Hafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Bitkilerle yaşama etiği: Hilal Alkan’la (*) bitkiler üzerine bir söyleşi

0

‘Nasıl insanlar arasındaki ilişkileri sınırlandıran bir hukukumuz varsa diğer canlılarla da bir hukukumuz olmalı… Başlangıç noktamız hayret, hayranlık ve huşu olmalı gibi geliyor bana.’

İnsanların insan olmayanlarla kurduğu tahakküm ilişkisini sorgulayan ve karşı çıkanların sesi her geçen gün daha fazla çıkıyor. Özellikle vejetaryenlerin, veganların, hayvan hakları savunucularının fikirleri şu son 30 senede daha çok duyulur oldu. Peki bitkiler bu hikâyenin neresine denk düşüyor?

Dediğin gibi, bu bahsettiğin duyarlılıklar, yahut hukukî-ahlakî prensipler çoğunlukla hayvanlarla, hatta işin gerçeği çoğu durumda omurgalılarla sınırlı. Belki arılar istisna ki onlar da insana sağladığı fayda kapsamında öne çıkıyor. Ölümleri infial yaratan canlılar daha ziyade koyun, keçi, inek veya yaban hayatında balina, yunus, gergedan gibi karizmatik tabir edilen hayvanlar. Tabii, ev hayvanları da listeye dahil.

Fakat geçtiğimiz on yılda bitkilerle ilişkimizi de benzer bir süzgeçten geçirmeye çalışanların sayısı hızla arttı. Bitkibilimciler,  etnobotanistler, ekolojistler, ormancılar, tarihçiler ve hatta roman yazarlarından oluşan ve gittikçe genişleyen bir çevre, bize yeni bir paradigma sunuyor; bitkilere dair varsayımlarımızı sorguluyor.

Nedir bu varsayımlar?

Bir kısmı yine hayvanlarla ortak. Kabaca şu: İnsanların yapabildiklerini norm kabul edip geri kalan varlıkları buna göre değerlendiriyoruz. Onlara buna göre yakınlık hissediyoruz. Bazen empati halkamız bize morfolojik olarak benzeyen seçilmiş bazı hayvanlara doğru genişleyebiliyor. Yine de her durumda kimin nasıl yaşayacağını ve nasıl öleceğini belirleyen hiyerarşik bir değer sistemi var. Bazı hayvanların haklarından bahsetsek de geri kalan canlılara ve bilhassa bitkilere karşı büyük bir körlük içindeyiz.

Peki hayvanlara yakınlık duymamıza sebep olan ve onları koruma isteği uyandıran nitelikler bitkilerde de varsa ne yapacağız?  Yani mesela bitkiler de iletişim kuruyorsa? Sosyal topluluklar oluşturuyorsa? Düşünüyor ve kararlar veriyorsa? Hatta konuşuyor, hareket ediyor ve öğreniyorlarsa? Üstüne üstlük hafızaları da varsa? Bu bilgiler, bitkilerle kurduğumuz inanılmaz ölçüde sorumsuz ilişki biçimlerini gözden geçirmeyi gerektirmez mi?

Bitkiler tüm bu saydıklarını yapıyor mu?

Evet, yapıyorlar ve gözümüzün önünde bir bitki devrimi yaşanıyor. Almanya’da Peter Wohlleben, Kanada’da Suzanne Simard, İtalya’da Stefano Mancuso ve Avustralya’da Monica Gagliano’nun öncülüğünde büyüyen yeni bir yazın ve araştırma kolu var. Yaptıkları araştırmaların yarattığı paradigma değişimine “Hakiki Bitki Devrimi” (Real Plant Revolution) diyorlar. “Hakiki” sıfatı daha önceki bitki devriminden, yani endüstriyel tarımı yaratan Yeşil Devrim’den farkı vurguluyor. Bitkiler hakkında bilimsel olduğunu zannettiğimiz ancak aslında basmakalıp olmaktan öteye gidemeyen varsayımlarımızı sorguluyorlar: Az önce dediğim gibi, bitkilerin beyni ve sinir sistemi olmadığına göre şu biraz önce bahsettiğim vasıfların hiçbirine sahip olamazlar, zira tabiri caizse gerekli hardware’e, donanıma sahip değiller diye düşünüyoruz.

İşte Hakiki Bitki Devrimi’nin sözcüleri, ellerini attıkları her yerde bunun tersini ispatlıyorlar. Beyin olmadan da düşünülebileceğini gösteriyorlar. Daha doğrusu düşünmenin farklı şekilleri olabileceğini söylüyorlar. Bizimki bunlardan yalnızca biri.

Sanırım birkaç örnek versen daha iyi olacak.

 Örneğin çok yakın zamanda okuduğum bir kitap bu dediğime dair harika örnekler sunuyor. Monica Gagliano’nun ‘Thus Spoke the Plant’ (Böyle Buyurdu Bitki) isimli kitabı 2018’in sonlarında yayınlandı. Gagliano bir bilimkadını. Laboratuvarda çalışıyor. Örneğin kitabında anlattığı deneylerden biri mimoza bitkisiyle ilgili. Deney çok meşhur, hakkında yazılmış, çizilmiş pek çok şey bulabilirsiniz.  Özetle şöyle: Mimoza bitkisi çevresine karşı çok duyarlı. Biri dokunduğunda yahut hızla hareket ettirildiğinde yüzlerce minik yaprağını kapatıyor. Mimozayla ilgili bu basit bilgiye bin yıllardır sahibiz. Gagliano, acaba mimozanın DNA’sına kazılı bu davranışı değiştirebilir miyiz, diye soruyor. Yani mimoza öğrenebilir mi? Bunun için saksıdaki mimoza fidelerini belli bir yükseklikten aşağı düşürüyor. Mimozalar ilk birkaç düşüşte yapraklarını kapatıyorlar. Ancak düşüş tekrarlandıkça kendilerine hiçbir zarar gelmediğini, tehlike olmadığını anlıyor ve yapraklarını kapatmayı bırakıyorlar. Yani düpedüz öğreniyorlar! Üstelik bununla da kalmıyor bu bilgiyi hatırlıyorlar. 28 gün sonra düşüş tekrarlandığında yapraklarını açık tutmaya devam ediyorlar.

Bildiğimiz şekilde bir beyinleri ve sinir sistemleri yok; ancak belli ki bilgiyi analiz ettikleri ve sakladıkları bir sistemleri var. Bunun ne olduğunu bilmiyor oluşumuz, var olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Peki hâlâ insanla kıyaslamak gibi olacak ama, bitkilerin konuşmak, duymak gibi özellikleri de olduğunu okuyoruz. Bunlar ne derece doğru?

Bununla ilgili de deneyler var. Gagliano ve ekibi bezelye fidelerinin duyma yetisini test ediyorlar mesela. Ancak deney kısa bir sürede incecik bezelyelerin karar verme becerilerini ortaya serdikleri hayli heyecanlı bir sürece dönüşüyor. Deney şöyle: Y şeklindeki PVC boruyu ters çevirip toprakla dolduruyorlar. Hayal edin, iki ayağı toprak dolu iki ayrı saksıya giriyor. Üst tarafta kalan tek girişe ise bezelye tohumu ekiliyor. Bezelye köklerinin (ve tüm bitkilerin köklerinin) suya yöneldikleri zaten biliniyor. Bunu yapmak için topraktaki nemi algıladıkları düşünülüyor. Gagliano’nun bezelyeleri de deneyin ilk aşamasında bunu yapıyorlar ve altında su dolu tabak olan saksıya meylediyorlar.  Daha sonraki aşamada Gagliano toprağı nemlendirmek yerine deney düzeneğinin bir tarafındaki kuru saksıların altına bir boru döşeyip içinden su akıtıyor. Nem yok. Bezelye kökleri yine de su sesinin geldiği yöne doğru uzuyorlar. Kulakları yok, ama duyabiliyorlar.

O zaman yine aynı mesele: Duymak tabirini bitki-körü olmayacak şekilde nasıl tarif edebiliriz?

Kesinlikle. Devamı var, deney asıl bu aşamadan sonra ilginçleşiyor. Bitkiler su sesini diğer seslerden ayırt edebiliyorlar mı? Tercih ettikleri sesler var mı? Bunu anlamak için bir taraftaki saksının altına mp3 çalardan gelen su sesi koyuyorlar. Ses aynı olmasına rağmen bitki bu defa o tarafa büyümüyor.  Bu şaşırtıcı sonuç daha önce bilinmeyen bir başka gerçeği ortaya koyuyor. Bitkiler köklerini elektromanyetik alanlardan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Yani sadece ses dalgalarını değil manyetik dalgaları da tanıyor ve kendilerini onlardan korumak için çabalıyorlar.

Bugün pek çok tarım arazisi manyetik alanlarla kaplı. Kaçmaya çalıştığım bir şeye sürekli maruz kaldığımı düşünüyorum, çok rahatsız edici…

Evet. Üstelik dahası var. Deneyin son aşamasında Gagliano ve ekibi mp3 çalarla bir boruya su sesi diğer boruya ise gürültü dinletip bitkilerin ne yaptığına bakıyorlar. Bu durumda iki boruda da elektromanyetik dalgalar var, ancak sesler farklı. Bezelyeler bu defa su sesinin kaydını tercih ediyorlar, yani kötünün iyisine meylediyorlar, bir umut diyorlar…

Bitki köklerini bilirsiniz: salkım saçak yüzlerce dala ayrılıp ilerlerler. İşte o dallanmanın, yönelmenin her adımında; yolun çatallaştığı her noktada bitki bir karar vermiş demektir. Topraktaki nemi ölçmüş, çevresindeki sesleri dinlemiş, emdiği kimyasalları analiz etmiş, manyetik alanları tespit etmiş, diğer bitkilerle konuşmuş, mantarlardan haber almış, karınca yuvalarından kaçınmış, solucanlardan destek almış ve her bir çatalda tek tek kararlar vermiş. Topraktan elimizin ufak bir hareketiyle söküp aldığımız semizotunun köküne bakarken kısacık ömrüne sığdırdığı yüzlerce değerlendirmeyi, hatırayı ve kararı görüyoruz. Muazzam değil mi? Bunu bir de 4000 yaşındaki bir porsuk ağacı için düşünsenize!

Yaklaşık 41 asırlık porsuk ağacı, Zonguldak.

Geçen gün okuduğum bir çocuk kitabı geldi aklıma. Denizanaları düşünemez, çünkü beyinleri yok diyordu. Sanırım benzer bir körlük. İnsan anatomisinden yola çıkıyor, çok kısıtlı kavramlarla ve çok dar bir merhamet/empati dairesi içinde hareket ediyoruz. Oysa düşünmenin, duymanın, anlamanın, karar vermenin insan olmayan hâlleri hakikaten muazzam bir çeşitlilik içeriyor.

Peki bu anlattıkların hayvan hakları mücadelesi yahut doğanın korunması ile ilgili bize ne anlatıyor? Radikal bir şiddetsizlik mi mesela bunun sonucu?

 Bahsettiğin radikal şiddetsizlik hiçbir canlının hayatına bilerek son vermemek ise bu bizim için de intihar demek. Üstelik kendi hayatından vazgeçmek de bir yaşamı sonlandırmak olduğuna göre buna şiddetsizlik denebilir mi tartışılır. Ben ulaşacağımız bir tek nokta, mükemmel bir hedef olmadığını düşünüyorum. Ucunda ne olacağını peşinen öngöremeyeceğimiz yeni bir süreç başlatmak zorundayız. Birlikte yaşama ahlakını tesis etmeye çalışacağımız bir süreç bu. Nasıl insanlar arasındaki ilişkileri sınırlandıran bir hukukumuz varsa diğer canlılarla da bir hukukumuz olmalı. Burada hukuktan kastım yasalar değil; birbirimizde olan haklarımız. Hani bana çok hakkı geçti gibi, üstümde çok hakkı var gibi. Bitkilerin üzerimizde hakları var. Bunun karşılığını nasıl vereceğimizi bulmak için de gitmemiz gereken çok yol var. Başlangıç noktamız hayret, hayranlık ve huşu olmalı gibi geliyor bana. Ve tevazu. Karşımızdaki canlıların meziyetlerini, yapabildiklerini, varlıklarının anlamını, onları o noktaya getiren süreçleri hemen hemen hiç bilmediğimizi ve bilmeye ömrümüzün yetmeyeceğini teslim ederek yola çıkabiliriz. Kendimizi altın standardı gibi görmekten vazgeçebiliriz. Ve faydacılığı tek perspektifimiz olmaktan çıkarabiliriz. “Benim ne işime yaradığını bilmiyorum, ama şu mantar huş ağaçlarının yanında yaşadığına göre onlarla bir ilişkisi olmalı” diye düşünebilmeliyiz en basitinden. O bağları koparmamaya özen gösterebiliriz. Tarım dediğimiz tümüyle tersini yapıyor. Şu anda bitkilerle kurduğumuz ilişkinin sömürgecilerin yerli halklarla ve köleleştirdikleri insanlarla kurdukları ilişkilere ne kadar benzediğine ayılsak ve bir dursak keşke…. Henüz gidebileceğimiz yolları bilmiyoruz zira aramaya, düşünmeye bile başlamadık. Ama bir şeyi biliyoruz: Şu gittiğimiz yol, yol değil.

Bu titrek kavak kolonisinde üst kısımlar 100 yıllık. Ama kökler 80 bin yıldır orada, sürekli yeni gövdelere can veriyor. Utah-  ABD.

Sözlerini, bambaşka prensiplere dayanan, ama püriten olmayan bir yaşama etiği olarak anlıyorum.  Yani ölümün/öldürmenin kabul gördüğü; ama sınırlarının  yeniden müzakere edildiği daha mütevazı bir insanlık.  Seçilmiş birkaç türle sınırlı şiddetsizlik talebinden daha farklı o anlamda.

Peki ama yine de o seçilmiş hayvanların bir kısmı endüstriyel hayvancılığın içinde yer alıyor, tarifsiz bir şiddete maruz kalıyor. Oradaki şiddete kesin şekilde dur demeyelim mi?

Diyelim. Endüstriyel hayvancılığa dur demek için pek çok sebep var. Endüstriyel mono-kültür tarıma da aynı saiklerle karşı çıkmalıyız. Hele de söz konusu olan ekmeğimize süreceğimiz çikolatanın kıvamı için yağmur ormanlarını katletmek, asırlardır yaşayan ağaçlardan tuvalet kağıdı yapmaksa…

Anlıyorum. Peki, çok teşekkürler vakit ayırdığın için.

Okuma Önerileri

Peter Wohlleben: Ağaçların Gizli Yaşamı, Tema

Daniel Chamovitz: Bitkilerin Bildikleri, Metis

Stefano Mancuso, Allesandra Viola: Bitki Zekası, Yeni İnsan.

Monica Gagliano: Thus Spoke the Plant ve diğer tüm kitapları

Suzanne Simard: https://www.ted.com/talks/suzanne_simard_how_trees_talk_to_each_other?language=tr

(*) Hilâl Alkan, sosyolog. Berlin’de yaşıyor. Bu ara en çok bitkilerle ilgili okuyor, düşünüyor ve onları seyrediyor.

(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.