‘Plastik üretirken ve onu tüketirken salınan sera gazı sonucu değişen iklim, yağış rejiminde değişikliğe, bunun sonucunda meydana gelen seller de karasal ortama terkedilen plastikleri denizlere taşıyarak deniz kirliliğine neden oluyor.’
CIEL yani Uluslararası Çevre Hukuku Merkezi geçtiğimiz günlerde bir rapor yayınladı. Rapora göre iklim krizinin önemli nedenlerinden biri de plastik üretimi ve tüketildikten sonra bertaraf için yapılan yakma işlemi. Buradan da sürekli tekrarladığımız gibi plastiklerin neredeyse %99’u petrol türevli ve bugüne kadar üretilen plastiklerin de yaklaşık %12’si yakılarak imha edilmiş. Her iki durumda da ciddi bir sera gazı emisyonu söz konusu. CIEL’in raporunda da bu gerçeklerden hareketle 2019 yılında plastiğe olan bağımlılığımızın atmosfere 850 milyon ton sera gazı salınmasına neden olacağı öngörülüyor. Bu miktar yaklaşık 189 kömürlü termik santralin saldığı sera gazına eşdeğer. Aynı raporda bu değerin 2050 yılında 2.8 milyar ton sera gazına ulaşacağı tahmin ediliyor. Bu da yaklaşık 615 kömürlü termik santralin ürettiğine eşit. Aslında plastiğin iklim krizine olan katkısı sadece bununla sınırlı değil. 2018 yılında yayınlanan bir çalışma, plastiklerin doğaya terk edildiklerinde, ortamdaki metan gazı miktarını artırdığını ortaya koymuştu. Metan gazı da bildiğiniz gibi sera etkisi olan bir gaz. Her ne kadar ilgili çalışmada ortaya konulan metan gazı salımı düşük miktarda da olsa, üretilen plastikler ve bunların doğaya terk edilen miktarı düşünüldüğünde ortaya çıkacak metan gazı kayda değer hale gelebiliyor. Ortada ciddi anlamda tehlikeli bir malzeme söz konusu.
Son zamanlarda özellikle plastiğin zararları ve etkileri üzerine çalışan bilim camiasında, plastiklerin canlıların sağlığı üzerindeki etkisinin tam olarak belli olmadığı üzerine ciddi tartışmalar mevcut. Ancak plastiğin bu şekildeki yan etkileri bu tartışmalarda es geçiliyor gibi. Yani plastiği yemek zorunda kalan bir canlının o anda ölmemiş ya da nasıl etkilendiği tam olarak henüz açıklanamamış olsa da o plastiğin üretimi, transferi ve bertarafı esnasında meydana gelen etki, çoktan kendini gösteriyor bile. Nasıl mı, işte raporda da belirtildiği gibi; iklim krizi yaratarak.
Aslında iklim krizi ile plastik kirliliği arasında neden sonuç ilişkisi mevcut. Şöyle ki plastik üretirken ve onu tüketirken salınan sera gazı sonucu değişen iklim, yağış rejiminde değişikliğe, bunun sonucunda meydana gelen seller de karasal ortama terkedilen plastikleri denizlere taşıyarak deniz kirliliğine neden oluyor. “Plastik kapanı” tanımlaması aslında tam da bu durumu ifade ediyor. Daha önce de değindiğimiz bir çalışmamıza yeri gelmişken tekrar değinmekte fayda var.
Çünkü direkt olarak iklim değişikliği ile plastik kirliliği arasındaki neden sonuç ilişkisini ortaya koyması açısından önem arz ediyor. 2016 yılı sonunda Akdeniz Bölgesi’nde meydana gelen aşırı yağışlar ciddi sel olaylarına yol açmış ve büyük miktarda karasal çöpün denize taşınmasına neden olmuştu. Bu çöplerin önemli bir bölümü de plastiklerden oluşuyordu. Bu sel ile Mersin Körfezine taşınan mikroplastikler, denizel ortamdaki mikroplastik miktarını yaklaşık 14 kat arttırmıştı. Yani plastiğin üretilmesi ile oluşan sera gazlarının da katkısıyla değişen iklim, aynı plastiklerin bir ortamdan başka bir ortama taşınmasına neden olan seli meydana getirmiş ve plastikler de sonsuza kadar kirletici olarak denizel ortama hapsedilmişti.
Sonuç olarak plastik üretirken de tüketirken de iklimin değişmesine ciddi anlamda katkı sağlıyoruz.
ABD’deki eşcinsel hakları için bir dönüm noktası olan Stonewall ayaklanması, isyancıların beklentilerini de aşarak gelecek nesillerin hayatını şekillendirecek bir harekete yol açtı.
50 yıl önce New York‘taki sıcak bir gecede yarım düzine kadar polis memuru mafya tarafından yönetilen bir eşcinsel barına baskın düzenlediğinde, bunun gelecek nesillerin hayatlarını şekillendirecek bir harekete yol açacağından habersizlerdi.
Mark tek bir taş bile atmadı. Polis memurlarına karşı çıkmadı. Ancak belki de kurşun kadar etkili bir şeyi vardı: Tebeşir
Stonewall Inn barının dışında kaos yaşanıyor, polise bozuk para ve şişeler atılıyordu.
Evsiz genç, yukarıya doğru yürümeye başladı ve kaldırıma 3 kelime yazdı. Sonra aynısını yolun daha yukarısındaki tuğla duvara da yaptı.
3 kelime: Yarın gece Stonewall
Stonewall ayaklanması ABD’deki eşcinsel hakları için bir dönüm noktasıydı
Mark tarafından yazılan bu basit mesaj, Marty Robinson‘ın gelişmeleri yayma, kendiliğinden başlayan bu başkaldırıyı daha büyük bir eyleme dönüştürme girişimiydi.
Bundan bir saat önce polis Greenwich Village semtindeki barı bir haftada ikinci kez basıyordu. Ancak bu sefer bir Cuma gecesi saat 01.00’de, tam da kalabalık olduğu sırada.
Yaklaşık 200 müşteri – lezbiyenler, eşcinsel erkekler, trans bireyler ve travestiler ve evden kaçmış gençler – Christopher sokağına atılmışlardı.
Kalabalık, güvenlikleri için içeriye saklanmış polislere saldırıyordu. Eşcinseller polisten kaçmaya alışkındı ancak bu sefer, saldıran onlardı, kaçanlar ise üniformalılardı.
Eşcinsel hakları hareketi o gece başlamadı ama ilerleyen saatler ve günlerde olacaklarla güçlenecekti. Ve o zamandan sonra atılan bütün adımlar, örneğin eşcinsel evliliklerinin yasallaşması ve daha hoşgörülü bir toplum, polisle çatışan gençlere ve sonrasındakileri organize eden eylemcilere borçlular.
1960’ların ABD’sinde eşcinsel erkek ve kadınlar yasa dışıydı, gizlilik ve korku içerisinde yaşıyorlardı. Doktorlar tarafından kaçık, dini liderler tarafından ahlaksız, hükümet tarafından iş göremez, televizyoncular tarafından yağmacı, polisler tarafından suçlu olarak etiketleniyorlardı.
Peki onları 28 Haziran 1969’da aniden karşı koymaya teşvik eden neydi?
Yıllar süren dışlanma
Ayaklanmanın olduğu dönemde, erkek ya da kadınların kendi arasında, rızaya dayalı cinsel ilişki ABD’nin Illinois eyaleti haricindeki bütün eyaletlerinde yasa dışıydı.
Eşcinseller federal hükümet ya da orduda çalışmıyorlardı ve cinsel tercihinizi açıklamanız, sizi hukuk ya da tıp gibi pek çok meslekten mahrum edebilirdi.
New York eyaletindeki kanunlar, ABD’nin pek çok eyaletinden eşcinsel kadın ve erkeğin New York’a taşınmasına rağmen – belki de tam da bu yüzden – özellikle yüksek cezalar öngörüyordu.
Her yıl binlerce kişi “doğanın gereğine karşı suçlar,” suç işlemeye teşvik ya da gayriahlaki davranışlar gerekçesiyle gözaltına alınıyordu. Ne giydiğiniz bile polisle başınızın derde girmesine yol açabiliyordu – cinsiyetinize uygun görülen üç parça kıyafetten azı, sizi kelepçeletebiliyordu.
Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Profesör William Eskridge, eşcinsellerin bunu engelleyecek siyasi gücü olmadığı için, çok fazla öfkenin olduğunu söylüyor: “Tutuşmayı bekleyen dinamit fıçısı gibiydi.”
Genç eşcinsellerin siyasilere mektup yazmak ya da imza kampanyası düzenlemek istemediğini, savaş karşıtı ya da siyahilerin veya kadınların eylem yollarını seçtiğini anlatıyor Profesör Eskridge: “Sokağa dökülün ve olay çıkarın. Saldırın, saldırın, saldırın.”
Stonewall Inn, ayaklanmadan bir hafta sonra ve 2009’da.
Onlara barlar ya da gece kulüpleri de sığınak olamıyordu.
New York kentinde alkol satışına yönelik yasalar, eşcinsel erkek ve kadınlara alkol satmayı, mekanın “uygunsuz” bulunmasına ve kapatılmasına yol açabilecek şekilde yorumlanıyordu.
Aynı cinsiyetten biriyle dans etmek “ahlaksız davranış” olarak görülebiliyordu.
Şehirdeki eşcinsel barlarına yönelik baskınlar 1960’ların başında başladı.
Mafya bunun üzerine bu barların idaresini üstlendi, su katılmış içkilere daha fazla para isteyerek ve yetkililere rüşvet vererek.
Mafyanın bu sömürüsüne rağmen, Stonewall Inn’in yöneticileri burayı LGBTİ topluluğunun kendilerini ifade edebilecekleri ve duygusal yakınlaşmada bulunabilecekleri, bir nevi nadir bulunan sığınak olarak görüyorlardı. Sadece burada bir dans pisti bile vardı.
1969’un yazında, belediye başkanlığı seçimlerinden hemen önce, Stonewall açık bir hedef haline geldi ve baskınların sıklığı arttı.
Suçlular tarafından idare ediliyordu ve lisanssız alkol satıyordu. Mafyanın zengin müşterilerine şantaj yaptığına dair dedikodular da vardı.
Ancak polis binaya geldiğinde, neye giriştikleri hakkında hiçbir fikirleri yoktu – sadece yakın dönemde meydana gelen baskınlar nedeniyle değil, aynı zamanda düzenlenen saldırılar nedeniyle de oluşan mağduriyet hissi aşikardı.
Yazın en sıcak gecesinde alev alması için tek bir kibrit gerekiyordu.
‘Geri saldırıyorduk’
Aralarında New York Polis Departmanı’nın kamu ahlakı bölümünde çalışanların da olduğu yaklaşık altı polis memuru bara girdi. Müşteri gibi görünen meslektaşları çoktan içerideydi.
Işıklar yandı, müzik durdu ve polis insanlardan dışarı çıkarken kimliklerini göstermelerini istedi. O zamanlar 23 yaşında olan Robert Bryan, ilk başta atmosferin festival havasında olduğunu söylüyor. Olay yerine baskından hemen sonra varmış. “Gülüşmeler ve şakalaşmalar vardı. İnsanlar barın dışına poz ve selam vererek çıkıyorlardı.”
O zamanın haberlerine göre, lezbiyen müşterilerin bazıları erkek polis memurları tarafından barda taciz edildi ve aşağılandı. Bardan çıkan lezbiyen bir kadının polis tarafından sertçe arabaya bindirilmek istenmesiyle atmosfer değişti. Küçük demir paraların atılmasıyla başlayan protestolar, taş ve şişelerin atılmasıyla sürdü.
Stonewall New York’taki eşcinseller için bir sembole dönüştü.
Bryan bir polise tekme atma teşebbüsü sonrasında kovalanırken, polisin bara girerek, eline geçirdiği herkesi dövmeye başladığını anlatıyor.
Döndüğünde polisin binada kıstırılmış olduğunu söylüyor ki sonradan polislerin anlattıklarına göre öldürülmekten korkmuşlar. Polislerin sayısı bir el kadardı. Dışarıda ise yüzlerce protestocu toplanmıştı.
Bryan, “Yoğun duyguların yaşandığı, adrenalin dolu bir andı, tamamen akıldışı” diyor. “Tanrı biliyor ki yalnız olsaydım asla bir polise tekme atamazdım. Sonunda karşı koyuyorduk ve bu beni heyecanlandırıyordu.”
Çevik kuvvet polisi meslektaşlarını kurtarmak için geldi, ancak şiddet bir süre daha devam etti. En az 1 polis memuru başından aldığı yara nedeniyle hastaneye kaldırıldı. 13 eylemci gözaltına alındı.
Yakınlardaki bir sokağın ismi ayaklanmayı anmak için değiştirildi.
Bir sonraki akşam ise daha büyük bir kalabalık vardı – Marty Robinson’ın tebeşirinin faydası olmuş olabilir, ancak gün içerisinde broşürler de dağıtıldı.
Bu sefer daha da şiddetliydi ve polis de biber gazı kullandı. Çöp kutuları ateşe verildi ve polise atıldı. Protestolar dört gece daha bu şekilde devam etti.
Ayaklanma sonlandığında akıldaki soru şuydu: Şimdi ne olacak?
Özgürlüğe ilk adımlar
25 yaşındaki Martha Shelley ayaklanmadan tam bir ay sonra Stonewall yakınlarındaki bir parkta bulunan bir çeşmenin üzerine tırmandığında, hayatından endişe etti. Ama birkaç yüz kişiden oluşan kalabalığa önemli bir mesajı vardı – gölgelerden çıkıp, güneş ışığında yürümek.
Şimdi 75 yaşında olan Shelley o güne dönüp baktığında, “Ürkütücüydü” diyor. “Vurulabileceğimin farkındaydım.”
Onun çağrısından ve Marty Robinson’ın coşkulu konuşmasından sonra hep birlikte, el ele ve slogan atarak, Stonewall Inn’e yürüdüler. Oraya vardıklarında, kalabalıktan dağılmalarını istedi. Daha fazla şiddet olaylarının yaşanmasından korkuyordu.
Bu, New York’ta eşitlik talep eden eşcinsellerin ilk kez özgür bir şekilde yürümesiydi.
Barın yakınına Stonewall Ulusal Anıtı dikildi.
Stonewall’dan önce aktivistler topluma uyum sağlamaya ve gemiyi sarsmamaya çalışıyorlardı. Ancak ayaklanmadan sonra, nazik ricalar öfke dolu taleplere dönüştü. Shelley ve Robinson tarafından düzenlenen yürüyüş, bir sonraki yıl düzenlenecek ilk onur yürüyüşü kadar tarih kitaplarında yer almıyor, ancak önemi çok büyük. İlk cesaret verici adım atılmıştı.
Organize olmak
Bu yeni atmosfer en iyi Stonewall’un yol açtığı en önemli itici güçte vücut buldu: Eşcinsel Kurtuluş Cephesi (GLF), birkaç hafta içerisinde kuruldu. Tek bir varlıktan ziyade daha çok grupların gevşek bir birlikteliği gibiydi.
İsim, Vietnam’daki Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne bir göndermeydi. Shelley, “Sonrasında organize olmasaydık, bu ayaklanma hiçbir işe yaramayacaktı” diyor.
Eşcinsel Kurtuluş Cephesi sadece birkaç yıl varlık gösterdi ancak o dönem mücadele edilecek bir dizi meseleyi ele alarak büyük bir başarı gösterdi.
Shelley, “En önemlisi kendi bedenin üzerinde kontrolü sağlamaktı” diyor.
“Bu, özgür cinselliği, kadınların üreme haklarını, hapse girmeden uyuşturucu almayı ve ekonomik özgürlüğü” kapsıyordu. Irkçılık karşıtlığını da bunlara ekliyor.
Ve bu özgürlükler de ırk, din ya da vatandaşlık durumu farketmeksizin herkese uygulanmalıydı.
(Eşcinsel Kurtuluş Cephesi üyeleri, Greenwich’te polis barikatı altında.)
GLF, Kara Panterler gibi dönemin başlıca isyancı örgütleriyle ittifaklar kurdu. Üyeleri ilk Onur yürüyüşünü organize etti ve Shelley’nin sokaklarda sattığı “Come out!” adlı bir gazete çıkarttı.
GLF toplantıları kaotikti ve atılması gereken adımlar konusunda derin görüş ayrılıkları vardı. Ancak örgütün kurulmasıyla yeni bir dönem başladı ve Gay Aktivistler İttifakı (GAA) ile Shelley’nin de kurucu üyelerinden biri olduğu radikal lezbiyen grup Lavender Menace‘a giden yol açıldı.
Bir yıl sonra GLF Londra’da da kuruldu ve hareket küresel bir kimlik kazandı.
İlk Eşcinsel Onur Yürüyüşü
Şu anda dünya genelinde çok sayıda Onur eylemi yapılıyor. Ancak başlangıç çok mütevazı olmuştu. Ellen Broidy, Stonewall’dan kısa süre sonra, akşam yemeği yiyen üç arkadaş olarak hak talebiyle daha radikal bir yürüyüş yapma fikrini konuştuğunu anlatıyor.
Christopher Street Kurtuluş Günü, Stonewall’dan tam bir yıl sonraydı ve Greenwich Village’ta başlayıp, Altıncı Cadde’den Central Park’a giden 51 blok boyunca sürdü. 3 ila 15 bin kişinin katıldığı belirtiliyor.
Broidy, en heyecan verici şeyin, yol üzerinde katılan insanların sayısı olduğunu söylüyor.
“Ana mesaj ‘Buradayız, eşcinseliz, buna alışın’dı. Ama daha fazlasını hissettim. Devrimdeki rolümüzü oynuyorduk.”
“Ordu’da görev alma hakkı ya da evlenebilmek için yürüdüğümüzü düşünmüyorum. Yani hukuki değişikliklerden çok, baskı sistemlerini yok etmekle ilgiliydi.”
Şiddet yaşanacağından o kadar eminlerdi ki, bazıları savunma sporları dersleri aldı. Ama şiddet olmadı. Kısa süre içinde diğer kentler de aynısını yaptı ve Londra’daki ilk etkinlik iki yıl sonra yapıldı.
Broidy “Doğal ve gerekliydi. İlk olarak 1970’de New York’ta olmasaydı, Londra’da ya da Madrid’de ya da Mexico City’de olmazdı” diyor.
Bugün siyasi mesajı yine ortada ama Onur etkinlikleri şu anda eşcinsel kültürünün müzik ve şirketlerin sponsorluğunda kutlanması gibi bir şey oldu.
Broidy, bazı şeylerin kaybedilmiş olabileceğini düşünüyor.
“Bence karnaval arabaları, Citibank ya da American Airlines olmadan daha güçlü bir etkinlik olurdu. Evet bir ilerleme var ama kapitalist bir pazarda” diye konuşuyor.
Kazanılanlar
İlk Onur yürüyüşünden sonra, ilerleme hızı arttı. Sonraki on yılda gay ve lezbiyenlere yönelik kısıtlamalar kaldırıldı ve tıp bilimi, eşcinsellerin psikiyatrik tedaviye ihtiyacı olduğu yönündeki, uzun süredir koruduğu görüşünü değiştirdi.
1977’de Harvey Milk, San Fransisco’da ABD’nin ilk seçilmiş açık eşcinsel yetkilisi oldu. İki yıl sonra Washington’a yapılan ulusal yürüyüşte 100 bin kişi yer aldı.
Eşcinsel ilişkiye ceza veren yasalar 1980’lerde iptal edildi ve eşcinsellik uygulamada yasal oldu. Ancak eşcinsel evlilik 2015’te federal düzeyde tanınan bir hak oldu.
2019’da hala kat edilmesi gereken bir mesafe var. Eşcinseller yine birçok eyalette işten kovulabiliyor.
Hak savunucuları Trump yönetiminin, uğruna mücadele verilen özgürlükleri geri alarak, ülkeyi geriye götürdüğünü de söylüyor.
Ancak ilk açık eşcinsel başkan adayının ortaya çıkması, gelişmenin sürdüğüne işaret ediyor.
Aslında bu alanda kat edilen mesafenin en iyi göstergesi, Pete Buttigieg‘in alışılmadık soyadı ve Norveççe bilmesinin, cinsel yöneliminden daha fazla merak uyandırmış olması.
O gece polisle çatışan ya da sokakta yürüyen hiç kimse, bu gelişmeyi tahmin edemezdi.
Bu nedenle, “Stonewall: Eşcinsel Devrimini Ateşleyen İsyan” kitabının yazarı David Carter, “o gece mafyanın elindeki o bara yapılan polis baskınıyla nelerin ortaya çıktığını durup düşünmek gerektiğini” söylüyor: “İnsanlık tarihinde, bu kadar kendiliğinden olan bir eylemin, insanlık tarihinin gidişini bu kadar iyi yönde etkilemesi çok beklenmedik ve nadiren görülen bir şeydir.”
‘Aslında herkes geriye dönüp baktığında, bugün İstanbul’da bir devri değiştiren demokrasi cephesinin başlangıcını Gezi’de ve toplumu Gezi’ye taşıyan itirazlarda görebilir.’
Gezi davasında yargılanan arkadaşlarımızdan, Gezi Direnişi döneminin, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman, iki gün süren duruşmanın ilerleyen saatlerinde, mahkeme arasında bana bakıp gülerek “Melda sıkılmadın mı daha” diye takıldı. “Hayır” dedim, gerçekten sıkılmamıştım. Yani orada iki tam gün bekleme zorunluluğum yoktu, ama duruşmalar vatandaş-yargı-devlet ilişkilerini izlemek için en mükemmel ortamlardır. Milletvekilliğimde en zengin bilgileri, duruşmaları izleyerek edinmiştim. Ülke meselelerine meraklı olanlara tavsiye ederim.
Bugün kendisi de yargılanan cemaat yargısının raflarından alınmış bir kumpas dosyası olduğu ayan beyan olan Gezi İddianamesi, aslında beş benzemez diyeceğimiz insanlar topluluğunu bir torbada “ağırlaştırılmış müebbetle” yargılıyor. İlla ki her birinin Gezi Direnişi ile bir ilişkilendirilme durumu var ama hepsi birbirinden farklı ve dayanaksız nedenlerle.
Peki niye bu dosya?
“Suç olmayan suçlar” tanımı ile yargı tarihine geçecek ve hukuk öğrencileri için belki bir gün bir sınav sorusu olacak iddianame, aslında ilk günden tüm savunmalar tarafından çürütülmüştü. Bu iddianame ile çelişecek şekilde daha önce pek çok Gezi ilintili davanın takipsizlik ya da beraat ile sonuçlanması, bu iddianameyi hazırlayanların kendi tabirleriyle “fetöcü” çıkmaları, o gün Gezi Direnişçilerine saldıran kolluk kuvvetlerinden bazılarının 15 Temmuz darbe girişiminde aktif rol oynamaları dahi bu davanın açılmasına engel olamadı. Avukat Turgut Kazan, “Cemaat istihbaratı herkes için deliller toplamış, dosyalar oluşturmuştu. Bu aleyhte, hukuksuz izlemeler, dinlemeler ile oluşturulmuş dosyaları 15 Temmuz sonrası sahiplerine teslim ettiler. Benim de bir fotoğrafımı çekmişler mesela müvekkillerimle…” diye anlatırken “İyi de peki bu dosyayı niye bıraktılar ve 4 yıl 10 ay sonra davaya dönüştürdüler?” diye soruyordu haklı olarak. O da aynı şeyi düşünüyordu. Yukarılarda bir yerde Gezi öfkesi dinmemişti.
Haklı… Çünkü aslında herkes geriye dönüp baktığında, bugün İstanbul’da bir devri değiştiren demokrasi cephesinin başlangıcını Gezi’de ve toplumu Gezi’ye taşıyan itirazlarda görebilir.
Gezi’ye giden yol
Aslında AKP’nin “ustalık yılları” diye başlayan 2011 Haziran seçimleri sonrası, 2000’li yılların ortalarında başlatılan yıkım uygulamaları mağduriyetleri açığa çıkarmaya başlamıştı. Su, altın, maden, taş ocakları, kentsel dönüşüm, afet riski, bioçeşitlilik, pahalı mega projeler… Tüm bu terimler bugün ülkenin ekonomik sorunlarına merhem olmayan AKP uygulamalarının etiketleriydi. Her gün yeni mağdurlarını birbiri ardına ekliyordu. Köylerinden olanlar, mahallelerinden, semtlerinden olanlar, işlerinden olanlar, doğa talanı, kent talanı… Tüm bu huzursuz topluluklara bir de kadınlar, muhalifler, Aleviler, Kürtler, LGBTİ bireyler ve farklı yaşam tarzına sahip olanlar eklenmişti. Zira iktidarın sözlü saldırıları, hemen mevzuatta vücut buluyordu. Böyle böyle Gezi, yakın dönem kent tarihlerinin en büyük itiraz hareketi olarak ortaya çıktı.
Aradan altı yıl geçti. O günden bu güne Gezi öldü, bitti diye vah vah edenlerle, Gezi ruhundan kurtulduğunu sanan muktedirlerin tartışmalarıyla günler geçirdik. Oysa antropologlar, Gezi’nin ne olduğunu en az beş yıl sonra anlayabileceğimizi söylüyorlardı. Çok da doğruydu. Bakın neler oldu:
Gezi’nin Demokrasi Cephesi’ne Dönüşümü
Gezi, Taksim ömrünü tamamlamıştı ama, İstanbul’un çok çeşitli mahallelerinde Dayanışma, Platform, Savunma adı altında ruhu sürüyordu. Zaten Gezi ardından gelen bazı talan ve rant girişimleri de bu yapılarca savuşturuldu ya da kamuoyunun gündeminde tutuldu. Bir çoğu bugün hala yaşıyor.
2015 Haziran seçimlerinde ise Oy ve Ötesi’nin gerçek bir yurttaşlık hareketi olarak başlattığı sandığa sahip çıkma sorumluluğu sonucu Sandık Dayanışması ve iktidarın ilk büyük kaybı yaşandı. Devrilen barış masası, başlatılan şiddet ve bin bir oyunla gelen yeni seçimlerle ülke yeni bir evreye girdi.
Eski AİHM Yargıcı, 24. Dönem İstanbul Milletvekili Rıza Türmen’in “Bize farklılıkları gözetmeyen bir Demokrasi Cephesi lazım” konulu yazısı, bu kez “ne yapmak gerektiğini” sorgulayan salon toplantılarına evrildi. Demokrasi İçin Birlik, Önce Demokrasi, Diyalog Grubu ve daha niceleri çıktı. Sokaklar boştu ama salonlar hiç olmazsa güvenliydi.
Salon soyutluğunun içinden çıkan HAYIR Meclisleri ise 16 Nisan 2017 Referandumu’na somutlamıştı kendisini. Logoları, renkli kampanyaları, mahalle mahalle yayılan “Neden HAYIR olduğu” söylemleriyle. Yaratılan şiddet ortamında büyük büyük partileri bir araya getirmek zordu ama vatandaşlar sandıkta yine Gezi Ruhu’nu yakalamıştı. Maç oynarken kural değişti ama İstanbul ve Ankara bugünün sinyalini vermişti.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, mutsuz sonla biten bir coşku yaşandı. İnce’nin kişiliğinde, söylediklerinde yine muhalefeti buluşturan bir coşku vardı. Tıpkı Gezi’nin insanları gibi farklı ve ruhu gibi hayvanlarına ve bitkilerine duyarlıydı. İnce’nin çıtayı çok yükseğe koyup, toplumsal muhalefetin de düşüşünü bir o kadar acı hissetmesine neden olan tüm teknik organizasyon, sanki bugünkü zaferi hazırlıyordu.
Gezi’den ders almış, esinlenmiş, bu ruhu ve dili içselleştirmiş bir lider bu küskün kitlenin ilgisini çekmekte çok da geç kalmadı. Söyledikleri, vadettikleri, coşkusu aynıydı ama maçın ilk yarısında anlayacaktı seçmen doğru insan olduğunu. Ve adeta maça ikinci yarıda giren futbolcu gibi, 23 Haziran 2019’da golünü attı.
2013 Haziran’ında başlayan Demokrasi Cephesi, ona karşılık gelen adayı ile buluştu. Bugün İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun söylemi, her kesimle kurduğu eşit ilişki, bir yanda 1 Mayıs Marşı, bir yanda Yasin Suresi, kadın odaklı söylemi, sosyal projeleri ile Gezi’de talep edilenlere benziyor. Aslında birçoğu Anayasa’dan kaynaklanan ve kullandırılmayan, ihlal edilen hakları garanti ediyor.
Anayasa 8’inci Madde’den mi ibaret?
Gezi Direnişinde yargılanan bir diğer arkadaşımız Avukat Can Atalay savunmasına çok çarpıcı bir içerikle başladı. “Anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs ile suçlanıyoruz, peki Anayasal düzenden anladığınız yalnızca 8’inci Madde midir?” dedi. 8’inci Madde Yürütme Organını, Hükümeti ve yeni değiştirilmiş hali ile Cumhurbaşkanı’nın Anayasal yetkisini tanımlıyor.
Can Atalay daha sonra yanlarına isyanlarını alarak Gezi Parkı’na koşup gelen insanların ihlal edilen haklarının anayasal uzantılarını tek tek sıraladı. Ne mi onlar: Konut dokunulmazlığı, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve kanaat hürriyeti, bilim ve sanat hürriyeti, basın hürriyeti, dernek kurma hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı, mülkiyet hakkı, eğitim ve öğrenim hakkı, toprak mülkiyeti, tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında çalışanların korunması, çalışma şartları ve dinlenme hakkı, sendika kurma hakkı, grev hakkı, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, ormanların korunması, suların korunması, sosyal güvenlik hakkı… Ve daha pek çok hak.
Hepsi Anayasa’da var
Hepsi ihlal ve ihmal edildi
Hepsi Gezi’de talep edildi
Hepsi Gezi Ruhu’nu taşıyor
Hepsi İmamoğlu’nun programında var.
Bize ise, yine, sağlanan bu demokratik zeminde kavgasını vermek düşüyor.
Hikaye bu ya, “tanrıların ve insanların babası” Zeus bir gün, küçük bir Ege adası olan Kinaros’da yaşayan kardeşi Poseidon’u ziyaret ederken, Cynara adında muazzam güzel genç bir kadına rastlar. Aşık olur mu şüpheli ama Zeus bu; bir ölümlü olan Cynara’yı kendine ister ve onu bir tanrıçaya dönüştürmeyi teklif eder. Böylece genç kadın Zeus’a yakın yaşayabilecektir ve elbette, Hera şehir dışındayken birlikte olabileceklerdir. Cynara düşer bu teklife, kabul eder. Gel gör ki Olimpiya’daki hayatından kısa sürede sıkılır. Annesini özler ve bir gece, evine kısa bir ziyaret için Olimpiya’dan kaçar. Bunu “ihanet” sayan Zeus, Cynara’yı göğe fırlatır ve onu, aynı tanrıçaya çevirdiği hızda, tarlalarda yetişen en güzel çiçeklerden birine, enginara dönüştürür.
Dimdik duran, kalbini acı yaprakların arasında mor açan bir çiçeğin içinde saklayan enginara…
Fotoğraf İnstagram’dan, Ayvalık Cunda adasında, Ayna Restaurant’ın düzenlemesini çeken Füsun Ersoy’a ait
Bu arada Kinaros adasının Türkçe’de karşılığı her nedense Ardıççık! Oysa her halinden belli, Latincede s okunan c, Yunancada k sesiyle okunur, sefal/kefal gibi… Yani burası ölümlü güzel Cynara’nın (Yunanca okunuşuyla Kinara) ya da enginar, yani Cynara scolymus’un (Latince okunuşuyla sinara skolumus) adası!
Ardıçla ne alakası var?!
Hani lost in translation derler ya, tercümenin kültürü taşımakta çaresiz kaldığı durumlarda… Gerçi bu bir tercüme kaybı değil. Adını doğru koyalım. Başka türde, silen, eleyen, bağları kopartan türde bir ayıp. Biz aynı coğrafyanın, aynı tanrıların, aynı çiçeklerin çocuklarıyız.
İnatla unutmayalım.
Ardıççık (Modern Yunanca: Κίναρος Kinaros), Yunanistan’da On İki Ada’nın parçası olan bir adadır. Ada, Ege Denizi’nin doğusunda Kelemez ve İleryoz adalarının batısında yer almaktadır ve idari olarak Güney Ege bölgesine bağlı İleryoz belediyesi sınırları içerisindedir.
Enginar, hem de yabani, minik ve dikenli bir gonca haliyle, insanın en eski besinlerinden biri.
Papatyagillerden. Yani, şevketibostan ve devedikeni ile kardeş; marul, ayçiçeği, hindiba ve radika ile akraba! Her ne kadar Akdeniz bölgesinin bitkisi desek de Etiyopya’dan Mısır’a, Mısır’dan da Akdeniz’e yayıldığı düşünülüyor. Yani Yunan mitolojisiyle yaptığım giriş hakkını vermiyor enginarın köklerini tarife. Neresinden baksanız dokuz bin yıllık muhabbetimiz olan Afrika menşeyli bir çiçek, bu.
Çiçek dememi yadırgamayın lütfen, brokoli ve karnıbahar da birer çiçektir. Sahiden!
Neyse..
Kimbilir ilk kim cesaret etti ve yedi! Ama Antik Yunan ve Roma’da ve hatta hala, başta Girit olmak üzere Ege’nin tüm irili ufaklı adalarında ve İtalya’da bu diken çiçeğinin yabani versiyonunun (Cynara cardunculus) bolca tüketildiğini biliyoruz.
Homer ve Hesiod (MÖ 8’inci yy) bahçe bitkisi demeyi seçmişler. Botaniğin babası, filozof Theophrastus (MÖ 4’üncü yy) İtalya ve İspanya’da yetiştiğini kaydetmiş. Mısırlılar sağlık için yerlermiş. İçkinin ve oburluğun yarattığı yıkımı tamirde kullanılabileceğine çok erken uyanmış Romalılar ve tüm yıl yiyebilmek üzere bu lezzetli çiçeği, bal ve sirkeden oluşan bir karışımda saklamış ve kimyonla tatlandırmışlar.
Nurullah Berk, Deve Dikenleri (1977)
Ama buraya kadar aslında hep yabani enginardan bahsediyoruz. Kardon, kenger… bir dolu da adı var.
İşin tarımını başlatanlar Araplar!
Yedi bin yıl dağdan bayırdan toplayıp pişirilen bu dikenli çiçeğin tarımını yapmayı Kuzey Afrika’dan dolanıp İber adasına çıkan Araplar düşünmüş! MS 8’inci yüzyılda Mağribiler Granada’da enginar tarımını başlatırken, bir başka Müslüman grubun adı da Sicilya’nın enginarlarıyla birlikte anılmış. Konuyu zarif dili ve tartışılmaz bilgisiyle, hem de gazete makalesi kısalığında yazabilmiş bir büyüğüme de buradan hürmetlerimi ileteyim; Charles Perry.
Bu bağlamda etimolojisine de bakalım mı?
İngilizce’deki “artichoke” ve İspanyolca’daki “alcarchofa/alcachofa” kelimelerinin Latince “cynara”dan ziyade Arapça “al’qarshuf”dan türemişliği daha mümkün görünüyor. Bizim kullandığımız “enginar” ise, bulabildiğim kadarıyla, Bizans Yunancası’ndaki adı olan ἀγκινάρα (ankinára)’dan, ankinara da Antik Yunanca’daki adı olan κινάρα (kinára)’dan geliyor. Artun Ünsal İstanbul’un Lezzet Tarihi adlı kitabında enginarın halk ağzındaki bir adının da kenger-i frengi olduğunu söylüyor.
Ek bilgi; İspanyolca’ya Arapça’dan geçip oradan yolunu İngilizceye bulan kelimeler arasında lemon (limon), lime (lim), rice (pirinç) ,spinach (ıspanak), almond (badem), alcohol (alkol) ve alchemy (simya) de var!
Fevkalade!
Bizim evde tüketilen sayısız enginarın kaynağı Gömeçli üreticim, kendi tezgahının önüne totem yaptığı gibi, al bunları kurut diye eve süs niyetine de yollar
Bu arada, 16’ınca yüzyıl Avrupası’nda kadınların enginar yemesi yasakmış.
Lezzetli olduğu kadar afrodizyak diye de bilinmiş ve özellikle oğul isteyen erkeklerin bolca tüketmesi tavsiye edilmiş ama kadınlar enginardan uzak tutulmuş. Acaba bencillikten mi kadınlara güvenmediklerinden mi? Birbirinden beter cevaplar arasından birini seçmek zorunda değiliz elbette ama merak ediyor insan tabii. Neyse ki Fransa kralı 2’inci Henry ile evlenen Catherina Medici saraya beraberinde enginar getirmekle kalmayıp bu enginarlardan bir haylisini kendi tüketiyor ve bu deli saçması düzen değişiyor.
İki metreye kadar boylanıp 80 cm. uzunluğunda yapraklar verebilen enginarın, elbette Araplar tarafından kültive edilmiş halinin Osmanlı coğrafyasına geliş ve yükselişinin Seferad Yahudileri aracılığı ile olduğunu düşünürdüm. Yani, nasıl ki enginar Amerika’ya 1800’lerde göçmenler aracılığı ile taşındı; Mağrip/Endülüs etkisi diye okumaya meyilli olduğum şeker ve limona enginarı da ekleyip İstanbul’a taşımışım kafamda.
“Musevi toplumun yemek alışkanlıkları Ortaçağ’da İber- Endülüs Yarımadasının kuzeyinde, Roma etkisinde yemek pişirirken; güneyinde daha çok İslam izleri görülmektedir. Romalılar bağ kurmuşlar, zeytin ağacı dikip buğday ekmişlerdir. Araplar ise pirinç ve şekerkamışı ekmişler, badem, narenciye, patlıcan, ıspanak ve enginar yetiştirmişlerdir. Ayrıca yemeklere kimyon, tarçın, safran, karabiber gibi baharatlar ilave etme ve çift pişirme (kızartma ve ardından pişirme) alışkanlıklarını da yerleştirmişlerdir. Bu alışkanlıkların hemen hepsini sefarad mutfağında yer almış ve sürgünde yerleşilen ülkelerin kültürleriyle daha da zenginleşmiştir.”
Fakat bu yazı vesilesiyle dersimi çalışır ve bildiklerimi sınarken fark ettim ki 1471 baharı mutfak kayıtlarında sarayın enginar için 98 akçe ödendiği bilgisi mevcut. Oysa İspanya’dan kovulan Yahudilerin Osmanlıya sığınışları 1492’de. Arada 21 yıl var.
Döndüm titizliğine, özenine güvendiğim Priscilla Mary Işın’ın olağanüstü çalışması Osmanlı Mutfak Sözlüğü’nden kontrol ettim. Detay vermeksizin o da 15.’inci yüzyılı işaret ediyor.
Peki.
Getirdim götürdümden öte aslında yemek. Geçişken bir kültür, muhabbete dayalı, anıların parçası, hatırlamanın biçimi ve bazen de direnişin hatta. Dolayısıyla yemeğin milliyeti olmaz, sınırları olmaz, coğrafyası ve bazen de göçü olur. Bu bağlamda limon kullanış biçimlerimizi, zeytinyağlılara eklediğimiz şekerin kökenini, kızartılan balıkların sirkede saklandığı İzmir mutfaklarını bu kovulup gelen, burayı kendilerine yurt edinen İspanyol Yahudilerine bağlamak kesin cümleler kurmaya yetmese de, peşine düşecek hikayeler, bilmeceler sağlıyor meraklısına. Okumadıysanız çok tavsiye ederim; The Book of Jewish Food – An Odyssey from Samarkand to New York adlı muazzam çalışmasında Claudia Roden, Levant’dan Çin’e şaşırtıcı genişlikte bir Yahudi mutfağı tüm farklılıkları ile anlatırken, göçlerin etkisini de döşer satırlarının arasına. Hatta epey geniş tuttuğu giriş bölümünde herhangi bir Yahudi ailesinin bayram sofrası incelendiğinde, ailenin kökleri kadar göçlerinin de okunabileceğini gösterir. İnsanın kendi bayram masasına bakacağı gelir. Derede çamaşır yıkayan, çeşme başında su sırasını bekleyen kadınların, farklı kültürlere gelin gidenlerin, dün ve bugün ve elbette yarın iklim, savaş ya da yoksulluk neticesi mülteci durumuna düşen ailelerin paylaştıkları sofralara sınır koymak kabil değil. Yahudi, Kürt, Afgan ya da Suriyeli… bu durum şüphesiz tüm halklar için geçerli.
Yani, nereden çıkarttın şimdi Seferad Yahudilerini, ne alaka enginarla demeyin. Merakımın birleştirdiği noktalar diye değerlendirin.
Pekala.
Sinarin içerdiği için karaciğerde, safra ve idrar keselerinde biriken nikotin ve alkolün; ayrıca vücutta birikmiş amonyak ve yağın atılmasını ve böylece kolestrolün düşmesini sağlayan enginar, bir bahar lezzetidir.
Mart ve nisanda yediklerimizin çoğu Kıbrıs’tan; mayıstan itibaren yediklerimiz ise Ege’den gelir. Enginarın en tepesinde gonca ya da ana çiçek büyük olmakla beraber, bitki alt kollarda daha küçük goncalar da verir. Yani yavru ya da bebe enginar diye satılanlar ayrı bir tür değildir. Ancak enginar kalbi diye satılan incecik yapraklı minik enginarlar vardır ki, onların içinde tüylerin bile oluşmadığını gördüğünüzde anlarsınız, bunlar henüz küçükken, çok küçükken toplanmış, yapraklarının sertleşmesine, boy almasına izin verilmemiş olanlardır.
Memleketimizde iki tip enginar satıldığını söylemek yanlış olmaz. Arada İtalyan tipi ya da Mudanya diye farklı olduğunu düşüneceğimiz enginarlar çıksa da karşımıza, genel itibarı ile iki türden bahsedebiliriz: Sakız ve Bayrampaşa.
Önce Sakız enginarını tanıyalım…
Baş kısmı silindir şeklinde, yaprakları körpe, ayası nisbeten küçük olan Sakız enginarı Urla, Çeşme, Karaburun, Balçova ilçeleri ve Mordoğan’ı dahiline alan yarımadanın, deniz ikliminin hüküm sürdüğü bölgelerinde yetişir ve “Urla Sakız Enginarı” adıyla coğrafi işaret sahibidir. Kasım-nisan arasında hasat edilir. Erkenci bir türdür. Her ne kadar başka bölgelerde de Sakız enginarı yetiştiği görülse de gerek hasat dönemi, gerek çok yıllık profili ile coğrafi işareti hak edecek üstün özelliklere sahip Urla Sakız Enginarı’nı yazık ki sokaktaki sıradan tüketicinin takibi, işareti hak eden ürünü tesbiti kolay değil ve Urla, Çeşme ve Karaburun ilçelerinin üretimi İzmir ili üretiminin yüzde 65’ini, Türkiye üretiminin ise yaklaşık yüzde 21’ini oluşturuyor. Urlalıların bir de güzel enginar festivalleri var, her yıl nisan ayının son haftasına denk gelen. Takibe alın, derim.
Diğeri malum, Bayrampaşa.
Osmanlı’nın enginarın tarımını ilk Bayrampaşa’da yaptığı söylenir. Tarım yok denecek kadar azaldıysa da ilçenin sembolü hala enginar. Fotoğraf Berk Erkent’in Instagram paylaşımlarından.
Bayrampaşa enginarı ise Sakız’a göre oldukça farklıdır. Baş kısmı iri, sıkı ve top şeklindedir. Ayası etlidir ve dolayısıyla ağırdır. Her ne kadar İzmir’de üretileni risanda tezgahlara varsa da, Marmara bölgesi Bayrampaşa enginarlarının hasadı mayıs-haziran aylarında yapılır, temmuza kadar devam eder. Son turfanda Bayrampaşa kasıma kadar devam edebilir. Bayrampaşa enginarının genelde sadece göbeği yenir. Dondurulmaya, konservelenmeye elverişlidir. Göbek enginarın sapları ilik misali temizlendiği taktirde çok lezzetlidir.
Ister Sakız ister Bayrampaşa, enginar seçmek bir uzmanlıktır.
Biraz püf noktalarını çalışalım:
Enginar seçerken yapraklarının açılmamış, yarasız, lekesiz olmasına, Bayrampaşa alıyorsanız sıkı ve ağır olmasına dikkat edin. Sakız alıyorsanız nisbeten hafif olacaklardır, yine de yaprakların diriliği ve lekesizliği tazelik hususunda size en doğru bilgiyi verir. Ayrıca, enginarı uzun sap kısmından tutup sallamalısınız. Kendini tutan, esnek bir salınımı olmalı. Baş kısmı dimdik duruyorsa fazla olgunlaşmış olabilir, içi lifli çıkabilir. Bir de sapına bakmak gerekir. Çoktan sararmış, kurumuşsa beklemiş diye düşünülür. Alınmaz.
Şehirlerde sokak başlarında müşterinin gözü önünde soyan enginarcılar olduğu gibi şimdilerde marketlerde soyulmuş ve suda bekleyen enginarlar satışa sunuluyor. İster sokak ister süpermarket, soyulmuş, suda bekleyen enginar almamak taraftarıyım zira enginarların kararmaması için içinde beklettikleri suda ne kullandıklarını bilmiyorum!
Sahiden bilmiyorum.
Dahası, limon tuzu ya da bir başka kimya sanayii ürünü olması ihtimali beni rahatsız ediyor.
Kimyasal sitrik asit olarak da bilinen limon tuzu, gıda ve temizlikte kullanılan etkili bir kimyasaldır. Sitrik asit aslında doğal olarak sebze ve meyvelerin içeriğinde bulunur. Önceleri narenciye sularının işlenmesi sırasında bir yan ürün olarak üretilen limon tuzu, sanayileşen gıda ve bu üretimin kar odaklı ucuzlatılması gayreti içerisinde değişmiş ve artık Aspegillus niger’in mayaladığı şeker pancarı melasından yapay olarak üretilmektedir. Doğal olmayan tekniklerle üretildiğinden yalnızca sitrik asit değil kimyasal sitrik asit diye tanımlanır. Kodu E330’dur. Kozmetik ve temizlik sanayii haricinde, gıdada, besinlerin ömrünü uzatmak için kullanılır. Başta meyve suları olmak üzere bira, şarap, kek, dondurma, dondurulmuş gıdaların hemen her türlü paketli gıdanın raf ömrü limon tuzuyla uzatılmaktadır.
Açıklamak kabil mi neden limon tuzu kullanılır, fevkalade lezzetli ve faydalı limon dururken? Hadi endüstri bunu kullanıyor, evde kullananlara ne demeli?!
Enginarı muazzam yapan yapısındaki fenolik maddelerdir. Hücre duvarları bütünlüğünü kaybettiğinde (yani donma ya da pişme neticesi çatladığında, bir böcek ya da kuş tarafından saldırıya uğradığında, hasat sırasında düşürülüp ezildiğinde ya da ayıklarken, pişirirken olması bekleneceği üzere, bir bıçakla kesildiğinde) dokudaki fenoller havaya maruz kalır; polifenol oksidazın katalitik etkisi sonucu enzimatik esmerleşme meydana gelir.
Yani bu konu pişirilen enginarın tabakta yeşil halini korumak istemekten öte. Enginar seçerken yapraklarında kararma olmayan, taze yeşil renklilerden seçme gereği de aynı sebepten ötürü. Ayrıca, bir sebze ya da meyve kesilip de havayla temas ettiğinde kararıyorsa antioksidan özelliği güçlü demektir, diyor Yavuz Dizdar. Karardığını bilip bol tüketmeli ama asla kararmasına fırsat vermemeli!
Kararma engellenebilir mi deme, elbette engellenir!
Herkesin aklına geleni ilk söyleyeyim, hücre duvarının hava ile temasını kesmek önemli bir avantaj sağlar bize ama enginarda limonlu suyu tercih ediyoruz. Limonun son derece güçlü bir antioksidan olduğu malumunuz şüphesiz. İçeriğindeki hem sitrik hem de askorbik asit enginarın rengini korumasında çifte destek verir.
Peki, enginarı temizlerken limon suyu ile bekletmek yeterli mi?
Pişirme suyunda da olmalı mı?
Cevap çok zor değil. Her ne ısınırsa/kaynarsa, genleşecektir. Genleşme hücre duvarının çatlaması manasına gelir. Dolayısıyla kararma pişerken de gerçekleşebilir ve bu sebeple gerek İspanyol, gerek İtalyan ve gerekse de bizden tariflerde sirke, beyaz şarap ya da limon hep bulunur — bizim zeytinyağlı enginarlarda da bolca limon dilimi!.
Peki, güvenilir bir enginarcınız yoksa, ne yapacaksınız?
Soyulmamış alacak ve kendiniz soyacaksınız!
Zor değil:
Önce içine iki enginara bir limon hesabıyla hazırladığınız bir leğen su gerek. Bayrampaşa enginarıysa elinizdeki, enginarı kesme tahtası üzerinde yan yatırılıp sapı keserek başlayın. Kestiğiniz noktayı suyunu sıktığınız limonlardan biri ile ovalayın ki işlem sırasında kararma olmasın. Sonra en dıştakilerden içeri doğru, yaprakları tek tek kopartın. Enginar yapraklarını çanağa bağlayan noktada haliyle kalıntılar bırakır; bunları da bıçakla düzgün bir şekilde kesmek gerekir. Yine limonla ovun, kararmasın. Enginarın çanağının üzerindeki tüylü kısım en kolay kaşıkla kazıyarak çıkartılır. En son bu temizlediğiniz çanağı da limonla ovup hazırladığınız limonlu suya atın. Diğer enginarlar temizlenene kadar rengi bozulmadan sizi bekler.
Bayrampaşa bu şekilde en çok zeytinyağlı enginar için temizlenir. Fotoğraf, bu yazının yazıldığı sıralarda ayıklanmamışı 3,95 tl, ayıklanmışı reyonda bulunmayan Migros Sanal Market sitesinden alınmıştır.
Bayrampaşa değil de elinizdeki Sakız enginarı ise… enginarı kesme tahtası üzerinde yan yatırıp sapı hiç kalmayacak şekilde keserek başlayın. Kestiğinız noktayı suyunu sıktığınız limonlardan biri ile ovalayın ki işlem sırasında kararma olmasın. Sonra yaprakların en uç kısmından iki parmak kesin, böylece yaprakların kart uçları ayıklansın. Hemen limon sürün, uçlar kararmasın. Ardından en dıştaki iki ila dört, tazeliğine bağlı, yaprakları kopartın. Enginar yapraklarını çanağa bağlayan noktada haliyle kalıntılar bırakır; bunları kesmek gerekmez kanaatimce ama limonla ovmayı ihmal etmeyin. Enginarı dikine iki ya da dörde bölerek pişirecekseniz ikiye böler bölmez limonlayın ve bir kaşık yardımı ile içindeki tüylü kısmı temizleyin. Hemen ikiye daha bölün ve aceleyle limonlu suya atın.
Eskilerin hesabıyla, enginarı en az 40 tane tüketmeden mevsimi geçirmemek gerek. Az değil. Nisan 15’de başlasak Haziran 5’e kadar her gün bir enginar yemek gerek! Tarif bulması bile bela diyebilirsiniz ama bu işi Cunda’nın en zarif, en naif işletmesi Ayna’nın işletmecilerinden Ezgi Güven çözmüş; geçtiğimiz aylarda bir kitaba da dönüştürdü: 40 Gün 40 Enginar! Siz üzerine ekleyin dilerseniz.
Sahiden yiyin enginarı, hem de eskilerin öğüdünü tutarak 40 gün. Zira 100 gramında hepi topu 60 kalori, üç gram protein, 7,8 gram karbonhidrat ve 0,2 gram yağ bulunan enginar, kolesterol içermediği gibi posa bakımından yüklü bir gıda. Baharla birlikte gelen diyet menülerinin olmazsa olmazı sayılmalı! Bitmiyor, potasyum, kalsiyum, magnezyum, çinko, demir yönünden zengin (orta boy çiğ enginardan günlük demir ihtiyacının yüzde 9’unu almak mümkün). Bol bol A, B1, B6, K ve C vitaminleri içeriyor. Papatya, kasımpatı gibi çiçeklere alerjisi olanların ve safra sorunları yaşayanların dikkat etmesi gereken bir yiyecek olmakla beraber, hemen her derde deva:
Düzenli tüketimi atardamar kireçlenmesini önlüyor ve safra kesesi rahatsızlıklarını gideriyor
Sinarin ve salimarin içerdiği için karaciğer, safra kesesi, böbrekler ve bağırsakların düzenli çalışmasına yardım ediyor, toksik maddelerin atılması ve dolayısıyla yaşlanmanın geciktirilmesini sağladığı gibi kolesterolü düşürüyor.
Sindirimi kolaylaştırıyor. Huzursuz bağırsak sendromu olarak bilinen (irritabl bağırsak), spastik kolon sorununda oldukça faydalı. Şişkinlik, gaz, ishal ve kabızlık düşmanı.
Romalılar haklı, enginar bir afrodizyak. Cinsel gücü arttırıyor.
Ayrıca ateş düşürücü, vücudu kuvvetlendirici ve iştah açıcı.
Daha ne olsun!
Solda geleneksel bir bahçe süsü, enginar ve ananas bu süsler için en yaygın seçilen formlar; ortada Henry VIII’in çocukluk arkadaşı olan Suffolk Dükü Charles Brandon ve Henry’nin kız kardeşi Mary Tudor’un (elinde afrodizyak enginar) düğün portreleri, 1516 civarı, sağda Sicilya’nın Cerda kasabasının medarı iftiharı enginar heykeli
Enginar ayrıca mimarların, sanatçıların, tasarımcıların da ilgisini çok çekmiş; Antik Yunan ve Roma dönemlerinden kalan sütun başlıklarında motif, Mısır’daki hiyerogliflerde ise doğurganlık sembolü olarak da görüyoruz. Saray porselenlerinden Gömeç’in mezar taşlarına kadar her yere işlenmiş.
Solda babam, büyük ihtimalle Kopenhag havalimanında, tarih meçhul, kimbilir kimin kamerasına yakalanmış, arkasında ama tek bir ampulden metal yapraklara yansıyan ışıkla aydınlığın arttığı Poul Henningsen tasarımı PH Artichoke (1958), ortada Ayvalık’ta bir eskicide bulduğum enginar kapı kulpları, sağda ise PH Artichoke’un orjinal evi The Langelinie Pavilion.
Enginarı İspanyol ve İtalyanların ama nüfusları az olsa da en çok Giritlilerin tükettiğini söylemek mümkün. Üretim bağlamında da İtalyanlar birinci. 2016 rakamlarıyla 365,991 ton üretmişler. İtalyanları Mısır, İspanya ve Peru izliyor. Türkiye, yine 2016 rakamlarıyla ve 36,368 tonluk üretimiyle 11’inci sırada. Giritlilere gelince… Giritlilerin ot düşkünlüğü dünyaca meşhur ancak enginarı şevketi bostan ve arapsaçı katarak pişirdiklerini ve kuzu etli yaptıkları enginar yemeğini kebap saydıklarını duyduğumdan bu yana otlar konusunda onları üst makam sayar, hürmette kusur etmem. Yoksa istatistiki/bilimsel bir bilgi değil, “en çok” vurgumun kaynağı.
Sezon bitmeden bir kaç kavanoz hazırlanmalı…
Mevsim bitmek üzere, bakla bitti, bakmayın fotoğrafa, Sakız enginarının da sonuna geliyoruz. Şimdilerde daha kolay bulunur ama, büyümeyeceği, büyüse de hakkını vermeyeceği için şeklini tam almadan, iyice küçükken toplanan enginarlar bulacaksınız pazarlarda. Fiyat çeker satıcılar, pazarlık yapın, tane fiyatı konuşmayın. Bol alacağınızı gösterin ve götürü bir rakam atın ortaya. Benim aldıklarımın tanesi 1,25’e geldi. Yine de pahalı, ne diyeyim. Olsun. Yıl boyu bahar demek bu, bir kavanoz içerisinde!
Ben toplamda 50 enginarla geldim eve. Bilgisayarımda eski bir dizi açtım, hatırlar mısınız Murder She Wrote vardı. Onu. Ve başladım çalışmaya.
Enginarları ayıkladım, yukarıda anlattığım şekilde. Limon suyu sıktığım su dolu kasede sıkılmış limonlarla beraber beklerken bir şişe beyaz şarap, bir çorba kaşığı dolusu tane karabiber, 6-7 yaprak taze adaçayı, 2-3 dal taze kekik, dilimlenmiş iki limon, taze su ve 2-3 defne yaprağından oluşan mise en place’ımı kurdum.
Enginarlarınızı ısırımlık porsiyonlara bölmelisiniz. Benimkiler ikiye bölününce tam lokmalık oldular, sizin dörde bölmeniz de gerekebilir. Burada önemli olan tüm yaprakların sahiden incecik, en yumuşak, en çiğ bile yenir kalitede olması. Görüyorsunuz, benimkilerin göbek tüyleri dahi çıkmamış. Bu, benim idealim.
Bir şişe beyaz şarap ve bir o kadar da su ile birlikte tüm enginarları ve lezzetlendirici eşliklerini alacak şekilde tencereyi doldurdum. Ateşin altını orta harda başlattım, kaynayınca kıstım ve beş dakika süre ile pişirdim. Ateşten tencereyi alırken acele etmemek gerek. Bırakın dinlensin enginarlar ve lezzetler içlerine işlesin.
Bir diğer tencereye girmek üzere, bu kez, 6-7 dal kekik, 10-12 yaprak adaçayı, 4-5 adet defne yaprağı, yaklaşık 1 litre en lezzetlisinden sızma zeytinyağı, yine bir çorba kaşığı kadar karabiber ve ayıklanmış, az ezilmiş 3 baş sarımsak ile 2 limonun kabuklarını hazırladım.
Tümünü tencereye kattım ve çok kısık ateşte 15 dakika ısıttım. Bu biraz hisle alakalı, derece falan veremeyeceğim. Asla kızartma ısısına ulaşmayacak, dolayısıyla ne limon kabukları ne de kekiklerde bir cızırtı göreceksiniz ama ufaktan bir sarımsak kokusu alacaksınız… hah! Tam öyle.
Bu noktada yağın altını kapatıyor, enginarları “mis gibi” yaptığınız kavanozlara koymak üzere süzüyor, göz kararı tuzluyor ve eşitliği gözeterek üzerlerini ısınmış zeytinyağı ve limon kabuğu, karabiber, kekik, adaçayı, sarımsaktan oluşan aromatiklerle doldurup kapaklarını sıkı sıkı kapatıyorsunuz. Yağ sıcak olduğu için tüm karışım soğurken kapakları da kitleyecektir.
Dayanabilirseniz yememeye, iki hafta bekleyin derim. Kızarmış bir ekmek, radyoda pek muhabbetli bir şarkı ve bir çay fincanı kadar soğuk rakıyı güzel günlere kaldırarak yapın açılışı.
Bir müzik aleti çalabilmek ne güzeldir. Ustalar, insan sesinin en güzel müzik aleti olduğunu söyleseler de bir müzik aleti çalabilmeyi çok isterdim doğrusu. Olmadı. 1989’dan sonra 20 yıldan fazla bir süre bir koroda, hep birlikte şarkı söylemenin keyfini doyasıya yaşayabildim sadece.
1980’lerin başında Fransa’da yapılan bir araştırma, beş milyon Fransız’ın bir müzik aleti çalabildiğini ortaya çıkarmış. 1981 yılında amatör veya profesyonel müzisyenleri sokak performanslarına cesaretlendirmek, ücretsiz konserler düzenleyerek HERKES İÇİN HER YERDE MÜZİK kavramını yaygınlaştırmak amacıyla Fransa’da bir hareket başlar. Fransız müzik insanı ve dans yönetmeni Moris Flore, bu insanları sokağa çelmenin bir yolu olarak Dünya Müzik Günü Hareketi’ne öncülük eder ve dönemin Fransa Kültür Bakanı Jack Lang de bu hareketi destekler. 21 Haziran 1981’de bu günü Dünya Müzik Günü olarak ilan edilir.
Dünyadaki benzeri bir tüketici davranışının, kültür-sanata yaklaşımın, geleneksel konser ortamının itiş kakışından, gürültüsünden, müzik endüstrisinin hegemonyasından sıkılıp “Başka bir müzik- başka bir konser mümkün” deyip müziğe herkesin ulaşabileceği sokaklara, meydanlara taşımak çok isabetli olmuş bence.
İlk kutlama 21 Haziran 1982’de Fransa’da Paris’te gerçekleştirilir. Takip eden yıllarda bugün dünyanın birçok ülkesinde benimsenir ve o gün sokaklar müzikle dolar. Kentlerin sokaklarında, meydanlarında halka açık-ücretsiz çeşitli konserler düzenlenir. Günümüzde 120 ülkede, 700 civarında kentte bugünün kutlandığı biliniyor.
Türkiye’de de 2005’den bugüne zaman zaman çeşitli kutlamalar yapılıyordu. Bu yıl olmadı diye biliyorum. Umarım gelecek yıl yeni İstanbul belediye yönetimi bu günde sokak müzisyenlerini de kollayan bir yerden, bugüne özel çeşitli etkinlikleri teşvik edici olur. Zira bir dönem Beyoğlu’nda sokak müzisyenlerinin engellendiğini de gördük. Onları İstiklal’den Tünel’e doğru itme politikası uygulanmıştı. Şimdilerde tek tük de olsa İstiklal Caddesi şarkılarla yeniden eski günlerine dönmeye çalışıyor. Gelecek yıl bu günü yeni belediye yönetimine hatırlatmayı düşünüyorum açıkçası.
Her yıl 21 Haziran’a denk gelen bir günde Açık Radyo’da BABİL’DEN SONRA’da bu güne özel bir program yapıyorum. Her programda olduğu gibi bu programda da müzik sektörüne pek bulaşmamış isimlerden şarkılar çalmaya çalışıyorum. Bu yıl da Birleşik Devletler’den, İran’a, Küba’ya, İstanbul’a ve Avrupa kentlerinin sokaklarına uzanıp canlı kayıtlar dinlettim. Programı şuradan dinleyebilirsiniz.
Dünya genelinde nükleer santrallerin tehlikelerine ilişkin kamusal farkındalık sağladığı düşünülen Çernobil Nükleer Felaketi’nin faturasının SSCB’ye kesilmeye çalışılması komunist rejime eleştiri, bir kara propaganda şeklinde algılansa da bu dizinin temel amacı “Çernobil”in nedenlerini yapıbozuma uğratmak suretiyle nükleer santralleri ve bugünkü nükleer endüstriyi aklamak olabilir.
Türkiye’de ve dünyada izlenme rekorları kıran Çernobil dizisini biraz topluma neyin nüfuz ettiğini anlamak biraz da bu filmin yapılma nedenlerini değerlendirmek ve tarafıma yöneltilen soruları cevaplayabilmek amacıyla izledim. Bu zaman zarfında film üzerine yürütülen tartışma ve değerlendirmelere bigane kalamadım. Açıkçası temel tartışmanın, bir nükleer felaketin başlamasıyla siyasi iktidarın nasıl önlemler aldığı, işçilerine nasıl muamele yaptığı, siyasi iktidarın hangi hususlara önem verdiğini gösterme becerisi olduğunu teslim etme iç görüsünden uzak Sovyet Rusya(SSCB)’nın siyasi sistem eleştirisine odaklanmış olması da izleme arzumu arttırdı. Belki de bu nedenle birazdan okuyacağınız filmin ve bazı eleştirilerin eleştirisi sayılabilecek bu yazı, meselenin bir başka boyutunu göstermeye çalışacak. Bununla birlikte filmin senaristi ve yapımcısı olan Craig Mazin‘in verdiği röportajlarda bu filmin nükleer karşıtı bir misyon taşımadığının altını çizmesi, tüm olan bitenden yanlış reaktör dizaynını ve Sovyet Rusya dönemiyle sınırladığı gizlilik politikasını sorumlu tutması bir de filmin yıllar önce izlediğim BBC’nin Çernobil belgeseline çok benzemesi bu yazının ortaya çıkış nedenlerinden.
Kuşkusuz Çernobil Nükleer Felaketi dünya kamuoyu nezdinde nükleer santrallerin riskleri üzerine farkındalık yaratması açısından önemli bir etkiye sahiptir. Meydana gelişini izleyen 10 yıl içinde Avrupa’da yaklaşık 8 milyon insanın kanser ve türevi hastalıkların mağduru haline gelmiş olması, üzerinden on yıllar geçse de bu sayının artması, radyoaktif olarak kirlenmiş bölgelerde tarım, ormancılık ve balıkçılık faaliyetlerinin sağlıklı bir şekilde yapılmasının yüzlerce yıl mümkün olmaması büyük bir kayıptır. Dahası, 2016 yılında yayımlanan bilimsel bir araştırmanın gelecek 50 yıl içinde Çernobil kaynaklı 40 bin yeni kanser vakasının olacağına dikkat çekmesi Çernobil’in daha on belki de yüzlerce yıl aramızda olacağını göstermektedir ki bu sayıya Türkiye’deki potansiyelin de dahil olması muhtemeldir . Dahil olabilir diyorum, zira Türkiye’de Çernobil sonrası artan kanser vakalarını ortaya çıkaracak bir araştırma devlet kurumları eliyle yapılmamıştır, hatta kanser hastalarının hangi bölgelerde yoğunlaştığı bile tespit edilememektedir. Çernobil’in sağlık etkisi üzerine Türkiye’de yapılmış tek araştırma olan Türk Tabipleri Birliği (TTB)’nin 2006 tarihli raporunda da kanser vakalarına yönelik tedavilerin vakaların oluştuğu bölgede değil başka bölgelerde yapılması nedeniyle kayıt altına alınmasındaki güçlüklerin altı çizilmektedir. Diğer taraftan Türkiye’de Çernobil ile ilgili gerçeklerin nasıl örtbas edildiği, radyasyonlu fındığın , çayın geçim güçlüğü içinde sürekli zamlarla enfalasyonla mücadele halkın tüketimine nasıl sokulduğu çokça yazılmış tartışılmıştır. İşte tam da bu noktada sizi Çernobil Nükleer Felaketine dair gerçeklerin sadece Ukrayna’da, Türkiye’de değil tüm dünyada neden ve nasıl örtbas edildiğini düşünmeye davet ediyorum. Zira meydana gelen kanser vakalarından radyasyonun atmosfere yayılmasının müsebbibi Sovyet Rusya bile olsa, yayılan radyasyondan halklarını korumayan bilakis onları radyasyona maruz bırakan siyasi iktidarlar da sorumludur.
Esasen nükleer santrallerin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin örtbas edilmesine ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri(ABD) yönetiminin Hiroşima‘ya atom bombasını attıktan sonra kanser ve türevi hastalıklara maruz kalarak yaşayan insanların kayıtlarını saklamasında bilim insanları ve yetkili kurumlarla hatta hastaların kendileriyle dahi paylaşmamasında rastlamaktayız. ABD yönetiminin bu uygulaması 1959 yılında dünya çapında üst kurum olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı‘nın (UAEA) nükleere ilişkin sağlık kayıtlarının takibini yapmayı üstlenmek üzere yine devletler üstü bir kurum olan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile anlaşma yapmasıyla resmiyet de kazanmıştır.
Nihayet Çernobil Nükleer Felaketi’nden 25 yıl sonra meydana gelen Fukuşima Nükleer Felaketi ile radyoaktivitenin insan sağlığı ve çevre üzerindeki etkilerinin nasıl örtbas edildiği bu kez Japonya‘da yaşananlarla görülmüştür. Bu iddiam bilhassa Fukuşima’dan tahliye edilen insanların yıllık radyasyon sınır dozu olması gerekenin 20 kat üstünde olan yerlerde sürekli yaşamaya davet edilmesine, buralarda evlerini yeniden kurmaları için geri dönmelerinin salık verilmesine hatta tazminatları kesildiği için buna zorlanmalarına dayanmaktadır. Bununla birlikte on milyonlarca insanın Tokyo 2020 Olimpiyatları‘nı izlemek için davet edilmesi, top oyunlarının Fukuşima’da yapılacak olması, Fukuşima sonrası kanser vakalarındaki artışların gerek Japonya’daki hükümet gerekse Olimpiyat oyunlarına destek veren dünya hükümetleriyle şirketler nezdinde önemsenmediğini, dahası yok sayıldığını göstermektedir. Fukuşima’da yaşananlara dair bu senenin güncellemesini şu yazımızdan okuyabilirsiniz.
Neden şimdi?
Nükleer gerçekliklerin yukarıda anlattığım ölçüde yok sayıldığı bir ortamda Çernobil dizisi üzerinden dünyanın en büyük nükleer felaketinin yegane müsebbibinin Sovyet Rusya ilan edilmesi dünya genelinde nükleer santrallerin riskleri hakkındaki imajın değiştirilmek istendiğini göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki Çernobil hafızası yaşlanırken arkada nükleer karşıtlarının nükleer risklere dikkat çekmek amacıyla başvurduğu Çernobil Nükleer Felaketi, yeni nesillere bugün var olmayan bir devlet sistemine bağlantılandırılmak suretiyle, Sovyet Rusya ürünü olarak tanıtılabildiği ölçüde nükleer santrallere karşı direnç kırılabilecek ve kimilerine göre nükleer santrallerin aklanması sağlanabilecek. Zira içinde bulunduğumuz dönemde Fukuşima Nükleer Felaketinin ardından Avrupa’da nükleer santrallerden çıkışlar olduğunu duysak da nükleer santraller karbonsuz teknolojiler olarak tanıtılmaktadır. Buna benzer bir çabayı nükleer endüstrinin iklim krizinden çıkılması için dünya hükümetlerine çağrı yapan Greta’ya “Greta go Nuclearia/ Nükleere geç!“atfında da görebiliriz.
Lalehan Uysal’ın tohum fotoğrafları sergisi, Oxford, Gaziantep ve Adana’dan sonra İstanbul’da ‘Kurda, Kuşa, Aşa… Ve GÖZE’ adıyla Ark Kültür’de açıldı.
Geçtiğimiz yıl ‘Hayatın Mücevherleri: Tohumlar’ adıyla farklı coğrafyalarda, farklı tohum fotoğraflarıyla dört ayda üç sergi açan Lalehan Uysal’ın yeni sergisi; ‘Kurda, Kuşa, Aşa… Ve GÖZE’ adıyla İstanbul’da Cihangir’de Ark Kültür’de açıldı.
Lalehan Uysal
Grafik tasarımcı, Buğday Derneği ve Bomonti/Feriköy Ekolojik Pazar‘ın kurucularından ve bugün kendini “Tohum Gözlemcisi” olarak tanımlayan Uysal’ın Londra’da Oxford Üniversitesi’nin St. Catherine’s College’de teması tohum olan ‘Oxford Food and Cookery’ sempozyumunda yer alan sergisi bir ilkti. Bunu, Gaziantep Uluslararası Gastronomi Festivali’nde Gaziantep’e has yerel tohumlardan ilham alarak çektiği fotoğraflardan hazırladığı sergi izledi. Ardından Çukurova’ya has yerel tohumları fotoğrafladı ve Adana Lezzet Festivali’nde üçüncü sergisini açtı. Lalehan Uysal’ın İstanbul sergisi bu üç sergide yer alan fotoğraflardan bir seçki.
‘Makrografik’ olarak tanımladığı yediğimiz, öğüttüğümüz ya da çöpe attığımız tohumların çarpıcı fotoğraflarının yanı sıra tohumlara olan tutkusunu dile getirdiği metin, fotoğrafları kadar ilgi çekiyor:
‘’Çocukluğumdan beri tohum gözlemcisiyim. Karahindiba tohumlarının rüzgarla bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya uçuşunu, keçilerin yediği zeytin çekirdeklerini dağlara, tepelere taşıyıp toprakla buluşturmasını, ağacından yere düşen meyvenin çekirdeğini kırıp yeşermesini hayranlıkla izliyorum.
Umutsuzluğa kapıldığımda beni güçlendiren şey; gözümü kapatmak ve bir tohumun bir meyve ağacına dönüşünü düşlemek… O ağacın meyvesine dokunana kadar da gözümü açmamak!
Gezegenin toprağına her gün akıl almaz sayıda tohum düşüyor.
Görmediğim bilmediğim diyarlarda yeşeren, filizlenen, boy atan her tohumun nefesim olduğunu hissediyorum.
Bazen derin sessizliklerde bu tohumlardan birinin toprağa düştüğünde çıkardığı sesi duyar gibi oluyorum. Kabuğunu çatlatışını, güneşe boynunu uzatan filizin çıtırtısını…
Ben tohumun can seslerini gösteremediğim için fotoğraflarını çekiyorum. Onların bazen narin, ince, kırılgan, uçucu; bazen sert, iri, güçlü; bazen yeşil, kahve, siyah renkleri fark edilsin istiyorum. Fotoğraflarımdaki tohumların göze görününce ruhun toprağında yeşereceğine inanıyorum.
Her deklanşöre bastığımda toprağına tohum serpen Anadolu insanının ektiğinin sadece insan için değil, tüm canlılar için olduğuna dair niyetini tekrarlıyorum; Bu tohumlar kurda, kuşa, aşa… Ve bu kadim niyetin sonuna bir kelime daha ekliyorum; ‘…ve göze…’
‘Ben babaannemin orman sandığım küçük bahçesinde ve annemin giysi dolabında sakladığı sebze ve çiçek tohumlarıyla büyüdüm. Zamanla tohumlarla yakın arkadaş oldum. Tohumları arkadaş bilenlerle arkadaş oldum. ‘Yazılı Karpuz’ ya da ‘Çekirdeği Oyalı’ denilen karpuzun çekirdeğini görür görmez aşık oldum. Gözümle fotoğrafını çektiğim tohum çok ama ilk hangi tohumu fotoğraflamak için deklanşöre bastığımı hatırlamıyorum. Tohumları ancak bu kadar yakın plan ve estetik kaygılarla fotoğraflarsam görünür olacaklarına inanıyorum. Çünkü çiçeğin, ağacın, meyvenin tohumlarının fark edilmesini istiyorum. Çocukların patatesin ağaçta değil toprakta yetiştiğini, yedikleri ve attıkları meyve çekirdeklerinin birer tohum olduğunu bilmelerini istiyorum. Ben sergi açmıyorum gözümüzü açıyorum’ diyen Lalehan Uysal’ın İstanbul’da Cihangir’de bulunan Ark Kültür’deki sergisi 3 Temmuz’a kadar açık kalacak.
Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi ve Mezopotamya Ekoloji Hareketi, Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nde devam eden yıkıma ‘dur’ demek için 14 Temmuz günü herkesi Hasankeyf’te Dicle Nehri’ne atlamaya çağırıyor.
Temmuzun her ikinci pazarı Avrupa’nın ve dünyanın bir çok yerinde akarsuların savunulması için insanların ‘Büyük Atlayış’ adı altında etkinlikler düzenlediğini ve topluca akarsulara girdiklerini anlatan aktivistler, “Dicle Nehri Vadisi bütün canlıları ve kültürüyle Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Projesi sonucu yok olmayla karşı karşıyadır. Bu yıkıma karşı dur demek için bu yılın ikinci pazarı olan 14 Temmuz 2019 günü herkesi Hasankeyf’e bizimle birlikte Dicle Nehri’ne girmeye ve atlamaya çağırıyoruz” dedi.
Yayımlanan ortak bildiride şu ifadeler kullanıldı:
“Ortadoğu’nun en önemli nehirlerinden biri olan Dicle ve 12 bin yıldır aralıksız insanlara mekan olmuş ve neolitik çağdan kalma antik kent Hasankeyf’i savunmazsak suni bir gölde boğacaklar. Birkaç şirketin daha fazla para kazanması uğruna ve hükümetin tahakküm politikalarını geliştirmesi için coğrafyamızın kalbini söküp atmak istiyorlar. Ilısu Projesi tamamlanması halinde, en çok yaşam kaynakları doğrudan ellerinden alınacak 80 bin insan etkilenecektir. Bu projenin etkileri Dicle Nehri’nin bulunduğu tüm bölgede yaşayan milyonlarca insanlara da olumsuz etkileri olacaktır. Bu milyonlarca insan arasında Irak sınırları içinde yaşayanlar da vardır.
Hükümet tarafından 10 Haziran 2019 tarihinde Ilısu Barajı’nda suyun tutulacağı açıklanmışsa da, su tutmadığı ortaya çıktı. Başlıca nedeni 7 ve 8 Haziran’da 3’üncü Hasankeyf Küresel Eylem günlerinde yükselen toplumsal tepkidir. Bu tepki her geçen gün sanatçı, STK ve aktivistler tarafından yayılmaktadır. Bu tepkilerin Ilısu Baraj Projesi durduruluncaya kadar dinmemesi gerektiğine inanıyoruz. 14 Temmuz Büyük Atlayış etkinlikleri bu toplumsal tepki ve mücadelenin önemli bir ayağı olacağını düşünüyoruz.”
14 Temmuz günü saat 13.00’de hep birlikte Hasankeyf’in tam karşısında halen büyük oranda özgür akan Dicle nehrine girerek Ilısu Barajı’nın durdurulmasını talep edeceklerini belirten aktivistler, herkesi protesto eylemine davet etti: “Hasankeyf’te son yazı yaşamamak ve Allianoi gibi yok olmasını engellemek için herkesin mutlaka yapacağı bir şey vardır.”
poşe, 29 Haziran 2019 tarihinde 16.00 – 18.00 saatleri arasında Domates Biber Patlıcan Kitabı başlıklı bir etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Etkinlik kapsamında Zeynep Öz dört yıla yayılan etkinliklerin nasıl bir araya geldiğini, Süreyya Evren ise kitabın oluşum sürecini konuşacak.
Konuşma, etkinlik serisinin ikinci edisyonu için yeni iş üretmiş ve o zamandan beri Domates Biber Patlıcan’ın sürecine çeşitli şekillerde katkıda bulunmuş olan sanatçı Merve Ertufan moderatörlüğünde gerçekleşecek.
Hem Domates Biber Patlıcan’ın üretim odaklı bir platform olarak işleyişini hem de kitabın bu sürecin bir belgelemesi olarak ortaya çıkışını açacak.
“Domates Biber Patlıcan: Bir Etkinliğin Külliyatı”, 2012, 2014 ve 2016 yıllarında Zeynep Öz küratörlüğünde gerçekleşen Domates Biber Patlıcan etkinlik serisinin belgelerinin derlendiği bir yayındır. Süreyya Evren’in editörlüğünü yaptığı yayın, editörler Pınar Umman ve Yağız Alp Tangün tarafından yayına hazırlandı. Kitabın tasarımını Okay Karadayılar yaptı.
SALT Beyoğlu, 27 Haziran – 30 Ağustos 2019 tarihlerinde “Uygun Adım Marş!” adlı sergiye ev sahipliği yapıyor. SALT’tan Farah Aksoy’un programladığı sergide, Maria Andersson ve Nancy Atakan’ın 2018’de Göteborg’da gerçekleştirdiği sergiden seçili işlerin beraberinde, yeni ürettikleri video ve kumaş işleri sunuluyor.
Maria Andersson ve Nancy Atakan, 20. yüzyıl başında İsveç jimnastiğinin, modernleşme sürecindeki Türkiye’nin beden eğitimi sistemine nasıl temel oluşturduğunu inceliyor. Yedi yıldır ortak bir araştırma yürüten sanatçılar, Türkiye’nin model aldığı kültürfizik anlayışı ve uyarladığı folklorik ögelere bakıyor; ülkede beden eğitimi ve olimpizmin öncüsü Selim Sırrı Tarcan ile izinden giden kızlarının hikâyesi etrafında çok yönlü görsel anlatımlar geliştiriyor.
Beden eğitimi ve kadınların özgürleşme yolculuğu
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun mezunu bir asker olan ve spora büyük ilgi duyan Tarcan (1874-1957), II. Meşrutiyet’te siyasi olaylara karışmasından ötürü 1909’da bir yıllığına yurt dışı görevine atandı. Bu zorunlu seyahati, spor yazarlığı ve öğretmenliği merakını geliştirme imkânı olarak gören Tarcan İsveç’e gönderilmeyi talep etti. Pehr Henrik Ling’in 1813’te Stockholm’de kurduğu Gymnastiska Centralinstitutet’te (Kraliyet Jimnastik Merkez Enstitüsü) eğitim aldığı dönemde estetik, tıbbi, askerî ve eğitsel niteliklere sahip Ling jimnastik sistemine yoğunlaştı.
İstanbul’a döndüğünde askerlikten istifa eden Tarcan, süregelen reformlar kapsamında bir beden eğitimi sistemi hazırlamakla görevlendirildi. Toplumsal yapıyı güçlendirme, sağlıklı ve kudretli kuşaklar yetiştirme hedefiyle öncelikle hem erkek hem de kadın öğretmenlerle çalışmalara başladı. Cumhuriyet Türkiye’sinin gelişiminde büyük önem arz edecek bu ülküler, ilk kez 1916’da Kadıköy’de düzenlenen İdman Bayramı’yla hayat buldu. Tarcan, gençlere bir jimnastik felsefesinin yanı sıra, bayramlarda eşlik edebilecekleri bir marş kazandırdı. İsveçli besteci Felix Körling’in Tre trallande jäntor [Şakıyan Üç Genç Kız] adlı halk şarkısına 1916’da yazdırdığı Türkçe sözlerle Gençlik Marşıortaya çıktı. İlerleyen yıllarda Ordu milletvekilliği de yapan ve çok sayıda kitabı bulunan Tarcan’ın büyük kızı Selma (Mimaroğlu) modern dans, küçük kızı Azade (Kent) ise terapötik jimnastik alanında öncü isimler oldu. Onların başarılarından yola çıkarak bağımsız ve kolektif işler üreten Andersson ve Atakan’ın Uygun Adım Marş! Sergisi, Türkiye’de beden eğitiminin kurulmasının kadınların özgürleşmesi yolunda etkilerine dikkati çekiyor.
1906 doğumlu Selma’ya odaklanan Andersson, bedenin bir toplumsal değişim aracı olarak sunulmasından hareketle video, fotoğraf ve metinlerinde “ideal” kavramını sorguluyor. Bu bağlamda, Selma’nın Antik Yunan estetiğine dayanan dans felsefesini, ABD’li dansçı Isadora Duncan’ın yalınlık ve doğallığına önem verdiği hareketleriyle karşılaştırıyor. Sanatçı ayrıca, Tarcan tarafından kızı Selma’nın desteğiyle çiftler için bir salon dansı olarak düzenlenen Zeybek Raksıile Gençlik Marşı’nın oluşumuna ışık tutuyor.
Atakan’ın 1908 doğumlu Azade’ye dair üretimleri, Türkiye’deki kadın profesyoneller ve rol modellerle ilgili sürdürdüğü araştırmalarıyla ilişkileniyor. Sanatçı, 1970’lerde İstanbul’da özel jimnastik dersleri aldığı Azade’nin kendine özgü metotları üzerinden, beden hareketlerinin kuşaktan kuşağa aktarımına göndermede bulunuyor. Çizim, video ve tığ işlerinde, gerçek ve kurgu arasında gidip gelen kadın hikâyeleri yazarak tarih yazımındaki boşluklara işaret ediyor.