Ana Sayfa Blog Sayfa 2421

Gökyüzünden ne yağar?

‘Düşündüğümüzden daha fazla mikroplastik yemek durumunda kalıyor olabiliriz. Zira içtiğimiz sudan, yediğimiz deniz ürünlerine, kullandığımız tuzdan, soluduğumuz havaya kadar her yerde mikroplastik kirliliğine maruz kalıyoruz.’

Gökyüzünden ne yağdığını bilmeyen yoktur. En bilinenleri yağmur, kar ve dolu. Biraz daha bilgi sahibi olanlar asit de yağdığını söyleyecektir. Hatta bazı bölgelerde havadan toz yağdığı da görülebilmektedir. Meksika’da bir ara gökten balık yağdığı da görülmüştü. Velhasıl gökten birçok şey zaman ve mekâna bağlı olarak yağmaktadır. Ancak gökten plastik yağdığını herhalde, kimse tahmin bile edemez. Gökte plastiğin ne işi olur ki? Öyle demeyin!

Aslında daha önceleri yapılan başka çalışmalarda, gökten plastik yağdığı ortaya konulmuştu. İran’da ve Fransa’da yapılan çalışmalarda havadan örneklenen toz içerisinde ciddi miktarda mikroplastiğe rastlandığı bildirilmişti. Ancak bu çalışmalar geçen hafta haberlere konu olan çalışma kadar ilgi toplayamamıştı. Çünkü bu sefer ki çalışmanın çalışma alanı öncekilerden daha ilgi çekici bir yer olan Kuzey Kutbu idi. Almanya’dan bir grup araştırıcının gerçekleştirdiği bu çalışma olağanüstü miktarda mikroplastiğin, yağan karlarla beraber yere indiğini ortaya koyuyordu.

Gündelik yaşamdaki plastikler Kutuplar’da..

Araştırıcılar karşılaştırma yapabilmek adına Almanya’daki bir şehre yağan kardan da örnek almışlardı. Sonuç yine değişmedi. Hayatımızın her alanına girmiş plastik, ekosistemi o kadar işgal etmiş ki, en kuzeyden en güneye kadar her yerde karşımıza çıkıyor. Yani gökten kar değil, yağmur değil, plastik yağıyor. Çoğunluğu da hava akımı ile dünyanın başka yerlerinden taşınan ve mikro boyutta olan plastikler. Her ne kadar Kuzey Kutup Bölgesi’nde bulunan mikroplastik miktarı Almanya’da bulunandan az olsa bile hala endişe verici. Araştırıcılar, kar içerisinde yoğun olarak günlük yaşamın en yoğun kullanılan plastik türlerine rastlamışlar. Yani bir nevi yaşam tarzımızın kirliliğimizdeki yansımasını bulmuşlar. Burada bulunan sonucun erken uyarısı niteliğindeki çalışmayı daha önce Yeşil Gazete’de okumuştuk. Üstelik bunun sonucunda ortalama bir Türkiye vatandaşının ne kadar plastik yeme potansiyeline sahip olduğunu da tahmin etmeye çalışmıştık.

Görünen o ki düşündüğümüzden daha fazla mikroplastik yemek durumunda kalıyor olabiliriz. Zira içtiğimiz sudan, yediğimiz deniz ürünlerine, kullandığımız tuzdan, soluduğumuz havaya kadar her yerde mikroplastik kirliliğine maruz kalıyoruz. Sadece biz de değil, diğer canlılar da buna maruz kalıyor ve onların etkilenme şiddeti biz insanlardan çok daha öldürücü. Çok geç olmadan plastik tüketimimizi azaltmak, üretimini de sınırlandırmak zorundayız. Aksi durumda su yerine bisfenol, balık yerine fitalat, tuz yerine de organofosfat yemek zorunda kalacağız. Gökten de araba lastiği yağar artık.

Yeri gelmişken söyleyelim: Litterbase sitesine göre şimdiye kadar 2,249 adet canlı plastiklerden bir şekilde etkilenmiş. İnsanoğlu gün geçtikçe daha da tehlikeli oluyor diyebiliriz.

(Yeşil Gazete)

Mutluluk üzerine -4: Türkiye’de kim, neden mutlu; kim, neden mutsuz (Mutluluk testi)

Türkiye’de mutlu olan insanların en belirgin özelliği ‘geleceklerinden umutlu olmaları’. Kişi kadın ise, mutlu olabilmek için orta yaşlı ve orta-yüksek refah seviyesinde olması gerekiyor.

İnsanların mutluluğuna etki eden faktörleri farklı yöntemlerle araştırmak mümkün; regresyon ya da karar ağaçları gibi. Regresyon yöntemi, mutluluğun bağımlı değişken, diğer faktörlerin ise açıklayıcı değişken olduğu bir denklem elde etmeye çalışır. Bulunan katsayılar, diğer herşey sabitken, o değişkendeki (mesela sağlık memnuniyeti) birim değişimin (yani sağlığından memnun değilken memnun hale gelmenin) mutluluğa olan etkisini gösterir.

Burada anahtar öneme sahip husus, diğer herşey sabit oluşudur. Oysa, hayatımızı etkileyen faktörler aynı anda değişebilir.  Daha da önemlisi, mutluluk birikimli bir süreçtir. Birtakım faktörlerin aynı anda belli eşik değerleri aşması gerekir. Bu faktör setleri farklı farklı olabilir.

Regresyon: Sabret biraz

Mutluluğun belirleyenleri ya da -yemek analojisi üzerinden gidersek- malzeme listesi farklı, yemek tarifi farklıdır. Nasıl ki, aynı malzemeleri az ya da çok kullanıp farklı lezzetlerde yemek pişirmek mümkünse, benzer şartlara sahipken mutluluk düzeyinde farklı sonuçlara ulaşmak mümkün olabilir.

Akademik çalışmaların çoğu mutluluğun belirleyenlerine odaklanmış durumda. Mesela, bu listelerden biri “umutlu olup, gelirinden, sağlığından, evliliğinden, sosyal yaşamından, oturduğu evden memnun olan” kişilerin mutlu olacaklarını müjdeler. Etrafımıza dikkatlice baksak bu altı faktörlü listenin hepsini sağlamayıp da mutlu olan, hepsini sağladığı halde mutsuz olan birilerini bulmak mümkündür. Ama yukarda da bahsettiğim gibi, regresyon yönteminde bu “aykırı” kişilerin sesi ortalama içinde duyulmaz olur. Canım ne önemi var? diyebilirsiniz. Ben de size çok önemi var derim.

Yukardaki listenin çoğunu sağlayan genç ama mutsuz bir insanın yardım almak için bir psikoloğa gittiğini düşünelim. Psikologlar tavsiyelerini regresyon yöntemiyle belirliyor olsalardı, danışanına vereceği tavsiye “biraz sabret, gelecek yıllarda evlenirsen ve çalışmaya başlarsan mutluluğu bulursun” olurdu herhalde. Bu tavsiyenin danışanı ne kadar tatmin edeceği sorusunu size bırakıyorum.

Kabaca ifade edersek, psikologlar her danışanı kendi özgüllüğünde değerlendirecektir diyebiliriz. Psikologtan beklediğimiz, o danışanla aynı şartlara sahip ama mutlu gençler varsa, onların hayatlarından örnekler verip yardımcı olmasıdır.

Karar ağacı: Patikalar mühim

Akademik çalışmaları listeden reçeteye sevketmek için yöntemi değiştirmek gerekir. İşte, karar ağaçları yöntemi bu farklı reçeteleri (patikaları) belirlemek için idealdir.

Karar ağaçları, birtakım sorulara verilen cevaplara göre bir şeyi tahmin etmeye çalıştığımız oyunlara benzer biçimde çizilir. Örneğin, içinde basketçi ve haltercilerin olduğunu bildiğiniz 100 kişilik bir sporcu grubunu hangi soruları sorarak olabildiğince saf biçimde “basketçi” ve “halterci” gruplarına ayırabilirsiniz? İlk soru “boyunuz kaç olabilir?”. Boyu 180 cm nin üzerinde olanları sağda (basketçiler), altında olanları solda (halterciler) gruplandırırsak, gruplar içinde bayağı bir homojenlik artışı sağlamış oluruz.

YMA verisetinde “mutlu”, “nötr” ve “mutsuz” kişiler var. Verisetindeki farklı yaşam alanlarından duyulan memnuniyet düzeylerine bakarak mutluları ağacın bir bölgesinde, mutsuzları başka bir bölgede toplulaştırmak mümkündür. Yaprakların bir kısmında mutlulular, diğerlerinde ise nötr ve mutsuzlar yoğunlaşacaktır. Mutlu yapraklara giden her bir patika faklı bir mutluluk reçetesi, başka bir ifadeyle, mutluluğun şartları olarak okunabilir.

2013 YMA verisetiyle böyle bir ağaç çizdiğimde, Türkiye toplumu için 13 farklı mutluluk, 45 farklı mutsuzluk patikası belirledim.

Mutsuzluk patikalarını bir kenara koyarsak, Türkiye’de mutlu olan insanların en belirgin özelliği “geleceklerinden umutlu olmaları”. Geleceğinden umutlu olmadığı halde mutlu olanlar da var, ama ancak çalışıyorlarsa ve gelirlerinden memnunsalar bu geçerli.

Türkiye’deki en kalabalık mutlu kesim, umutlu ve evliliğinden (evli değilseler sağlıklarından) çok memnun olanlar. Evliliğinden çok değil de sadece memnun olanlar da mutlu olabilirler. Ama onlar için ek şartların sağlanması gerekiyor. Örneğin, geleceğinden çok umutlu olmak ya da sosyal yaşamından, sağlığından memnun olmak ve evde yalnızken kendini güvende hissetmek gibi…

Evde kendini güvende hissetmeyenler için durum buradan sonra karışıyor. Kişi kadın ise, mutlu olabilmek için orta yaşlı ve orta-yüksek refah seviyesinde olması gerekiyor. Genç ve yoksul kadınlar ise yukardaki olumlu koşullara sahip olsalar da “çok mutsuz” bir gruba ayrılmış.

Bir yanıt her şeyi değiştirebilir

Çizdiğim Türkiye Mutluluk Ağacı’nın detaylarını içeren çalışmanın linkini buraya bırakıyorum.

Bu çalışmayı tamamladıktan sonra ağacın üzerindeki soruları karşılaştığım insanlara sorup onların da mutluluk düzeylerini belli bir kesinlik ölçüsünde tahmin edebileceğimi farkettim. Daha da önemlisi, anketi yapan kişilerin mutluluğunu etkileyen “darboğazları” tespit edebildiğimi ve bunlar üzerinden birtakım tavsiyeler verebileceğimi gördüm.

İşin bundan sonrası biraz eğlenceli. Googleforms platformu üzerinde koşullu bir anket hazırladım. Bu ankete katılırsanız verdiğiniz cevaplara göre mutluluğunuzu belirleyen, kısıtlayan etkenler üzerine bilgi sahibi olabilirsiniz.

Bu bence önemli, çünkü hayatımızı etkileyen her şartı aynı anda düzeltemeyebiliyor, bazen hangi sorunun öncelikle çözülmesi gerektiğini belirleyemiyor olabiliriz. Mutluluk ağacı, mutluluk düzeyinde Türkiye toplumunu 72 farklı gruba ayırdı. Siz de bu gruplardan birindesiniz. Dediğim gibi 13 grup mutlu, 45 grup mutsuz, diğerleri ise nötr. İlginç olan, mutluluğu (ya da mutsuzluğu) çok sağlam temellere bağlı gruplar olduğu gibi, bir soruya farklı cevap vermekle mutlu gruptan mutsuz gruba, ya da tam tersi mutsuz bir gruptan mutlu bir gruba geçmenin mümkün olması. O soru (konu), ağacın üzerinde bölgeden bölgeye değişebiliyor. Yani, mutsuz olabilirsiniz ancak eğer ağacın bu tür bir bölgesindeyseniz neyi öncelikli olarak değiştirdiğinizde mutlu olabileceğinizi görmeniz mümkün. Varsa eğer o faktörün ne olduğunu ancak aşağıdaki anketi tamamladığınızda öğrenebilirsiniz.

Ankete başlamadan evvel, “Yaşamınızı bir bütün olarak düşündüğünüzde ne kadar mutlusunuz?” sorusuna cevabınızı seçip aklınızda tutmanızı rica ediyorum.

Seçenekler: “1. Çok Mutlu”; “2. Mutlu”; “3. Orta”; “4. Mutsuz”; “5. Çok Mutsuz”.

Anketin sonuna geldiğinizde ağacın tahmini ve mutluluğunuza etki eden faktörler ekranınızda belirecek. Ve size son soru olarak tahminin ne kadar doğru olduğu sorulacak. Onu da yanıtlayıp göndere tıkladığınızda anket tamamlanacak. Böylelikle ben de ağacın ne ölçüde başarılı sınıflandırma yapabildiğini test edebilmiş olacağım.

Anketin linkini buraya bırakıyorum. Mutlu bir yaşam dileklerimle.

(Yeşil Gazete)

Gökten plastik yağıyor – Hilal Alkan

‘Plastik müthiş bir malzeme. Asla yok olmuyor. Yani çözünmüyor. Ancak mekanik olarak parçalanıp küçülüyor. Küçülmenin de sonu yok.’

Fotoğraf: Melanie Bergmann

Geçtiğimiz haftalarda, Science Dergisi’nde yayınlanan ve Kuzey Kutbu’ndaki kar örtüsünde mikroplastik bulunduğunu açıklayan makale epeyce ses getirdi. Araştırma Almanya’da bulunan Alfred Wegener Enstitüsü ve İsviçre’deki Kar ve Çığ Araştırmaları Enstitüsü tarafından yapılmıştı. Konuyla ilgili Yeşilgazete’de de kısa bir haber çıktı. Bu çalışmayı yürüten ekipten Mine Tekman’la, yaptıkları araştırmayı ve bulgularını konuştuk. Tekman ekip arkadaşlarıyla birlikte sadece Kuzey Kutbu’nda değil, Büyük Okyanus’ta da araştırma yürütüyor. Her iki araştırma da bize, okyanusta yüzen poşetlerin ya da kuşların midelerinden çıkan çakmakların, buzdağının ucu bile olmadığını gösteriyor. Ne büyüklükte bir ekolojik zararla karşı karşıya olduğumuzu yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Mine Tekman’dan dinleyelim:

Önce biraz araştırmanızın mahiyetini anlatır mısın? Ne yapıyorsunuz ve nasıl yapıyorsunuz?

Alfred Wegener Enstitüsü 1999’dan bu yana, Grönland ile Svalbard Adası arasında Hausgarten (ev bahçesi) olarak isimlendirilen alandaki 21 noktadan her sene düzenli olarak veri alıyor. Uzun vadeli ekolojik araştırma adı verilen bir yöntem bu. 2500 ile 5500 metre arasındaki derinliklerde deniz tabanının fotoğrafları çekiliyor, sediman ve su örnekleri alınıyor. Sonra bu örneklerin bio-jeo-kimyasal özelliklerinin taraması yapılıyor. Ben ilk olarak deniz tabanı fotoğraflarıyla çalışmaya başladım. 2002-2014 arasında çekilmiş fotoğrafları karşılaştırdım. 80. enlemde bulunan en kuzeydeki gözlem noktasında bu 12 yıl içinde deniz tabanında biriken çöplerde 23 kat artış tespit ettim.

Bu inanılmaz artışı tespit ettikten sonra ekolojik araştırmamıza deniz çöpleri ve mikroplastiklerle ilgili bir bileşen eklemeye karar verdik. Şimdi her sene 5 ile10 arasında değişen noktada deniz çöpleri ve mikroplastiklerin dağılımına, yoğunluğuna ve cinsine bakıyoruz. Bunun için tabii fotoğraf yeterli bir araç değil. Su üstünde yüzen çöplerin dağılımını izliyoruz. su sütunu, kar ve sediman örnekleri toplayıp, analizlerini yapıyoruz.

Su sütunu ve sediman ne demek? Analizler nasıl yapılıyor?

Su sütunu örnekleri her sene aynı enlem boylam kesişimindeki noktalarda farklı derinliklerden yüksek hacimlerde su filtreleyerek toplanıyor. Bu filtreleme sonucunda sahada elde ettiğimiz filtreleri, laboratuvar analizleri ile mikroplastik açısından inceliyoruz. Sediman ise deniz tabanındaki çökelti. Biz en üstteki ince bir katmandan örnek alıyoruz. Çok kaba bir genelleme ile deniz tabanında yılda 1 milimetre çökelti birikiyor. Plastik ancak 1950’den beri kullanılıyor. Bu sebeple yaklaşık 5cm’lik bir tabakanın deniz tabanındaki mikroplastik kirliliğine ilişkin önemli veri sağladığını gördük. Bununla ilgili çalışmamız da 2 sene önce yayınlanmıştı. Ama uzun vadedeki değişimleri takip edebilmek için yıllık örneklemelerimize devam ediyoruz.

Peki bulgular nasıl?

Buza bakan arkadaşımız bir litrede 12 000 partikül buldu. Yakın zamanda yayınlanan kar araştırmasında bir litrede 11000 partikül bulduk. 1 kilo sedimanda ise 4500 partikül var.

Bunların ne anlama geldiğini soracağım ancak önce metodu anlayalım istiyorum. Kar araştırması nedir?

Yüzen buz kütlesinin üstüne helikopterle inip örnekler aldık. Bir kara parçasından bahsetmiyoruz, haliyle insan erişimin normal şartlar altında mümkün olamayacağı, sakinlerinin başka canlılar olduğu bir buz kütlesi bu. İndiğimiz yerin hemen yanında kutup ayısı ayak izleri vardı. O derece insansız bir yer. Kar örneklerinin bir kısmını oradan aldık. Başka bir kısmını Svalbard adasından bizim için ‘citizen scientist’ dediğimiz yerel, gönüllü bilim insanları topladılar. Geri kalanlar da Avrupa’nın çeşitli yerlerinden (Almanya ve İsviçre Alpleri) insan popülasyonunun mikroplastik kirliliğine etkisini görebilmemiz için toplandı.

Araştırma için  insan erişiminin mümkün olmadığı, üzerinde kutup ayılarının ayak izleri bulunan, yüzen bir buz kütlesine helikopterle inilip örnekler alındı. Fotoğraf: Kajetan Deja

Yani plastikler Kuzey Kutup Denizi’ndeki buz kütlesine düpedüz gökten indi…

(Gülerek) Kar o demek, evet. Gökten mikroplastik yağıyor. Bizimkiyle aynı zamanlarda bir de yağmur araştırmasının sonuçları yayınlandı. Yağmurda da var.  Bu sonuçlardan soluduğumuz havada da yüksek miktarlarda bulunduğunu beklemek yanlış olmaz. Bizim araştırmamız kapsamındaki rekor Almanya’nın Bavyera eyaletinde. Bir litre karda 154.000 parçacık bulundu. Ama tabii ki bu rakamlara bakıp sadece örnek alınan noktalar hakkında burası mikroplastik kirliliği açısından kirli veya değil diye bir değerlendirme yapmak yanlış olur. Sonuçta hava ile taşınabilen parçacıklardan bahsediyoruz. Örnek alınan zamandaki hava koşulları ya da o gün kullanılan araba sayısı bile önemli. Araba lastiklerinin havaya mikroplastik karıştırdığını biliyoruz, misal haftaiçi bir günde örnek alındığında haftasonuna oranla daha çok mikroplastik olması beklenebilir.

Bu parçacıklar nasıl tespit ediliyor? Ne büyüklükte bir şeylerden bahsediyoruz?

Mikroplastik araştırmalarının çoğunluğunda partiküller mikroskopla tespit ediliyor. Bu yöntemle ancak gözle seçilebilecek büyüklükte parçaları yakalamak mümkün. Sonra o partiküller alınıyor, analize tabii tutulup plastik olup olmadıklarına bakılıyor. Bu araştırmalarda tespit edilen parçacıkların en küçüğü 100 mikron büyüklüğünde, yani yaklaşık bir saç telinin kalınlığı kadar.

Bizim yöntemimiz farklı. Gözle bakmıyoruz. Bütün örneği analiz edip, içerisindeki partikülleri tespit edebildiğimiz bir sistem kullanıyoruz. Bu yöntemle 11 mikrona kadar olan parçacıkları tespit edebiliyoruz. Bizim bulduğumuz mikroplastiklerin de %80’i 10-25 mikron arasında. Yani ebat küçüldükçe sayı artıyor. Dolayısıyla şimdiye kadar yapılan araştırmalarda bulunan sayıları aslında en azından beşle çarpmak gerekiyor. Teknik nedenlerle ölçülememiş olmaları o parçacıkları var olmaktan çıkarmıyor.

Peki, mikroplastik nasıl oluşuyor? Doğrudan kullandığımız bir şey değil herhalde. Herhangi bir plastik mamülün parçalanmasından mı bahsediyoruz?

Kullanıyoruz aslında. Birincil mikro plastikler var ve de ikincil olanlar var. Birincil olanlar yüz temizleme jellerinde, diş macunlarında, deterjanlarda kullanılıyor. Reklamlarda gördüğümüz o şahane granüller, mavi mavi temizleyici topçuklar hep plastik.  Ama büyük tehlike bunlar değil. En azından ne kadar üretildiyse o kadarının suya karıştığını biliyoruz. Bir çok ülke bunları yasaklamaya başladı. Bu kötünün iyisi; zira engellenebilir.

İkincil mikroplastikler nasıl oluşuyor?

Tüm plastik mamüller parçalanıyor, fragmente oluyor. Poşetler ve şişeler, sentetik kıyafetlerimizdeki fiberler, boya ve kaplama malzemeleri, spor alanlarının zeminleri, arabaların lastikleri gibi aklımıza bile gelmeyecek yerlerde plastik var. Güneş, deniz ve rüzgar plastiğin parçalanmasına, fragmente olmasına neden oluyor. Parçalanmanın hızı bu etkilerin şiddetine ve plastiğin cinsine göre değişiklik gösterse de denizdeki etmenlerin etkileri daha büyük.

Plastik müthiş bir malzeme. Asla yok olmuyor. Yani çözünmüyor. Ancak mekanik olarak parçalanıp küçülüyor. Küçülmenin de sonu yok. Biz 10 mikrona kadar olanı tespit edebildik ama bulduğumuz parçacıkların büyük kısmının tespit edebildiğimiz en küçük boyutta (yani 10 mikron) olmasının anlattığı daha korkutucu bir hikaye var: Mikroplastikler daha da küçülebiliyor ve biz bunları ölçemiyoruz! Havada ne kadar çok parçacık olduğunu ve çok daha küçüklerin daha da fazla miktarlarda havada olma ihtimalinin olduğunu gösteriyor.

Fotoğraf: Kajetan Deja

Peki bunun bize etkisi ne?

Mikroplastiğin insana etkisi üzerine çalışmalar çok az. İşkolları nedeniyle çok fazla mikroplastiğe maruz kalarak çalışan insanlarda akciğer kanserinin daha fazla olduğuna dair bulgular var şimdilik sadece. Ancak bu araştırmalarda da bahsi geçen biraz önce söylediğim gibi daha büyük partiküller. 10 mikronun altındaki parçaların bedenlerimizde nerelere ne kadar girdiğini henüz bilmiyoruz. Yeterince büyük parçalar sindirimle atılıyor ancak küçüklerin sistemimizde kalıyor olması çok muhtemel. Bu kadar yüksek oranlarda mikroplastiğin sadece insanın değil tüm diğer canlıların da üzerinde bir etkisinin olmadığını varsaymak çok naifçe olur.

Plastik hiç olmasın demiyoruz. Bu şekilde kullanmamız korkunç olan. Yoksa hayatımıza kazandırdıkları müthiş. Arabalar plastik kullanımıyla hafifliyor, daha az yakıt harcıyor. Ya da bir ameliyathanenin sterilizasyonunu  plastik malzeme olmadan düşünmek bile mümkün değil.

Lakin ambalaj bambaşka bir mesele değil mi?

Evet. Marketteki her şeyin plastiğe sarılmasının hiç bir açıklaması yok; plastik endüstrisinin kar etme arzusundan başka. Kalıp sabun diye bir şey varken plastik şişede satılan sıvı sabunun varlığının hiçbir gereği yok. Bizim onu almamız çok saçma.

 Bireysel çözümlerden mi bahsediyoruz?

Elbette sadece bireysel olarak çözebileceğimiz bir şey değil bu. Ama kendi hayatlarımızda yapabileceklerimiz ve yapmamız gerekenler var. İşin aslı, biz bir şeyi çözebilir miyiz bunu zaten bilmiyorum. Çözebiliyor olsaydık iklim değişikliği için harekete geçerdik. Plastik en önemli sorunumuz bile değil şu anda.

Ama plastikle iklim değişikliği yakından alakalı. İklim değişikliğini de bunca üretime ve tüketime borçluyuz. Üstelik plastik iklim değişikliğinin bir numaralı müsebbibi olan petrolün yan ürünü değil mi?

Evet öyle. İklim değişikliğinin de plastik sorunumuzun da nedeni tüketim alışkanlıklarımız. Ucuza alabiliyor oluşumuz. İhtiyacın çok ötesinde tüketiyor oluşumuz. Tüketirken ne üretim aşamasında olanları düşünüyoruz ne de ıskartaya çıkarma süreçlerini. Her ürünün bir yaşamı var. Hepsinin bir gün elden çıkarılacağını; bir şekilde imha edilmesinin, saklanmasının ya da doğaya karışmasının gerektiğini hesap ederek almamız gerekiyor.

Plajlarımız çöp dolu. İnsanlar bu çöplere bakıp ‘ay ne pis insanlar plaja çöp atıyorlar’ diye düşünüyor. Halbuki o kendisinin evinde çöp kutusuna attığı çöp. Plajda gördüğümüz çöplerin yüzde sekseni denizden geri gelenler. Dolayısıyla her birimizin bunun sorumluluğunu alması gerekiyor.

Bir makine dolusu sentetik kıyafeti yıkadığımızda doğaya 1900 parça sentetik fiber katıyoruz. Herkes hesabını yapsın. Sentetik  olmayanı almak da mükemmel bir çözüm değil, zira onların üretiminde de hem doğal hem de sentetik dünya kadar kaynak kullanılıyor. Daha az tüketmek zorundayız. Nokta.

Geri dönüşüm hakkında da söyleyeceklerin vardır diye tahmin ediyorum.

Bilgiye erişimimizin bu kadar kolay olduğu bir dönemde hala geri dönüşümden medet ummamız komik. Herkes kolayca şu söylediklerimi öğrenebilir halbuki: Tüm plastikler geri dönüştürülemiyor. Sadece 6 polimer tipi geri dönüşebiliyor. Gerisi ya atılıyor ya da yakılıyor. Geri dönüştürülecek olanların da saf olması gerekiyor. Halbuki polimerler farklı materyal özellikleri bir araya getirebilmek için genellikle karışık olarak kullanılıyorlar. Üzerinde yiyecek artığı olmaması gerekiyor. Velhasıl, ABD’de şimdiye kadar üretilen plastiğin sadece %9’u geri döndürülebildi.

Peki en azından geri dönüşümle üretilen plastik tekrar ve tekrar geri döndürülebiliyor mu?

Bu da işin diğer boyutu. Plastik geri dönüşümü pratikte sadece bir kere yapılabiliyor. Plastik şişeden kıyafet yapılıyor. Sonra o kıyafet de katı atık tesisine gidiyor. Kısaca, plastik bir nesneyi her satın alışımızda durup düşünmemiz gerekiyor. Kahve alıp bardağını ayrı, kapağını ayrı kutulara atınca dünyayı temiz tutmuş olmuyoruz. Bir de zaten o kağıt bardaklar da kağıt değil. Kağıt erimesin diye içi plastikle kaplanıyor. Ayrılıp geri dönüştürülmesi için acayip tesisler lazım. O da tabii yapılmıyor.

 İçimizi rahatlatan kolay çözümlerin karşısında da durup düşünmemiz gerekiyor yani. Görünen o ki karbonu yer altında tutmak için çok nedenimiz var.  Çok teşekkürler Mine.

(Yeşil Gazete)

 

 

‘Korkutucu’ rakamların gölgesinde iklim göçleri: Kriz mi fırsat mı? – Bulut Bagadır

İnsan hareketliliğinin başlıca nedenlerinden biri olan iklim değişikliği kapıdan içeri girdi. Yayımlanan farklı raporlar, milyonların iklim değişikliği nedeniyle göç edeceğini söylerken yaratılan “korku” iklimi bunun arkasındaki nedenleri görmezden geliyor, iklim adaleti kavramına ne kadar ihtiyacımız olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Evet, insanlar yaşamak için göç etmek durumunda. Ancak zaten insanlık tarihi insan hareketliliği üzerine kurulu değil mi? Peki insan hareketliliğini sadece bir kriz olarak mı ele alacağız? Bu korku ve endişe çağında gözden kaçırdıklarımız neler? Önümüzde cevaplamamız gereken gerçekten çok soru var…

İnsanlık tarihi bir nevi insan hare­ketliliği üzerine kurulu. Savaşlar, kay­naklara erişim, gıda güvensizliği, terör, siyasi istikrarsızlık, ekolojik dengenin bozulması… Özellikle 2011 yılından bu yana devam eden Suriye krizi ve bu krizin ardında iklim değişikliğinin bu­lunduğu savı, iklim değişikliği ve göç konusunu başta politik alanda olmak üzere yeniden gündeme taşıdı. İklim değişikliği ve göç tartışılırken ortaya bazı rakamların atıldığını görüyoruz.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yük­sek Komiserliği (UNHRC) verilerine göre 2008’den beri her yıl ortalama 21,5 milyon insan sel ve kuraklık gibi afetlerden dolayı göç etmek zorunda kalıyor.

Dünya Bankası’nın geçtiğimiz yılın mart ayında yayımlanan raporu, iklim değişikliğinin 143 milyondan fazla in­sanı 2050 yılına kadar “iklim göçmen­lerine” dönüştürerek mahsullerin ye­tersizliğinden, su kıtlığından ve deniz seviyesinin yükselmesinden kaçacak­larını belirtiyor. Bu nüfus değişiminin çoğu, gelişmekte olan dünya nüfusu­nun %55’ini temsil eden üç “sıcak nok­ta” olan Sahraaltı Afrika, Güney Asya ve Latin Amerika’da gerçekleşecek. Daha “korkutucu” rakamları farklı ra­porlarda da görebilirsiniz. Rakamları bir kenara bırakabiliriz. Onlar, politi­kacıların işi ve “kaygısı”.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) iklim değişikliğinin göç akım­larını üç şekilde etkileyeceğini öngörü­yor. Bunlardan ilki, ısınmanın bazı böl­gelerde tarımsal verimliliği azaltması ve temiz su, bereketli toprak gibi eko­sistem hizmetlerinin azalmasına sebep olması nedeniyle yaşanacak olan göç. İkincisi, özellikle tropikal bölgelerde aşırı yağış nedeniyle yaşanacak ani sel ya da akarsu taşmaları gibi aşırı hava olaylarının artması nedeniyle insanları kitlesel olarak yer değiştirmeye itecek olan göç. Üçüncüsü ise deniz seviyesi­nin yükselmesi nedeniyle seviyenin al­tında kalan kıyı bölgelerinin yok olması üzerine milyonlarca insanı yer değiştir­mek zorunda bırakacak olan göç.

Avrupa Komisyonu tarafından yayımla­nan “Çevre Politikası için Bilim” bül­teninin “Çevresel değişikliğe karşılık olarak göç” başlıklı tematik sayısının editörlüğünü yapan Profesör Rogger Zetter, çevresel değişiklik ile göç ara­sındaki ilişkinin araştırılmasının çok önemli olduğunu söylerken bu ilişki­nin ne kadar karmaşık olduğunun da özellikle altını çiziyor. Genellikle eko­nomik, sosyal ve politik olarak katmanlı nedenleri olan göç hareketi incelenir­ken, kalkınma ya da demografik deği­şiklikler kadar çevresel değişiklik de vurgulanıyor. Çevresel değişiklik nede­niyle meydana gelen göç de aynı ülke içinde ya da başka bir ülkeye, gönüllü olarak ya da göçe zorlanarak, geçici göç ya da kalıcı göç olarak kendi içinde sı­nıflandırılıyor.

Yüksek dereceli bir risk

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2014 yılında başlat­tığı İklim Değişikliği 5. Değerlendirme Raporu (AR5), insan hareketliliğine daha fazla dikkat çekilmesi gerektiğini vurguluyordu. IPCC, özetlemek gere­kirse, iklim değişikliği kaynaklı göçü yüksek dereceli bir risk olarak belirti­yordu.

İklim değişikliği ve göç konusunda AR5’in en önemli mesajlarından biri­si, göçün ve yerinden edilmenin çeşitli sosyal, politik, kültürel, ekonomik ve çevresel faktörlere bağlı olduğu; etkile­şen iklimsel ve iklimsel olmayan çok sa­yıda etkinin varlığı nedeniyle nedensel­lik zincirleri ve göç ile iklim değişikliği arasındaki bağlantıyı (genel anlamda göç ve çevresel yıkım) belirli bir güven derecesi içinde ortaya koymanın ve değerlendirmenin zor olduğuydu. Bu­nunla birlikte, AR5 tam da bu noktada göçü, kilit bir risk olma potansiyeli ile ortaya çıkan bir risk olarak tanımlıyor ve “iklim değiştikçe insan güvenliğinin giderek tehdit altında olacağını” ve “ik­lim değişikliğinin insanların önlemesi gereken göçü artırarak (…) insan gü­venliğine yönelik tehditlerde önemli bir faktör” haline geldiğini ifade edi­yordu. Rapor aynı zamanda ısınmadaki artış yükseldikçe, riskin artacağını da güçlü bir şekilde vurguluyordu.

İklim değişikliği doğal afetlerin şidde­tini, ısınmayı ve kuraklığı artırması ve deniz seviyesini yükseltmesiyle özellik­le kıyı bölgelerini ve bazı ada devlet­lerini giderek daha yaşanılmaz kılıyor. Doğal kaynaklar konusunda rekabete neden olan çatışmaları ve insanların yerinden edilmesi ile son bulan göç akımlarını potansiyel olarak etkiliyor.

Ortadoğu, Afrika, Güneydoğu Asya, Avustralya, Kuzey Amerika, Orta ve Güney Amerika, Kutup Bölgeleri ve Küçük Ada Devletleri iklim değişikliği tarafından tetiklenen göçlerin yoğun­laştığı bölgeler arasında gösteriliyor. Özellikle küçük ada ülkeleri için, iklim değişikliğinin neden olduğu deniz se­viyesinin yükselmesi, geçici ve nihaye­tinde kalıcı yer değiştirme riski taşıyor. Bu ülkelerin egemenliklerinin de pek tabii bu durumdan etkilenmesi bek­leniyor. Özellikle küçük adalardaki ve kıyı bölgelerindeki toprak kaybı ve ye­rinden olma ile ilişkilendirilen kültürel değerler de tehdit altında. Bunun öte­sinde hiçbir bölge iklim değişikliğine karşı bağışıklık kazanamıyor, ancak ye­rinden etme riskleri, tehlikelere yüksek oranda maruz kalan ve yeterince hazır­lanabilecek kapasiteye veya kaynağa sahip olmayan alanlarda geniş nüfuslu ülkeler için en büyük risk olarak karşı­mıza çıkıyor.

Bu çerçevede önemli uyum potansi­yelleri mevcut ki birazdan tartışacağız ancak ek olarak harici kaynak ve tek­nolojilere ihtiyaç duyuluyor. Aslında BMİDÇS’nin (Birleşmiş Milletler İk­lim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) kabulünden bu yana iklim müzake­relerinin de en çok tıkandığı noktalar yoksul ve zengin ülke ayrımı konuşul­duğunda yaşanıyor. 2018/19 Mercator-İPM Araştırmacısı Cem İskender Ay­dın, EKOIQ’ya daha önce verdiği bir röportajda iklim adaletsizliği olarak tanımladığı bu sorunu çözmek için en azından şu üç konuda kapsamlı çö­zümlere ihtiyaç olduğunu söylüyordu: İklim finansmanı, kayıp ve zararların tazmini ve emisyon azaltımındaki yük dağılımı. Her üç madde de iklim de­ğişikliğinin ve göçlerin sorumlusunun kim olduğunu hatırlatıyor ve haliyle ge­lişmiş ülkelerden bu konularda eylem talep ediyor.

Finansal engellerin yanındaki hukuksal engeller

İklim kaynaklı göç ve yer değiştirme söz konusu olduğunda finansal en­gellerin yanında hukuksal sorunlar da bulunuyor. Mesela yabancı bir ülkeye göç etme kararında çevresel bir bileşen olan göçmenlerin ve yerlerinden edil­miş kişilerin kabul edilme ya da orada kalmaya devam etmeleri, yani uluslara­rası mülteci hukukunun uygulanabilir­liği gibi yasal engeller.

Bu hukuksal sorunlara karşı Paris Anlaşması’nın giriş kısmı ile göçmenler ilk kez uluslararası çevre sözleşmesin­de tanınmışlardı. 2016 yılında duyu­rulan ve Paris Anlaşması’ndan da söz eden New York Deklarasyonu’nun birinci maddesinde ise şu ifadelere yer veriliyor: “En erken zamanlardan beri insanlık hareket halinde. Bazı insanlar yeni ekonomik fırsatlar ve ufuklar ara­yışıyla hareket ettiler. Bazıları ise si­lahlı çatışmalardan, yoksulluktan, gıda güvensizliğinden, terörden veya insan hakları ihlallerinden ve suiistimallerin­den kaçmak için. Diğerleri halen iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine, doğal afetlere (ki bazıları iklim değişikliğine bağlı olabilir) veya diğer çevresel fak­törlere cevap olarak hareket ediyorlar. Birçoğu, sonuç olarak, bu nedenlerin bileşimi sebebiyle yer değiştiriyorlar.” Deklarasyondaki bu ve benzeri mad­delerin iklim değişikliği nedeniyle göç eden insanları tanıması ve buna karşı önlem alınmasına dair yaklaşımlar, hu­kuksal alanda da gözlerin buraya çevril­diğini gösteriyor. Ancak tabii ki gözle­rin buraya çevrilmesi yetmez. Böyle bir kavramın tam anlamıyla işlevsel olması için iklim değişikliğine adalet temelin­de yaklaşmak gerekiyor.

Bu arada küçük bir not: ABD, New York Deklarasyonu, ABD ve Trump yönetiminin göçmen ve sığınmacı po­litikalarına istikrarsız bir yaklaşım için­de hareket etmesini neden göstererek deklarasyondan ayrılma kararı aldı.

IPCC’nin 2018 yılının Ekim ayında yayımladığı IPCC 1,5 Derece Özel Raporu da iklim değişikliği ve göç ile ilgili oldukça önemli verileri paylaşıyor. AR5 raporuna da atıfta bulunan araş­tırma, genel anlamda küresel ısınma­nın 1,5 derece ile sınırlandırılmasının aciliyetini vurgularken dünyanın gittiği tehlikeli yoldan çıkabilmesi için toplu­mun her alanında hızlı, geniş kapsamlı ve benzeri görülmemiş değişiklikler gerektiğini vurguluyordu.

Çatışmalar ve daha fazlası

Rapordaki detaylara bakacak olur­sak sıcaklığın, 163 ülkede göçmenlik üzerinde son 10 yılda, yalnızca tarıma bağımlı ülkeler için istatistiksel olarak önemli bir etkisi olduğu belirtiliyor.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) Uluslararası Göç Veri Tabanı’nda, ortalama sıcak­lıkta 1 derecelik artış, 142 gönderici ülkeden ve 19 alıcı ülkeden ikili göç akışlarında %1,9’luk bir artış; ek 1 mili­metrelik ortalama yıllık yağış ise göçte %0,5’lik bir artış ile ilişkilendiriliyor. İç ve uluslararası göçlerin küçük adalar için önemli olduğu belirtilen 1,5 De­rece Özel Raporu’nda, AR5’te olduğu gibi, göç için ilk neden olduğu du­rumların çok nadir olduğu; iş, eğitim, yaşam kalitesi, aile bağları, kaynaklara ulaşım ve kalkınma gibi birçok faktö­rün önemli olduğu vurgulanıyor.

Çalışmada 2 derecelik sıcaklıkta, tropik bölgelerde yoğunlaşmış nüfusun yer değiştirme potansiyelinden söz edili­yor. Hatta küresel ortalama sıcaklığın 2011-2030 arasından yüzyılın sonuna kadar 2 derece artması durumunda, tropik nüfusun 1000 km’den daha uzak mesafelere taşınmak zorunda kalabile­ceği belirtiliyor. Tropiklerden orantısız derecede hızlı bir tahliyenin ise, nüfus yoğunluğunun %300 veya daha fazla artabileceği tropik sınırlarda ve subtro­piklerde nüfus yoğunluğuna yol açabi­leceği de ekleniyor. İklim değişikliği ve göç konusunda en çok tartışılan konulardan biri de çatış­malar. Sınırlı kaynaklar sebebiyle ça­tışan toplulukların kırılgan kesimlerin göç etmesine neden olduğu hep belir­tiliyor. IPCC de çalışmasında çatışma­lara yer vermiş.

Rapor bu üç olgunun değerlendirildiği bölümde şu ifadelere yer veriyor: “Bir­den fazla çatışma faktörünün yetersiz­ce dikkate alınması, iklim değişikliği ile çatışma arasında tutarsız ilişkilerin rapor edilmesine yol açıyor. Ayrıca ik­lim değişikliği, göç ve çatışma arasında tutarsız ilişkiler var. Dünyanın farklı bölgelerinde ve uluslararası düzeyden mikro düzeye doğru, kuraklık ve çatış­ma arasındaki ilişki çoğu durumda za­yıf. Bununla birlikte, kuraklık, özellikle korunmasız uluslar veya gruplar için uzun süreli çatışma olasılığını, geçim kaynaklarının tarıma olan bağımlılı­ğı nedeniyle önemli ölçüde artırıyor. Bu, özellikle Sahraaltı Afrika ve Orta­doğu’daki en az gelişmiş ülkelerdeki gruplar için geçerli. (…) Sıcaklıktaki 1 derece veya daha fazla aşırı yağış artışı, gruplar arası çatışma sıklığını %14 ar­tırıyor. Dünya 2050’ye kadar 2-4 dere­ce ısınırsa, insanların çatışma oranları artabilir. (…) Sıcaklık artışındaki stan­dart sapma kişilerarası çatışma riskini %2,4, gruplar arası çatışma riskini ise %11,3 artırıyor. Silahlı çatışma riskleri ve iklimle ilgili felaketler, etnik olarak parçalara ayrılmış ülkelerde göreceli olarak yaygın, bu da çevresel felaket­lerin doğrudan silahlı çatışmaları tetik­lediğine dair açık bir işaret olmadığını gösteriyor. Özetle, 1,5 dereceyi aşan ortalama küresel sıcaklıkların, küresel çapta birçok toplumda yoksulluk ve de­zavantajı artırdığı tahmin ediliyor (orta güven). 21. yüzyılın ortalarına kadar ik­lim değişikliğinin yoksul insanları yok­sullaştıran ve yoksul kişi sayısını artıran bir yoksulluk çarpanı olduğu tahmin ediliyor.”

İklim adaleti

İklim değişikliğinin temelinde çözül­mesi gereken en öncelikli kavramın iklim adaleti olduğu açık bir şekilde görülüyor. Dünyanın olması gereken­den daha fazla ısınmasına yol açan seragazları emisyonlarının kaynağı, basitçe söylemek gerekirse sanayi top­lumuna geçişlerini tamamlayan zengin ve gelişmiş Batı ülkeleri. Konuya göç temelinde yaklaştığımızda da, yukarıda tartıştığımız gibi temelde iklim değişik­liğinden en çok etkilenecek ülkeler ge­lişmekte olan ve en az gelişmiş ülkeler. Sadece rakamlara indirgenen ancak çözüm için yeterli çabanın sarf edilme­diği, iklim adaleti kavramının ise topal kaldığı bir “korku” iklimi içerisinde ya­şıyoruz.

Ekoloji Kolektifi tarafından yayımla­nan ve Ethemcan Turhan, Arif Cem Gündoğan, Cem İskender Aydın, Mus­tafa Özgür Berke tarafından kaleme alınan “İklim Adaleti Mücadelesi İçin 10 Durak” adlı çalışmada yazarların ifa­de ettiği gibi, “İklim değişikliği yüzün­den yaşanabilecek, ulusal topraklarının bir kısmını kaybeden, göç etmek veya daha kötü koşullarda yaşamak duru­munda kalacak olan toplumsal kesim­lerin kayıpları, takdir edilmelidir ki asla sayılara indirgenemez. İklim adaleti perspektifinden kayıpların istatistiklere indirgenmesi ahlaki ve değerler açısın­dan yıkıcıdır.”

Belki de göç konusunu kriz olmaktan çıkartarak yola koyulmalıyız. Evet, ve dünyanın farklı yerlerinde iklim deği­şikliği nedeniyle yaşanan göçler var. Turhan, burada, korku iklimine karşı göçün aslında istisna değil de norm olarak ele alınması durumunda iklim değişikliğinin, genel kalkınma ve insan güvenliği politikası içerisinde bir fırsat da olabileceğini belirtiyor. İnsan hareketliliğindeki artışın, özel­likle bir uyum ölçütü olarak göçmenlik açısından faydalar sağlayabileceği tartı­şılıyor.

Bunlarla birlikte AR5 en önemli çıktı­larından birini de şu şekilde özetliyor: “Göç düzenlerindeki değişiklikler hem aşırı hava olaylarına hem de uzun va­deli iklim değişkenliği ve değişikliğine cevap verebilir ve göç etkili bir adap­tasyon stratejisi olabilir.” Yani, iklim değişikliğinin yarattığı sorunların çer­çevesinde tartışılan uyum ve adaptas­yon konusuna, yine iklim değişikliğinin bir getirisi olan göç kavramı ile çözüm getirilebiliyor. Ancak kavrama bu nok­tada yeni bir perspektif ve vizyon ile yaklaşılması gerekiyor. Bu vizyon oluş­turulurken, yukarıda Aydın’ın belirttiği maddeler de göz önüne alınarak, tarih­sel eşitsizliklerin yarattığı kırılganlıkları iyi analiz etmek şart.

Paris Anlaşması’nda bu yana iklim değişikliği ile mücadelede ulus dev­letlerin yanı sıra birçok farklı yapının da öne çıktığına şahit oluyoruz. Bun­lardan biri de şehirler. Turhan yakın zamanda yaptıkları bir araştırmaya dair şunları söylüyor: “İklim değişikliği ve göçün kesiştiği yer olan şehirlerde eğer kentsel yurttaşlık tanımı bir müşterek olarak tanımlanırsa ulus devlet ötesine geçecek şekilde eşit hak ve özgürlükler tanımlanabilir. Bununla birlikte iklim değişikliğine karşı farklı toplumsal ke­simlerin farklı kırılganlıkları daha da ön plana çıkarılır ki böylece kentsel yurt­taşlık üzerinden kadınların, farklı göç statüsünde olan insanların, çocukların, engellilerin veya farklı sosyoekonomik kesimlerin kırılganlıkları şehirde daha net olarak tanımlanabilir.”

İşin temeli yurttaşlık tanımlamasının yeniden yapılmasına kadar uzanıyor. İklim adaletini sağlamak ve göçü yeni­den tanımlamak adına Turhan’ın gös­terdiği yol, işin özünü anlatıyor olabilir. Tüm bunları bir araya getirince geriye tek bir soru kalıyor. Kriz olarak gördü­ğümüzü fırsat olarak tanımlayabilecek miyiz?

İklim krizi yeni çatışmaları körüklüyor, Türkiye’de yeni çatışma ortamları oluşuyor

Ekonomi ve Barış Enstitüsü (IEP), dünyada etkisi giderek daha çok hissedilen iklim krizinin gelecek 10 yılda dünya barışı için ciddi bir tehdit oluşturabileceğini açıkladı. Küresel ısınma sebebiyle 1 milyar insanın iklim krizinden etkilenmesi muhtemel yüksek riskli bölgelerde olduğu vurgulanan raporda, bu kişilerin yaklaşık %40’ının halihazırda çatışmaların ve sorunların devam ettiği ülkelerde bulunduğu da kaydedildi. Raporda, özellikle hızlı iklim değişiklikleriyle ortaya çıkabilecek kıtlık, doğal afet ve kitlesel göçler gibi etmenlerin ülkeler arası çatışmaları artırabileceği vurgulandı. IEP kurucusu Steve Killelea, dünya genelinde şiddet vakalarında kaydedilen gerilemenin kalıcı olarak tanımlanamayacağını kaydetti. Killelea, “Son yıllarda Irak ve Suriye’ye hakim olan çatışmalar azalırken, Yemen, Nikaragua ve Türkiye’de yeni çatışma ortamları oluşuyor” ifadelerini kullandı.

AB İklim Hedefleri, “klişe” olmakla eleştiriliyor

20-21 Haziran’da gerçekleşen AB Liderler Zirvesi’nden önce yayımlanan ve birliğin önceliklerini içeren taslak bir belge, iklim kriziyle mücadelede klişe birkaç öneri içerdiği ve doğal kaynakların yıkımını hızlandırdığı gerekçesiyle WWF gibi STK’lar tarafından eleştirildi. Göç, ticaret ve AB’nin dünyadaki konumunu içeren belge, hedefler, bütçe rakamları veya belirli ülkeler gibi ayrıntıları içermiyor. İklim krizini varoluşsal bir tehdit olarak tanımlayan belge, AB ekonomisinin ve toplumunun “nötr iklime” ulaşması için derinlemesine bir dönüşüme girmesi gerektiğini belirtiyor.

Avrupa ve göç

AB Ortak Araştırma Merkezi ve ABD Enerji Departmanı’nın finanse ettiği ve Columbia Üniversitesi bilim insanlarının yürüttüğü bir araştırma, politik ve ekonomik faktörler olmadan yalnızca iklim değişikliğine bağlı olarak bile milyonlarca insanın her sene Avrupa’dan sığınma talep edeceğini belirtiyor. Araştırma kapsamında, 2000 ve 2014 yılları arasında Avrupa’nın 103 ülkesine yapılan göç başvuruları incelendi. Dört yıllık süreç kapsamında yıllık göç başvurularının sayısı 350 bin civarında gözlemlenirken, sıcaklık ve hava durumu gibi bazı çevresel faktörler başvurularla karşılaştırılınca, 20 derecenin üzerinde bir sıcaklığa sahip olan ülke yurttaşlarının daha az sıcaklığa sahip ülkelerin yurttaşlarına göre daha fazla sığınma talep ettiği görüldü.

(EKOİQ’den alınmıştır.)

 

Doğalgaza bir ayda ikinci ‘geceyarısı’ zammı

Doğalgaz fiyatları, ağustos ayını zamla açıp zamla kapadı. Geceyarısı açıklanan yeni tarifeye göre konutlarda ve ticarethanelerde tüketilen doğalgazın metreküp fiyatı yüzde 14.9 artırıldı.

Doğalgaz fiyatlarına yüzde 14,90 zam yapıldı. Zamlı fiyatların 1 Eylül 2019’dan itibaren geçerli olacağı belirtildi. 1 Ağustos’ta konutlarda kullanılan doğalgaza yüzde 14,97, sanayi bölgeleri için ise yüzde 13,73 oranında zam yapılmıştı.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) Boru Hatları İle Petrol Taşımacılığı Anonim Şirketi‘nin (BOTAŞ) önerisi üzerine, doğalgaz satış fiyatlarında 1 Eylül 2019 tarihi itibariyle ayarlamaya gitti. Yeni tarifeye göre konutlarda tüketilen doğalgazın metreküp fiyatına yüzde 14.9 zam yapıldı. Kademe tabir edilen ticarethanelerde tüketilen doğalgazın fiyatları da aynı şekilde yüzde14.9 oranında arttı.

14 Eylül Eylem Günü: Hasankeyf için bir şey -yap çiz söyle

Hasankeyf Koordinasyonu, Hasankeyf’i sular altında bırakacak projenin durdurulması talebiyle, 14 Eylül Cumartesi günü küresel düzeyde eylem düzenleyecek.

Hasankeyf Koordinasyonu, “Hasankeyf’in giriş çıkışları kapatılmasın. Ilısu Barajı durdurulsun” başlıklı yazılı bir açıklaması yayımladı. Açıklamada, 14 Eylül Cumartesi günü küresel bir eylem düzenleneceği duyuruldu.

Açıklama özetle şöyle:

“Bir kez daha ‘Hasankeyf İçin Geç Değil’ diyerek yaşam ve dayanışmayı seven insanları ve sivil toplum örgütlerini küresel düzeyde 14 Eylül 2019 günü ‘Hasankeyf İçin Bir Şey-Yap/Çiz/Söyle Eylem Günü’ne katılmaya çağırıyoruz.

“İnsanlığın ortak mirası için kritik bir eşikteyiz. Su tutuluyor ve Hasankeyf halka kapatılmak isteniyor. Bu defa başta sanatın evrensel gücü olmak üzere vicdanımızla, yaratıcılığımızla Hasankeyf ve Dicle Nehri için harekete geçelim!”

‘Oldubittiyle karşı karşıya bırakılmak isteniyoruz’

“14 Eylül günü ve öncesi üreteceğimiz ve ortaya koyacağımız sanatla bir yıkım ve sömürü projesi olan Ilısu’ya karşı sesimizi hep birlikte yükseltelim. Son aylarda ülkemizde birçok insan ve kurum Dicle Vadisi’ndeki tüm canlılar ve kültür için sesini yükseltmeye başladığından, hükümet 10 Haziran 2019 için Ilısu Barajı’nda ilan ettiği su tutmayı ertelemek zorunda kaldı. Tüm protestolara rağmen 23 Temmuz 2019’da fark ettik ki hükümet sessiz sedasız su tutmayı başlattı ve bizi bir oldubittiyle karşı karşıya bırakmak istiyor.

“Ancak bunu şimdi de sonraki bir aşamada da asla kabul etmiyoruz. Dicle Vadisi henüz kaybedilmemiştir, kurtarabileceğimiz daha çok değer var. Her şeyden önce doğa, kültür ve yaşam alanları için kazanılacak bir umut var.

“Hasankeyf ve Dicle’de, Kaz, Cudi ve Munzur Dağları, Salda Gölü, Kuzey ve ODTÜ ormanlarında ve onlarca başka yerde dayatılan yıkımın karşısında yaşama ve yaşatmaya dönük bir mücadelenin olduğunu görüyoruz.”

Görseller sosyal medyadan paylaşılıyor

“14 Eylül’de dünyanın neresinde olursanız olun, enstrümanlarınızı alıp dışarıda veya evinizde çalın ve/veya şarkı ile türkülerinizi tehdit altındaki Dicle Vadisi’nin kültürel ve doğal mirası için söyleyin” çağrısının yapıldığı açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Fırça, kalem veya ellerinizi kullanarak tuvale, kâğıda, duvara veya yere Hasankeyf’i, Dicle’yi ve tehdit altındaki diğer doğa ve yaşam alanlarını çizin. Kimlikler üstü bir değere sahip Hasankeyf için illaki yapacağımız bir şey var. Hasankeyf ve Dicle seni ve beni bekliyor. Birkaç şirketin daha fazla para kazanması uğruna ve hükümetin tahakküm politikalarını geliştirmesi için coğrafyamızın kalbini söküp atmalarına izin vermeyelim.

“Evet, şimdi Hasankeyf için şey yapma vakti. Yaptığımız çalışmalarla ilgili fotoğraf ve videoları şimdiden #HasankeyfİçinGeçDeğil  hashtag’i ile ya da kampanya günü ve saati olan 14 Eylül günü saat 20.00’de Hasankeyf Koordinasyonu’nun sosyal medya hesapları üzerinden duyurulacak hashtag ile paylaşarak, kampanya aracılığıyla kamuoyunun dikkatini Hasankeyf ve Dicle’nin çığlığına çevirebilir ve projeyi durdurabiliriz.”

Koordinasyon’un iletişim bilgileri şöyle:

Twitter: @HasankeyfKoord ve @hasankeyfdicle

Instagram: @hasankeyfkoord

Facebook: @HasankeyfKoord ve @hasankeyfyasatmagirisimi

Kadın sinemacılar belgeseli, ‘Woman Make Film’in fragmanı yayımlandı

Mark Cousins’ın, Toronto Film Festivali’nde gösterilecek belgeseli, 11 saat sürüyor

Mark Cousins’ın kadın sinemacılara odaklanan 11 saatlik belgeseli Women Make Film’den fragman yayınlandı. 44. Toronto Film Festivali’nde gösterilecek belgeselde Tilda SwintonJane FondaThandie Newton veDebra Winger gibi isimler, kadın sinemacıları anlatıyor.

filmloverss’ın haberine göre, Toronto Film Festivali’nde her yıl olduğu gibi bu yıl da belgeseller oldukça önemli bir yere sahip. 5-15 Eylül tarihlerinde düzenlenecek festivalin 44’üncüsündeki ‘TIFF Belgeselleri’ seçkisinde merak uyandıran birçok yeni belgesel sinemaseverlerle buluşacak.

Seçkide yer alan ilgi çekici belgesellerden biri de kadın sinemacılara odaklanan Women Make Film.

The Story of Film: An Odyssey ve The Eyes of Orson Welles gibi sinema dünyasına odaklanan ödüllü belgesellerle tanınan Marc Cousins, 11 saatlik bu belgeselde sinema tarihinde iz bırakmış kadın sinemacıların hikâyesini anlatıyor.

Dört bölüm halinde gösterilecek

Filmin yapımcılığını da üstlenen Tilda Swinton, bu filmde anlatmak istediklerini şu sözlerle açıklıyor: “Çoğu film erkekler tarafından yönetildi. Sinema klasikleri olarak kabul edilen filmlerin çoğu erkekler tarafından yönetildi. Ancak 130 yıldır altı kıtada binlerce kadın da film çekiyor, izleyebileceğiniz en iyi filmlerden bazılarını. Hangi filmleri çektiler? Hangi teknikleri kullandılar? Onlardan sinema hakkında ne öğrenebiliriz?”

11 saatlik belgesel,  7-11 Eylül tarihlerinde, dört bölüm hâlinde gösterilecek.

Vaclav Havel ödülü Aslı Erdoğan’a

Yazar Aslı Erdoğan, Taş Bina ve Diğerleri ile layık görüldüğü ödülü, 26 Eylül’de New York’ta alacak.

Şair, oyun yazarı ve Çekya eski Cumhurbaşkanı Vaclav Havel’in anısına New York’ta kurulan Václav Havel Kütüphane Vakfı’nın her yıl verdiği ödülün bu yılki sahibi, yazar Aslı Erdoğan oldu. Erdoğan 2017 yılında da adaylar arasındaydı. O yıl ödülü İstanbul İstanbul adlı kitabıyla yazar ve insan hakları avukatı Burhan Sönmez almıştı.

Vakıftan yapılan açıklamada, Václav Havel Kütüphane Vakfı’nın “2019 Risk Altındaki Cesur Yazara Huzuru Bozma Ödülü”nün, Taş Bina ve Diğerleri öykü kitabının yazarı ve insan hakları alanında uzun yıllardır çalışmalar yapan yazar Aslı Erdoğan’a verileceği duyuruldu.

Ödül Erdoğan’a 26 Eylül’de New York Bohemian National Hall’de düzenlenen bir törenle takdim edilecek. Almanya’da yaşayan Aslı Erdoğan, Özgür Gündem gazetesine yönelik açılan dava kapsamında “silahlı terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla tutuksuz yargılanıyor. Ağustos 2016’da tutuklanan Erdoğan, dört buçuk aya yakın cezaevinde kalmıştı.

Vakfın bu yılki ödülü için belirlenen diğer adaylar şöyleydi: Cezaevindeki gazeteci ve yazar Ahmet Altan, Gazze’de yaşayan Filistinli yazar Atef Ebu Saif, Burunduli yazar Ketty Nvyabandi ve Fransa’da yaşayan Brezilyalı yazar Marcia Tiburi..

Václav Havel Ödülü’nün bu yılki aday listesini hazırlayan ödül komitesinde, düşünce kuruluşu Freedom House, Uluslararası Yazarlar Birliği PEN, Václav Havel Kütüphanesi ve Sınır Tanımayan Kelimeler bulunuyor.

 

Cilvegözü sınır kapısı karıştı

Sosyal medyada Türkiye’nin kendilerini korumamasından şikayetçi ÖSO mensupları ve destekçilerinin “Hain Türkiye” sloganlarıyla Cilvegözü kapısından ülkeye girmeye çalıştığına ilişkin görüntüler paylaşılıyor. Bölgedeki gazeteciler, jandarmanın ateş açtığını söylüyor.

Idlib‘te toplandığı bildirilen kalabalık bir grubun Cilvegözü sınır kapısının karşısındaki Bab-El Hava‘dan Türkiye’ye geçmeye çalıştığı iddia edildi. Sosyal medyada paylaşılan çok sayıda videoda kalabalık grubun sınır kapısına kadar geldiği ve burada Türk güvenlik güçlerinin müdahalesine uğradığı görülüyor.

Suriyeli gazeteci Muhammed Hasan jandarmanın Suriyelilere ateş açtığını bildirdi. Olayların ardından sınır kapısı güvenlik amaçlı ikinci bir emre kadar giriş ve çıkışlara kapatıldı. Reyhanlı bölgesindeki sınır hattına asker ve polis birliklerinden oluşan takviye ekipler gönderildi. Bölgede geniş güvenlik önlemi devam ediyor.

Gazeteci Ali Örnek, “Türkiye’nin kendilerini korumamasından şikayetçi ÖSO mensupları ve destekçileri “Hain Türkiye” sloganlarıyla Bab el- Hava kapısından geçip Türkiye’nin Cilvegözü kapısına girmeye çalışmış. Bu arada Suriye tarafında dalgalanan bayrak El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir’uş Şam’ın” diye yazdı.

Hasan Sivri ise, “Şu hale bak: Hatay sınırında bulunan Bab Al-Hava sınır kapısının Suriye tarafında yüzlerce kişi ‘Hain, hain, hain; Türk ordusu hain’ sloganı atıyor. Sınırın açılmasını veya Rus bombardımanın durdurulmasını istiyorlar” şeklinde bir paylaşımda bulundu.

Güvenlik analisti Metin Gürcan da, “Rusya ve Esad güçleri İdlib güneyinde askeri baskıyı arttırdıkça sınırlarımıza yönelik sığınmacı hareketliliği artacak…Binlerce Suriyeli sınır kapılarımızda….” dedi.

Erdoğan: Gelişmeler istediğimiz noktada değil

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bugün cuma namazı çıkışı yaptığı açıklamalarda şunları söylemişti: “Özellikle İdlib’le ilgili gelişmeler bizim istediğimiz noktadadır dersek bu yalan olur. Şu anda bizim istediğimiz noktada değil. İdlib’de şu anda 600 bin civarında insan öldürüldü. Göç var ve bunlar kuzeyi zorluyorlar. Bu konuda da bizim tedbirli olmamız lazım. Bütün tedbirlerimizi almış durumdayız. Bütün personelden tanklarımıza kadar herkes orada. 12 gözlem kulemiz teyakkuz halinde. Biliyorsunuz 9 nolu, 10 nolu kulelerimize bazı tacizler olmuştu. Sayın Putin ile yaptığımız görüşmelerden sonra bu konuda da gerekli uyarılar yapıldı.”

Suriye ordusu ateşkes ilan ediyor

AFP, Suriye hükümet güçlerinin İdlib bölgesinde cumartesi gününden itibaren ateşkes ilan edileceğini aktardı. Rusya’nın Suriye’deki Tarafları Uzlaştırma Merkezi tarafından yapılan açıklamada da, “İdlib’de durumu istikrara kavuşturmak için, Suriye hükümet güçleri tarafından tek taraflı olarak İdlib’deki gerilimi azaltma bölgesinde 31 Ağustos 2019 saat 06:00 itibariyle ateşkese gidilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştır” ifadeleri yer aldı.

 

Turistlerin şişe burunlu yunuslarla yüzmesine sınır getiriliyor

Yeni Zelanda, yunusları ‘nesli tüketen sevgi’den korumak için onlarla yüzmek ve izlemek üzere gerçekleştirilen tekne turlarına  sınırlama getirdi.

Yeni Zelanda’da turistlerin şişe burunlu yunuslarla yüzmesi, hayvanları “nesli tüketen sevgiden korumak için” yasaklandı. Ülkenin doğu kıyısında yer alan Bay Adaları‘ndaki şişe burunlu yunuslarının popülasyonu son yıllarda düştü. Bu yüzden türün neslinin ülke karasularında tehlike altında olduğu belirtiliyor.

Independent’in haberine göre, Yeni Zelanda Çevre Bakanlığı‘na  yunuslar dalmayı ve insanlarla sosyalleşmeyi seviyor ancak, insanların yarattığı sıkışık tekne trafiği, hayvanların “beslenme, yavru bakımı ve uyku” gibi önemli biyolojik davranışlar için daha az zaman bulmasına neden oluyor.

Bakanlığın görevlendirdiği Massey Üniversitesi’nin 2016’da yayımladığı raporda teknelerle yunuslar arasındaki yüksek düzeyde etkileşimle yunus sayısındaki düşüş arasında bağlantı bulundu. Üniversite’nin Aralık 2012 ile Nisan 2015 arasında yapılan çalışmasında, Bay Adaları’nda 96 adet şişe burunlu yunus olduğu tespit edildi. Bu da popülasyonun, 2002’de yayımlanan bir önceki araştırmaya kıyasla yüzde 66 oranında düştüğünü gösteriyor. Şimdiyse bölgede sadece 31 yunusun kaldığı tahmin ediliyor.

Araştırmacılar ayrıca, bebek şişe burunlu yunusların yüzde 75’inin annelerinden ayrılmadan önce öldüğü sonucuna vardı. 2009’daki çalışmaya göre bu, bebek ölüm oranının yüzde 52 arttığı anlamına geliyor. Üniversite görevlileri ayrıca yunusların en az bir teknenin yakınında gündüz saatlerinin yüzde 86’sını geçirdiğini ortaya koydu.

Popülasyon düşmeye devam ederse şişe burunlu yunuslar Bay Adaları’nda tamamen yok olabilir.

20 dakikadan fazlası yasak

Hükümet, bu düşüşle başa çıkmak amacıyla turistlerin Bay Adaları’ndaki deniz memelileriyle yüzmesine imkan tanıyan tekne turlarını kısıtladı. Buna göre, turların hayvanlarla etkileşim süresini 20 dakikayla sınırlandı. Yunusların kendilerine daha fazla zaman ayırmaları için turlar, yalnızca sabahları ve öğleden sonraları yapılabilecek.

Çevre bakanlığının Kuzey Adası operasyonlarının direktörü Sue Reed-Thomas, “Bir grup yabani hayvanın serbestçe yüzmesini sağlamak çok zor” dedi ve ekledi: “Yunuslar genellikle teknelere doğru yüzüyor. Etraflarına engel koyamıyor ya da kurdukları her etkileşimi takip edemiyorsunuz. Bay Adaları’nın çevresindeki sulara tekne koyan herkes sorunun farkına varmalı, böylece yerel yunus popülasyonunun korunmasında rol oynayabilirler.”