Ana Sayfa Blog Sayfa 2450

Kazdağları direniyor

Kirazlı’daki altın madenciliği faaliyetlerinin durdurulması için binlerce kişi Çanakkale’de bir araya geldi.

Çanakkale’nin Kirazlı Köyü Balaban mevkiinde, Kanadalı Alamos Gold şirketinin,  yerli taşeronu olan Doğu Biga Madencilik eliyle açmak istediği altın madeni projesinin durdurulması için Çanakkaleliler ve çevre illerden gelen binlerce kişi protesto eylemi gerçekleştirdi. İskele meydanında akşam saatlerinde toplanan siyasi parti ve sivil toplum örgütü temsilcileri ile vatandaşlar, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na seslenerek projenin derhal durdurulmasını ve iptal edilmesini istedi.

Çanakkale Belediyesi öncülüğünde CHP Genel Başkan Yardımcıları, milletvekilleri, STK’lar ve vatandaşlarla önce Atikhisar bölgesine gidildi, ağaç katliamları yerinde incelendi. İncelemenin ardından İskele Meydanı’nda gerçekleştirilen protesto eylemine, Çanakkale Milletvekili Av. Muharrem Erkek, CHP Genel Başkan Yardımcısı, Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca, CHP YDK Üyesi Serdar Soydan, Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, Belediye Başkan Yardımcıları, CHP’li İlçe Belediye Başkanları, Çanakkale ve çevre illerden STK temsilcileri ve vatandaşlar katıldı.

‘Ölüler altın takamaz’

‘Ölüler Altın Takmaz’, ‘Altıncı Şirket Çanakkale’den Defol’, ‘Altın Madenciliği Doğa Yıkımıdır’ döviz ve pankartların yer aldığı eylemde konuşan Edremit Belediye Başkanı ve aynı zamanda Ege ve Marmara Çevre Belediyeler Birliği Başkanı Hasan Arslan şunları söyledi: “Ormanlık alanlar bulundukları ülkelerin çok önemli zenginlikleri olup, tüm canlılar için vazgeçilmez nitelikler taşır. Bunun en önemli örneği Kazdağlarıdır. Ülkemizin en güzel coğrafyası olan Biga Yarımadasının güneyinde yer alan Kazdağları, barındırdığı tarihsel, kültürel, ekolojik ve ekonomik değerleri nedeniyle, yeryüzünün en özgün yaşam kaynaklarının başında gelmektedir. Kazdağları bu bölgede yaşayan yaklaşık bir buçuk milyon insanın, bitkilerin, yaban hayatın, meraların, tarım alanlarının, en önemlisi de su kaynaklarının yaşam sigortasıdır.”

‘Çevreyi korumak devletin görevi’ 

Biga Yarımadası ve Kazdağları’nın son yıllarda maden arama faaliyetlerine yoğun şekilde açıldığına dikkat çeken Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan ise “Bu yapılanlara faaliyet demek doğru değildir, bu yapılanlar düpedüz tacizdir, tecavüzdür. Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir” diye konuştu.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca da “Ağaçlarımızın sesine kulak vereceğiz, susmayacağız. Bedeli ne olursa olsun, Kirazlı’daki o tepeyi teslim etmeyeceğiz” dedi.

Kanadalı şirketin ortağı Kazdağları ormanlarının ortasında açmayı planladığı altın madeni, şimdiden büyük harabiyet yarattı. ÇED sürecinin sona ermesini beklemeden başlatılan çalışmalar ormanda büyük ‘delikler’ açmaya başladı. Bölgeden çekilen fotoğraflarda, şirketin, altyapıyı hazırlamak üzere ormanın ortasında çok büyük bir alanı ağaçsızlaştırdığı ve bu alanlardaki orman örtüsünü ‘sıyırmaya’ başladığı görülüyor. Siyanürle altın çıkarılacak maden, Çanakkale’nin bölgenin suyunu karşılayan Atıkhisar Barajı’nın su toplama havzası içinde yer alıyor.

Uzmanlar ve sivil toplum çalışanları siyanürlü altın arama faaliyetinin gerçekleşmesi halinde, havanın, suyun ve toprağın bir daha düzelmeyecek şekilde zarar göreceğini belirterek; Kanadalı şirketin 10 yıl sonra gittiğinde, geride endemik bitkiler, hayvanlar ve ağaçların yok olduğu, su kaynaklarının kirlendiği, hayattan yoksun büyük bir çukur bırakacağı uyarısı yapıyor.

‘İklim günahını’ ağacın sırtına yüklemek – Levent Kurnaz

‘İklim değişikliğini durdurmanın bir tek yolu var: Kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmak, hem de mümkün olduğunca hızlı bir biçimde.’

Basit bir hesap yapalım. İnsanlık atmosfere yaklaşık senede 50 milyar ton karbondioksit salıyor. Bir ağacın yetişmesi en azından 20 yıl sürer. Yetişkin bir ağaç ise bir yılda sadece 10 kilogram karbondioksit emebilir. Saldığımız karbondioksidin tamamını emmek için 5 trilyon ağaç dikmemiz gerekir. Yalnız dikmekle de kalmayıp bu ağaçların yetişkin hale gelene kadar başlarına bir bela gelmemesini de garanti altına almak zorundayız. Yirmi sene koruyup kolladıktan sonra bu ağaçlar önemli miktarda karbondioksit emmeye başlarlar. Hesaba şöyle devam edelim: Bir ormanın her kilometre karesinde ortalama 50 bin ağaç vardır. Bu sayı küçük ağaçlar için daha da fazla olabilir ama sağlıklı ve bakımlı bir orman arzu ediyorsak bu sayıyı kullanabiliriz. 5 trilyon ağaç dikmemiz gerekirse bunun için gerekli olan arazi 100 milyon kilometre karedir. Türkiye’nin yüzölçümü 800 bin kilometre kareye yakın olduğuna göre bu 125 tane Türkiye’nin kapladığı alana eşittir. Başka bir açıdan bakarsak, Dünya’nın tüm kara alanı 150 milyon kilometre karedir. Bu alanın üçte ikisini ormanlarla kaplayacak olursak iklim değişikliği diye bir problemimiz kalmaz.

Bunun gerçek olamayacağını biliyoruz değil mi? Dünya’nın üçte ikisini ormanlarla kaplayacağımız yerde başta Amazon, Kongo ve Endonezya’daki yağmur ormanları olmak üzere ormanları talan edip bunların yerine tarım arazileri açıyoruz. Amazon’da yetiştirdiğimiz mısırla büyükbaş hayvanları yetiştiriyoruz. Bunların etlerini de Endonezya’da yeni diktiğimiz palmiye ağaçlarından elde ettiğimiz yağda kızartıyoruz. Çevreye ve doğaya böylesine zarar verirken “ağaç dikerseniz her şey yoluna girer” türü bir makalenin saygın bilimsel dergilerden biri olan Science’da yayımlanması iklim değişikliği ile savaşmaya kendini adamış çoğu bilim insanı ve aktivistten önemli tepki topladı.

ETH’den Crowther grubunun yayınladığı bu makale aslında tam “ağaç dikerseniz her şey yoluna girer” demiyor. Ancak ne yazık ki ülkemizdeki basın da yabancı basın da bu tür akademik makaleleri yorumlamak için uzmanlara danışmak yerine görevi kendileri üstlendiğinde problemlerin yaşanması da kaçınılmaz oluyor.

Science’da yayımlanan makale önce tüm orman alanlarını ölçüyor ve 4.4 milyar hektar orman alanının var olabileceğine karar veriyor. Dünya’nın 3.5 milyar hektarı ormanlarla kaplı olduğuna göre 0.9 milyar hektar daha orman alanı yaratabileceğimizi ve bu alanın tamamını ormanlarla kaplasak, bu ormanların 2050 yılına kadar 750 milyar ton karbondioksit emeceği söyleniyor. İnsanlığın şimdiye kadar atmosfere eklemiş olduğu karbondioksit miktarı 1 trilyon tonun üzerinde. Buna okyanusların emmiş olduğu miktarı da eklersek, bu kadar ağaç diksek bile şimdiye kadarki günahlarımızı ödemeye yetmeyeceğini görebiliriz. Bunun üzerine bir de her sene günahlarımıza 50 milyar ton daha ekliyoruz.

Ancak, bu makalede pek kimsenin konuşmadığı bir detay daha var. Makale gelecek iklim senaryolarına bakıyor ve eğer bu hızda karbondioksit salmaya devam edersek bu ağaçlar yetişene kadar iklim değişeceğinden ağaçların büyümesi zorlaşacak ve 750 milyar yerine en fazla 170 milyar ton karbondioksit emilebilir hale gelecek diyor. Bu miktar da doğal olarak iklim krizini önleyebilmekten son derece uzakta.

Sizi bunca sayıya boğduktan sonra şu sormamız gerekiyor: Peki neden tüm bu olumlu haberler? İklim değişikliğini durdurmanın bir tek yolu var: Kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakmak, hem de mümkün olduğunca hızlı bir biçimde. Bunu yapmak ise bugünkü yaşam biçimleri içinde çok acılı bir değişim gerektireceğinden kimse o konuya el atmak istemiyor. Arada biri “bu da çözüm olabilir” türünde aslında çözüm olmayan fakat az da olsa umut vaat eden bir görüşle ortaya çıksa herkes “tamam, işte çözdük” diye rahatlıyor. Böyle düşünenlere kötü bir haberim var: Çözüm asla bu kadar kolay değil. Nasıl elektrik ürettiğimizden nerede oturduğumuza ve ne yediğimize kadar pek çok şeyi hızlıca değiştirmemiz gerekiyor ki gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakalım. Bu nesiller artık karşımıza çıkıp hesap sormaya başladılar. Onlara ne diyeceğiz? “Lüksümüzden vazgeçmedik ve sadece ağaç diktik. Ancak fark ettik ki sadece kendimizi kandırıyormuşuz ve gerçek çözüm lüksümüzden vazgeçmekmiş, ağaç dikmek değil.” Bu arada, ağaç dikmekten de asla vazgeçmeyin. Ağaçlar bu problemin çözümü olmasa da çözüm yolunda dostumuzdur.

(Yeşil Gazete)

Bitkilerle yaşama etiği: Hilal Alkan’la (*) bitkiler üzerine bir söyleşi

‘Nasıl insanlar arasındaki ilişkileri sınırlandıran bir hukukumuz varsa diğer canlılarla da bir hukukumuz olmalı… Başlangıç noktamız hayret, hayranlık ve huşu olmalı gibi geliyor bana.’

İnsanların insan olmayanlarla kurduğu tahakküm ilişkisini sorgulayan ve karşı çıkanların sesi her geçen gün daha fazla çıkıyor. Özellikle vejetaryenlerin, veganların, hayvan hakları savunucularının fikirleri şu son 30 senede daha çok duyulur oldu. Peki bitkiler bu hikâyenin neresine denk düşüyor?

Dediğin gibi, bu bahsettiğin duyarlılıklar, yahut hukukî-ahlakî prensipler çoğunlukla hayvanlarla, hatta işin gerçeği çoğu durumda omurgalılarla sınırlı. Belki arılar istisna ki onlar da insana sağladığı fayda kapsamında öne çıkıyor. Ölümleri infial yaratan canlılar daha ziyade koyun, keçi, inek veya yaban hayatında balina, yunus, gergedan gibi karizmatik tabir edilen hayvanlar. Tabii, ev hayvanları da listeye dahil.

Fakat geçtiğimiz on yılda bitkilerle ilişkimizi de benzer bir süzgeçten geçirmeye çalışanların sayısı hızla arttı. Bitkibilimciler,  etnobotanistler, ekolojistler, ormancılar, tarihçiler ve hatta roman yazarlarından oluşan ve gittikçe genişleyen bir çevre, bize yeni bir paradigma sunuyor; bitkilere dair varsayımlarımızı sorguluyor.

Nedir bu varsayımlar?

Bir kısmı yine hayvanlarla ortak. Kabaca şu: İnsanların yapabildiklerini norm kabul edip geri kalan varlıkları buna göre değerlendiriyoruz. Onlara buna göre yakınlık hissediyoruz. Bazen empati halkamız bize morfolojik olarak benzeyen seçilmiş bazı hayvanlara doğru genişleyebiliyor. Yine de her durumda kimin nasıl yaşayacağını ve nasıl öleceğini belirleyen hiyerarşik bir değer sistemi var. Bazı hayvanların haklarından bahsetsek de geri kalan canlılara ve bilhassa bitkilere karşı büyük bir körlük içindeyiz.

Peki hayvanlara yakınlık duymamıza sebep olan ve onları koruma isteği uyandıran nitelikler bitkilerde de varsa ne yapacağız?  Yani mesela bitkiler de iletişim kuruyorsa? Sosyal topluluklar oluşturuyorsa? Düşünüyor ve kararlar veriyorsa? Hatta konuşuyor, hareket ediyor ve öğreniyorlarsa? Üstüne üstlük hafızaları da varsa? Bu bilgiler, bitkilerle kurduğumuz inanılmaz ölçüde sorumsuz ilişki biçimlerini gözden geçirmeyi gerektirmez mi?

Bitkiler tüm bu saydıklarını yapıyor mu?

Evet, yapıyorlar ve gözümüzün önünde bir bitki devrimi yaşanıyor. Almanya’da Peter Wohlleben, Kanada’da Suzanne Simard, İtalya’da Stefano Mancuso ve Avustralya’da Monica Gagliano’nun öncülüğünde büyüyen yeni bir yazın ve araştırma kolu var. Yaptıkları araştırmaların yarattığı paradigma değişimine “Hakiki Bitki Devrimi” (Real Plant Revolution) diyorlar. “Hakiki” sıfatı daha önceki bitki devriminden, yani endüstriyel tarımı yaratan Yeşil Devrim’den farkı vurguluyor. Bitkiler hakkında bilimsel olduğunu zannettiğimiz ancak aslında basmakalıp olmaktan öteye gidemeyen varsayımlarımızı sorguluyorlar: Az önce dediğim gibi, bitkilerin beyni ve sinir sistemi olmadığına göre şu biraz önce bahsettiğim vasıfların hiçbirine sahip olamazlar, zira tabiri caizse gerekli hardware’e, donanıma sahip değiller diye düşünüyoruz.

İşte Hakiki Bitki Devrimi’nin sözcüleri, ellerini attıkları her yerde bunun tersini ispatlıyorlar. Beyin olmadan da düşünülebileceğini gösteriyorlar. Daha doğrusu düşünmenin farklı şekilleri olabileceğini söylüyorlar. Bizimki bunlardan yalnızca biri.

Sanırım birkaç örnek versen daha iyi olacak.

 Örneğin çok yakın zamanda okuduğum bir kitap bu dediğime dair harika örnekler sunuyor. Monica Gagliano’nun ‘Thus Spoke the Plant’ (Böyle Buyurdu Bitki) isimli kitabı 2018’in sonlarında yayınlandı. Gagliano bir bilimkadını. Laboratuvarda çalışıyor. Örneğin kitabında anlattığı deneylerden biri mimoza bitkisiyle ilgili. Deney çok meşhur, hakkında yazılmış, çizilmiş pek çok şey bulabilirsiniz.  Özetle şöyle: Mimoza bitkisi çevresine karşı çok duyarlı. Biri dokunduğunda yahut hızla hareket ettirildiğinde yüzlerce minik yaprağını kapatıyor. Mimozayla ilgili bu basit bilgiye bin yıllardır sahibiz. Gagliano, acaba mimozanın DNA’sına kazılı bu davranışı değiştirebilir miyiz, diye soruyor. Yani mimoza öğrenebilir mi? Bunun için saksıdaki mimoza fidelerini belli bir yükseklikten aşağı düşürüyor. Mimozalar ilk birkaç düşüşte yapraklarını kapatıyorlar. Ancak düşüş tekrarlandıkça kendilerine hiçbir zarar gelmediğini, tehlike olmadığını anlıyor ve yapraklarını kapatmayı bırakıyorlar. Yani düpedüz öğreniyorlar! Üstelik bununla da kalmıyor bu bilgiyi hatırlıyorlar. 28 gün sonra düşüş tekrarlandığında yapraklarını açık tutmaya devam ediyorlar.

Bildiğimiz şekilde bir beyinleri ve sinir sistemleri yok; ancak belli ki bilgiyi analiz ettikleri ve sakladıkları bir sistemleri var. Bunun ne olduğunu bilmiyor oluşumuz, var olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Peki hâlâ insanla kıyaslamak gibi olacak ama, bitkilerin konuşmak, duymak gibi özellikleri de olduğunu okuyoruz. Bunlar ne derece doğru?

Bununla ilgili de deneyler var. Gagliano ve ekibi bezelye fidelerinin duyma yetisini test ediyorlar mesela. Ancak deney kısa bir sürede incecik bezelyelerin karar verme becerilerini ortaya serdikleri hayli heyecanlı bir sürece dönüşüyor. Deney şöyle: Y şeklindeki PVC boruyu ters çevirip toprakla dolduruyorlar. Hayal edin, iki ayağı toprak dolu iki ayrı saksıya giriyor. Üst tarafta kalan tek girişe ise bezelye tohumu ekiliyor. Bezelye köklerinin (ve tüm bitkilerin köklerinin) suya yöneldikleri zaten biliniyor. Bunu yapmak için topraktaki nemi algıladıkları düşünülüyor. Gagliano’nun bezelyeleri de deneyin ilk aşamasında bunu yapıyorlar ve altında su dolu tabak olan saksıya meylediyorlar.  Daha sonraki aşamada Gagliano toprağı nemlendirmek yerine deney düzeneğinin bir tarafındaki kuru saksıların altına bir boru döşeyip içinden su akıtıyor. Nem yok. Bezelye kökleri yine de su sesinin geldiği yöne doğru uzuyorlar. Kulakları yok, ama duyabiliyorlar.

O zaman yine aynı mesele: Duymak tabirini bitki-körü olmayacak şekilde nasıl tarif edebiliriz?

Kesinlikle. Devamı var, deney asıl bu aşamadan sonra ilginçleşiyor. Bitkiler su sesini diğer seslerden ayırt edebiliyorlar mı? Tercih ettikleri sesler var mı? Bunu anlamak için bir taraftaki saksının altına mp3 çalardan gelen su sesi koyuyorlar. Ses aynı olmasına rağmen bitki bu defa o tarafa büyümüyor.  Bu şaşırtıcı sonuç daha önce bilinmeyen bir başka gerçeği ortaya koyuyor. Bitkiler köklerini elektromanyetik alanlardan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Yani sadece ses dalgalarını değil manyetik dalgaları da tanıyor ve kendilerini onlardan korumak için çabalıyorlar.

Bugün pek çok tarım arazisi manyetik alanlarla kaplı. Kaçmaya çalıştığım bir şeye sürekli maruz kaldığımı düşünüyorum, çok rahatsız edici…

Evet. Üstelik dahası var. Deneyin son aşamasında Gagliano ve ekibi mp3 çalarla bir boruya su sesi diğer boruya ise gürültü dinletip bitkilerin ne yaptığına bakıyorlar. Bu durumda iki boruda da elektromanyetik dalgalar var, ancak sesler farklı. Bezelyeler bu defa su sesinin kaydını tercih ediyorlar, yani kötünün iyisine meylediyorlar, bir umut diyorlar…

Bitki köklerini bilirsiniz: salkım saçak yüzlerce dala ayrılıp ilerlerler. İşte o dallanmanın, yönelmenin her adımında; yolun çatallaştığı her noktada bitki bir karar vermiş demektir. Topraktaki nemi ölçmüş, çevresindeki sesleri dinlemiş, emdiği kimyasalları analiz etmiş, manyetik alanları tespit etmiş, diğer bitkilerle konuşmuş, mantarlardan haber almış, karınca yuvalarından kaçınmış, solucanlardan destek almış ve her bir çatalda tek tek kararlar vermiş. Topraktan elimizin ufak bir hareketiyle söküp aldığımız semizotunun köküne bakarken kısacık ömrüne sığdırdığı yüzlerce değerlendirmeyi, hatırayı ve kararı görüyoruz. Muazzam değil mi? Bunu bir de 4000 yaşındaki bir porsuk ağacı için düşünsenize!

Yaklaşık 41 asırlık porsuk ağacı, Zonguldak.

Geçen gün okuduğum bir çocuk kitabı geldi aklıma. Denizanaları düşünemez, çünkü beyinleri yok diyordu. Sanırım benzer bir körlük. İnsan anatomisinden yola çıkıyor, çok kısıtlı kavramlarla ve çok dar bir merhamet/empati dairesi içinde hareket ediyoruz. Oysa düşünmenin, duymanın, anlamanın, karar vermenin insan olmayan hâlleri hakikaten muazzam bir çeşitlilik içeriyor.

Peki bu anlattıkların hayvan hakları mücadelesi yahut doğanın korunması ile ilgili bize ne anlatıyor? Radikal bir şiddetsizlik mi mesela bunun sonucu?

 Bahsettiğin radikal şiddetsizlik hiçbir canlının hayatına bilerek son vermemek ise bu bizim için de intihar demek. Üstelik kendi hayatından vazgeçmek de bir yaşamı sonlandırmak olduğuna göre buna şiddetsizlik denebilir mi tartışılır. Ben ulaşacağımız bir tek nokta, mükemmel bir hedef olmadığını düşünüyorum. Ucunda ne olacağını peşinen öngöremeyeceğimiz yeni bir süreç başlatmak zorundayız. Birlikte yaşama ahlakını tesis etmeye çalışacağımız bir süreç bu. Nasıl insanlar arasındaki ilişkileri sınırlandıran bir hukukumuz varsa diğer canlılarla da bir hukukumuz olmalı. Burada hukuktan kastım yasalar değil; birbirimizde olan haklarımız. Hani bana çok hakkı geçti gibi, üstümde çok hakkı var gibi. Bitkilerin üzerimizde hakları var. Bunun karşılığını nasıl vereceğimizi bulmak için de gitmemiz gereken çok yol var. Başlangıç noktamız hayret, hayranlık ve huşu olmalı gibi geliyor bana. Ve tevazu. Karşımızdaki canlıların meziyetlerini, yapabildiklerini, varlıklarının anlamını, onları o noktaya getiren süreçleri hemen hemen hiç bilmediğimizi ve bilmeye ömrümüzün yetmeyeceğini teslim ederek yola çıkabiliriz. Kendimizi altın standardı gibi görmekten vazgeçebiliriz. Ve faydacılığı tek perspektifimiz olmaktan çıkarabiliriz. “Benim ne işime yaradığını bilmiyorum, ama şu mantar huş ağaçlarının yanında yaşadığına göre onlarla bir ilişkisi olmalı” diye düşünebilmeliyiz en basitinden. O bağları koparmamaya özen gösterebiliriz. Tarım dediğimiz tümüyle tersini yapıyor. Şu anda bitkilerle kurduğumuz ilişkinin sömürgecilerin yerli halklarla ve köleleştirdikleri insanlarla kurdukları ilişkilere ne kadar benzediğine ayılsak ve bir dursak keşke…. Henüz gidebileceğimiz yolları bilmiyoruz zira aramaya, düşünmeye bile başlamadık. Ama bir şeyi biliyoruz: Şu gittiğimiz yol, yol değil.

Bu titrek kavak kolonisinde üst kısımlar 100 yıllık. Ama kökler 80 bin yıldır orada, sürekli yeni gövdelere can veriyor. Utah-  ABD.

Sözlerini, bambaşka prensiplere dayanan, ama püriten olmayan bir yaşama etiği olarak anlıyorum.  Yani ölümün/öldürmenin kabul gördüğü; ama sınırlarının  yeniden müzakere edildiği daha mütevazı bir insanlık.  Seçilmiş birkaç türle sınırlı şiddetsizlik talebinden daha farklı o anlamda.

Peki ama yine de o seçilmiş hayvanların bir kısmı endüstriyel hayvancılığın içinde yer alıyor, tarifsiz bir şiddete maruz kalıyor. Oradaki şiddete kesin şekilde dur demeyelim mi?

Diyelim. Endüstriyel hayvancılığa dur demek için pek çok sebep var. Endüstriyel mono-kültür tarıma da aynı saiklerle karşı çıkmalıyız. Hele de söz konusu olan ekmeğimize süreceğimiz çikolatanın kıvamı için yağmur ormanlarını katletmek, asırlardır yaşayan ağaçlardan tuvalet kağıdı yapmaksa…

Anlıyorum. Peki, çok teşekkürler vakit ayırdığın için.

Okuma Önerileri

Peter Wohlleben: Ağaçların Gizli Yaşamı, Tema

Daniel Chamovitz: Bitkilerin Bildikleri, Metis

Stefano Mancuso, Allesandra Viola: Bitki Zekası, Yeni İnsan.

Monica Gagliano: Thus Spoke the Plant ve diğer tüm kitapları

Suzanne Simard: https://www.ted.com/talks/suzanne_simard_how_trees_talk_to_each_other?language=tr

(*) Hilâl Alkan, sosyolog. Berlin’de yaşıyor. Bu ara en çok bitkilerle ilgili okuyor, düşünüyor ve onları seyrediyor.

(Yeşil Gazete)

‘Prost Vadisi’, yönetim fikrinin yenilendiği bir laboratuvar olabilir

Kamusal alanı yeniden düzenlemek için önce eşitlikçi, kapsayıcı, şehirle ilişkili, katılımcı, demokratik bir kamusal alan tanımına ihtiyaç var.

Ekrem İmamoğlu yapacağı işler arasında Taksim Meydanı’nın da yer aldığını açıkladı. Gazetelerde yer alan haberlere göre İmamoğlu parkın, yani Gezi’nin korunması gerektiğini, ama betonlaştırılan Taksim Meydanı’nın yeniden düzenlenmesi için bir mimari proje yarışması açılması gerektiğini düşündüğünü söyledi.

Taksim ve Gezi’nin yeni yönetim vizyonunu göstermek için eşsiz bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Şehrin merkezindeki bu yeşil alanın korunması, İmamoğlu’nun seçim vaatleri arasında yer alan “Yaşam Vadileri”ne en iyi örnek olabilir.

Ancak Taksim Meydanı’nı ve çevresini iyileştirmek için yalnızca bir mimari proje yarışması açmak yetmez. Bu simgesel kamusal alanın yalnızca bir mimari proje ile düzenlenebileceğini varsaymak, geçmişteki müdahalelerin bir tekrarı gibi olabilir. Öncelikle yapılması gereken bu kamusal alan için bir yönetim planının hazırlanmasıdır. Bunun süreklilik taşıyan katılımcı bir organlaşmaya ve yeni bir şehircilik deneyimine ihtiyaç var.

Ayrıca hemen yarın yapılabilecek işler de var: Taksim ile Nişantaşı arasındaki yürüyüş güzergahının  ortadan ikiye bölünmüş olması, örneğin. Büyükşehir Belediyesi kendi yaptığı çitleri hemen kaldırabilir. Böylece Taksim’den Nişantaşı’na kadar keyifli bir yürüyüş güzergahı oluşur, şehrin merkezindeki özenle korunması gereken devasa yeşil alan, rekreasyon ve kültür vadisi daha erişilebilir hale gelir. Kapatıldığında Gezi’ye dahil edilmesi gereken Fransız Pasteur Hastanesi’nin bahçesine alelacele inşa edilen rezidanslar için parkın yürüyüş yolunun tam ortasına yapılan trafo binası bir köşeye kaldırılabilir. Kullanıma kapatılan geçitler, yollar yeniden erişime açılabilir. Hiç şüphesiz önemli bir kültür mirası olan mimari düzenlemelerin, otoparkçılar tarafından tahrip edilen küfeki taşından yapılmış balüstradların, mermer basamakların onarımı yapılabilir. Ayrıca toprağın, ağaçların ve bitki örtüsünün özenli bakımı, zemin kaplamaları, banklar, aydınlatma elemanları gibi donatıların bir tasarım kılavuzuna göre düzenlenmesi gibi çalışmalar gerçekleştirilebilir. Tünel yapımı sonrası tanımsız ve betona dönüşen boşluk üzerinde de örneğin kafa yorulabilir. Büyükşehir Belediyesi’nin sanat galerisinin de bulunduğu mekanı tanımlayıcı yapı dizisinin ve orjinal terasların, merdivenlerin bilinçsiz bir biçimde kazınmış olması buradaki tanımsızlığı yaratan önemli bir sorun.

Bunlar özenle bu kamusal alanı daha kullanışlı hale getirmek, iyileştirmek için basit öneriler. Ama asıl kapsamlı olacak iş, dediğim gibi yeni yönetimin vizyonunu göstermek için bu kamusal alanı farklı bir yöntemle ele almak. Geçmişteki müdahalelerde kamusal alan yerel yönetim park ve meydan düzenlemeleri, ulaşım projeleri gerçekleştiriyordu. Merkeziyetçi yönetim fikri ise bu teknik gibi gözüken işi üstten ideolojik simgelerle belirliyordu. Demek ki önce eşitlikçi, kapsayıcı, şehirle ilişkili, katılımcı, demokratik bir kamusal alan tanımına ihtiyaç var.  Bunun için de şehre ve bu  kamusal alana yukarıdan bakan, onu fiziksel bir mekan olarak tanımlayan bakışı sorgulamak gerekiyor.

Gezi yalnızca bir park mı?

Gezi, yalnızca bir park değil. Şehrin kamusal hayatını köklü bir şekilde dönüştüren bir kamu alanı. Bu kompleksi bir park olarak tanımlamak ancak çok parçacıl bir bakış açısı olabilir. Paris’in planlama bürosunun başındaki ünlü mimar Henri Prost, 1936 yılında Atatürk tarafından İstanbul’u planlamak için davet edildiğinde, şehrin modernleşme tarihinde bir kırılma noktasını oluşturacak önemli bir adım attı: Şehrin 19. yüzyıl kapitalizminin dönüştürdüğü Pera ile, elektrikli tramvaylar çalışmaya başladıktan sonra gelişen Şişli arasında kalan boşluğu şehre hayat verecek bir kamusal alana dönüştürdü.  Bir zamanlar şehrin yerleşim alanlarının dışında kalan bu bölgede Topçu Kışlası, ahırlar, mezarlıklar, bostanlar, havagazı fabrikası ve 6. Daire tarafından gerçekleştirilmiş küçük bir park yer alıyordu. Merkezi yönetimin de desteği ile şehrin kamusal hayatına katılan ve “Prost Vadisi” olarak da anılan bu devasa alan Taksim’den Nişantaşı’na, Maçka’ya, Dolmabahçe’ye uzanan bir bütündü.  Buradaki oteller zincirinin ilki olan Hilton, Gezi’nin tam ortasına yapıldı. Ama otelin bu yürüyüş güzergahını bölmemesi için dönemin İstanbul Belediyesi bahçesinin açık olması koşulunu getirdi. Dolayısı ile Hilton Oteli, uzun tartışmalar sonucu alınan kararla -vadiye erişimi sınırlandırmamak koşulu ile- tıpkı diğer yapılar gibi bu kompleksin içinde yer aldı.

Gezi yalnızca bir yeşil alan mı?

Prost alelade bir park tasarlamadı. Şehrin merkezindeki bu kamusal alanı bir rekreasyon alanı olduğu kadar bir kültür vadisi olarak  şehrin kamusal hayatını geliştirecek, zenginleştirecek işlevlerle donattı. İçinde çok amaçlı salonu (Spor ve Sergi Sarayı), şehir stadyumu (İnönü Stadı), şehir operası (AKM), şehir tiyatrosu, açıkhava tiyatrosu, Radyoevi, sergi ve etkinlik alanları olan bir şehircilik programı gerçekleştirdi. Bu tarihe kadar şehirdeki kültürel faaliyetler 6. Daire’nin gerçekleştirmiş olduğu Tepebaşı’nda ya da özel alanda, mekanlarda gerçekleşiyordu. Büyük bir özenle ve çok sayıda mimari projeyle gerçekleştirilen bu devasa proje ile İstanbul tıpkı Avrupa başkentlerinde olduğu gibi şehrin merkezinde devasa rekreasyon alanına ve bir kültür altyapısına kavuştu.

 

Nihayet en canalıcı soru: Bu kamusal alanın sahibi kim?

Şehrin en önemli kamusal alanının, “Prost Vadisi”nin sahibi, yönetimi yok. Bu kompleksi Park ve Bahçeler Daire Başkanlığı gibi bir yapı yönetemez. Bu alanın yönetimi için ekosistemi, kullanım biçimleri, kültürel etkinlikleri, mirası, güvenliği, donatıları, erişilebilirliği, v.s. ile sürekli yönetecek katılımcı bir organlaşmaya ihtiyaç var.

İstanbul’a her konuda, ister ulaşım, ister kültürel mirasın korunması olsun, dar bir bakış açıları ile yaklaşmak yerine çok boyutlu yeni bir şehircilik deneyimi gerekiyor. Bu deneyimin gerçekleşmesinin karşısındaki en büyük engel planlama, koruma faaliyetlerinin dar bir grubun kendi kamu yararının temsili olarak algılanıyor ve karşıtını, popülist politikaları besliyor olması. Bu nedenle bu kamusal alanın sorunlarını anlamaya çalışırsak, bu yalnızca İstanbul için değil, Türkiye’de yönetim fikrinin yenilendiği, iyileştirildiği bir ilk deneyim olabilir. Bunun için bu şehrin bu ilk modern kamusal alan deneyimini güncellemenin, ilişkisel bir bağlama taşımanın ve katılımla yeni bir yönetim deneyimine dönüştürmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.

Bu yönetim deneyimi güncellenmediği için değeri yeterince bilinmeyen, sürekli yapılaşma tehdidi altında kalan, kimi zaman inşaat yapılacak bir boşluk olarak görülen, işgallere uğrayan, yıpranan “Prost Vadisi” yeni yönetim vizyonunu göstermek için eşsiz bir fırsat olabilir.  Şehrin merkezindeki bu eşsiz yeşil alan, bir yönetim planı ile bir bütün olarak ele alındığında ve misyon odaklı bir katılımcı organlaşma ile, yenilikçi bir kent yönetimi deneyimi için bir laboratuvar işlevi görebilir. (*)

 (*)Taksim Platformu’nun 2010’larda hazırladığı “Yürünebilir İstanbul” projesi, bir ilk örnek teşkil ediyor.

(Yeşil Gazete)

 

Vatandaş poşet kullanımı konusunda ne düşünüyor? -2

Tek başına poşeti ücretlendirmek, plastik atık sorununu ortadan kaldıramayacağı gibi vatandaşın tüketim alışkanlıkları değiştirilmeden bu tür önlemler başarılı olamayacaktır.

Geçen hafta, Eksen Research ile yaptığımız araştırmanın plastik poşet tüketiminde meydana gelen azalma ile ilgili sonuçlarını ve vatandaşın bu uygulamaya yaklaşımını tartışmıştık. Uygulamaya önemli bir kitlenin destek verdiğini belirtmiş, bunun da plastik tüketiminde azalmaya neden olduğunu ortaya koymuştuk. Bu hafta da vatandaşın plastik kirliliği ile ilgili farkındalığını, yine aynı araştırmada sorduğumuz sorulardan elde ettiğimiz yanıtlar üzerinden tartışmaya çalışalım.

Katılımcıların tek kullanımlık yaşam tarzından ne derece kaçındıklarını belirlemek için onlara, çok kullanımlık çanta, çok kullanımlık su matarası ve çok kullanımlık bardak gibi eşyalardan hangisini yanlarında bulundurduklarını sorduk. Sonuçlar ilginçti. Uygulamayı olumlu bulanların sadece %18’i yanlarında çok kullanımlık çanta, yine aynı kitlenin %15’i çok kullanımlık bardak ve aynı kitlenin yine %34’ü çok kullanımlık su şişesi taşıdıklarını belirtti. Bu durum bir anlamda bir alışkanlığın olmadığının da göstergesi. Her ne kadar uygulamayı olumsuz bulanlarda, bu eşyaları yanlarında bulundurma oranları çok daha düşük olsa da, uygulamayı faydasız bulanlar da neredeyse olumlu bulanlar düzeyinde. Yani uygulamayı olumlu bulanların çoğunluğu bunun çevre için yapıldığını söylese de yaşam tarzları pek de bu söylemi destekler nitelikte değil. Her ne kadar bu saydıklarımız çevre farkındalığının varlığının tam olarak göstergesi değilse de önemli bilgiler taşıdığını söylemem gerekiyor.

Bir diğer soru da vatandaşın evlerinde çöplerini ayrıştırıp ayrıştırmadığıyla ilgili. Bu soru ile belediyenin ayrıştırma pratiğini destekleyip desteklemediğinden bağımsız olarak, vatandaş böyle bir alışkanlığa bireysel olarak sahip mi değil mi sorusunun cevabını anlamaya çalıştık. Bu soruya verilen cevaplar da ilginç bir durumu ortaya koyuyordu. Uygulamayı destekleyen kitle ile olumsuz bulan kitle neredeyse aynı düzeyde evlerinde çöpleri ayrıştırıyor. Yani çöpleri ayrıştırma konusunda pek de bir farklılık söz konusu değil. Bu da parayla plastik poşet uygulamasını desteklemekle çöpleri ayrıştırma pratiği arasında anlamlı bir ilişki olmadığını ortaya koyuyor.

Araştırma sonuçlarından hareketle var olan bir iki efsaneyi de sınama fırsatı bulduk. Bunlardan ilki eğitim düzeyi arttıkça çevre duyarlılığının da arttığı efsanesiydi. Araştırmamızda ne uygulamanın desteklenmesinde, ne çöplerin ayrıştırılmasında ne de diğer çok kullanımlık alışkanlıklar açısından eğitim durumunun belirleyici olduğu bir sonuca rastlayamadık. Yani eğitim çevre sorunlarına olan farkındalıkta herhangi bir etken değil. En azından bu araştırmada durum bu. Denilebilir ki “eğitimli kesim, bu tarz uygulamalar yerine daha sert uygulamalar talep ettiği için bu uygulamayı desteklemiyor olabilir”, ancak aynı kesimin diğer davranışları, çevre sorunları konusunda pek de kaygılı olmadıklarını gösteriyor. Nitekim görece eğitimli ve üst sınıfın ikamet ettiği bölgelerde tek kullanımlık kültürün yaygınlığı göze çarpacaktır. Bu konuda, zengin ve yoksul bölgelerin çöplerini kıyaslayan Umut Yiğit ve Ali Mendillioğlu’nun çalışmalarına göz atmak yararlı olacaktır. Diğer bir efsane ise genç neslin çevre konularına olan kaygısının azlığı iddiası. Araştırmamızda buna dair herhangi bir sonuca da rastlayamadık. Çünkü gençler ile yaşlılar arasında çevre sorunlarına karşı yaklaşım neredeyse eşit ve problemli. Her ne kadar Greta’nın çağrısı dünyanın birçok yerinde gençler tarafından sahiplenilmiş olsa da ülkemizde bu tür kaygılarla hareket edenlerin sayısı oldukça düşük.

Tüm bunların yanında, henüz iki yıldır ülke gündeminde olan ve zaman zaman basında yer bulma şansı bulan mikroplastik problemi, katılımcıların yarısının aşina olduğu bir problem haline gelmiş. Bu durumun da, mikroplastik sorununun medyada yer alması ve Mikroplastik Araştırma Grubu’nun çabalarıyla ilişkili olduğu aşikâr.

Sonuç olarak, tek başına poşeti ücretlendirmenin, plastik atık sorununu ortadan kaldıramayacağını ve vatandaşın tüketim alışkanlıklarının değiştirilmeden bu tür önlemlerin başarısız olacağını tekrar belirtelim. Bunun yanında plastik üreticilerinin ve ambalajlı ürün satıcılarının, plastik kirliliğinin birincil sorumlusu olduğu bilinciyle bir eylem planı geliştirmenin zaruretini de unutmayalım.

(Yeşil Gazete)

İklim krizi eko-kaygılı insanların sayısını artırıyor

‘İnsanların bu konuda iyi hissetmemeleri gerekiyor, çünkü bu his eyleme geçmeye neden olacak.’

Büyük bir hızla düşen böcek sayıları. Altıncı kitlesel yok oluş. Buz tabakalarının incelmesi. Deniz seviyesinin yükselmesi. Kaliforniya’daki orman yangınları. Kuzey kutup bölgesinin donuk topraklarındaki buzun çözülmesi. İklim değişikliği, tüm trajedisiyle gözlerimizin önünde zuhur ediyor.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) raporuna göre, bu felaketi durdurmak için 12 yılımız var. İklim değişikliğine karşı harekete geçmek zamanın ruhunun bir parçası haline geldi, ancak küresel emisyonlar artmaya devam ediyor ve Dünya’nın ekosistemlerinin çöküşü hakkındaki raporlar gittikçe sıklaşarak ve ciddileşerek gelmeye devam ediyor.

Bilim insanları ilk defa 1958’de karbondioksit seviyelerinde yavaşça artış başladığını fark etti. 1980’lerde küresel sıcaklıklar yükselmeye başladı ama uyarılar göz ardı edildi ve saklandı. Çoğu insan için ilk vurucu darbe tam 40 yıl sonra, 2018’de yayımlanan ve yaşam süremiz içinde -muhtemelen 2040 gibi yakın bir zamanda- büyük çevresel felaketlerle karşı karşıya olduğumuz konusunda bizi uyaran IPCC raporu sonrası geldi.

Independent Türkçe’nin aktardığına göre, birçokları için haber bir mahrumiyet anlamı taşıyordu -bizim bilmeden tasarladığımız bir felaket. Bath Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve İklim Psikolojisi Birliği üyesi olan Caroline Hickman “Depresyon, keder, öfke, çaresizlik, umutsuzluk, suçluluk ve utanç gibi kafa karıştırıcı duyguların bir karışımından bahsediyorsunuz. Bu duyguların hepsi onunla geliyor” dedi.

Şimdiyse, bu çelişkili duygular çoğunluk için günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Amerikan Psikologlar Birliği bu “çevresel felaketin kronik korkusunu” eko-kaygı olarak nitelendiriyor. 20 yıldan uzun süredir, psikoterapist olarak çalışan Hickman geçen yıla kadar eko-kaygı hastası olan iki ya da üç kişi hastası olduğunu belirterek şunları söyledi: “Bugünlerde hemen hemen herkes buna atıfta bulunuyor (…) Birçok kişi dünyaya çocuk getirmeyeceğini söylüyor. Diğerleri, çocuk sahibi olmaktan ve onu bir hayli sorunlu bu dünyaya getirmekten suçlu hissetmek istemediklerini söylüyorlar. Bir kadın çocuğunu öldürmeyi hayal ettiğini söyledi. (…)  bana bunu söyleyen 8 kadın hastam oldu. Bunlar umutsuzca çocuklarını nasıl koruyacaklarını düşünen kadınlar. Umutsuzluk, iktidarsızlık ve güçsüzlük hakkında konuşuyorlar. Zor olan bir bilgi edindiğinizde, psikolojik olarak bunu görmezden gelebilirsiniz. Hayatlarımız diğer acil kaygıların halihazırda baskısı altında: kiranızı ödemek konusunda endişeleriniz var veya sınavlarınızı düşünüyorsunuz veya başka bir şey. Çevreyle ilgili endişelerinizi aklımızdan kovuyoruz. Bu normal, sağlıklı bir insanın psikolojik tepkisi.”

Beyaz Saray önünde Trump yönetiminin iklim politikalarını protesto gösterisi.

İklim araştırması yapan akademisyenler de bu duygudan istisna değil. Plymouth Üniversitesi Biyoloji ve Deniz Bilimleri Fakültesi‘nden Profesör Camille Parmesan, yıllarca iklim değişikliğinin etkileri konusunda bilimsel yazılar yayımladı ancak hükümetler tarafından ya asgari düzeyde adım atıldığını ya da hiçbir işlem yapılmadığını gördü. Etkili bilim insanlarından biri olmasına ve 2007’de Al Gore ile birlikte Nobel Barış Ödülü’nü alan IPCC’ye resmi katkıda bulunmasına rağmen Parmesan, “mesleki depresyona” girdi ve iklim araştırmalarını tamamen terk etmeyi düşündü: “Bir şeyler yapacağınızı söylemek, aslında bir şeyler yapmak için sadece küçük adım. Bende endişeden çok öfkeye neden olduğunu söyleyebilirim. Yalan söylemekten hoşlanmıyorum ve birçok politikacı ki Trump bu konuda şampiyon, gerçeklerin ne olduğu hakkında yalan söylüyor. Bu beni gerçekten sinirlendiriyor. Buna karşı koymak için elimden geleni yapıyorum, ama halk hala liderleri tarafından söylenenlere inanmak istiyor… şimdi bunu kötü bir şey olarak düşünmeye başlamaları garip.”

“Eko-kaygı gittikçe artacak. Nasıl artmasın?” diyen Hickman, bununla birlikte bu kaygının öğrendiklerimize karşı sağlıklı ve uygun bir duygusal tepki olduğunu söyledi: Ona göre bu büyük ölçüde normal: “İnsanların bu konuda iyi hissetmemeleri gerekiyor, çünkü bu his eyleme geçmeye neden olacak. Bu kolektif bir endişedir. İnsanların bu duyguları işlemesi gerekir, böylece hayatlarını yaşamaya devam ederler, ama inkar içinde değil.”

Bireysel karbon salımını kontrol altına almanın, insanların zihinsel durumlarını önemli ölçüde iyileştirebileceğini belirten Hickman’a göre, konuyu görmezden gelmek yerine, bilgilendirilmek, iklim kafeleri, okul grevleri veya ebeveyn grupları gibi etkinliklerle müdahil olmak umutsuzluk hissini ve kontrol kaybını azaltıyor: “Gidip bir ağaca sarılın demeyeceğim, çünkü bu, bahsettiğim durum için yavan bir hareket olur. Ancak çevreyi koruyarak, gezegene yaptıklarımız hakkında kederlenerek ve doğa ile olan karşılıklı bağımlılığımızı fark ederek kendimizi kurtaracağız.”

Newcastle Upon Tyne’da çalışan klinik psikolog Dr. Nick Hartley, iklim krizinden endişe duymaya başladıktan sonra 2015’de Yeşil Parti’ye katılmış. İklim adaletsizliğine nasıl yaklaşılacağını anlamak ve bu sorunun konseylerde ve mecliste tartışılmasını teşvik etmek isteyen; bu tavrının aynı zamanda daha etik şekilde yemek yemesine, alışveriş yapmasına ve seyahat etmesine yardımcı olduğunu fark eden Hartley şunları söyledi: Hepimizi ikiyüzlü hale getiren bir sistemde yaşadığımız için, bu kararları almaktaki zorluğu küçümsemememiz çok önemli. İklim değişikliğinin aciliyeti ile yüzleşmek herhangi bir bireyin omuzlarında değil. Eğer karşılaştığımız devasa görevin kaygısıyla yaşayacaksak, siyasi ve sistematik değişimi zorlamak için hepimizin bir araya gelmesi gerekiyor.

Duruşmamıza bekleriz

‘En dramatik olanı, normal hayatta yan yana gelmeyecek kişilerin aynı dava torbasına atılmasıdır. Bu, dayanışmayı bölmeyi, desteği tedirgin etmeyi, sahiplenmeyi zayıflatmayı hedefleyen ve en önemlisi toplumsal algıyı bulandırarak kafaları karıştıran bir taktiktir.’

Tarih: Hafta içi

Yer: Her Adliye

Saat: Mesai saatleri

LDG: Lütfen Dayanışmaya Geliniz

2012 yılının Mart ayıydı. Milletvekili kuryesi gelmişti; içi gazeteler, yeni çıkmış kitaplar, mağdur vatandaş mektupları ile cezaevinden gelen “görülmüştür” yazılı zarflarla doluydu.

Girişi böyle yazdım, ama sıradan bir durum bu. Bugün hangi milletvekili kuryesine baksanız benzer bir külliyat çıkar, ilgi alanlarına göre biraz değişir tabi. Bana cezaevi mektupları yeni yeni gelmeye başlamıştı. İçlerinden biri dikkatimi çekti. Tam bir davetiye formatındaydı. Grup Yorum’un bağlama sanatçısı, tutuklu Seçkin Aydoğan, kendi eliyle ikiye katlanan bir davetiye hazırlamış ve göndermişti. Görsel olarak da Grup Yorum’un beyaz zemin üzerine siyah silueti oturtulmuştu. İlk elime aldığımda “nikah davetiyesi gibi” demiştim. Hatta 27 Mart günü twit atıp paylaşmışım.

Geçtiğimiz haftanın yoğun duruşma gündemi öncesi, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun yedi yıl önce attığı twitlere 17 yıl ceza istenen davanın duruşmasına destek videoları yayınlanınca, kendisi de “Beni bırakın, Gezi Duruşmasına gidin” diye bir twit atmıştı. Bunun üzerine karşılıklı destek twitleri gelince, Avukat Akçay Taşçı da “Millet birbirini düğüne derneğe çağırır, biz de duruşmaya” yazdı. Gözümün önüne Seçkin’in davetiyesi gelmişti ve daha niceleri.

Duruşmaların üst üste gelmesi kimi zaman “desteği, dayanışmayı bölmek” amaçlı diye yorumlanır. Bazen belki, ama 2019’da 244 mesai gününü günü dolduracak, fazla fazla toplumsal dava var.

Toplumsal davalardan kastım şu:

Örneğin iddianamesi, son Gezi Duruşması’nda Avukat Evren İşler’in ifade ettiği gibi “Cumhuriyet Savcısının Siyasi ve Hukuki Tarih Tezi gibi” olan toplumsal davalar. Bir de Avukat Can Atalay’ın aynı davada kendi savunmasındaki ifadesi ile “Fetullahçı Cemaat yargısının sahte delillerle yazdığı iddianameler” ve “Bu dönemin delilsiz iddianameleri” ile açılan davalar var.

Tabii bir de iktidarın mağdur ettiği vatandaşa destek çıkan kamuoyunun baskısıyla, kendi adamlarını ya da yandaşlarını yargılamak zorunda kaldığı “miki yapmıştır” davaları var.

Duruşma Ajandanızda neler var?

Önceliği hangi duruşmalara vermek gerek mesela? Ben vekillik dönemimde duruşma ajandası tutardım, şimdi biraz daha seyrelterek hala tutuyorum. Gidemezsem elbet bir hashtag destek saati oluyor. Onları da yazıyorum mümkün olduğunca ajandanın saat bölümlerine. Hatta artık sosyal medya üzerinden destek kampanya saatlerini takip etmek için bu şart.

Duruşmalara dönelim. Benim sıralamam şöyle oluyordu:

Kimsesiz kalmış davalar: Bunlar genelde benim özel ajandamda olurdu, bana ulaşılmıştır ve takip ederek kamuoyu yaratmaya, duyurmaya çalışıyorumdur. Çoğunlukla da ileride duyulacak, kamuoyu gündemine gelecek davaların ilk duruşmalarıdır. Örneğin, Tortum HES Davası.

Çalıştığım ve ilgilendiğim alandaki davalar: Kadın cinayeti davaları, Çevre ve Kentsel Dönüşüm Davaları, Basın Davaları. Bunları zaten takipteyimdir. Fikri ve fiili takip önemlidir. TBMM’ye taşırım, soru önergesi veririm, araştırma önergesi veririm. Arşivime koyarım, konuşmalarımda kullanırım vb.

Tutuklusu olan davalar: Belki tahliye için benim de bir dayanışma desteğim olur umuduyla giderim. “Tahliye” kelimesini duymak bambaşka, biraz yarım ama yine de mutluluktur. En muhteşemi “beraat” kelimesi duymaktır.

Toplum vicdanına doğrudan hitap eden davalar: Katledilenler, taciz edilenlerin faillerinin korunduğunu düşündüğüm davalardır. Kamuoyu yaratmaya katkı sağlarım inancıyla giderim. Soruşturma aşamasını geçebilirsek Rabia Naz Davası böyle olacak.

Popüler Davalar: Çoğunlukla başladığı günden itibaren kamuoyu oluşturarak pik noktasına gelmiş davalardır. O gün başka duruşma ajandam yoksa desteğe giderim. Ama herkes tarafından sahiplenilmiş olduğu için destek ihtiyacı kalmamıştır. Onun yerine bir sonraki sıraya geçerim:

Mağdurla asla aynı tarafta olamayacağım ama yine de insan hakkı ihlali olan davalar: Gittiğimde, yepyeni şeyler öğrenir ve mağduriyetler tanırım. Ama ailelerle çokça da duygusal ilişki kurmamaya çalışırım, zira zaten dolu olan ajandamda yeni vakaları takip etmeye gün de kalmamıştır. AKP’nin kendi evlatlarını yediği davalar biraz böyle. Benim vekillik dönemime denk düşmedi pek, ama düşseydi bu sırada olurdu herhalde.

Konusuna uzak olduğum, karmaşık davalar: Bunun tek örneği Şike Davası idi. 1 kez gittim, bıraktım.

Torba konsepti

Torba Davalar sanıklar açısından üzerinde en çok çalışıldığını düşündüğüm davalardır. Aslında bunların, Fetullahçı yargı tarafından üretilerek AKP’ye sunulduğunu düşünüyorum. Çünkü 80 öncesi ve sonrası dönemlerin insan hakları, ifade özgürlüğü davalarında sanık olanlar birbirlerine nispeten benzeyenlerdi. Bugün, yani AKP’li yılları kastediyorum, “beş benzemezi” bir torbaya koyarak açılan öyle davalar var ki, sanıklar ilk kez mahkeme salonunda tanışıyor. Beşiktaş Çarşı Davasında Fenerbahçeliler vardı.

Öte yandan bu torba davalarda, davanın içeriğine ve iddianamenin kurgusuna değil, içinde yargılananlara bakarak verilen toplumsal peşin hükümler de, mağduriyetlerin uzamasına neden oldu. Ergenekon, Balyoz gibi davaların kamuoyunda kumpas olarak açığa çıkması ve toplumun insan hakları ile en çok ilgili sol kesiminin de “evet burada bir mağduriyet var” diyebilmesi için yıllar geçti. Tabii çok büyük torba davaların içine atılıp, belki de kişilere karşı işlenen suçlardan yargılanabilecek bazı isimler, AKP’yi iktidardan indirme (böyle bir suç tanımı yok ama, anayasal düzeni yıkma vs. maddelerine referans veren iddianamelerde çoğunlukla pasif muhalefet yolları hedeflenerek bu suça ulaşılıyor) suçundan yargılanıp toplu beraat ile aklandılar.

Dayanışmaya kumpas

Ama burada en dramatik olanı, normal hayatta yan yana gelmeyecek kişilerin aynı dava torbasına atılmasıdır. Bu muhteşem bir taktiktir. Bu, dayanışmayı bölmeyi, desteği tedirgin etmeyi, sahiplenmeyi zayıflatmayı hedefleyen ve en önemlisi toplumsal algıyı bulandırarak kafaları karıştıran bir taktiktir.

Mesela Devrimci Karargah Davası’nda Hanefi Avcı’nın da olması, devrimcilere, sinir bozmaktan öte bir zarar vermedi; ama Gülen Cemaati aleyhine tavır takınmış eski polis müdürünün sol muhalefet davasında dahil edilmesi, tam da AKP’li seçmende “evet ya bak işte sağcısı da solcusu da AKP iktidarına karşı” algısını güçlendirmeye yarıyordu. Bugünün davalarında ise sadece “herkes Erdoğan’a karşı” algısı yaratılmaya çalışılıyor.

Mesela Oda TV davasındaki gazeteciler ideolojik olarak birbirlerinden tamamen ayrışıyordu. Zaten bugün de açıkça görebiliyoruz. O günlerde güçlü bir dayanışma ortamı yaratılarak desteğin bu farklılıklardan zarar görmemesi sağlandı. Ama bu her zaman böyle olamıyor.

Mesela Karşı Davası da bir basın davası idi ama “Fetö” damgası da vurulduğu için RSF dışında hiçbir gazeteci örgütü sahiplenmedi ve üstelik bugün birçok gazete ve gazetecinin yazılarında ve konuşmalarında alıntı yaptığı manşetleri atmış olan Karşı’nın Genel Yayın Yönetmeni Eren Erdem, o manşetler yüzünden hala cezaevinde.

Fonlarla kıymetlendirilen Gezi Davası

AKP de “torba konsepti”ni iyi öğrendi ve hala devam ediyor.

Gezi Davası da bunun örneklerinden biri aslında. Her ne kadar soruşturma Fetullahçı yargı döneminde başlatılsa da, iktidarın Gezi’ye dair kuyruk acısı ile soruşturmanın iddianamedeki ifadesi ile, “deliller kıymetlendirilerek” Gezi Davası’na dönüşmesine yol verdi. Tanıdığım avukatların da ilk kez karşılaştıkları “delil kıymetlendirme” AKP yargısının yeni enstrümanı olmalıydı.

Gezi Direnişi, bu davada yargılanan ya da ek iddianamelerde isimleri geçenler kadar geniş, toplumsal muhalefetin çeşitli kesimlerini kucaklıyordu. Ama 16 kişilik davaya indirgendiğinde “AB Fonu alma” konusu bile dayanışmanın önünü kesecek şekilde iddianameye konmuştu. Varlığını ve güçlenmesini uluslararası desteklere, AB ve diğer yabancı fonlara borçlu AKP’nin güdümüyle açılan Gezi Davası’nda, AB fonlarının suç delili sayılması kafaları karıştırmayı amaçlıyordu. AKP, aslında hassasiyetlerini çok iyi tanıdığı karşı mahallenin yumuşak karnına dokunuyordu. Zira sanıkların bir kısmı hayatını kurumlara fon bularak kazanırken, diğerleri için bu durum ‘etik olarak kabul edilemezdi’.

Öte yandan Adalet Bakanlığı da eğitimlerini ve bakanlıktaki iyileştirmelerini “kıymetlendirilmiş delil diye sunulan AB fonları ile” sağlıyordu. Avukat Fikret İlkiz’in mahkemedeki savcı ve hakimlere “Strasbourg’a eğitime hangi paralarla gittiğinizi düşünüyorsunuz” sorusu çok anlamlıydı. Avukat Özgür Karaduman’ın yine iddianamede Soros ile görüşmenin suç olarak gösterilmesine yanıtı Cumhurbaşkanının, dönemin başbakanı sıfatı ile gittiği Davos’ta George Soros ile aynı masada oturduğu görülen fotoğrafıydı. “Cumhurbaşkanı için hak olan, bu ülkenin her vatandaşı için haktır” diye bitiriyordu cümlesini.

Bu tür davaların bir özelliği de ezberleri bozmaktır. AKP toplumsal muhalefetin yüzlerini bir torbaya atıp yargılarken, toplumsal muhalefetin birbirine uzak durarak dayanışmasının önünü kesmeye çalışıyor. Neyse ki toplumsal muhalefetin kitleleri var… Gezi’yi, 7 Haziran’ı, Hayır Meclislerini bugüne taşıyan, İstanbul’da ve Türkiye’nin birçok şehrinde ortak başarıya imza attırmasını bilen bir demokratik toplum var.

İnanın davaların sahiplenilmesinde bu dayanışmalar çok işe yarıyor. Unutmayalım ki birbirimizle kavga edebilmemiz için bile üzerinde sağlam durabileceğimiz bir demokratik zemine hava gibi, su gibi ihtiyacımız var.

(Yeşil Gazete)

[Babil’den Sonra] Bir telli çalgılar ve ses ustası: Salih Korkut Peker

Bazı insanlar vardır ki çoğunluk henüz onların değerinin farkında değildir. Bana göre Salih Korkut Peker de bu insanlardan. Ben de onu geç tanıdım ne yazık ki. 2017 yılında Fethiye Müzik Köyü’nün etkinliklerini Açık Radyo’ya taşıdığım günlerde, o da o yıl etkinliğe katılan müzisyenlerden biriydi. Efren Lopez Sanz, Ali Ulutaş-Yusuf İhsan Bodur, Stelios Petrakis, Osman Kırca, Cenk Güray vb. gibi, belki de İstanbullu müzikseverlerin pek de tanımadığı isimlerden seçtiğim türküler-şarkılar dinlettiğim programda ondan bir türkü yorumuna da yer vermiştim.

Salih Korkut Peker’i müziğe 14 yaşında klarnet çalarak başlamış. Erkan Oğur’un ve Erdinç Şenyaylar’ın etkisiyle aynı zamanda gitar çalmayı da çok istiyormuş. Telleri eksik de olsa eline geçen ilk telli saz olan curayı kurcalayarak işe başlamış.

Lise ikinci sınıfta Eric Clapton, Nirvana gibi müzisyenlerin etkisiyle bütün tellileri bir kenara bırakıp gitar çalmaya başlamış. Salih Korkut Peker tam bir multi-enstrümantalist. Tam bir telli çalgılar ustası. Sadece gitarı değil, neredeyse teli olan her çalgıyı ustaca kullanıyor: Gitar ve türevleri perdesiz gitar, basgitar, mikrotonal gitar dışında cümbüş, bağlama, cura, divan sazı, divane, sazbüş çalıyor.

Bir de çağlama diye bir saz çalıyor. Bu çalgı post modern bir halk müziği çalgısı. Ne gitar, ne bağlama. Bu çalgıyı Çamur grubundan rahmetli Ömür Kılıçaslan icat etmiş. Çağlamayı, gitar tuşelerine sahip olan bir bağlama diye özetlemek mümkün. Ömür Kılıçaslan çağlamayı şöyle anlatıyor.

Salih Korkut Peker 1998’de memleketi Ayvalık’ta sahne hayatına adım atmış. 2001’de İstanbul yerleşmiş, 2003’ten 2008’e kadar İstanbul’da farklı mekânlarda ve festivallerde, indie rock’tan, folk müziğe, birçok farklı tarzda grupta gitarist ve basçı olarak yer almış.

2008’de pop-rock grubu Rüya’ya katılmış ve grubun Masal Kitabı adlı albümünde besteci, söz yazarı, aranjör ve gitarist olarak yer almış.

2002-2009 yılları arasında müzik yaparken, bir taraftan da reklam yazarlığı, metin yazarlığı ve kitap editörlüğü yapmış, bütün bunları yaparken aklı sadece müzikte olduğu için, daha da geç olmadan reklam ve yayıncılık sektörüne veda etmiş.

2009’da Nazım Hikmet Akademisi Perdesiz Gitar Bölümü’ne girmiş. Erkan Oğur ile perdesiz gitar-Türk Müziği, Emin İgüs, Alkan Akıncı, Ayşe Özbekligil ve Murat Opus ile temel müzik teorisi, makam ve armoni çalışmalarını sürdürmüş.

2009’da Barbaros Akbulut ile birlikte Istanbul Arabesque Project’i (IAP) hayata geçirmiş. 2017’de grupla yolları ayrılana kadar bu grupla Türkiye’de ve dünyanın farklı yerlerinde yüzlerce konserde gitarist, cümbüşçü ve geri vokal olarak yer almış. Grubun yayınladığı 4 albüm ve 1 single’da da gitarist, bas gitarist, geri vokal, söz yazarı, besteci ve aranjör olarak bulunmuş.

Sahne müzisyenliği haricinde reklam müzikleri bestelemiş; dizi, film ve reklam müzikleri kayıtlarında stüdyo müzisyeni olarak yer almış. 20’den fazla Türk dizisinde cümbüş, sazbüş, elektrik, akustik, perdesiz gitar ve bas icra etmiş.

Salih Korkut Peker, 2017 itibarıyla, türküler ve kendi şarkılarından oluşan tek kişilik projesi; Salih Nazım Peker ile Anadolu ve Balkan ezgilerini yorumladığı Duble Salih ve enstrümantal folk icra eden Yasak Helva grubu ile aktif müzik hayatına devam ediyor.

Bu hafta Açık Radyo’da Babil’den Sonra programında İzmirli müzisyen, telli çalgılar ve ses ustası, besteci, söz yazarı, aranjör Salih Korkut Peker’den seçtiğim, dinlemekten büyük keyif aldığım, birbirinden güzel türküleri, şarkıları dinlettim. Programı şuradan dinleyebilirsiniz.

14-15 yaşında telleri eksik de olsa eline geçen ilk telli saz olan curayı kurcalayarak yola çıkan Salih Korkut Peker bugün hala birçok telli sazı ustalıkla kurcalayarak yola devam ediyor ve folk grubu Yasak Helva ile 3 Ağustos Cumartesi gecesi Peyote On Board kapsamında, İstanbullu müzikseverlerle boğazda buluşacak. Ajandanıza, telefonunuza not ediniz…

(Yeşil Gazete)

İnsan varlığı ve müdahalesi yüzünden hayvanlar ‘gececil’ olmaya başladı

Araştırmacılar, “hayvanların insanlarla aynı ortamda bulunmaları halinde riskleri en aza indirmek için mekansal ayrışma yerine zamansal ayrışmayı tercih etmeye başlamış olabileceğini” vurguluyor.

Science dergisinde yayımlanan bir bilimsel makale, altı kıtada gözlemlenen 62 memeli türünün yüzde 83’ünün insanlardan kaçınmak için hayatlarının büyük kısmını gece sürdürmeye başladığını ortaya koydu. Makalenin yazarlarından biri olan ve Berkeley California Üniversitesi‘nde görev yapan çevrebilimci Kaitlyn Gaynor, insan aktivitelerinin hayvanları gececil olmaya ittiğini, bu eğilimin farklı türler arasında oldukça yaygın olduğunu ve hayvanlar üzerindeki etkisinin çarpıcı bir noktaya geldiğini söyledi:

Geyikler, yaban domuzları, çakallar ve kaplanlar… Bu hayvanların hepsi insanlarla etkileşime girmemek için aktivitelerinin çoğunu gece saatlerinde yapmaya başlıyor.

Aşırı gürültü

Arabalarımızdan ve uçaklarımızından doğaya yayılan sesler, Güney Afrika cüce kuyruksüreninin kendisine yaklaşan yırtıcı hayvanların sesini duymasını engelliyor. Doğal gaz ve petrol çalışmalarından kaynaklanan kakofoni, cırcırböceklerini, çekirgeleri ve karıncaları uzaklaştırırken mavi kuşların da dünyaya getirdiği yavru sayısının azalmasına neden oluyor. Su altında durmaksızın çalışan jeneratörlerimiz, pervanelerimiz, motorlarımız ve askeri sonarlarımız yunusların dalış yaparken tıkanmasına, narval türü balinaların kalbinin de düzensiz atmasına yol açıyor. Okyanuslardaki bu hengame, anne kambur balinalarla yavruları arasındaki iletişimi sağlayan hafif fısıltılar ve ıslıkları bastırıyor.

Avcılık ve şiddet eğilimi

Colorado hükümeti, insanlar geyik avlayabilsin diye geyiklerin sayısını artırmak amacıyla siyah ayıları ve dağ aslanlarını öldürmeye 4,5 milyon dolar ayırıyor. Nitekim ABD Tarım Bakanlığı, insanların istemediği şekillerde doğal çevreyi “bozduğu” gerekçesiyle 2017’de 23 bin 646 kunduz öldürdü. Bu, her 22 dakikada bir kunduzun hayatını kaybettiği anlamına geliyor.

Dünyayı gerektiği gibi paylaşmıyoruz

Doğal yaşam alanları çöplüğe ve inşaat alanına dönüşmüş durumda. Kuzey Amerika ren geyiklerinin yaşadığı ormanlık ve dağlık alanlar, katranlı kum çıkarmak için delik deşik edilmiş halde. Marstonia salyangozunun arşınladığı akarsu ve dere kenarları ise, içme suyu ve sulama nedeniyle kuraklığa mahkum edilmiş durumda. Ridgway şahininin yaşadığı yağmur ormanları da, besicilik ve kahve plantasyonları yüzünden tarumar edilmiş halde. Peki ya kutup ayılarının son sığınağı olan buz kütleleri? Şu anda hızla erimeye devam ediyor.

Hayvanlar artık, insanlarla her geçen gün daha fazlasını paylaştıkları bu dünyada nasıl hayatta kalacaklarını hesap etmeye çalışıyorlar. Binlerce yıla yayılan evrim sürecinde geliştirdikleri davranışları değiştirme pahasına da olsa, insan tacizinden kaçmanın yollarını arıyorlar.

Mekansal yerine zamansal ayrışma

Araştırmacılar, “hayvanların insanlarla aynı ortamda bulunmaları halinde riskleri en aza indirmek için mekansal ayrışma yerine zamansal ayrışmayı tercih etmeye başlamış olabileceğini” vurguluyor. Otlamayı seven Zimbabve antilopları, gün içinde su birikintilerini bulup ihtiyaçlarını giderirler çünkü bu su kaynakları geceleri sırtlan, aslan gibi yırtıcı türler tarafından kuşatılırlar. Fakat 2012 yılında yapılan bir araştırma, gün içinde devam eden avcı baskısının antilopları gececi olmaya zorladığını ortaya koyuyor. Bu da antiloplarla aslanların karşılaşma riskini daha da artırıyor.

Gabon sakini leoparlar da avcılardan ve vahşi hayvan eti tüccarlarından kaçabilmek için benzer bir taktik geliştirmişler.

İnsan nüfusunun ve faaliyetlerinin yoğun olmadığı yerlerde gece ve gündüz saatlerindeki aktivitelerini neredeyse eşit olarak bölerken (yüzde 46 gececi), avcılık baskısının yoğun olduğu yerlerde zamanlarının yüzde 93’ünü gece saatlerinde geçiriyorlar.

Varlığımız bile ürkütücü

Hayvanları gizlenmeye iten nedenler yalnızca çıkardığımız yüksek sesler veya ölümcül silahlarımız değil.

İnsanların ormanlık alanlarda yürüyüşe çıkması bile, Sumatra güneş ayısının karanlığa geçişini hızlandırıyor (düşük seviyede rahatsız edilme durumunda yüzde 19, araştırma yapan bilim insanlarının varlığı durumunda yüzde 90 gececi olma hali). Alaska’nın boz ayıları için de aynısı geçerli. Bu ayılar, gün içinde ziyarete gelen turistlerin meraklı bakışlarından kaçınmak için gün ışığına veda etmek zorunda kalıyor (düşük seviyede rahatsız edilme durumunda yüzde 33, yüksek rahatsızlık durumunda yüzde 76 gececi olma hali).

Bazı hayvanların insana yakın olması bu türlerin hayatta kalması için faydalı olabiliyor. Örneğin Nepal’de kaplanlar ve insanlar orman içinde aynı rotayı kullanıyorlar ama günün farklı saatlerinde. Böylece insanların bu etçil hayvanlarla karşı karşıya gelme ihtimali ve çatışma riski azalıyor” diyor Gaynor. Böylesi her iki türün de menfaatine.

Fakat bazı yabani hayvanların bu tür bir adaptasyon geliştiremediğini söyleyen Gaynor, “Her tür geceye geçiş yapamıyor ya da yapmaya istekli olmayabiliyor,” diye konuşuyor: “Bu türler için insan müdahalesinden uzak alanlar ayırmalıyız; bunlar avlanmanın yasaklandığı ve yürüyüş rotalarının kısıtlandığı bölgeler olabilir. Daha geniş bir çerçevede ise iklim değişikliğiyle mücadele olabilir”

Hayvanların binlerce yıldır geliştirdikleri hayatta kalma stratejilerini, yalnızca bizim ihtiyaçlarımız doğrultusunda değiştirmelerini beklemek nereden bakarsanız bakın bencilce.

Çeviri:Yunuslara Özgürlük Platformu

 

Guardian gazetesi çevre ile ilgili konularda kullandığı dili neden değiştiriyor?

Güncel yayın standartları rehberimiz, artık ‘iklim krizi’ ve ‘küresel sıcaklık artışı’ terimlerinin kullanılmasını öneriyor.

Kuzey Kutbundaki ekosistemlerin yok edilmesi, Rusya’nın kuzeyindeki bu kutup ayıları gibi hayvanları karada yiyecek aramaya zorluyor. 

Guardian Gazetesi, yayın standartları rehberini dünyanın karşı karşıya olduğu çevresel krizleri daha doğru biçimde tanımlayacak terimleri içermek üzere güncelledi. Önceki terimler de hala geçerli olmakla birlikte, “iklim değişikliği” yerine tercih edilecek terimler, “iklimsel acil durumu, iklim krizi ya da çöküşü” olacak ve “küresel sıcaklık artışı” terimi “küresel ısınma” yerine kullanılacak.

Baş editörümüz Katharine Viner, “Okurlarımızla bu çok önemli konuda açıkça iletişim kurarken, aynı zamanda bilimsel açıdan da doğru ve kesin bir dil kullanmak istiyoruz. ‘İklim değişikliği’ terimi, bilim insanları insanlığın felaketinden söz ederken oldukça pasif ve zayıf kalıyor” dedi. Viner, “Giderek artan bir biçimde, iklim bilimciler ve BM’den Birleşik Krallık Ulusal Meteoroloji Ofisi’ne (Met Office) kadar bir çok kurum, kullandıkları terminolojiyi değiştiriyor ve içinde bulunduğumuz durumu açıklamak için daha güçlü bir dil kullanıyorlar” ifadesini kullandı. 

BM genel sekreteri António Guterres, Eylül ayında yaptığı konuşmada  “iklim krizinden” sözetmiş ve şunları söylemişti: “Varoluşsal bir tehditle karşı karşıyayız.” Angela Merkel’in, AB ve Papa’nın eski danışmanlarından iklimbilimci Prof Hans Joachim Schellnhuber de “iklim krizi” terimini kullanıyor.

Aralık ayında, Birleşik Krallık Ulusal Meteoroloji Ofisi’nin iklim araştırmalarını yöneten Prof Richard Betts, dünyanın ikliminde ortaya çıkan değişimleri tanımlamak için “küresel ısınma” terimiyle karşılaştırıldığında “küresel sıcaklık artışı”nın daha doğru bir terim olduğunu” söyledi. Politika alanında da Birleşik Krallık Parlamentosu, İşçi Partisi’nin “iklim acil durumu” bildirgesini onayladı.

Karşıt görüş için ‘inkarcıya’ gerek yok

İklim ve yaban hayatının içinde bulunduğu kriz, dünya çapındaki bilim insanlarının iki temel raporuyla açıkça gözler önüne seriliyor. Ekim ayında bilim insanları, daha büyük kuraklık, sel, aşırı sıcak ve yüz milyonlarca insanın yoksullaşması risklerinden kaçınmak için, 2030’a kadar karbon emisyonlarının yarıya inmesi gerektiğini söyledi. Mayıs ayında ise yaban hayatının hızlanan biçimde yok edilişi ve tüm dünyada yaşamı ayakta tutan ekosistemlerin tahribatı yüzünden insanlığın da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirttiler.

Terimlere ilişkin diğer güncellemeler, “biyoçeşitlilik” yerine “yaban hayatı”, “balık rezervi” yerine “balık nüfusu”, ve “iklim şüphecisi” yerine “iklim bilimi inkarcısı” terimlerinin kullanılmasını kapsıyor. Eylül ayında BBC, iklim değişikliğine ilişkin haber politikasında “sıklıkla hataya düştüklerini” kabul ederek çalışanlarına “tartışmayı dengelemek için haberlerde bir ‘inkarcıya’ da yer vermelerinin gerekli olmadığını” belirtti.

Mayıs ayında daha önce, dünya çapında iklim için okul grevlerine ilham kaynağı olan İsveçli genç Greta Thunberg, şöyle konuşmuştu: : “2019 yılındayız. Artık olanı olduğu gibi adlandırabilir miyiz: İklimsel çöküş, iklim krizi, iklimsel acil durum, ekolojik çöküş, ekolojik kriz, ekolojik acil durum?”

Guardian Gazetesinin yayın standartları rehberindeki bu değişiklik, Guardian’ın günlük hava durumu sayfasında küresel karbondioksit seviyesinin de yer almasıyla uyum gösteriyor. Viner, Nisan ayında, “Atmosferdeki CO2 seviyesi o kadar can alıcı biçimde yükseldi ki, bunun ölçümlerinin günlük hava durumu raporumuzda yer alması, insan etkinliklerinin iklimi ne hale getirdiğinin bir göstergesi,” derken şunları da sözlerine ekledi: “İnsanlara iklim krizinin artık gelecekte ortaya çıkacak bir sorun olmadığının hatırlatılması gerekiyor, bu sorunu şimdi çözmeliyiz ve geçen her günün önemi var.”

Makalenin İngilizce Orijinali

Yeşil Gazete için çeviren: Özgürel Başaran