Ana Sayfa Blog Sayfa 2388

2019 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu: Nükleer enerji iklim krizinin çözümü değil sorunu!

2019 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’nu Yeşil Gazete okurları için değerlendirdik.

Dünya genelinde nükleer santrallerin durumu, kaç nükleer santralin kurulmasının planlandığı veya kaçının devreden çıkarılacağı gibi konularda güncel bilgi kaynağı olması amacıyla her yıl paylaşılan 2019 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu/World Nuclear Industry Status Report (WNISR) bu hafta yayımlandı.

Enerji Analisti Mycle Schneider ve ekibi tarafından hazırlanan ve orjinaline şuradan ulaşabileceğiniz raporu her yıl olduğu gibi siz Yeşil Gazete okurları için değerlendirdik. Bu seneki rapor, acil çözüm gerektiren iklim krizi koşullarında zamanın daraldığına vurgu yaparken nükleer enerjinin bu koşullarda çözüm olup olamayacağına yanıt arıyor ve cevabını da net bir şekilde rakamsal olarak veriyor.

İlk olarak küresel manada iklim krizinin etkilerinin hissedildiği bir dönemde, nükleer endüstri tarafından nükleer enerjinin karbon salmayan enerji olduğu gerekçesiyle yaygınlaştırılma çabalarına karşılık yükselen eleştirileri dikkate alarak rapora ilk kez İklim Değişikliği ve Nükleer Enerji bölümünün eklenmiş olduğunu belirtelim. Bu kısımda dünya genelinde üretilen elektriğin %10’unu sağlayan nükleer enerji ile yenilenebilir enerji kaynakları (güneş ve rüzgar enerjisi) üzerinden yatırım, kapasite, üretim miktarlarına ilişkin somut verilerin baz alındığı bir karşılaştırma yapılmış. Rapordaki bir diğer bölüm ise Japonya’da meydana gelen ve etkileri bugün de süren nükleer felaket bağlamında yaşanan gelişmelerin irdelendiği Fukuşima Durum Raporu. Nükleer enerjiyi terk etme kararını aldığını duyuran ülkelerin süreçlerine dair bilgiler de Nükleerden Çıkış Raporu adlı ayrı bir bölüm içinde değerlendirilmiş. Dünya genelinde 31 ülkede aktif durumdaki reaktörlere ilişkin detaylı bilgi sunan rapor, nükleer enerjiye yatırım yapan ülkelere de yer veriyor. Bu kapsamda Türkiye’nin nükleer enerji planları da, tüm süreciyle kronolojik olarak ele alınıyor. Akkuyu Nükleer Güç Santrali(NGS) Projesi için raporun esas aldığı dönem olan 2019’da reaktör temelinin inşaatında meydana gelen çatlaklardan bahseden raporda, ilk çatlakların Nisan 2018’de meydana geldiğine değinilmesi mevzunun yalnızca Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ve Akkuyu NGS tarafından yok sayılmış olduğunu gösteriyor.

Raporda Türkiye’de hükümetin yazılı anlaşma yapmış olduğu Sinop Nükleer Santral Projesi ise Japonya tarafının projeden çekilmesiyle “iptal edilmiş” olarak belirtilmiş. Son dönemde yalnızca Türkiye’de Sputnik haberinde görmüş olduğumuz Rusya‘nın Sinop Projesi’ne ilgi duyduğuna yönelik bir açıklamaya ise yer verilmemiş. Rapor Türkiye’de kamuoyuna sözlü olarak deklare edilmiş olan İğneada‘ya nükleer santral kurulması projesinin ise reaktörlerin yapımına talip olan Westinghouse firmasının finansal kriz içinde oluşu nedeniyle Çin hükümeti tarafından gerçekleştirilemeyeceğine  işaret ediyor.

İnşaat süreci içinde, yeni üretime başlayan, operasyonda olan ve nükleer enerjiden çıkış kararı alan ülkelerin planlarına istinaden somut veriler sunan rapora göre 2019’un ilk yarısında ikisi Çin’de biri Rusya‘da diğeri Güney Kore‘de olmak üzere dört reaktörün çalışmaya başladığını, ABD‘de ise bir reaktörün devreden çıkarıldığını görüyoruz. Dünya genelinde nükleer enerjinin  elektrik üretimindeki payının 1996’da %17,46 olmasına rağmen 2018’de %10,15’e düştüğü, bununla birlikte nükleer enerjinin küresel ticari enerji tüketimindeki payının ise 2014’ten bugüne yüzde 4,4 civarında sabitlendiği hatırlatılmış.

Grafik 11

Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’nda bu yıl İklim Değişikliği ve Nükleer Enerji adı altında ele alınan bölüm, hızla derinleşen iklim krizi problemine nükleer enerjinin etkin bir çözüm sunmaktan uzak olduğunu teslim ediyor. Daha açık ifade etmek gerekirse rapor, nükleer enerjinin karbonsuz enerji olarak karbon emisyonlarının azaltılmasını sağlama ihtimalinin ekonomik, endüstriyel durum ve devamlılık açısından analiz edildiğinde, pahalı ve hantal bir yatırım olduğu, bu nedenle de soruna hızlı yanıt üretme potansiyelinin bulunmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca rapor diğer elektrik üretim teknolojilerinin düşük karbonlu olduğu gibi daha düşük maliyetli olduğu için  tercih edildiğini, bu durumun da fiyatları daha da düşüreceğini söylüyor. Misal güneş foto voltaiklerinin sistem maliyetlerinde 10 yıl içinde %88’lik düşme meydana gelmişken nükleer santralden üretilen elektriğin fiyatında %23’lük artış sözkonusu olmuş.

Rapor bugün devrede olan nükleer santrallerin enerji verimliliği açısından yenilenebilir enerji karşısında geriye düşmüş olduğunun da altını çiziyor. Bunda en büyük neden olarak ise nükleer enerjinin hızlı çözüm üretememesi gösterilirken merkezi niteliği dolayısıyla enerji transferinde yaşanan zorlukların bulunduğuna da değinilmiş. Ayrıca sadece teknik yönüyle bile verimlilik sağlayamayan nükleer enerjinin aşırı su kullanımı gerektirdiğine, olağandışı hava şartlarının nükleer santrallerde kazalara yol açma ihtimalinin bulunduğuna ve sel gibi afetlerin de ötesinde deniz seviyesindeki yükselmelerin suyun tesisin içine girmesiyle riskleri büyüteceğine de dikkat çekiliyor. Gerek reaktörlerin gerekse nükleer atıkların sular altında kalarak ekosisteme karışma riski dolayısıyla nükleer enerjinin iklim değişikliği şartlarında değil çözüm, yeni problemlerin nedeni olabileceği bizim de her zaman vurguladığımız gibi açıkça ifade edilmiş.

Diğer karbonsuz enerji kaynaklarına bakıldığında ise, aşağıdaki tablo milenyumun başı olarak tabir edilen 2000’ler itibariyle rüzgar enerjisinin 547 Gigavat(GW) ve güneş enerjisinin 487 GW’lık kapasite artışı sağlayarak bu süre zarfında 41 GW’lık kapasite artışı olan nükleer enerjiye göre ne denli hızlı geliştiğini gösteriyor. 2018’de 26 GW’lık nükleer enerji kapasitesinin devreden çıkarılmış olduğu da hatırda tutulursa, kapasite artışının yalnızca %15 olarak okunması da mümkün. Raporda, bugün dünya genelinde üretilen elektriğin %10’unu sağlayan ve nükleer enerjiden elektrik üretiminin yerini fosil yakıtlara bırakmasının küresel karbon emisyonlarında %4’lük bir artışa tekabül ettiği tespiti de yapılıyor.

Grafik 41

Nükleere göre güneş ve rüzgar enerjisinin daha çok karbon tasarrufu sağladığı ise bu tespitin diğer yüzü gibi. Zira her ne kadar 1970-1980 arasında bazı ülkelerde (Belçika, Fransa, ABD ve İsveç) nükleer enerjide bir rönesans yaşanmışsa da yenilenebilir enerjilerin (güneş ve rüzgar enerjisinin kurulumunun) nükleer enerji kurulumuna göre bazı ülkelerde (özellikle Çin,Almanya, Hindistan, İspanya, Birleşik Krallık ve İskoçya’da ) daha hızlı geliştiği belirtilmiş. Nitekim 2019 ortaları itibariyle ABD’de 19 reaktör, Almanya’da 5 reaktör ve Japonya’da ise 1 reaktör devreden çıkarılmış bulunuyor.

Raporda iklim değişikliğini durdurmak ivedilik gerektirirken nükleer enerjinin yavaşlığına da vurgu yapılmış. Ne teknik ne operasyonel ihtiyacı karşılayan nükleer enerjinin karbonsuz rakipleri arasında pahalı ve yavaş olması nedeniyle acil çözüm gerektiren iklim krizi karşısında onu sıralamanın sonuna yerleştiriyor. Kullanılması halinde ise yüksek maliyetlerin karşılanması zaman ve kaynak aktarımı gerektireceğinden raporda nükleer enerjinin açıkça yenilenebilir enerji yatırımlarına köstek olmasından bahsediliyor.

Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu, ülkeler bazında reaktörlerin yaşlanma ve ömrünün azalması konularında da kıymetli veriler sunuyor, zira reaktörlerin yaşlanması bakım onarım ihtiyacının artması ve bu ihtiyaçların karşılanmaması halinde kaza risklerinin artması demek. Dünya genelinde reaktörlerin 1970-1980 arası yoğun kurulumu göz önüne alınırsa bugüne dek operasyonda olanlar epey yaşlı. Nitekim rapora göre Çin’de yeni yapılan reaktörlerin dışında halihazırda operasyonda olanlar üzerinden yapılan değerlendirmeye göre 2019 yılında 417 reaktörün dörtte üçüne tekabül eden 272’si 31 yaşını geçerken 80’i 41 yaşın üstünde bulunuyor .

Grafik 15

Bugün halihazırda 16 ülkede 44,6 GW kapasiteye denk gelen nükleer santral inşaatı sözkonusu. Bunlardan biri Birleşik Krallık’taki Hinkley Point C projesi. Bu gruba 1 Temmuz 2019 itibarıyla 10’u Çin’de olmak üzere toplam 46 reaktör daha katılmış bulunuyor. Reaktör inşaatı başlayalı ortalama 6,7 yıl geçti ve tamamlanmaları için daha yıllar var. Rapora göre tüm bu inşa halindeki reaktörlerin 27’sinin proje planlarında değişiklikler yapılmış. Örneğin Slovakya‘da Mochovce‑3 ve 4, 34 yıldır inşaat halinde ve en son devreye alınması 2020-2021’e ötelenmiş .

Rusya’daki Akademik Lomonosov 1 ve 2 adlı yüzen reaktörler ile Hindistan‘da Hızlı üretken reaktör, Finlandiya‘daki Olkiluoto-3, Japonya‘daki Shimane 3 nihayet Fransa’daki Flamanville 3 adındaki toplam altı reaktörün de 10 yıldan fazla süredir inşaat halinde olduğu paylaşılmış. Rapora göre inşaatı devam eden diğer bazı reaktörler ise Bangladeş, Beyaz Rusya, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri‘nde bulunuyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nde ilk reaktörün devreye alınması şimdiden üç yıl gecikmiş durumda. Yine Beyaz Rusya’daki reaktörler, inşaatı planının en az bir sene gerisinde. Türkiye ile ilgili bir gecikmeden bahsedilmediği için bu konudaki açıklamayı biz yapalım: Esasen Türkiye’de bugün 2023 ‘te faaliyete geçeceği açıklanan ilk reaktör için elektrik üretimine başlanacak ilk tarih olarak 2019 olarak verilmişti. Yani Türkiye’deki reaktörün proje sürecinde de en az üç senelik bir gecikme meydana gelmiş durumda.

Grafik 8

Raporda bahsi geçen diğer bir erteleme süreci de Polonya’daki nükleer santral projesine ilişkin: Bir kez daha erteleme neticesinde inşa edilen reaktörden elektrik üretiminin 2033’e sarkacağı belirtiliyor. Mısır‘da yer lisansının alınmış olduğu fakat 2026-2027’den önce elektrik üretimine başlanamayacağına değinildiği gibi Ürdün ve Endonezya‘nın büyük kapasiteli yatımlardan vazgeçip küçük modüler reaktör sahibi olmayı planladığı da kayıtlar arasında. Kazakistan‘da yıllarca süren tartışmaların üzerine Enerji Bakanlığı’ndan nükleer santral kurma yönünde somut bir kararın çıkmadığı belirtilen raporda, Suudi Arabistan‘ın nükleer santral kurma işini ağırdan almak istediği, ayrıca Tayland‘ın Çin’de bir reaktör edinebileceği ve Vietnam‘ın nükleer santral planlarını rafa kaldırdığı bilgileri de veriliyor. Tüm bu veriler  nükleer enerji yatırımlarının nasıl bir düşüşte olduğunu ortaya koyuyor.

Özellikle son üç yıldır olduğu gibi yenilenebilir enerji yatırımlarına doğru bir kayışın bulunduğunu verilerle ortaya koyan Dünya Nükleer Enerji Durum Raporu, bu yıl tespitlerini daha genişletmiş. Buna göre 2018 yılında nükleer enerji kullanan ülkelerden 10’u yenilenebilir enerji ile daha fazla elektrik üretmiş. Agresif bir nükleer enerji yatırımı yapan Çin’in dahi tek başına rüzgar enerjisinden elde ettiği elektriğin, nükleer santralden elde ettiği miktarı geçtiği belirtiliyor. Yine nükleer enerji sahibi olan ve bu alanda yeni yatırımlar da yapan Hindistan’ın ise sadece rüzgardan da değil güneş enerjisinden elde ettiği elektrik miktarının nükleeri geçtiği açıklanmış. Hatta bu verilere göre güneş enerjisi, kömür karşısında bile rekabetçi bir pozisyonda. Bu durum Avrupa Birliği ülkelerinde de farklı değil, zira rapor yenilenebilir enerjinin geçen senenin elektrik üretiminin %95’ini karşıladığını gösteriyor.

Yenilenebilir enerjilerin karbonsuz olduğu kadar ucuz ve hızlı çözüm üretme potansiyelini ortaya koyan rapora göre nükleer enerjinin yerini yenilenebilir enerjinin almasını kaçınılmaz. Dünya çapında elektrik gridine alınan yenilenebilir enerjinin 2018 yılı içinde bir önceki seneye göre 8 Gw daha artarak 165 GW’a çıktığı belirtiliyor. Buna mukabil nükleer enerjide ise 9GW’lık artış meydana gelerek toplam kapasite rekor düzeyde 370GW’a ulaşmış bulunuyor.

Grafik 43

Rapora göre, Dünya genelinde rüzgardan elde edilen elektrik miktarı 2018’de bir önceki seneye göre %29 artış göstermiş. Onu %13 artışla  güneş enerjisi izlemiş. Nükleerden elde edilen elektrik miktarında ise bu süre zarfında %2,4’lük bir artış meydana gelmiş. Yenilenebilir enerji üretimindeki bu artışın düşen maliyetlerle ilgisi var görünüyor, zira güneş enerjisinden üretim maliyetleri 2018’de %88, rüzgar enerjisinden elektrik üretim maliyetleri ise %69 düşmüş bulunuyor. Buna mukabil nükleer enerjiden üretim maliyetleri ise %23 artmış.  Raporda yenilenebilir enerjilerin üretim maliyetlerinin kömür ve doğalgazdaki üretim maliyetlerinin dahi altına düştüğü belirtiliyor.

Özetle bu seneki rapor yenilenebilir enerjiden elektrik üretiminin yeni kurulan nükleer santrallere göre daha ucuz olduğu gibi kömürden elektrik üretimine göre bile daha rekabetçi olduğunu, üretim miktarı açısından da hem nükleeri hem de kömürü geçtiğini söylüyor. Küresel manada bugün kömürden elde edilen elektrik üretiminin nükleerden elde edilen elektriğin 4 katı olduğu ve toplam üretimin %38’ine denk geldiği göz önüne alınırsa, rapor açıkça yenilenebilir enerjilerin düşen maliyetleriyle avantajlı konuma yükselerek sadece nükleerin değil kömürün dahi yerini hızla alacağına işaret ediyor.

Türkiye açısından raporun okumasını,  Makine Mühendisleri Odası(MMO) tarafından bu yıl Haziran ayında paylaşılan Enerji Görünümü Raporu’ndan verilerle tamamlayacak olursak: Nisan 2019  itibariyle kurulu güç 89 680 Megavat( MW) olup bunun yalnızca %13,6’sı yenilenebilir enerji (güneş ve rüzgar) kaynaklarıyla sağlanırken fosil yakıt (kömür, doğalgaz, petrol) endüstrilerinin kurulu gücün oluşturulmasındaki payı %53’tür. Dolayısıyla yıl içinde elektrik üretiminde fosil yakıtların payı %77,7’ye tekabül etmekte  ancak yenilenebilir enerjinin payı (güneş ve rüzgar)ise %10 civarında kalmaktadır. Oysa ülkemizde güneş enerjisi kapasitesi 185 000 MW ve rüzgar enerjisi kapasitesi ise 48 000 MW’tır. Bununla beraber toplam kurulu güce oranla, örneğin 2018 yılı içinde tüketilen enerjinin kurulu gücün yarısı kadar olduğunu bu noktada belirtmek şart. Gerek Dünya Nükleer Endüstri Raporu  gerekse MMO raporuyla ortaya çıkan tablo birlikte düşünüldüğünde denebilir ki  Türkiye yenilenebilir enerji  kaynaklarını dünyanın önem verdiği yönde kullanmadığı gibi enerji fazlası olan bir ülkedir ve atıl enerji kapasitesine rağmen nükleer ve kömür gibi  kirleticilere halen yatırım yapmaktadır.

(Yeşil Gazete )

Bienal Yedinci Kıta’da suyla ilişkimize dair

16. İstanbul Bienali’nin kamusal programı kapsamında Birbuçuk Ekoloji ve Sanat Kolektifi tarafından düzenlenen Sindirim Programı’nın ilk buluşması; “Su” 28 Eylül Cumartesi günü gerçekleşti. MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi Şantiyesi’nde saat 12’den itibaren başlayan sunum ve performanslar akşam 17’ye kadar sürdü. Gün boyunca iki yüzden fazla izleyiciyle buluşan “Su” programı Mercator – İstanbul Politikalar Merkezi araştırmacısı Dr. Akgün İlhan, yaşam savunucusu aktivist Sevinç Alçiçek, Çukurova Üniversitesi’nden Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, Dadans ekibinin kurucuları Dila Yumurtacı, Melek Nur Dudu ve Merve Uzunosman, sanatçı Serkan Taycan ve ses tasarımcısı Hazal Döleneken’in sunum ve performanslarıyla gerçekleşti.

Akgün İlhan – Kısır Döngüsel Su

İlk olarak Dr. Akgün İlhan Kısır Döngüsel Su başlığı altında yaptığı sunumda, modern toplumun doğayla ve suyla olan kısır ilişkisine dair İstanbul’un su yönetiminden verdiği örneklerle yaşamı var eden ve devamı için gerekli olan doğal su döngüsünün nasıl yok edildiğini anlattı. Kentlerin su ayak izlerinin azaltılmadıkça hiçbir teknolojinin sorunları çözemeyeceğini ifade eden İlhan, su tasarrufu ve verimliliğinden başka bir yolun olmadığını söyledi.

Sevinç Alçiçek Arhavi kültürünün doğayla olan ilişkisini anlatıyor

İkinci sunumda Sevinç Alçiçek, Artvin Arhavi’de yıllardır verilmekte olan ekolojik mücadeleyi bir Arhavili olarak anlattı. Yöre insanının tarım yaparken tohumlarını yabani hayvanlardan korumak için su sesini kullandığı kadim”3’k’amangana”ya (Lazca sudan yapılma korkuluk) değinen Alçiçek günümüzde pestisit denilen tarım zehirlerinin tarımı yapılan bitki hariç tüm canlıları yok ederken, geleneksel tarımda hayvanların öldürülmesinin hiç düşünülmediğini, doğayla uyumlu bu yaşam kültürlerinin korunması gerektiğini belirtti.

Sedat Gündoğdu – Yedinci Kıtadan Sofradaki Tabağımıza: Mikroplastikler

Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, Yedinci Kıtadan Sofradaki Tabağımıza: Mikroplastikler adlı sunumunda denizlerimizdeki plastik kirliliğini, bunların mikro ve nano plastiklere dönüşerek nasıl sofralarımıza ve oradan da vücutlarımıza kadar girdiğini anlattı. Plastiğin geri dönüşümünden çok tek kullanımlık plastiklerin hiç kullanılmaması için çağrıda bulunan Gündoğdu, daha az tüketmenin yolunu bulmak zorunda olduğumuzun altını çizdi.

Be Water My Friend etkinliği 3 kişiyle başladı 20 kişiyle son buldu

Su programının ilk performansı olan Be Water My Friend ise Dadans ekibinin kolaylaştırıcılığında performansı izlemeye gelmiş olan insanların da katılımıyla gerçekleşti. İlk olarak Dila Yumurtacı, Melek Nur Dudu ve Merve Uzunosman’ın su çemberi oluşturmasıyla başlayan performansa yirmiye yakın insan katılarak suyun akışkan hareketlerinde birleşti.

Serkan Taycan – Karadeniz’den Marmara’ya: İki Deniz Arası’nı Yürümek

Su’yun son sunumu Serkan Taycan’ın Karadeniz’den Marmara’ya: İki Deniz Arası’nı Yürümek başlığı altında gerçekleşti. Kanal İstanbul Projesi rotasının yüründüğü ve İstanbul’un bu rota üzerindeki doğal ve kültürel mirasını birebir yaşayarak görmeyi hedefleyen bu kolektif eylemi anlatan Taycan, Hydrolab ve güvenlik barajı gibi suya dair diğer çalışmalarından da bahsetti.

Hazal Döleneken – Natura

Su programının son etkinliği Hazal Döleneken’in Natura adlı sıra dışı biomüzik performansıydı. Bitki köklerinin suyla temasını müziğe dönüştürerek bitkilerin seslerini insan kulaklarımızla duymamızı sağlayan gösterisiyle Döleneken izleyicilere bambaşka bir dünyanın kapılarını araladı.

Tüm performans ve sunumların sonunda izleyiciler, Sindirim programının ilk buluşması olan Su’ya katkı sunan sanatçılar, akademisyenler ve aktivistlerle yaklaşık bir saatlik fikir alış verişinde bulundu.

Tepemizdeki dev delik

‘Ozon tabakasındaki incelme, biz kloroflorokarbonları salmayı bıraktığımız an eski kalınlığına gelmeyecek. Atmosferdeki çoğu olay gibi, bu kadar büyük değişimler ne bir anda gerçekleşir, ne de açılan yaralar bir günde iyileşir. Bugüne kadar saldığımız gazların atmosfere vermekte oldukları hasar hala devam ediyor ve bu hasarın 2020 civarına kadar da sürmesi bekleniyor.’

Güneş’ten Dünya’mıza yaşamımızı sürdürecek enerji ulaşır. Bu enerjiyi değişik renklerdeki ışık olarak düşünebiliriz. Görünür ışık, mor ile kırmızı renkler arasındadır ama Güneş’ten gelen ışık bu kadarla kalmaz, dalga boyu morun da kırmızının da ötesine uzanır. Yani görünen ışığın mor renginin ötesinde morötesi, kırmızının ötesinde de kızılötesi ışık vardır, ama gözlerimiz bu renkleri görüp anlamlandıramaz. Bu dalga boylarının tamamı Dünya’ya ulaşarak atmosferi ısıtır. Ancak atmosferimiz bu dalga boylarının hepsini eşit derecede geçirmez. Atmosferden en rahat geçen görebildiğimiz ışıktır. Kızılötesi ışığın başlıca görevi Dünya’yı ısıtmaktır ve bu ışığın önemli bir kısmı da atmosferden geçer, az bir kısmı da su buharı tarafından emilir.

Morötesi ışık ise en fazla enerji taşıyan kısımdır. Morötesi ışığı taşıyan parçacık/dalga derimize ulaştığında derimizdeki hücrelere çarparak hasara yol açabilir. Görünen ışığın ya da kızılötesi ışığın bu kadar enerjisi yoktur. İşin güzel tarafı, Dünya’nın atmosferindeki ozon gazı morötesi ışınlara karşı fazla geçirgen değildir. Güneş’ten gelen mor ötesi ışığı emerek Dünya’nın yüzeyine ulaşmasını engeller ya da en azından insanlık işe karışana kadar, engellerDİ.

Ozon sadece Antarktika da değil, tüm Dünya’da inceldi

Ozon üç oksijen atomundan oluşan bir moleküldür, yani bildiğimiz oksijen gazı O2, ozon ise O3’tür. Ozon atmosferin üst tabakalarında morötesi ışınların oksijen moleküllerini parçalaması sonucu oluşur ve oluştuktan sonra da morötesi ışınların Dünya’ya ulaşmasını engeller. Ozon gazının nasıl oluştuğu ve nasıl yok olabileceği 20. yüzyılın başından beri bilinen bir konudur. Ancak 1970’lerde bilim insanları tarımda kullanılan yapay gübrenin ve endüstride kullanılan kloroflorokarbon denen bileşiklerin ozon gazının ortadan kaldırılmasını hızlandırdığını gördüler.

1985 yılında ise İngiliz bilim insanları Antarktika üzerindeki ozon tabakasının diğer yerlere kıyasla çok daha incelmiş olduğunu keşfettiler. Bu olay insanlar arasında “ozon deliği” diye adlandırıldı. Oysa bilmemiz gereken şey ozon tabakasının tüm Dünya üzerinde incelmekte olduğu ve bazı yerlerde bu incelmenin türlü sebeplerle diğer yerlerden fazla olduğudur. Mesela ülkemiz bu incelmenin fazla olduğu yerlerden biri değildir.

Ozon tabakasındaki bu incelme tüm devletleri ürküttüğü ve bu incelmeye sebep olan kloroflorokarbon gazları da endüstride vazgeçilemez bir öneme sahip olmadığından 1987 yılında imzalanan Montreal Protokolü ile bu gazların kullanımı kademeli olarak yasaklandı. Bu yasağa epey sayıda ülke şartsız biçimde uyduğundan dolayı da ozon tabakasındaki incelme problemini çözdüğümüz düşünülüyor.

Hasar hala devam ediyor

Yalnız dikkatli olmamız gereken iki önemli husus var: Bunların ilki bu incelmenin biz kloroflorokarbonları salmayı bıraktığımız an eski kalınlığına gelmeyeceğidir. Atmosferdeki çoğu olay gibi, bu kadar büyük değişimler ne bir anda gerçekleşir, ne de açılan yaralar bir günde iyileşir. Bugüne kadar saldığımız gazların atmosfere vermekte oldukları hasar hala devam ediyor ve bu hasarın 2020 civarına kadar da sürmesi bekleniyor. Ölçümlerde bir seneden bir başka seneye farklılıklar olabilir ama zararın 2020’lerde sona ermesi ve sonrasında ozon tabakasının kendisini tamir etmeye başlaması bilim insanlarının beklentisidir.

Dikkatli olmamız gereken diğer husus da “ozon tabakasındaki incelme azaldı ve geriye döndü” diye kloroflorokarbon salımına tekrar başlamaktır. Son birkaç senedir uydularla yapılan gözlemler, özellikle Çin’in sanayi bölgelerinden bu salımların arttığını göstermektedir. Bu da Çin’in Montreal Anlaşması konusunda yeteri kadar hassas davranmadığının bir kanıtı olarak algılanabilir. Eğer salımlar benzer şekilde devam edecek olursa ozon tabakasının iyileşmesi de çok daha uzun sürecektir. Bu da insanlarda görülen özellikle cilt kanseri vakalarının artmasına neden olacaktır.

İklim değişikliğiyle ilgisi

Bir de kafamızı karıştıran bir husus olarak, ozon tabakasının incelmesiyle iklim değişikliği arasındaki ilişki vardır. Bu konu aslında çok karmaşık ama çok da basit. İklim değişikliği büyük çoğunlukla bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakmamızdan kaynaklanıyor ve bu problemi çözmek istiyorsak fosil yakıtları tüketmeyi bırakmamız gerekiyor. Bu basit kısmı ve gördüğünüz gibi, ozon tabakasındaki incelmenin bu konu ile bir alakası yok. Fakat, işe biraz detaylı bakacak olursak, ozon tabakasındaki incelmeye neden olan gazlar da sera gazıdır. Hatta ozon da bir sera gazıdır. Daha da kötüsü, sanayide kloroflorokarbonların yerine kullanılan gazlar da daha zararlı sera gazlarıdır. Bu noktada iş çok fena karışıyor. Kimyasal ve fiziksel bağlamda bu yumağı çözebilmek de pek kolay değil. Yalnız unutmamamız gereken, tüm bu kimyasallar karbondioksidin yanında detaydır ve çoğunlukla sözünü bile etmemize gerek yoktur. Yani, hiç fosil yakıt yakılmayan bir dünyada yaşıyor olsak, ozon tabakasının incelmesine neden olan kimyasalların iklimi değiştiriyor olabileceği kesinlikle uykumuzu kaçırmazdı.

(Yeşil Gazete)

 

Geleneksel yaşa, hem doğayı hem kendini koru

Kanada’da satışa sunulan ve paketlemesinde plastik poşet kullanılan sallama çayların 95 derecelik su içerisinde yaklaşık 13 milyon mikro ve nanoplastik yayabildiği tespit edildi. Bu, şimdiye kadar bir gıda maddesinden alınabilecek en yüksek mikroplastik miktarı.

Bireysel önlemlerin farklılık yaratma konusunda yeterli olmadığını aklı başında olan herkes söyleyecektir. Ancak etkisi olmadığını söylemek konuyu bilmemektir. Tüketim ile üretimin birbirine bağlı iki şey olduğunu düşündüğümüzde bireysel ancak kitleselleşebilecek çabalar farklılık yaratmak için ciddi potansiyeli taşımaktadır. Greta Thunberg örneğinde bunu apaçık gördük. Tek başına okulunun önünde grev yapan bir çocuk bir yıl içerisinde dünyanın en etkili insanı oluverdi. Bu yüzden bireysel eylem ya da önlemlerin de etki anlamında büyük farklar yaratabileceğini unutmamak lazım.

Tüketim kültüründe de bu böyle. Tüketim alışkanlıklarınızı değiştirdiğinizde bunun sadece sizin için bile olsa önemli etkiler yarattığını görmekte fayda var. Örneğin plastik ambalajdan mümkün olduğunca kaçınmak, pet şişe su içmemek, plastik poşet kullanmamak, poşet çay içmemek, vb. Hem çöp üretme kapasitenizi düşürecektir hem de sağlığınızı korumanıza yardımcı olacaktır. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir çalışma bu konuda ne kadar haklı olduğumuzu ortaya koyuyor. Kanada McGill Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı Kanada’da satışa sunulan ve paketlemesinde plastik poşet kullanılan sallama çayların 95 derecelik su içerisinde –ki biz de bu sıcaklıkta içeriz- yaklaşık 13 milyon mikro ve nanoplastik yayabildiğini tespit ettiler.

Şimdiye kadar bir gıda maddesinden alınabilecek en yüksek mikroplastik miktarı bu. Hatırlayın sofra tuzlarında yaptığımız çalışmada Türkiye’de bir yetişkin bir yıl içinde deniz tuzu tüketiyorsa 248,5–302,4 adet, göl tuzuyla 202,5– 246,5 adet ve kaya tuzuyla 63,7–77,5 adet mikroplastik parçacığı yutmuş olacağını ortaya koymuştuk. Bundan yüzbinlerce kat daha fazla.  Hatta ortalama bir Avrupalının midye yiyerek yutabileceği mikroplastik miktarı için yapılan tahminin (yaklaşık 11000) neredeyse 120 katı.

Bu çalışma bize bir şeyi daha hatırlatıyor. O da geleneksel tüketim alışkanlıklarına geri dönmenin faydaları. Poşet çay yerine demleme çay içerek 13 milyon mikroplastik yeme riskinden kurtulmuş olacağız. Tamam, bazı sallama çaylar bitkisel liflerle paketlenmiş olabiliyor ancak işi şansa bırakmaya gerek yok. Hem tek kullanımlık kültürü bırakmak açısından hem de plastik yeme riskinden kurtulmak amacıyla demleme çay yani geleneksel ve belki de en doğru çay içme alışkanlığına geri dönmek hem sağlığımıza hem de çevreye fayda sağlayacaktır.

Benzer şekilde plastik poşet kullanmak yerine çok kullanımlık çanta kullanmak, plastik her türlü tek kullanımlık eşyadan uzak durmak birçok açıdan fayda sağlayacaktır. Tabii ki bunun yanında belediyelerden içilebilir çeşme suyu talep etmek, yönetici erkten her türlü tek kullanımlık plastiğin yasaklanmasını talep etmek, plastik çöp ithalatına karşı çıkmak, kullanımı zaruri olan plastik ambalajlar için depozito sistemi talep etmek de ayrıca geleneksel yaşama çabalarımızı destekleyici nitelikte olacaktır. Bunların hepsini bir bütün olarak talep etmek ve uygulamak kısa vadede ve uzun vadede gerek çevre gerekse de insan sağlığı açısından oldukça fayda sağlayacaktır.

(Yeşil Gazete)

‘İklim çocukları şimdiden çok önemli iş başardı’

Köpekli Çocuklar Gecesi adlı son romanında Dünyayı bekleyen yok oluş felaketini anlatan Oya Baydar, “Başka bir dünyanın mümkün olabileceği düşüncesi ve umudu olmaksızın mücadele edilemez’ diyor.

Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden Oya Baydar‘ın son kitabı ‘Köpekli Çocuklar Gecesi’ raflardaki yerini aldı. Can Yayınları‘ndan çıkan kitap, edebiyatının ilk ekolojik distopyası olarak nitelendiriliyor. Gezegenimizi bekleyen yok oluş felaketinin ortasında çırpınan insana dair bu çarpıcı roman hakkında Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve Yeşil Gazete yazarı, Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu, yazar Oya Baydar’la konuştu.

Romanınızda sadece iklim değişikliği sorununa değil, aynı zamanda bizim coğrafyada ve ülkemizde yaşanan bir çok farklı soruna da değiniyorsunuz. Acaba biz, bu kendi meselelerimizden kafamızı kaldıramazken iklim krizi kapımıza geldi dayandı; hiç bir hazırlığımız ve önlemimiz yok mu demek istediniz?

Sözünü ettiğiniz sorunlar sadece bizim coğrafyada ve ülkemizde yaşanmıyor, doğudan batıya pek çok ülkede benzer siyasal- toplumsal gelişmelere şahit oluyoruz. ABD Başkanı Trump’la Erdoğan, Putin’le Orban, Hindistan’da Ram Nath Kovind ile Filipinler’de Duarte, daha birçokları birbirlerinin ruh ikizi gibiler. Tümü de sağ popülist, otoriter, totaliter ve savaşçı yöntemlerle yönetiyorlar.  Ancak, bu sorunlardan kafasını kaldırabilmiş kaldıramamış bütün ülkeleri,  yeryüzünün tümünü  tehdit eden iklim felaketi karşısında ne yazık ki topyekûn bir aymazlık, bilinçsizlik  ve hazırlıksız var. Özetle: Köpekli Çocuklar Gecesi romanı yereli aşan, daha genel bir seslenişi amaçlıyor

Romanın kahramanlarından erkeğe ve kadının çocuğuna isim vermişsiniz. Ve isimleri çok manidar: Adam ve Doğa. Semavi dinlerden bildiğimiz ilk insanın adı ve tarumar edilen bir doğa. Bu isimleri tercih etmenizde etkili olan nedir?

Fark ettiğiniz gibi adlar bilinçli bir tercih. Yereli, belli bir ülkeyi, belli bir dili çağrıştıran adlardan kaçındım, kitabın aynı zamanda anlatıcısı da olan kadın kahramanın adı olmaması da bu yüzden. Kitabın ana teması olan olası iklim felaketi; yerel, bölgesel değil, evrensel.

Cormac McCarthy’nin “Yol” isimli Pulitzer Ödülü alan romanı, isimsiz bir çevre felaketi sonrasında baba oğulun hayatta kalma mücadelesini çok çarpıcı ve yürek burkan şekilde anlatır. McCarthy, romanında adama ve çocuğa isim vermemeyi tercih etmiştir. Belki de okuyucuya, ölüm kalım savaşının sürdüğü bir mücadele isimlerin artık önemli olmadığını anlatmak ister. Siz de romanınızda kadına isim vermemişsiniz.  Nedenini açıklar mısınız?

McCarthy’nin romanını ne yazık ki okumadım, hemen okumaya çalışacağım. Ben de tıpkı onun gibi düşünmüş olmalıyım.  Mücadele herkesin mücadelesi, sorun herkesin sorunu olduğu zaman ülkeler, milletler, diller anlamını yitirir.

İnsanın “Eşref-i mahlukat” olarak adlandırıldığını biliyoruz. Yaratılanların en kutsalı, yücesi ve bir şekilde de her şeyi hak edeni. Ama insanı üstün kılan aklı değil de merhameti değil midir? Jose Saramago, “Körlük” romanında merhametin insanı nasıl yüceleştirdiğini çok güzel anlatır. İnsan, ekosisteme karşı merhametini çoktan kaybetti ve böyle giderse “Eşref-i mahlukat”, Dünya’nın sonu olacak. Siz, ne düşünüyorsunuz?

Köpeki Çocuklar Gecesi’nde “eşref-i mahlukat” konusunda bir bölüm var. Bütün semavî dinlerde ve -ister kapitalist ister sosyalist-  bilimi, teknolojik gelişmeyi, ekonomik büyüme ve kalkınmayı insana, insan değerlerine önceleyen bütün kalkınmacı, büyümeci ideolojilerde-sistemlerde doğanın, “eşref-i mahlukat” adına tahrip edilmesi, sömürülmesi caizdir.  Sonsuz evrenden ve doğadan bakıldığında kimse bana insanın bir köpekten, bir filden, bir ağaçtan veya herhangi bir yaratıktan üstün olduğunu anlatamaz.

Bir önceki sorumla bağlantılı olarak, iklim adaleti konusu gündeme geldiğinde düşük gelirli bireyler, gelişmemiş ülkelerden bahsediliyor. Halbuki ekosistemin sürekliliğine asıl katkısı olan canlılar, bitkiler ve hayvanlar… Dünyadaki yaşamı onlar sağlıyor. İnsan da bu doğal döngüye çomak sokuyor. WWF tarafından yayımlanan “Yaşayan Gezegen Raporu”, son 44 yılda canlı türleri popülasyonlarında yüzde 60 civarında bir azalma olduğunu kaydetmiş. İnsan ise artan nüfusu ile soyunu sürdürebiliyor, en azından şimdilik. Bu nedenle iklim adaletinden konuşulurken sadece insandan ve ülkelerden bahsedilmesi, adalet kavramını baştan sorgulatıyor.  Ne söylemek istersiniz?

Adalet kavramı da benzer diğer kavramlar gibi insanların dünyasına ve gelişmiş sınıflı  toplumlara ait. Doğada başka bir adalet var, başka kurallar var, örneğin doğal beslenme zinciri bize yer yer vahşi ve adaletsiz gelebilir ama yaşamın parçasıdır. Ne var ki insan; aklını, bilgisini, becerisini doğayı mahfetmeye, bütünüyle hükmü altına almaya değil de bütün yaratıkların yaşama ve gelişme hakkını gözeten, adalet kavramını insandan doğaya yayan anlayışa uygun bir düzen yaratmaya yönlendirebilseydi bugün doğa da insan da farklı bir yerde olurdu. “Herkes için adalet”ten “bütün canlılar için, doğa için adalet”e geçebilseydik, insanın ve toplumların evrimi farklı gelişebilirdi.

Romanınızda köpek kahramanlarınız da var. Neden hayvanlardan köpek? Sadık oldukları için mi? Böylece bizim de doğaya sadık olmamız gerektiğini mi vurgulamak istediniz?

Köpeklerin sadık olduklarını, genel olarak sadakat fikrini falan düşünmedim. Bu romanı yazma isteğim, bir kış gecesi kaldırımda köpeğine sarılmış uyuyan bir çocuğun fotoğrafını gördüğümde başlamıştı. Orada sahipsiz köpek ve çocuk, dünyamızın acılarının,  mağduriyetlerinin sembolü gibi gelmişti bana. Sonra temayı çevre/iklim felaketine taşıdığımda o fotoğraf yönlendirdi beni. Romanda, Köpekli Çocuklar sistemin ezdiği ama sistemin dışında kalmış olanların, masumiyetin ve sistemle bütünleşmedikleri için gelecek umudunun sembolleridir.

Bir de romanınızda ishak kuşunun ötüşü var. Anadolu’da bu kuşun ötüşü uğursuzluk olarak adlandırılır. Siz de bunun için mi bu ötüşe yer verdiniz?

İshak kuşu başka yerlerde de haberci veya uğur sayılır.  Ben uğursuzluk simgesi olarak algılamadım o ötüşü.

İklim değişikliğinin bana göre en önemli etkilerinden biri, gıda ve su güvenliğinin neden olacağı iklim göçleri ile insanların arkada bırakmak zorunda kaldıkları kültürel mirastır. Bir taraftan tarihi eserlere paha biçilemiyor, diğer taraftan Hasankeyf örneğinde olduğu gibi üretim amaçlı gözden çıkarılabiliyor.Bu nasıl bir çelişki?  Bu konuda bir yazar olarak ne düşünüyorsunuz?  

Göçlerin yüzyılımızın, hatta belki gelecek yüzyılın  toplumsal tarihi yönlendirip değiştirecek en önemli gelişmesi olacağını düşünüyorum. Bu göçlerle sadece kültürel miras yok olmakla kalmayacak, dünyamızın zenginliği olan kültürel çeşitlilik de giderek ortadan kalkacak. Bu sürecin şiddetsiz, savaşsız, kansız, yıkımsız yürümeyeceğini de bilelim.

Tarihî eserlerin, somut kültür varlıklarının gözden çıkarılmasına gelecek olursak, bu bambaşka bir konu. Genelde kapitalist kalkınmacılık, özelde bizim gibi ülkelerdeki ne ekonomik ne de kültürel açıdan gelişmemiş ilkel neo-liberal anlayışın taşıyıcısı iktidarlar için her şey kâra, paraya, büyümeye kurban edilebilir.

Felaketlerden hayatta kalmayı başaran insanın iklim krizi ile mücadelesi hiç olmadığı kadar zor olacak. Çünkü bu küresel bir kriz ve günün sonunda herkes etkilenecek. Size göre, buradan çıkış var mı?

Mutlak çıkış var mı, bilemiyorum ama en azından geciktirme, duraklatma imkânı var sanırım. Çevrecilerin, iklim savaşçılarının, örneğin Greta ve arkadaşlarının seslerine kulak verilip geri dönüşü olanaksız aşamaya varmayı engellemek mümkün diyor bilim insanları ve çevreciler. Karbon gazları emisyonu acilen, çok acilen azaltılmazsa 12 yıl sonra “artık çok geç” aşamasına gelmiş olacağız. Şimdilik yapabileceğimiz tek şey ciddi önlem almakta hâlâ direnen sistemin efendileri ve kendi iktidarlarımız üzerinde çok yönlü baskı oluşturabilmek ve kitlelerin farkındalığını artırmak için gereken her şeyi yapmak.

Mağdurların masumiyeti ve kötülük karşısındaki umut, edebiyatta ve sinemada karşımıza çok çıkan bir yaklaşım. İnsan sadece doğayı değil kendi türünü de sömürüyor. Siz de umut olmazsa kötülük karşısında yenilmeye mahkumuz mu diye düşünüyorsunuz?

Umudunuz yoksa mücadele edemezsiniz, teslim olursunuz. Greta “Umut peşinde koşmak yerine eyleme bakmalıyız” diyor, “Sizin umutlu olmanızı filan değil, paniğe kapılmanızı istiyorum” diyor. Aktivist heyecanını yansıtanan söyleminde yanıldığı nokta, başka bir dünyanın mümkün olabileceği düşüncesi ve umudu olmaksızın mücadele edilemeyeceği. Panikleyenlerin amaçsız ve umutsuz eylemi ancak yenilgi getirir.

Gençler ve çocuklar onların geleceğine koyduğumuz ipoteği kaldırmak istiyorlar. Bu nedenle 20-27 Eylül tarihleri arasında dünya genelinde “İklim Grevi” düzenleniyor. Başarabilecekler mi? Başka türlü bir yaşam mümkün mü?

Başka bir yaşam tabii ki mümkündü, belki hâlâ da mümkün. İklim Çocukları bence daha şimdiden çok önemli bir iş başardılar. Bütün dünyanın dikkatini konuya çekebildiler. En umursamazları bile şöyle bir silkelediler, farkındalık yarattılar. Burada bitmeyecek; uyarılar, eylemler sürecek. Öte yandan sistemin efendilerinin dirençleri de sürecek. Çünkü iklim için mücadele, onların bekası anlamına gelen sistemi de tehdit ediyor, global kapitalizmin çarkları arasına taşlar yerleştiriyor. İklim mücadelesinin sisteme karşı topyekûn mücadelenin ayrılmaz parçası ve köklü bir devrimci atılım olduğunu kavrayabilirsek başarı şansı ve umudu yükselir.

(Yeşil Gazete)

 

Bu çağdışı katılım modelini ne zaman sorun edeceğiz? Büyük bir felaket yaşandıktan sonra mı?

‘Her depremde karanlıkta bir flaş çakar gibi oluyor, 99 Depremi’nde de olduğu gibi kamusal alan açılır gibi oluyor. Ama sonra tekrar kapanıyor, eski rejim yeniden tesis ediliyor.’

Her deprem sonrası fayların yerlerini, nasıl kırıldıklarını, etkilerinin ne olduğunu anlatan değerli uzmanlara 10 üzerinden 10 puan! Elimden geldiği kadar çoğunu izlemeye çalıştım: Ölçülebilir, hesaplanabilir, modellenebilir olguları ele alıyorlar, tartışıyorlar. Bilgileri paylaşıyorlar ve kendi aralarında bağlar kuruyorlar. Fay hatlarının kırılma biçimlerini, uzunluklarını, depremlerin şiddeti arasındaki ilişkileri, olasılıkları değerlendiriyorlar. Zemin yapıları ile etkileri arasındaki ilişkileri inceliyorlar. Gerçekleştirdikleri çalışmalar, yaptıkları araştırmalar herkes için çok değerli. Onların konulara hakimiyeti, literatürü yakından izlemeleri gerçekten gözleri kamaştırıyor.

Bu uzmanların aydınlatıcı, zihin açıcı eylemliliklerine karşılık diğer tarafta, yaratıcı eylemliliklerde ürkütücü bir karanlık var. Depremlerin bir doğa olayı olarak bilinmesinin karşısında onları afete dönüştüren“antropojenik boyutu” dehşet verici bir karanlık içinde. Afetlerin sosyal ve siyasal yönetimsellik boyutundaki sorunların neler olduğuna, bunların nasıl çözüleceğine dair neredeyse hiç bir üretim, eylemlilik yok. Yer bilimciler, İstanbul’un başına gelecek “Büyük Kıyamet”i aydınlatmaya çalışırken, sanki onlar da unutturmaya çalışıyorlar. Bu karanlığın depremlerin bir doğa olayı, bir kaza gibi algılanmasını “organize eden” bir işlevi olduğunu düşünüyorum.

Dünya Bankası uzmanının gözlemi

99 Depremi’nden sonra İstanbul’a gelen Dünya Bankası’nın araştırma ekibinin başındaki uzman, Randolph Langenbach şöyle bir gözlemde bulunmuştu: Körfez çevresindeki yeni yapılaşmaların olduğu ekonomik açıdan gelişmiş olan bölgede bir nüfus azalması olmuştu. Buna karşılık kuzeyde ve yüksek, göç vermiş kırsal bölgede bir nüfus yığılması. Depremi yaşayan insanlar göç ettikleri eski evlerine geri dönmüşlerdi, kıyı bölgesinde yeni yapılmış olan evlerini terk ederek.  Yapılan araştırmalar, evleri sağlam da olsa, depremi yaşamış olan insanların yeni evlerine girmediklerini gösteriyordu. Deprem yardımlarını yönlendiren gönüllüler ihtiyaç listelerini hazırlarken tahta, sunta, kontrplak gibi malzemelerin talebinin yükseldiğini fark ettiler. Evleri sağlam da olsa, depremi yaşamış olan insanlar soğuklar başladığında kendilerine barakalar yapıyor ya da eski terk edilmiş evlerine geri dönüyorlardı.  Mimarlar, mühendisler tarafından tasarlanmış olsalar da, hasar almamış da olsalar, bu insanlar yeni yeni yapılara neden güvenmiyorlardı? Malzeme farkını öne çıkarıp “betonarme oldukları için” diyebilirsiniz. Pek o zaman mühendislik, mimarlık, plan, proje, yönetmelik ne anlama geliyor? Zannedersem bu gözlemi tartışabilmek için yalnızca malzemeye değil, yönetimsellik meselesine bakmak gerekiyor.

Bu insanların ekonomik açıdan daha ilkel koşullarda üretilmiş olsa da, eski evleri neden tercih ettikleri, neden onlara güvendiklerini anlamak zor değil. Çünkü eski evler geleneksel inşaat teknikleri ile üretilmiş, ahşap çatkılı, içi samanla pişmemiş toprak karışımı (hımış) dolgulu evlerdi. Bu yapılar sallantıda esneseler de, içlerindeki dolgular dökülse de yıkılmıyorlardı. Kayıpları yaşayan ve hayatta kalan insanlar ise sahildeki geleneksel evlerini müteahhitlere verip, yıktırdıklarını ve yerlerine daha konforlu evler yaptırdıklarını söylüyorlardı. Örneğin Düzce ovasında yıkılan evlerde ailesini kaybetmiş olan bir devlet görevlisinin aradan bir kaç hafta geçtikten sonra sonra ilk konuşmaya başladığında sürekli tekrarladığı şey şuydu: “Bilseydim, yapar mıydım? Kimse bana bir şey söylemedi. Keşke ben de içinde olsaydım.” Evlendikten ve çocuğu olduktan sonra ailesi daha iyi koşullarda yaşasın diye evini müteahhite vermişti. Ev, kendisi deprem anında işte olduğu için ailesine mezar olmuştu. Kimse ona zeminin yumuşak olduğunu, yeni yapıyı bu temel üzerinde taşıyamayacağını söylememişti.

Deprem sonrası insanlar geleneksel yöntemlerle, hiç bir mimar, mühendis olmadan yapılan binaların daha güvenli olduğunu biliyorlardı. Ama deprem yeni yapılara güvenilmeyeceğini göstermişti. Bu neye işaret ediyor? Yıkılan evler genellikle planlı ve projeli yapılmıştı ama bunlara kimse güvenmiyordu. Bu gözlem hukukun, normların nasıl algılandığına dair bilmiyorum bir fikir veriyor mu?   Risk bilgisi geleneksel sistemde yapımın içinde yer alıyor. Ama modern koşullarda planların, projelerin olması bir işe yaramıyor. Çünkü planlar hazırlanırken koşulları bilmiyorlar. Demek ki ortada bir sistemik sorun var. Dünya Bankası uzmanlarının ortaya çıkardığı gerçek siyasal bir soruna işaret ediyordu.

Ters görüntü veren ilişkiler

99 Depremi’nden sonra bir gün “şehir planlarının, projelerin edilgin nesneler olarak gördükleri canlılar, cansızlar, mekanlar ile etkileşimli bir ilişki içinde, bulundukları durumu başka bir eşiğe taşıyan zihinsel eylemlilikler, kurgular olduklarını, oysa bir sonuç gibi algılandıkları”ndan söz etmiştim. Konuşmam kamusal alandaki aktörlerin, kapasitelerin ilişkileri tek yönlü değil, karşılıklı, etkileşimli ve eylemsel (pratik) ilişkiler içinde gerçekleşmelerinin kamusal niteliği oluşturduğunu ve yönetimlerin kural koyma vasfının böyle oluştuğuna işaret ediyordu. Tıpkı bir doktorun eğitimi sonrası aldığı diploma gibi. Bu benzerliği “nasıl bir diploma bir kişiyi farklı bir eşiğe taşıyan bir sürece işaret ediyorsa, plan da bir bakıma öyledir” diye ifade etmeye çalışmıştım.  Konuşmamı yaptıktan sonra yanımda oturan ve paneli “modere” eden meslek odası yöneticisi bana dönüp “iyi de bu söylediklerini halka nasıl anlatacağız” diye sormuştu. Haklıydı sözlerim anlaşılmaz olmalıydı ayrıca anlaşılsa ne işe yarayacaktı?

Tıpkı “Deprem Master Planı”nın katılım bölümünde söz edildiği gibi: “Halkı bilinçlendirmek lazım…” Bu planı hazırlayan uzmanların zannedersem katılımdan anladıkları buydu. Yaratıcı işlerin özgür bir ortamda gerçekleştirilmesini değil, şeyleştirici yöntemlerle kitleleri sorun ediyorlardı!

Karşıdan bakıldığında ise planlar, normlar bu sınıfın kendi ayrıcalıklarını inşa etmek için uydurdukları zorluklar gibi algılanıyordu. Gördüğüm kadarıyla sorun burada. Sekülerleşmemiş, devlet iktidarı üzerinden imtiyaz sahibi olmaya çalışan, kendi kamu yararı anlayışını temsil eden, ilişkileri sorgulamayan bir ‘ruhban sınıfı’.

Evet, bunu bu sekülerleşmemiş, dünyaya iktidar odağından bakan, üniversite eğitimini, mesleki kimliğini böyle algılayan bu sınıfa bunu nasıl anlatacağız? Bence asıl mesele bu. Vatandaşlar bu nedenle depremi bir kaza gibi algılıyor ve başlarına gelmemesi için dualar ediyor, unutmaya çalışıyor ya da jeofizikçiler gibi fay hatlarının, zemin yapılarının haritalarını öğrenmeye çalışıyor. Ama neyle karşı karşıya olduklarını, riskle nasıl başa çıkabileceklerini bilemiyorlar.

Yaratıcı işlevler halka anlatılacak değil, yapılacak işlerdir

Yaratıcı işleri öncelikle kendisini merkeze alan, kitleler için neyin doğru olduğunu bilen bu “ruhban sınıfı”nın elinden kurtarmak ve açmak gerekli. Ne zaman yaratıcı işler açık yapılı hale gelir, o zaman kitleler ile iletişim kuracak bir kamusal nitelik kazanır.

Her depremde karanlıkta bir flaş çakar gibi oluyor, 99 Depremi’nde de olduğu gibi kamusal alan açılır gibi oluyor. Ama sonra tekrar kapanıyor, eski rejim yeniden tesis ediliyor. Rutin işleyişte ortalık yeniden karanlığa bürünüyor. Buna daha ne kadar seyirci kalacağız? Bu çağdışı katılım modelini ne zaman sorun edeceğiz? Büyük bir felaket yaşandıktan sonra mı?

(Yeşil Gazete)

 

İklim aktivistleri sokakları terk etmiyor

20 Eylül’de küresel iklim grevi için sokakları dolduran milyonlarca aktivist, bu hafta da ‘gelecek için cumalar’ eylemleri kapsamında greve çıktı. Yeni Zelanda’da ülke nüfusunun yüzde 3.5’ine denk gelen 175 bin kişi greve katıldı.

Geçtiğimiz hafta küresel bir boyut kazanan “Gelecek için Cumalar” (Fridays for Future) eylemleri bu hafta da Yeni Zelanda’da on binlerce öğrencinin katılımıyla başladı.

İsveçli aktivist Greta Thunberg’in okula gitmeyerek cuma günleri iklim krizi karşıtı grev yapmasıyla başlayan harekete geçtiğimiz hafta Asya’dan Avrupa ve Amerika’ya tüm dünyadan milyonlarca öğrenci dahil olmuştu. Dünyanın hemen hemen tüm önemli şehirlerinde okula gitmeyen öğrenciler ve onlara destek veren iklim aktivistleri sokaklara çıkarak Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi‘nde buluşan dünya liderlerine küresel ısınmayı engellemek için daha fazla çaba göstermeleri çağrısında bulundu.

Yeni Zelanda‘daki eylemleri organize eden İklim için Okul Grevi NZ Platformu ülke genelinde 175 bin kişinin greve katıldığını duyurdu. Bu sayı ülke nüfusunun yüzde 3,5’ine tekabül ediyor.

Yine dünya çapında katılım olması beklenen eylemler Güney Kore, Japonya, Tayvan gibi uzakdoğu ülkelerinde yapılmaya başlandı.

Finlandiya‘da da öğrenciler ve çevreci aktivistler iklim kriziyle mücadele için sokağa çıktı

İsviçre‘nin Lozan kenti de bir diğer iklim protestosuna sahne oldu. ABD’den İtalya’ya, dünyanın dört bir yanındaki iklim eylemcileri meydanlardaydı.

Lahey’de 7’den 70’e

Hollanda‘nın Lahey kentinde toplanan binlerce iklim aktivisti, hükümetin iklim politikalarını protesto etti. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının desteğiyle organize edilen gösteriye ülkenin farklı kentlerinden gelen yaklaşık 30 bin gösterici, Koekamp Meydanı’nda toplandı. Her yaştan göstericiler, ana yolları kullanarak Malieveld Meydanı’na yürüdü.

Parlamento ve bazı bakanlık binalarının yanından geçen göstericiler, çevreyle ilgili sloganlar attı, pankartlar taşıdı.

Hollanda hükümetinin iklim politikalarını eleştiren göstericiler, iklim değişikliğiyle mücadele için etkin politikalar uygulanması çağrısında bulundu. Protestolar dolayısıyla yürüyüş güzergahında geniş güvenlik önlemleri alınırken, şehir merkezi çevresindeki bazı yollar da trafiğe kapatıldı.

Türkiye Yeşilleri tek çatı altında buluşuyor

Dünyada aşırı sağın karşısında en ciddi alternatif olarak yükselen Yeşil hareket, Türkiye’de de Yeşiller Meclisi’yle siyasal bir platform haline geliyor.

Türkiye’de Yeşil Hareketi oluşturan birey ve kurumlar, bugüne dek ayrı ayrı gerçekleştirdiği çalışma ve mücadelelerini birleştirmeye karar verdi. Kurulacak Yeşiller Meclisi, ‘insanın doğa ve insan üzerindeki tahakkümü ve yarattığı şiddet’e karşı birlikte politika üretmeyi ve sözlerini siyasal bir platforma ortaklaşarak yükseltmeyi’ amaçlıyor.

29 Eylül Pazar günü, Avrupa Yeşiller Partisi Eş Başkanı Monica Frassoni’nin katılımıyla yapılacak tanıtım toplantısı için açık çağrı yayımlayan girişimciler, yaptıkları açıklamada şunları kaydetti:

“Yeşiller Meclisi’ni kuruyoruz. Çünkü dünyada ve Türkiye’de hepimizin hayatı tehdit altında! İklim krizi ve onun sonuçları olan orman yangını, sel, fırtına, kuraklık ve sıcak dalgaları senelerdir dünya gündemini meşgul ediyor. Geri dönülmez noktaya hızla giderken hükümetlerin ilgisizliği hala sürüyor. Şirketler ve devletler, su, toprak ve hava gibi hayati kaynaklar dâhil, bütün doğayı bitmeyecekmiş gibi kullanıyor ve kirletiyor. Doğanın tahribi ve ormansızlaşma, iklim krizini hızlandırıyor.

Irkçılık, yabancı düşmanlığı, trans cinayetleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, temsiliyet eşitsizlikleri, iş cinayetleri, düşünce ve ifade özgürlüğüne antidemokratik müdahaleler, sürdürülen savaşlar ve silahlanma gibi yıllardır mücadele ettiğimiz alanlarda gerçekleşen kazanımlar ülkemizde ve dünyada kaybedilmeye başlandı. Bütün bunların üstüne popülist aşırı sağın yükselişi bir tehdit olarak artıyor.

Ama sonunda küresel bir eylemlilik zinciri başladı: Artık çocuklar gezegene ve geleceklerine sahip çıkmak için sokakta eylemler yapıyor, Cuma günleri okula gitmeyip İklim Grevi gerçekleştiriyorlar. Yeşil hareket aşırı sağın karşısında en ciddi alternatif olarak yükselmeye başladı. Nihayet umutlarımız yükseliyor.”

Tarih: 29 Eylül Pazar

Saat: 11.00

Adres: Anarad Hığutyun Binası, Papa Roncalli Sk. No: 128 Harbiye 34373 Şişli/İstanbul Etkinlik Konumu

İletişim: Ercüment Gürçay – 0 532 502 55 30 | [email protected]

 

Bir kişi daha eksilmeye tahammülümüz yok’

 #KadınCinayetleriniACİLÖNLE başlığıyla kampanya başlatan Kadınlar Birlikte Güçlü Platformu, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’ne kadar her gün sokaklarda olma kararı aldı.

Kadınlar Birlikte Güçlü Platformu, her gün en az bir kadının, erkekler tarafından öldürülmesine karşı harekete geçiyor. Platform, bugünden (28 Eylül) başlayarak, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’ne kadar her gün eylem yapacak: ‘Çünkü kadınlar her gün öldürülüyor”

 #KadınCinayetleriniACİLÖNLE başlığıyla kampanya başlatan kadınlar, cinayetlerin önlenmesi için iki ay boyunca sürdürecekleri kampanya boyunca İstanbul Sözleşmesi, 6284 sayılı kanun ve toplumsal cinsiyet eşitliğine vurgu yapacak.

“Bir kişi daha eksilmeye, her gün cinayet haberi okumaya tahammülümüz kalmadı” diyen platformdan şu çağrı yapıldı:

“Öldürülen binlerce kadından 100’ünün hikâyesini anlatmak, onları sadece öldürüldükleri gün değil oraya varana kadar günlerce, aylarca, yıllarca şiddetle baş başa bırakan ve hayatta kalmak için sosyal medyadan sesini duyurmak zorunda bırakan sisteme isyan etmek için…

Sayıların ardındaki kadınları, cinayetlerin ardındaki hayatları, yasalar uygulansa, faillerin sırtları sıvazlanmasa, “karı-koca arasına girilmez” denmese önlenebilecek #erkekşiddeti’ni görünür kılmak için…

Sadece yaşamak için değil, şiddetten uzak, eşit ve özgür yaşamak için…

Biz kadınlar bir araya geliyoruz.”

Kampanyanın ilk eylemi bugün saat 14.00’de Kadıköy, Eminönü İskelesi’nde gerçekleştirilecek. İskele önünde bir “Kadın Cinayetleri Açıkhava Müzesi” kurulacak. Akşam saat 20.00’de de İstanbul’un pek çok mahallesi ve farklı şehirlerde, bulundukları her yerde 5 dakika boyunca ‘ses çıkarılacak’.

Bienal’den yeni çocuk kitabı Opti ile Pesi: Bu dünya hepimizin

İstanbul Bienali’nin yeni çocuk kitabında, İstanbullu martılar Opti ile Pesi, adını iklim hareketinin sembollerinden biri haline gelen Greta Thunberg’den alan Güvercin Greta ve diğer hayvanlarla birlikte İstanbul’u plastik atıklardan temizlemeye girişiyor.

İstanbul Bienali, temasını ve eserlerini çocuk kitaplarıyla birlikte küçük sanatseverlerle buluşturmaya devam ediyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 16. İstanbul Bienali kapsamında hazırlanan çocuk kitabı Opti ile Pesi: Bu Dünya Hepimizin, çocuklara bir yandan bienalin teması Yedinci Kıta’yı, sergi mekânlarını ve sanat eserlerini tanıtırken, diğer yandan çocukları iklim hareketinden ilham alan keyifli bir yolculuğa davet ediyor.

Bernard van Leer Vakfı’nın desteğiyle yayımlanan beşinci çocuk kitabı olan Opti ile Pesi: Bu Dünya Hepimizin, 2017 yılında Bienal’in 15. edisyonu için yayımlanan Opti ile Pesi: Komşuluk Şarkısı adlı çocuk kitabının devamı niteliğinde. İlk kitapta olduğu gibi Yekta Kopan’ın yazdığı, Gökçe Akgül’ün çizdiği Opti ile Pesi: Bu Dünya Hepimizin, Burcu Ural Kopan’ın yayın yönetmenliğinde hazırlandı. Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Feyza Çorapçı’nın danışmanlığını yaptığı kitap, merak uyandırıcı hikâyesi, eğlenceli çizimleri ve renkli tasarımıyla okuma ve izleme sürecini keyifli bir oyuna dönüştürüyor. Kitap Bienal mekanlarında ücretsiz olarak edinilebilir.