kombinasyonunun neden olduğu tespit edilmişti.

Kaldı ki Ceyhan Nehri, diğer nehirlere göre daha az nüfusun ama daha çok tarımsal kullanımın etkisi altında denilebilir. Belki de burada yapılacak bir pestisit kalıntı araştırması daha başka problemlerin olduğunu ortaya koyacak. Bu anlamda Seyhan, Menderes, Kızılırmak, Fırat ve Dicle nehirleri, insan kullanımına yönelik üretilen ilaçları içeriyor olabilir. Nitekim York Üniversitesi tarafından yapılan çalışmada Dicle nehrinde ciddi miktarda antibiyotik tespit edilmesi bu durumu destekler nitelikte. Bildiğim kadarıyla Dr. Güzel’in Seyhan Nehri’nde bu ilaçların bir kısmını inceledikleri bir çalışması mevcut ancak sonuçları henüz yayınlanmadığı için burada paylaşamıyorum.

Peki bu düzeydeki ilaç kirliliğinin nasıl bir etkisi olabilir? Özellikle antibiyotikler, doğal ortamlarda dirençli bakterilerin gelişmesine olanak sağlıyor ki bu da antibiyotiklerin tedavi edici etkisinin işlevsizleşmesine neden olabiliyor. Bunun yanında anti-depresanların sucul canlıların hormonal sistemleri ve sinir sistemleri üzerinde ciddi etki yarattığına dair birçok araştırma mevcut.

Bir nevi tedavi olmak, güneşten korunmak, bunalımdan kurtulmak vb amaçlar için kullandığımız ilaçların kendileri ya da yan ürünleri doğal ortama karıştığında doğal ortamın sağlığını bozuyor. Ciddi bir paradoksal durum söz konusu.

(Yeşil Gazete)

Siyasi bir özne olarak YSK, rejim müteahhitliğine soyunurken (3/3) – Orhan Esen

Yazının ilk bölümü için tıklayın

Yazının ikinci bölümü için tıklayın

***

İki no’lu kervanbaşı: YSK

%10 barajlı seçim sistemi, seçmen ile ince ayarlı bir dans çerçevesinde evrilmiş, 7 haziran 2015’de bir koalisyon olarak HDP’nin de barajı geçmesi ile ilk kez toplumsal karşılığı net, 4 partili demokratik bir siyasal omurga oluşmuştu. 7 Haziran, dört eğilime de kendi şemsiyeleri altında geniş bir sosyal ve siyasal yelpazeyi meclise taşıma imkanı sağlamıştı. Parlamenter siyasal tarihteki en çoğulcu, en yüksek oranda temsiliyet ve kapsayıcılık sağlayan meclisti denebilir.  HDP ve MHP’nin eşit sayıda, 80’er sandalye alması da önemli bir semboldü. İdeal koşullarda kurucu bir meclis olarak çalışmaya aday bir yapı ortaya çıkmıştı. Beklendiği gibi en kısa ömürlü ve en etkisiz meclis oldu, gelişmeler normal her ülkede olması gerekenin tam tersi yönde oldu. Bu meclisle birlikte barış süreci ve en önemlisi, bir başkanlık ya da benzeri sistemde en önemli unsur olan karizmatik lider adayı Demirtaş, CHP’nin başat katkısı ile iki yıl içinde  tasfiye edildi. Bu tasfiyenin AKP, MHP, CHP ve devletin ortaklığında gerçekleştiğinin altı çizilmeli.

İmamoğlu’nun çıkış zamanlaması ve konumlanması ideal. Önce olamayacaklar görüldü ya da işleri görüldü: Demirtaş derdest edildi, İnce kendi kendini diskalifiye etti. Erdoğan’la aynı kumaştan onun tersten karbon kopyası bir polemikçi olarak çapının birleştirici siyasete yeteceği şüpheli, yürütme erkine sahip çıkacak kalitesi olup olmadığı muamma idi. Sadece seçmen nezdinde değil, devlet katında da ikna edici olamadı, adama verdi.

İmamoğlu, başarılı bir icraatin içinden gelmesi, 23 Haziran’ı kazanması halinde başkanlık için ideal bir staj imkanı bulacak olması ve siyaseten birleştirici kalitesi ile toplum ve devletin post-Erdoğan restorasyon süreci için ortaklaşabileceği bir aday. 2015’den temel bir fark; o dönem bağımsız varlığı, duruşu ve kendi gündemi olan HDP’nin 2019 İstanbul’unda kendisinin şemsiyesi altına girmiş olması. Üstelik bunu koşulsuz ve sesini çıkarmadan, talepte bulunmadan, pazarlık konusu etmeden yapıyor oluşu. CHP, bir dizi benzemezden oluşan bir “%50 yi bulan malı götürür” koalisyonunun önderliğine soyunmuş durumda. İstanbul seçimleri, Erdoğan’ın da sahaya inmesi ile tam bir başkanlık yarışı provasına dönüştü.

Bu noktada İmamoğlu, bir İstanbul belediye başkan adayından ve muhtemel bir başkanlık stajyeri ve müstakbel başkanlık adayından başka bir şeye dönüşüyor: Kendisi artık 16 Nisan rejiminin revize edilerek oturtulmasını ve işlerliğini sağlayacak lider pozisyonuna aday. Bu nedenle üzerinde her zaman tepinilecek ve şaibe oluşturacak birkaç binlik bir fark yerine net, tartışmasız bir zaferle gelmesi, meşruiyetinin pekişmesi iyi olurdu. Demirtaş’ın karizması tarafından domine edilen olası bir demokratik kurucu meclis kabusu daha dün savuşturulmuşken, yerine ikame edilebilecek uygun fırsat çıktı: Toplumun pasladığı yeniden birleştirici bir tür kurucu başkan abi. TCyi restart/yeniden başlat komutu için tuşa basabilecek karizmatik lider. Nesebi, kimliği,  fiziği, statüsü, kariyeri, … gibi özellikler ama hepsinden önemlisi bir politikacı olarak kişisel ulusalcı duruşunun ötesinde kurabildiği esnek ve kapsayıcı dil, kendisini devlet açısından 12 Eylül misyonunu tamamına erdirmek bakımından beklenen ideal aday haline getiriyor. Devletin donanımı, sokağın yaptığı ortaya hayli spontane bir hamle ile ve YSK eliyle dalmayı mümkün kıldı. Hukuğun anayasal bir kurumca katli ve bir yargı kurumunun siyasallaşması, bildiğimiz siyaset mühendisliğinden başka bir şey değil. Meşruiyeti sağlayan, iyi bildiğimiz bir motif: Rejimin bekası.

Bu noktada seçimden mazbataya, ordan iptale geçen sürede arkaplanda ne pazarlıklar döndüğü üzerine spekülasyonlar yapılabilir. Tam gerçeği muhtemelen ancak yıllar sonra hatıratlardan öğrenebileceğiz. Seçimlerin kaybı halinde İstanbul’dan kontrollü çıkış konuşuldu mu, vekalet eden vali başkan döneminin tasarrufları neler olacak ve ötesi. İmamoğlu’nun  yolsuzluk sözünü ağza almaktan kaçınması, kaynakların çarçur edildiği çizgisinde ısrarı, devri sabık yapmayacak, sorumlu politikacı profili veriyor. Bu profil, 23 Haziran için AKP seçmenine açılmış bir krediden mi ibaret, yoksa fair play kapsamında daha büyük bir devir teslimin mi işaretçisi ? Yaşayarak göreceğiz.

Ulusa zimmetlenmek

Erdoğan, devlet ve toplum kısa vadeli bir hedefte, 23 Haziran’da seçimleri yenileme konusunda ama gönüllü ama kerhen uzlaştı. Bu yazı 23HaziranHan’a sürülen iki numaralı kervana, devlet kervanına dairdi. YSK’nin siyasi tasarrufunun 12 Eylül Anayasası’nın ruhunda tezahür eden siyaset alanını kalıcı olarak iki millici blok etrafında dizayn etmeyi hedefleyen uzun vadeli bir devlet stratejisinin içine oturduğu, bunun Erdoğan çevresinin kısa vadeli çıkarları ile taktik olarak çakıştığı, ancak 23 Haziran kararının tek aktörlü bir tasarruftan ibaret olmadığı tezi işlendi. 1 no’lu kervana, Erdoğan kanadının zaten çok tartışılmış ve iyi bilinen motivasyon ve stratejisine bu konuya değmedikçe pek girilmedi.

Asıl ilginç hikaye aynı hana doğru yol alan üçüncü kervana, toplumun kervanına dair. Toplum YSK kararı karşısında (a) çaresizlik, (b) karşı tarafı da kısmen ikna edecek net bir zafer tablosu ihtimalinin şehveti ve (c) bir kez daha tongaya basma kuşkuları gibi üç karışık ana duygunun girdabında, 23 Haziran’a ezici çoğunlukla evet dedi; boykot etmeyip sandığa gidecek. Boykotu etkin bir siyasal araç olarak örgütleyebilecek siyasal öznelerin yokluğunda, olası tek siyasi seçenek bu idi.

Türkiye’nin kelimenin gerçek anlamı ile çoğul sosyal ve politik gerçekliğini iki siyasi bloğa kilitleyerek törpüleme mühendisliği, sonuç her ne çıkarsa çıksın 23 Haziran “ikinci turu” sayesinde meşruiyet kazanacak. YSK gündemi bu kadar basit. İmamoğlu ister net bir sonuçla, kimi araştırmaların iddia ettiği gibi beşyüzbin ve üstü farklarla kazansın ister “oyumuzu çaldılar” post-gerçekliği ile gaza gelmiş küskün AKP’li oyları ile kaybetsin. İkinci kampanya çoktan ulusal nitelik kazandı. Erdoğan bizzat sahada, olay tüm Türkiye’den naklen izlenmekte: İmamoğlu, “muhalif siyasi bloğun karizmatik ve birleştirici lideri” olmanın ötesinde, karşı tarafla eşit ağırlık sahibi bir iktidar adayı kimliği ile tanınırlığını arttıracak.

Seçilmesi ile seçilmemesi arasındaki temel fark, belediye başkanlığını bir tür toplumun gözü önünde duracağı bir tür başkanlık stajı olarak geçirmek ile bu imkana sahip olmamak arasındaki fark. Kaybederse, kendisi için gözönünde kalacağı uygun bir başka bir icracı konum bulunacaktır. Sonuçtan bağımsız, varlığı ve ağırlığı ile iki bloklu bir yeni rejim denkleminde, terazinin karşı kefesini dengeleyen bir rol modeli olarak duracak ve ağırlığı ile siyaset sahnesinde yerini alacak.  Zihinlerde iki bloğu dengeleyecek.

Sorun şu ki iki blok, mevcut halleri ile çok farklı niteliklerde: İktidar bloğu sosyo-kültürel ve siyasal olarak hayli homojen. Bu anlamda daha sorunsuz. Ne kadar bölünse de toparlanmayı becerebileceğini Erdoğan ile öğrendi, bu örnek her zaman önünde duracak. Muhalefet bloğu ise alabildiğine heterojen ve devlet stratejisinin püf noktası, tam da bundan ibaret. İki bloklu siyaset dizaynı, Kürt, kadın, LGBT, emek, hareketlerini; her türlü özgürlükçü nitelikteki sol, Müslüman, liberal duruş ve akımları seküler ulusalcı politikaya kilitlemek, sözcüğün en soy anlamı ile onlara zimmetlemek anlamına geliyor. Şer’i hukuğun zımni statüsünden hiç farklı değil, bu kesimlerin hayat hakkının siyasi cizye karşılığı güler yüzlü seküler milli bloğa emanet edilmesi. Tüm bu hareketlere “Eğer bu ülkede asgari düzeyde varolmak istiyorsanız zimmetlendiğiniz yerde edebinizle durun, size söz düştüğü kadar konuşun, size tahsis edilecek alanların dışına taşmayın ve herşeyden önemlisi milli amentüye biatı es geçmeyin” ve “Kuralları doğru uygularsanız İmamoğlu gibi uygun adaylar çıkardıkça çoğunluğu elde edebilir, onların öngöreceği ölçüde iktidardan pay sahibi bile olabilirsiniz” denmiş oluyor.

Başkansı rejimin ebedi tek adam versiyonu, benzer bir şeyi sağlamaya artık muktedir değil, istese de beceremez. Barış sürecinden Gezi’ye, oradan 2015 Haziran seçimlerine son krediler harcandı ve bitirildi. Bu noktada çıkışı aklınca devlet veriyor, YSK eliyle gösteriyor. Erdoğan’dan -ikili bir düzene geçmek üzere- kurtulmak bir kabus senaryosu mu ? Üçüncü yol alternatifi yok değil. Amerikan Yeşiller Partisi ile örnekleyelim: Yıllardır milyonlar mertebesinde seyreden oylarına rağmen iki bloklu düzen içinde sıfırlanarak görünmezleşen bu parti, düzenli olarak Demokratların oybölücüsü ve sağın seçim kazandırma aracı olarak suçlanır durur. Şeytanla yemeğe oturanın kaşığı uzun olmalı. Kaşığı nasıl uzatmalı sorusuna hazır reçete yok, ama düşünmeye değer, Erdoğan / İmamoğlu düzeninde başka şans zaten olmayacak. Devamı, burdan.

(Yeşil Gazete)

Türkiye’den Akdeniz’e her yıl 110 bin ton plastik atık karışıyor

WWF: Akdeniz’e her yıl 600 bin ton plastik atık karışıyor. Bunun 110 bin tonu Türkiye’den geliyor. Bölge ülkelerinin ürettiği,  yılda 24 milyon plastik atığın sadece yüzde 16’sı geri dönüşüme tabi tutuluyor.

Akdeniz sularına her yıl 600 bin ton plastik atık karışıyor. Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) 22 Akdeniz ülkesinin plastik atık yönetimini incelediği raporu 7 Haziran’da yayımlandı. WWF’nin Dünya Okyanus Günü dolayısıyla yayımladığı raporda, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Akdeniz ülkelerinin plastik atık karnesi çıkartıldı.

Akdeniz’de bölge ülkeleri her yıl 24 milyon ton plastik atık üretiyor. Bu atıkların yüzde 42’si yakılıyor, yüzde 14’ü gömülüyor ve sadece yüzde 16’sı geri dönüşüme kazandırılıyor. Atıkların yüzde 28’i ise hiçbir işleme tabi tutulmuyor (açık alanda, doğada bırakılıyor).

WWF’nin tahminlerine göre, her yıl doğaya terk edilen plastik atıkların 600 bin tonunun yolculuğu Akdeniz’e kadar uzanıyor. Bu rakam dakikada 33 bin 800 plastik şişenin denize atılmasına tekabül ediyor. Akdeniz’deki plastik atıkların yüzde 20’si ise deniz ticareti ve balıkçılık kaynaklı.

Akdeniz yüzeyinde hali hazırda 247 milyar plastik parçanın bulunduğu tahmin ediliyor. Uzmanlar, eğer önlem alınmazsa bu rakamın 2050’ye kadar dört katına çıkacağı uyarısında bulunuyor.

Türkiye, Mısır ve İtalya ile birlikte, bölgede işlenemeyen yıllık 6.6 milyon ton plastik atığın yaklaşık üçte ikisini oluşturuyor. Akdeniz bölgesinde atık yönetimi dışında kalan plastik çöplerin yüzde 43.1’i Mısır’da, yüzde 19.1’i Türkiye’de, yüzde 7.6’sı ise İtalya‘da. Bu üç ülkeyi Cezayir ve Fas takip ediyor.

Mısır’da doğaya terk edilen plastik atıkların yaklaşık 250 bin tonu Akdeniz’e karışıyor. Türkiye’de bu rakam 110 bin, İtalya’da ise 40 bin.

Sahillerine en çok plastik atık vuran ikinci ülke Türkiye

Akdeniz sahilleri de denizdeki çöpten olumsuz etkileniyor. Kıyı şeridinde kilometre başına günlük ortalama 5 kg plastik atık vuruyor. Dalgaların kıyılarına en çok plastik atık taşıdığı ülke 12.6 bin ton ile İtalya. Türkiye 12.1 bin tonla sahillerine en çok plastik atık vuran ikinci ülke konumunda.

Çöplerin Akdeniz’e ulaştığı noktaların başında Ceyhan ve Seyhan havzaları var

Rapora göre plastik atıkların denize ulaştığı noktaların başında Ceyhan ve Seyhan havzaları geliyor. Bu bölgeden günde kişi başı ortalama 31.3 kg plastik atık Akdeniz’e karışıyor. Listenin ikinci sırasında 26.1 kg ile İspanya’dan Barcelona, üçüncü sırasında 21 kg ile İsrail’den Tel Aviv yer alıyor. İzmir ise 7.2 kg ile Akdeniz’i en çok kirleten şehirler listesinin sonunda bulunuyor.

Bölge ülkelerinde her yıl toplam 2.8 milyon ton plastik atık doğaya terk ediliyor. 1.3 milyon ton plastik çöpün doğada bırakıldığı Mısır bu alanda ilk sırada yer alırken, Türkiye 0.8 milyon ton ile ikinci sırada yer alıyor. Kişi başı rakamlar dikkate alındığında ise ilk iki sıra Fas ve Libya’nın.

Plastik atıklar doğayı, toplumu ve ekonomiyi tehdit ediyor

Akdeniz bölgesinde yaşayan insanların gıdalarında ve içme sularında bulunan mikroplastik oranı her yıl artarken, Akdeniz’deki ekosistem de plastik kirliliğinden dolayı tehdit altında. Özellikle denizde terk edilen ağların da etkisi hesaplandığında, plastik kirliliğinden deniz kuşlarının yüzde 35’i, balıkların yüzde 27’si, deniz memelilerinin yüzde 13’ü, deniz kaplumbağalarının ise yüzde 5’i zarar görüyor.

Akdeniz bölgesinde turizm sektörü plastik atıklardan dolayı her yıl ortalama 268 milyon euro kaybediyor. Deniz endüstrisinin yıllık kaybı 235 milyon euro, balıkçılık sektörünün ise 138 milyon euro.

Bu filmler başka yerde yok

Bu yıl 15-20 Haziran’da 12. yılını kutlayacak olan Documentarist İstanbul Belgesel Günleri, sinemaseverlerin başka yerde bulamayacağı filmleri İstanbul’a taşıyor. Türkiye’den geniş bir belgesel seçkisinin sunulacağı programda konuk ülke Sudan, Onur Konuğu ise İngiliz belgesel ustası Sean McAllister. 

15-20 Haziran’da 12. yaşını kutlamaya hazırlanan Documentarist, bu yıl da dünya gündeminin nabzını belgesellerle tutan bir program sunacak. Documentarist 12. İstanbul Belgesel Günleri’nde şu günlerde isyanlarla sarsılan Sudan’a özel bölüm ayrıldı. Konuk Ülke Sudan bölümünde bu sene Berlinale’de en çok alkışlanarak ödüller alan filmlerden “Ağaçlardan Bahsetmek” (Talking About Trees) başta olmak üzere, aynı belgeselde bahsi geçen Sudan Film Grubu’nun 1970 ve 80’lerde üretiği filmlerden bir seçki restore edilmiş kopyalarıyla sunulacak.

Her yıl Türkiye’de tanınmayan bir belgesel ustasını ağırlamayı misyon edinen Documentarist’in bu seneki Onur Konuğu ise İngiliz belgeselci Sean McAllister. İşçi kökenli bir aileden gelerek kendi kendine sinemayı öğrenmiş ve kamerasını daha çok alt tabaka bireylerine yöneltmiş olan McAllister’ın, son filmi “Kuzeyli Bir Can” (A Northern Soul) dahil, Sundance gibi festivallerde ödül almış belgesellerinden bir seçki, Documentarist haftası boyunca İstanbul seyircisiyle buluşacak. Yönetmen festival kapsamında ayrıca “Karakterle İçli Dışlı Belgesel Yapma Sanatı” başlıklı bir sinema dersi verecek.

Documentarist 2019’un 30’dan fazla filmin seçildiği Türkiye Panorama bölümü, ülkemizin bağımsız belgesel üretiminin genel panoramasını sunarken, bunların yarısı yeni yönetmenlerden geliyor. Her sene verilen Johan van der Keuken Teni Yetenek Ödülü bu yönetmenlerden birine gidecek. JvdK Yeni Yetenek Ödülü Jürisi’nde bu sene Pınar Selek, Emine Yıldırım, Hüseyin Karabey, Liliana Dulce Marinho de Sousa ve Taylan Mintaş yer alıyor.

Festival Uluslararası Eleştirmenler Federasyonu FIPRESCI’nin jürisini de bir kez daha ağırlayacak.  Yaratıcı belgeselin dünyadaki en taze örneklerinin sunulduğu Eleştirmenler Ödülü Adayları bölümündeki filmleri değerlendirecek olan FIPRESCI jürisi Polonya’dan Anita Piotrowska, İsveç’ten Alexandra Enberg ve Türkiye’den Seray Genç‘in oluşuyor. Bu bölümdeki filmler arasında Heddy Honigmann’ın “Buddy”, Anja Kofmel’in “İsviçreli Chris” (Chris the Swiss), Marwa Zein’in “Hartum Ofsayt” (Khartoum Offside), Janus Metz ve Sine Plambech’in “Gönülçelen: Değişik Bir Aşk Hikayesi” (Heartbound: A Different Kind of Love Story) gibi dünya festivallerinde ses getirmiş belgeseller yer alıyor. Aynı bölümde Ilana Navaro’nun “Josephine Baker: Bir Uyanış Hikâyesi”, Martin Klingenböck ve Helin Çelik’in “Rüzgarın Götürdüğü” (What the Wind Took Away), Delphine Minoui’nin “Daraya: Bombalar Altında Bir Kütüphane” (Daraya: A Library Under Bombs) adlı filmleri de Türkiye’de ilk kez seyirciyle buluşacak.

Documentarist 12. İstanbul Belgesel Günleri’nin en özel bölümü ise çocuklar ve gençlere dair: Sekiz filmden oluşan Çocuklar Büyürken bölümü, dünyanın dört bir köşesinden ‘büyüme’ hikâyelerini bir araya getiriyor. Uluslararası Panorama bölümünde ise Gürcistan’dan Filistin’e, Rusya’dan Romanya’ya, Ermenistan’dan Avustralya’ya uzanan geniş bir coğrafyadan filmler toplanıyor. Kuir Belgeseller seçkisinde ise LGBTİ+ bireylerinin varoluş ve hak mücadeleleri perdeye yansıyor.

Festivalin gelenekselleşen bölümlerinden olan, bu yıl 12 filmin toplandığı Canlandırma Belgeseller ise, belgesel türü ile animasyonun ortaklığından türeyen sinemasal yaratıcılığa tanıklık ediyor. Bu bölümün küratörleri Tomaş Doruşka ve A. Nazlı Kaya, festival kapsamında yine üç günlük bir Canlandırma Atölyesi düzenleyecek. Doğa Kılcıoğlu da bir günlüğüne Çocuklarla Stop Motion Atölyesi gerçekleştirecek.

12. Documentarist’in yan etkinlikleri arasında iki önemli forum düzenlenecek: Çocuklar İklim Krizini AnlatıyorAçık Forumu‘nda Türkiye’de iklim boykotu için bir araya gelen çocuklar hedef ve yöntemlerini paylaşırken, sinemacıların katılımıyla gerçekleşecek Sansürle Mücadele Forumu‘nda ise son dönemde özellikle belgeselcilere yönelik baskılara karşı ortak mücadele yöntemleri masaya yatırılacak. Ilana Navaro ise Josephine Baker’i konu alan kendi filmindeki deneyimlerden yola çıkarak Belgeselde Arşiv Kullanımı üzerine bir sunum yapacak.

Film gösterimleri Aynalı GeçitVault34/Yeşilçam Sineması ve Kadıköy Sineması‘nda, yan etkinlikler ise Yapı Kredi Kültür Sanat‘ta gerçekleşecek.

Bilgi için: [email protected]