Hafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Bu çağdışı katılım modelini ne zaman sorun edeceğiz? Büyük bir felaket yaşandıktan sonra mı?

0

‘Her depremde karanlıkta bir flaş çakar gibi oluyor, 99 Depremi’nde de olduğu gibi kamusal alan açılır gibi oluyor. Ama sonra tekrar kapanıyor, eski rejim yeniden tesis ediliyor.’

Her deprem sonrası fayların yerlerini, nasıl kırıldıklarını, etkilerinin ne olduğunu anlatan değerli uzmanlara 10 üzerinden 10 puan! Elimden geldiği kadar çoğunu izlemeye çalıştım: Ölçülebilir, hesaplanabilir, modellenebilir olguları ele alıyorlar, tartışıyorlar. Bilgileri paylaşıyorlar ve kendi aralarında bağlar kuruyorlar. Fay hatlarının kırılma biçimlerini, uzunluklarını, depremlerin şiddeti arasındaki ilişkileri, olasılıkları değerlendiriyorlar. Zemin yapıları ile etkileri arasındaki ilişkileri inceliyorlar. Gerçekleştirdikleri çalışmalar, yaptıkları araştırmalar herkes için çok değerli. Onların konulara hakimiyeti, literatürü yakından izlemeleri gerçekten gözleri kamaştırıyor.

Bu uzmanların aydınlatıcı, zihin açıcı eylemliliklerine karşılık diğer tarafta, yaratıcı eylemliliklerde ürkütücü bir karanlık var. Depremlerin bir doğa olayı olarak bilinmesinin karşısında onları afete dönüştüren“antropojenik boyutu” dehşet verici bir karanlık içinde. Afetlerin sosyal ve siyasal yönetimsellik boyutundaki sorunların neler olduğuna, bunların nasıl çözüleceğine dair neredeyse hiç bir üretim, eylemlilik yok. Yer bilimciler, İstanbul’un başına gelecek “Büyük Kıyamet”i aydınlatmaya çalışırken, sanki onlar da unutturmaya çalışıyorlar. Bu karanlığın depremlerin bir doğa olayı, bir kaza gibi algılanmasını “organize eden” bir işlevi olduğunu düşünüyorum.

Dünya Bankası uzmanının gözlemi

99 Depremi’nden sonra İstanbul’a gelen Dünya Bankası’nın araştırma ekibinin başındaki uzman, Randolph Langenbach şöyle bir gözlemde bulunmuştu: Körfez çevresindeki yeni yapılaşmaların olduğu ekonomik açıdan gelişmiş olan bölgede bir nüfus azalması olmuştu. Buna karşılık kuzeyde ve yüksek, göç vermiş kırsal bölgede bir nüfus yığılması. Depremi yaşayan insanlar göç ettikleri eski evlerine geri dönmüşlerdi, kıyı bölgesinde yeni yapılmış olan evlerini terk ederek.  Yapılan araştırmalar, evleri sağlam da olsa, depremi yaşamış olan insanların yeni evlerine girmediklerini gösteriyordu. Deprem yardımlarını yönlendiren gönüllüler ihtiyaç listelerini hazırlarken tahta, sunta, kontrplak gibi malzemelerin talebinin yükseldiğini fark ettiler. Evleri sağlam da olsa, depremi yaşamış olan insanlar soğuklar başladığında kendilerine barakalar yapıyor ya da eski terk edilmiş evlerine geri dönüyorlardı.  Mimarlar, mühendisler tarafından tasarlanmış olsalar da, hasar almamış da olsalar, bu insanlar yeni yeni yapılara neden güvenmiyorlardı? Malzeme farkını öne çıkarıp “betonarme oldukları için” diyebilirsiniz. Pek o zaman mühendislik, mimarlık, plan, proje, yönetmelik ne anlama geliyor? Zannedersem bu gözlemi tartışabilmek için yalnızca malzemeye değil, yönetimsellik meselesine bakmak gerekiyor.

Bu insanların ekonomik açıdan daha ilkel koşullarda üretilmiş olsa da, eski evleri neden tercih ettikleri, neden onlara güvendiklerini anlamak zor değil. Çünkü eski evler geleneksel inşaat teknikleri ile üretilmiş, ahşap çatkılı, içi samanla pişmemiş toprak karışımı (hımış) dolgulu evlerdi. Bu yapılar sallantıda esneseler de, içlerindeki dolgular dökülse de yıkılmıyorlardı. Kayıpları yaşayan ve hayatta kalan insanlar ise sahildeki geleneksel evlerini müteahhitlere verip, yıktırdıklarını ve yerlerine daha konforlu evler yaptırdıklarını söylüyorlardı. Örneğin Düzce ovasında yıkılan evlerde ailesini kaybetmiş olan bir devlet görevlisinin aradan bir kaç hafta geçtikten sonra sonra ilk konuşmaya başladığında sürekli tekrarladığı şey şuydu: “Bilseydim, yapar mıydım? Kimse bana bir şey söylemedi. Keşke ben de içinde olsaydım.” Evlendikten ve çocuğu olduktan sonra ailesi daha iyi koşullarda yaşasın diye evini müteahhite vermişti. Ev, kendisi deprem anında işte olduğu için ailesine mezar olmuştu. Kimse ona zeminin yumuşak olduğunu, yeni yapıyı bu temel üzerinde taşıyamayacağını söylememişti.

Deprem sonrası insanlar geleneksel yöntemlerle, hiç bir mimar, mühendis olmadan yapılan binaların daha güvenli olduğunu biliyorlardı. Ama deprem yeni yapılara güvenilmeyeceğini göstermişti. Bu neye işaret ediyor? Yıkılan evler genellikle planlı ve projeli yapılmıştı ama bunlara kimse güvenmiyordu. Bu gözlem hukukun, normların nasıl algılandığına dair bilmiyorum bir fikir veriyor mu?   Risk bilgisi geleneksel sistemde yapımın içinde yer alıyor. Ama modern koşullarda planların, projelerin olması bir işe yaramıyor. Çünkü planlar hazırlanırken koşulları bilmiyorlar. Demek ki ortada bir sistemik sorun var. Dünya Bankası uzmanlarının ortaya çıkardığı gerçek siyasal bir soruna işaret ediyordu.

Ters görüntü veren ilişkiler

99 Depremi’nden sonra bir gün “şehir planlarının, projelerin edilgin nesneler olarak gördükleri canlılar, cansızlar, mekanlar ile etkileşimli bir ilişki içinde, bulundukları durumu başka bir eşiğe taşıyan zihinsel eylemlilikler, kurgular olduklarını, oysa bir sonuç gibi algılandıkları”ndan söz etmiştim. Konuşmam kamusal alandaki aktörlerin, kapasitelerin ilişkileri tek yönlü değil, karşılıklı, etkileşimli ve eylemsel (pratik) ilişkiler içinde gerçekleşmelerinin kamusal niteliği oluşturduğunu ve yönetimlerin kural koyma vasfının böyle oluştuğuna işaret ediyordu. Tıpkı bir doktorun eğitimi sonrası aldığı diploma gibi. Bu benzerliği “nasıl bir diploma bir kişiyi farklı bir eşiğe taşıyan bir sürece işaret ediyorsa, plan da bir bakıma öyledir” diye ifade etmeye çalışmıştım.  Konuşmamı yaptıktan sonra yanımda oturan ve paneli “modere” eden meslek odası yöneticisi bana dönüp “iyi de bu söylediklerini halka nasıl anlatacağız” diye sormuştu. Haklıydı sözlerim anlaşılmaz olmalıydı ayrıca anlaşılsa ne işe yarayacaktı?

Tıpkı “Deprem Master Planı”nın katılım bölümünde söz edildiği gibi: “Halkı bilinçlendirmek lazım…” Bu planı hazırlayan uzmanların zannedersem katılımdan anladıkları buydu. Yaratıcı işlerin özgür bir ortamda gerçekleştirilmesini değil, şeyleştirici yöntemlerle kitleleri sorun ediyorlardı!

Karşıdan bakıldığında ise planlar, normlar bu sınıfın kendi ayrıcalıklarını inşa etmek için uydurdukları zorluklar gibi algılanıyordu. Gördüğüm kadarıyla sorun burada. Sekülerleşmemiş, devlet iktidarı üzerinden imtiyaz sahibi olmaya çalışan, kendi kamu yararı anlayışını temsil eden, ilişkileri sorgulamayan bir ‘ruhban sınıfı’.

Evet, bunu bu sekülerleşmemiş, dünyaya iktidar odağından bakan, üniversite eğitimini, mesleki kimliğini böyle algılayan bu sınıfa bunu nasıl anlatacağız? Bence asıl mesele bu. Vatandaşlar bu nedenle depremi bir kaza gibi algılıyor ve başlarına gelmemesi için dualar ediyor, unutmaya çalışıyor ya da jeofizikçiler gibi fay hatlarının, zemin yapılarının haritalarını öğrenmeye çalışıyor. Ama neyle karşı karşıya olduklarını, riskle nasıl başa çıkabileceklerini bilemiyorlar.

Yaratıcı işlevler halka anlatılacak değil, yapılacak işlerdir

Yaratıcı işleri öncelikle kendisini merkeze alan, kitleler için neyin doğru olduğunu bilen bu “ruhban sınıfı”nın elinden kurtarmak ve açmak gerekli. Ne zaman yaratıcı işler açık yapılı hale gelir, o zaman kitleler ile iletişim kuracak bir kamusal nitelik kazanır.

Her depremde karanlıkta bir flaş çakar gibi oluyor, 99 Depremi’nde de olduğu gibi kamusal alan açılır gibi oluyor. Ama sonra tekrar kapanıyor, eski rejim yeniden tesis ediliyor. Rutin işleyişte ortalık yeniden karanlığa bürünüyor. Buna daha ne kadar seyirci kalacağız? Bu çağdışı katılım modelini ne zaman sorun edeceğiz? Büyük bir felaket yaşandıktan sonra mı?

(Yeşil Gazete)

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.