Kış mevsiminin gelmesi; yağışların başlaması ile birlikte kuzey yarımkürede orman yangınları gündemin arka sıralarına düştü. Oysa geçtiğimiz yaz mevsimi boyunca ülkemizin de içinde yer aldığı ılıman kuşakta bulunan çok sayıda ülke orman yangınları ile boğuşmuştu. Hatta bazı ülkelerde yangınlar; haftalarca tüm söndürme çabalarına karşın sürmüştü. Bu durumun tek istisnası ise kuzeyde; karlarla kaplı Sibirya’da çıkan ve büyük oranda orman alanın yok olmasına neden olan yangınlardı.
Gezegenimiz için günümüzde alınan her türlü yangın mücadele önlemine karşın orman yangınlarından kurtuluş yok; kuzey yarımkürede azalan yangınlar; güney yarımkürede yaz mevsiminin daha ilk günlerini bile beklemeden gündemin ilk sıralarına oturdu. Avusturalya’da kasım ayının içinde başlayan yangınla, dönümlerce ormanı yok ederken üç kişi ve nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olan 400’ê yakın kaola öldü şu ana kadar… Bölgede şimdiden hava sıcaklığı 40ºC’yi geçti ve irili ufaklı yetmişten fazla orman yangını çıktı. Ülkenin başkenti Canberra ve Sydney kenti gibi iki büyük kentinin yer aldığı bölgede 2013’ten bu yana ilk kez acil durum ilan edilirken, 600’ü aşkın okul tatil edildi, Sydney kentinde gökyüzünü duman ve sis kapladı. Kelimenin tam anlamı ile kent duman altı oldu.
Her geçen yıl özellikle küresel iklim değişikliğinin de etkisi ile daha kolay tutuşabilir hale gelen ormanlar ister insan hatalarının neden olduğu kazalarla, ister doğal nedenlerle isterse kötü amaçlı çıkarılan yangınlar sonucu olsun, büyük zarar görüyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) 2015 yılında yayınladığı rapora göre, gezegenimizde 3999 milyon hektar orman alanı bulunuyor. Örgüte göre son 25 yıllık döneme bakıldığında, 1990 yılında gezegenimizdeki karasal alanının %31.6’i orman alanı iken, 2015 yılında orman alanı oranı %30.6 düşmüş. Bu azalmayı küçük bir oran olarak görebilirsiniz. Ancak bu, Güney Afrika kadar bir alana karşılık geliyor. Sadece yangınlar sonucu değil, nüfus artışı nedeniyle de günden güne kişi başı düşen orman miktarı azalıyor. Orman kayıplarının nedenleri arasında doğal veya kaza nedeni ile çıkan yangınların yanı sıra besin gereksinimi ve tüketimin artması, yeni yerleşim yeri ya da madencilik gibi çeşitli nedenler için arazi açmak için yapılan kesimler ve çıkarılan kasıtlı yangınlar gibi kötü amaçlı olanları da var…
Günden güne artan bu yangınlar ve bunun sonucunda ortaya çıkan orman kayıpları giderek büyüyen bir halk sağlığı sorununa dönüşüyor Temel olarak ormanlar okyanuslardan sonra sera gazları için önemli bir yutak alanı. Ormanların başta yangınlarla yok edilmesi atmosferdeki karbonu tutan bir yutak alanını yok ettiği gibi orman örtüsünün yanması daha önce bu örtü tarafından tutulan karbonun tekrar atmosfere karışmasını sonucunu da doğuruyor. Bu durum atmosferdeki sera konsantrasyonları azaltarak küresel iklim değişikliğini durdurma çabalarına önemli ölçüde darbe vuruyor.
Yangınlar sadece orman örgütlerine bırakılamaz
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Hükümetlerarası Paneli‘nin bir raporu için hazırlanan bir çalışmada ise mevcut ormanlara ek olarak bir trilyon ve üstü sayıda ağaç dikilirse gelecek birkaç on yıl içerisinde 830 milyar tonluk karbondioksitin atmosferden bu ağaçlar tarafından emilebileceği iddia ediliyor. Bu iddianın ne kadar bilimsel ve gerçekçi olduğu tartışıladursun bu yangınlar mevcut alanların bile korunamadığının adeta bir ispatı… Üstelik dikilmesi istenen bu bir trilyon ağaç insanoğlunun sadece son 25 yılda atmosfere salınmasına neden olduğu karbondioksiti ifade ediyor sadece…
Orman yangınlarının küresel iklim değişikliği dışında da halk sağlığı açısından ciddi sonuçları var. Yangınlar yerleşim alanlarını etkiliyor, konutlar da yanıyor. Ciddi bir bölgesel göçe neden olabiliyor. Halen Avusturalya’da süren ve orman itfaiyesinin tüm müdahalelerine rağmen durdurulamayan yangınlar şu ana kadar 1000 hektarlık ormanı yok ederken 200’den fazla konutu da kullanılmaz hale getirdi. Yine gerek insanlar gerekse diğer canlılar üzerinde yapılan çok sayıda bilimsel çalışma bu yangınların neden olduğu yoğun hava kirliliğinin kalp ve solunum sistemi hastalıklarını tetiklediğini, hastanelere bu hastalıklardan başvuruları artırdığını ve hatta bu hastalıklardan ölümler görülmesine neden olduğunu göstermiş. Johnston ve arkadaşları 2012’de Environmental Health Perspectives adlı dergide yayımladıkları bir araştırmalarında orman yangınları sonucu yıllık can kaybını özellikle pm 2.5 µm hava kirliliğine bağlı olarak yıllık 339.000 kişi olduğunu; bunun da 157.000’nin sahra-altı Afrika ülkelerinde gerçekleştiğini ifade etmişlerdi.
Sonuç olarak orman yangınları sadece ülkelerin orman örgütlerine bırakılacak bir konu değil… Yangınlar üzerinde multidisipliner olarak düşünülüp ortak ve küresel çözümleri bir an önce üretilmesi gereken bir noktaya yıllar önce vardı. Yeryüzünde yangınlar nedeniyle orman alanlarının giderek azalması ve her yıl orman örgütlerinin aldığı önlemlere rağmen çok sayıda ülkede daha çok yangın çıkması bunun en büyük ispatı… Halk sağlığı yaklaşımı ile konuya bakarsak ormanlar için temel korunma esas; bu da ormanların küresel iklim değişikliği nedeni ile kolay yanabilir bir durumdan kurtarılması ve küresel ısınma nedeni ile uzayan yangın mevsimlerinin tekrar eski doğal haline dönmesinden geçiyor. Yani temel olarak küresel iklim değişikliğinin önlenmesinden… Tabii bunun bugünden yarına gerçekleştirilmesi zor. Bu nedenle yine halk sağlığı bakışı ile birincil korunma önlemlerini tartışmak gerek… Bunun başında ise yangına dirençli ağaç ve bitki türlerine ağırlık verilmesi, orman köylülerinin eğitilmesi, yerleşim yerlerinin orman sınırına doğru büyümelerinin önlenmesi ve orman ve makilik alanların yıllık temizlik ve bakım çalışmalarının düzenli olarak yapılması geliyor. İkincil önlemler yangınların büyümeden önlenmesi, zararlarının en aza indirilmesi, yeni orman alanlarının yaratılmasından; üçüncül önlemler ise yangınların ormanlara ve ekosistemlere, insan sağlığına verdiği zararların en aza indirilmesinden geçiyor.
Ancak bu güne kadar ki uygulamaların gösterdiği gibi yangınların önlenmesi ve orman alanlarının korunması temel ve birincil önlemlerden geçiyor. Bunun için ise artık bu konuyu daha fazla ülkelerin orman teşkilatlarının almaya çalıştığı ‘söndürme’ önlemleri ile sınırlı bırakmamak ve bir an önce multidisipliner olarak küresel ölçekte gerçek çözümleri ortaya koyabilmektir. Aksi halde bu yıl Amazon yağmur ormanlarında çıkan yangınlarının da hatırlattığı gibi gezegenimiz önemli bir yutak alanını; akciğerlerini kaybediyor; hem de her yıl artan bir hızla…
Balıkesir’in Ayvalık ilçesine bağlı Karaayıt Köyü’ndeki Bilfer’e ait demir madeni ve zenginleştirme tesisi, çevre köyler ve Madra Barajıiçin büyük tehdit oluşturuyor. 30 metre yakınındaki Karaayıt Köyü’nde çocukların yüzde 80’inde bronşit hastalığı görülürken maden atıkları ise bölgede bulunan tarım havzalarının sulandığı Madra Barajı’na boşalıyor.
Ayvalık’ın Karaayıt Mahallesi’nde faaliyet yürüten Bilfer Madencilik şirketine ait Demir Zenginleştirme Tesisi, çevre köyler için hayati tehdit oluşturuyor. İşlem sırasında havaya bırakılan demir tozu yüzünden evlerin, hayvanların ve ekili alanların üzeri siyah bir tozla örtülürken, bölgede yaşayanlar solunum yolları hastalıkları ile boğuşuyor.
Köyün üç km ilerisinde bulunan yine aynı firmaya ait maden sondaj alanı ise Altınova ovasında bulunan binlerce dönüm tarım arazisinin sulama kaynağı olan Madra Barajı’nı zehirliyor.
‘Zeytin ve hayvancılık bitme noktasında’
Karaayıt Köyü Muhtarı Bayram Kaçar, Yeşil Gazete‘ye yaşanan kirliliğin sorumlusu olan madenin 2010 yılından bu yana faaliyet yürüttüğünü anlattı. Geçtiğimiz dokuz sene içinde köylülerin birçok sağlık problemi ile karşılaştığını ve bunun çoğalarak devam ettiğini söyleyen Kaçar, köyde hiçbir ürünün artık ekiminin yapılamadığını belirtti:
“Bununla birlikte tek geçim kaynağımız zeytin ve hayvancılık da tehdit altında. Mera alanlarımız büyük oranda Bilfer tarafından işgal altında. Kalan bir avuç meramıza da geçtiğimiz ay göz dikildi ancak buna müsaade etmedik. Konuyla ilgili toplanacak ÇED toplantısını engelledik. Kullanabildiğimiz mera da madenden çevreye yayılan toz bulutu ile kapkara oluyor. Hayvanlarımız yediği ottan dolayı hasta düşüp ölüyor.” Kaçar gıda ürünlerinin de tehdit altında olduğunu vurguladı.
Köydeki çocuklarının yüzde 80’i bronşit hastası
Bir diğer geçim kaynağı olan zeytinin ise süreç içinde oldukça düşük verimli bir hale geldiğini belirten Kaçar şunları söyledi: “Hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık zeytin ve hayvancılık bitme derecesine geldi. Köyümüzün çocuklarının yüzde 80’i bronşit hastası. Yaşlılarda KOAH teşhisi konulanlar var. İçme sularımızdaki arsenik oranları çok yüksek. Önlem alınmaz ve tesis kapatılmazsa burada yaşamak artık mümkün değil.”
Birçok köylü ise yaşadıkları kayıpların sorumlusu olan madenin kapatılmasını istediklerini söyledi. Ellerinde kalan son meranın da maden işletmesine atık sahası olarak verilmesinin köyde artık yaşam imkanı bırakmayacağını ifade eden köylüler, tesisin üç vardiya çalıştığını ve geceleri gürültüden uyuyamadıklarını anlattı. Yöre halkına göre, plakasız ağır yüklü kamyonların ise ayrı bir tehdit oluşturuyor. Bu araçlar için jandarma ekiplerine defalarca ihbarda bulunduklarını belirten köy halkı hiçbir önlem alınmadığını anlatıyor.
Baraj yanında maden faaliyeti kanuna da aykırı
Ayvalık Tabiat Platformu sözcüsü Nebahat Dinler şirkete ait her iki tesisin de çevre için olağanüstü bir tehdit oluşturduğunu vurgularken Madra Barajı kıyısında bulunan maden sahasının kanuna aykırı olduğuna dikkat çekti. Dinler, içme ve sulama barajı yakınında ve koruma sahası içinde maden faaliyeti yürütülemeyeceği kanunda açık bir şekilde belirtilmişken Bilfer’in ruhsatının eski olmasından dolayı bu kanundan muaf tutulduğunu kaydetti.
Kamu yararının gözetilmediğini ve bölge halkının sağlığının tehlikeye atıldığını vurgulayan Dinler şöyle konuştu: “Burada açık bir ihlal söz konusu. 2007’de sunulan ÇED dosyası köyün yanındaki tesise ait. Madra Barajı’nın hemen yanındaki maden ocağı için ise ÇED süreci işletilmemiş. 2030’a kadar çalışma izni olan bu ocağın bir an önce kapatılmasını istiyoruz. Hiçbir kanuna ve usule uygun olmayan bu tesislerin faaliyetinin sonlandırılması için çalışmalarımız sürecek.”
Demir madeninin çıkarılması ve zenginleştirilmesi işlemlerinde 40’a yakın ağır kimyasal kullanılıyor. Sondaj aşamasında yoğun olarak Arsenik kimyasallar kullanılırken, Liç adı verilen zenginleştirme işleminde ise ağırlıklı olarak kullanılan başlıca madde Siyanür.
Greta Thunberg, öncülüğünü yaptığı Fridays for Future (Gelecek için Cumalar) eylemine katılmak için geldiği İtalya’nın Torino kentinde gazetecilere yorulduğunu belirtti ve Noel bayramı sonrası tatil yapacağını söyledi.
16 yaşındaki aktivist, “Noel için evime gideceğim ve sonra bir tatil molası vereceğim çünkü dinlenmeniz gerekiyor. Yoksa devam edemem” dedi. 2020’nin “eylem yılı” olacağını söyleyen Greta Thunberg, tatil sonrasında ‘küresel emisyon eğrisini bükmek’ için kararlı olduğunu dile getirdi.
Uzun yolculuk
Greta, BM İklim Değişikliği 25. Taraflar Konferansı’na ilk başta düzenlenmesi gereken yeri Şili’ye doğru yelkenli tekne ile yola çıkmış, daha sonra lokasyonun Madrid’e alınmasıyla rotasını değiştirip İspanya’ya ulaşmıştı. Burada birçok konuşma ve eylemde yer alan genç iklim aktivisti, sonrasında İtalya’ya yola çıkmıştı.
İtalya, Torino- Gelecek için Cumalar iklim grevi
Karbon salımı oluşturmamak için uçakla seyahat etmeyi reddeden 16 yaşındaki İsveçli aktivist, Madrid’den İtalya’nın kuzeyindeki Torino kentine araba ve tren ile yolculuk ederek Cuma günü binlerce öğrencinin katılımı ile düzenlenen iklim grevine destek vermişti.
Ölen insanları kompostlaştırmak yani gübreleştirmek için tasarlanmış dünya üzerindeki ilk cenaze evi 2021’de açılıyor. Bu sayede insanların bedenlerinin toprağa yararlı besin olarak karışması mümkün olacak.
Yeşilist’ten Deniz Aytekin‘in Türkçeye kazandırdığı, Science Alert‘te yer alan habere göre, ABD’de bulunan Recompose isimli şirket, vefat eden kişilerin bedenlerini 30 gün gibi kısa bir sürede 0,75 metrekarelik toprağa dönüştürebiliyor. Bu yolla ölüleri yakma işleminin sekizde biri kadar enerji harcanıyor ve ABD’de uygulanan diğer cenaze işlemlerine kıyasla 1 tona kadar daha az karbon salınıyor.
Washington uygulamaya izin veren ilk eyalet
Firmanın ilk şubesi Seattle’da açılacak ve aynı anda 75 bedeni kompostlaştıracak kapasitede olacak. Projeye, bu yılın başlarında doğal organik azalma olarak bilinen gömü tarzına izin vermek için oy veren Washington eyaleti meclis üyeleri tarafından yeşil ışık verildi. Washington, ABD’de bu uygulamaya izin veren ilk eyalet oldu.
Mayıs 2020’de yürürlüğe girecek olan yasa, Recompose’un, doğal gömü alanı bulunmayan şehirlerde ve kentsel alanlarda çevre dostu cenaze uygulamaları fikrini destekleyerek; cenaze evlerinin, insan kalıntılarının toprağa dönüştürülmesini hızlandırılmasını sağlayacak uygulamalarına onay verecek.
Yakınları toprağı bitki yetiştirmek için kullanabilecek
Recompose’da, bedenler firmanın yeniden kullanılabilir altıgen ünitelerinde kompostlaştırılacak. Gövdeler ağaç yongaları ile kaplanıp ve havalandırılarak doğal olarak oluşan mikroplar ve faydalı bakteriler için mükemmel ortam sağlayacak ve böylece 30 günde toprağa dönüşecek.
Kompostlaştırma işlemi bittikten sonra ortaya çıkan birkaç el arabası kadar toprağı, hayatını kaybeden kişinin yakınları alarak kendi bahçelerinde bitki yetiştirmek için ya da farklı amaçlarla kullanabilecek.
Geçtiğimiz hafta Kadıköy ve Ankara’da polisin şarkı sözlerini gerekçe göstererek müdahale ettiği Las Tesis’in danslı eylemi bu kez İstanbul Beşiktaş, İzmir Alsancak ve Meclis’teydi. Meclis’te gerçekleşen protestoda CHP’li milletvekili Sera Kadıgil, söz alarak “Bu eylemi yapmak için dokunulmaz olmanız gereken tek ülke ise sayenizde Türkiye oldu” dedi.
Danslı protestoya ilk ve tek müdahale Türkiye’de
İlk olarak Şili’de kadınlar, erkek şiddetini ve cinsel saldırıları 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde Las Tesis’in bestelediği “Tecavüzcü sensin” sözleriyle performatif bir eylem gerçekleştirmişlerdi. Sonrasında ise danslı protesto tüm dünyada dalga dalga yayılmıştı.
Kadın Cinayetleri Platformu’nun çağrısıyla İstanbul Kadıköy’de gerçekleşen eyleme ise polis müdahale etmiş, 7 kadın gözaltına alınmıştı. Sonrasında Ankara’da gerçekleşen danslı eylemde polis gene kadınların dans etmesine izin vermemiş, 10’a yakın kişi gözaltına alınmıştı.
Meclis’te Las Tesis eylemi
Polis müdahalelerinin ardından CHP’li milletvekilleri, İçişleri Bakanlığı bütçe görüşmeleri sırasında Las Tesis şarkısının sözlerini söyleyerek protesto gerçekleştirdi. CHP İstanbul Milletvekili Sera Kadıgil söz alarak “Şili’de başlayan ve dünyanın her yerinde kadına karşı şiddete dikkat çekmek için yapılan bir dans var. Adı Las Tesis. Bu eylemi yapmak için dokunulmaz olmanız gereken tek ülke ise sayenizde Türkiye oldu. Şimdi kadın milletvekilleri olarak şiddet gören öldürülen tüm kadınlar adına size iki çift lafımız var” dedi. Milletvekilleri daha sonra hep birlikte Las Tesis’in Türkçe’ye uyarlanan sözlerini söylediler. Eyleme HDP’li milletvekilleri de destek verdi.
Kadınlar ise polis tarafından müdahale edilen eylemi sokaklarda yapmaya devam etti. Beşiktaş Hayrettinpaşa Meydanı’nda yapılan eylemde yüzlerce kadın, “Suç bende değil her neredeysem ne giydiysem. Suç bende değil her neredeysem ne içtiysem. Suç bende değil. Tecavüzcü sensin, öldüren sensin. Polisler, hakimler, devlet ve başkan” sözleriyle dans etti. Eylemin kadınlar şarkılar söyleyip halay çektiler. Eylem kadınların “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” sloganlarıyla son buldu.,
Kadınlar vazgeçmedi. #LasTesis dansıyla yüzlerce kadın bugün Beşiktaş’taydı. Her yerde her zaman sesimizi yükseltmekten vazgeçmiyoruz! Susma haykır kadınlar vardır! pic.twitter.com/HBzYUqfC5A
İzmir’de ise yüzlerce kadın Alsancak’ta bir araya geldi. Türkçe ve İspanyolca Las Tesis şarkısı eşliğinde dans eden kadınlar sık sık, “Asla yalnız yürümeyeceksin”, “Gelsin baba, gelsin koca, gelsin jop. İnadına isyan, inadına özgürlük” sloganları attı.
İki haftadır İspanya‘nın başkenti Madrid’de devam eden Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi‘nde (COP25) ülkeler giderek şiddetlenen ve dünyanın birçok yerinde kayıp ve zararlara neden olan küresel iklim krizine cevap vermek konusundaki beklentileri karşılayamadı. Bilim insanlarının 2019 yılında ortaya koyduğu açık kanıtlara, dünyanın dört bir yanında düzenlenen protestolara ve giderek şiddetlenerek artan iklim etkilerine rağmen, müzakereler, ülkelerin keskin kırmızı çizgilerinin mağduru oldu.
Zirvede gözlemci olarak bulunan sivil toplum kuruluşları, başta ABD, Brezilya, Avustralya ve Suudi Arabistan olmak üzere G20 ülkelerini bu durumdan sorumlu tutuyor. STK temsilcileri, özellikle Paris Anlaşması’ndan çıkma kararı veren ABD’nin zirvede işleri zorlaştırması ve COP25’in daha güçlü mesajları vermesini önlemesi yüzünden büyük tepki gösterdi.
Kanada, Japonya, Çin ve Hindistan gibi dünyanın önde gelen ekonomileri de, iklim krizinin vurduğu yoksul ülkeleri desteklemek ve 2020 yılında küresel kolektif iklim eylemini güçlendirmek konusundaki beklentilere ve taleplere karşı kayıtsız kalmakla suçlanıyor.
Umutlar 2020’ye kaldı
Avrupa Birliği (AB) ise zirvede gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında köprü olma rolü üstlenmeye çalıştı.
Sonuç olarak, AB, ada devletleri, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin, bütün engelleme çabalarına rağmen başta 2020 iklim eylemlerini güçlendirme konusu olmak üzere birçok konuda, Paris Anlaşması’nın bütünlüğünü korumayı başardığı söylenebilir.
Anlaşmaya taraf olan ülkeleri Glasgow‘da düzenlenecek olan COP26‘da sonuçları çok önemli olacak zorlu müzakereler bekleniyor. Gelecek sene müzakerelerin başkanlığını yürütecek Birleşik Krallık ile Avrupa Birliği’nin önünde halen Paris Anlaşması’nın hedefleri ile mevcut emisyonlar arasındaki açığı kapatma konusunda yoğun bir gündem bekliyor. Katılımcı ülkelerin, Glasgow’da daha önce anlaşma onaylanırken verdikleri iklim hedeflerini (Ulusal Katkı Beyanı – NDC) yenilemeleri gerekiyor.
Ülkelerin önünde bulunan dört temel konu ve bu konularda zirve bitimindeki son durum şöyle:
2020 vurgusu
Zirveden çıkan karar, mevcut iklim eylemleri ile Paris Anlaşması’nın hedeflerine ulaşmak için gerekli olan emisyon azaltımı arasındaki büyük farkın kapatılmasına ve 2020 yılında, tüm tarafların mümkün olan en yüksek azaltım ve adaptasyon hedeflerini ortaya koymalarının aciliyetine vurgu yapıyor.
“Tarafların azaltım çabalarının 2020 yılına kadar yıllık sera gazı emisyonları ile bunun toplam etkisi arasındaki önemli farkı ele almaları gerektiğine ve aynı zamanda tüm tarafların mümkün olan en yüksek azaltım ve adaptasyon çabalarını hayata geçirmek üzere güçlü bir ivedilik aciliyetine ciddi bir endişe ile tekrar vurgu yapılmaktadır.”
Karbon Piyasaları
Ülkeler karbon piyasaları konusunda ise bir anlaşmaya varamadı ve bu konudaki karar bir sonraki iklim zirvesine bırakıldı. Müzakerelerin son saatlerinde, anlaşmanın çevresel bütünlüğünü korumak ve çift sayım konusunun önüne geçmek için 30’dan fazla ülke San Jose Principles adlı belgeyi yayımladı.
Kayıp Zarar
Kayıp ve Zararlar konusundaki çalışmaları yönetmek için Santiago Ağı kuruldu. Ancak metin uzmanlara göre bir önceki metinden daha zayıf.
Kayıp ve zarara vurgu yapan metin, giriş metninden çıkarıldı; bunun yerine karar, uluslararası kurumların kayıp ve zarar konusundaki çabaları desteklemesi gerekliliğine vurgu yapıyor. Gelişmiş ülkelerin bu konuda gelişmekte olan ülkelere verdiği desteği artırmalarının önemi karar metninde vurgulanırken, GCF yönetimini kayıp ve zararların önlenmesine verdiği desteği devam ettirmeye ve GCF’i Varsova Kayıp Zarar Mekanizması‘nın stratejik çalışma gruplarının sonuçlarını göz önünde bulundurmaya davet ediyor. Kayıp ve zarar konusunun finansmanı tartışmaları GCF yönetimine bırakılıyor.
Okyanuslar ve karasal ekosistem
Alınan karara göre, okyanuslar ve karasal ekosistem üzerindeki iklim etkileri için yeni bir Birleşmiş Milletler çalışması başlatılıyor. Süreç, azaltım ve adaptasyon eylemini güçlendirmeyi amaçlıyor. Çalışma kapsamında özellikle karasal ekosistemlerinin adaptasyonu konusuna yoğunlaşılacak.
Yükselen aktivizm ve ‘iklim adaleti’ talebi görmezden gelindi
Bu zirvede alınan ve sonuç metnine giren kararlar, 2019 yılı boyunca dünyanın dört bir yanından yükselen iklim eylemleri ve iklim adaleti taleplerine yanıt vermekten çok uzak kaldı. Delegeler, Time Dergisi’nce Yılın İnsanı seçilen Greta Thunberg ve onunla beraber geçtiğimiz hafta Madrid sokaklarını dolduran 500.000 kişinin talepleri yerine, petrol, gaz ve kömür şirketlerini dinlemeyi tercih etti.
Bu kararlar, 2020 yılında düzenlenecek COP26 Başkanlığı’nı yapacak olan Birleşik Krallık ve İtalya‘nın üzerindeki yükü daha da arttırıyor. Mevcut iklim planları, iklim krizini önleyecek kadar güçlü değil ve 2020 yılında ülkeler gelecek on yıl içinde yapacakları azaltımı belirleyen iklim planlarını ve hedeflerini ortaya koymakla yükümlüler.
2020, iklim eylemi açısından oldukça kritik bir yol olacak. Bununla birlikte Avrupa’nın yeni yeşil düzeni ve 2050’de ilk iklim nötr kıta olma hedefi ile 2020 yılında planlarını yenileyeceğini taahhüt eden ülkeler – 70’ten fazla ülke-, Madrid’te başarılamayanın Glasgow’da başarılabilmesi açısından da umut veriyor.
Türkiye cephesinde de beklendiği gibi her hangi bir değişiklik olmadı. Türkiye delegasyonu zirvede 25 yıldır devam ettirdiği pozisyonu sürdürdü ve EK-1’den çıkmak için müzakerelerde bulundu. Ancak, bu zirveden de sonuç alamadı ve her hangi bir ilerleme sağlanamadı.
Sivil toplum ve özel sektör temsilcilerinin zirve hakkındaki değerlendirmeleri de şöyle:
Ümit Şahin (İstanbul Politikalar Merkezi): Madrid’de Şili hükümetinin başkanlığında yapılan “İddialı Hedefler COP’u” iddialı hedeflerden söz bile edilmeden kapatılıyor. Bu sene üzerinde anlaşılması beklenen az sayıda konu, üzerindeki anlaşmazlıklar büyüyerek seneye devrediliyor. Özellikle, Brezilya ve Avustralya’nın başını çektiği bir grup ülke, Kyoto Sözleşmesi’ndeki karbon kredilerini yeni rejime taşımaya çalışarak, Paris Anlaşması’nı işlemez hale getirmek için her şeyi yapmaya devam ediyorlar. Şili Başkanlığı başta olmak üzere tüm liderler, iklim eylemi isteyen çocukların ve gençlerin zirveden hayal kırıkları ile ayrılmasına sebep oluyor.
Türkiye için de durum farklı değil. Delegasyon, 25 yıldır devam ettirdiğimiz pozisyonu hiç değiştirmeden evine dönüyor. Paris Anlaşması, Türkiye olmadan uygulanmaya başlayacak. Tek iyi haber, giderek büyüyen küresel iklim hareketi. Çocukların ileriye taşıdığı bu hareketi dikkatle izlememiz ve desteklememiz gerekiyor. 2020 yılı, iklim krizini önlemek için daha çok mücadele edeceğimiz çetin bir yıl olacak.
Mohamed Adow (Director of Power Shift Africa): “Gelecek yıl yeni ve iyileştirilmiş iklim planlarına karar veren ülkeleri görmemiz gerekiyor. Düzenli gözden geçirmeler ve derecelendirmelerle, Paris Anlaşması’nı emisyonları azaltmada etkili bir araç haline getirmek üzere söz verilmişti ancak ülkeler ayaklarını sürüdü ve hepemizi tehlikeye attılar.
2020’de yeni iklim planları sunmaya istekli bir ülke koalisyonu oluşturmak için, zengin ülkelerin 2020 öncesi eylemler konusundaki vaatlerini yerine getirmeleri gerekiyor, bu da daha yoksul ülkelerden yeni emisyon azaltım vaatlerinin kilidini açabilir.
Paul Simpson (CEO – Carbon Disclosure Project): Bu hafta itibariyle 177 şirket, 1,5 ° C’lik bir geleceğe ayarlanmış, emisyon azaltım hedeflerine bağlı kaldı. Bu en geç 2050’ye kadar net sıfır emisyon anlamına geliyor. Bu iddialı eylemi taahhüt eden işletme sayısı eylül ayından bu yana ikiye katlandı. Aynı şekilde, 37 trilyon doları yöneten 630 kurumsal yatırımcı, hükümetleri ulusal planlarını yükseltmeye, kömürden vazgeçmeye ve fosil yakıt sübvansiyonlarına son vermeye teşvik etti.
Politik liderler, iş dünyasının COP25’te aldığı aksiyona güvenebilir, bunu yapmalıdır da. Ancak şimdiye kadarki cevaplar ihtiyaç duyulanlarla orantılı değildi. Gelecek yıl, iklim eylemi için bir süper yıl olmalı. Hükümetler, iş dünyasının sıfır karbon geçişine yatırım yapmak için ihtiyaç duyduğu netlik ve güveni sağlama konusundaki istekleri hakkında acil adımlar atmalı.
Jennifer Morgan (Greenpeace International Executive Director): “Hükümetlerin yaptıkları şey üzerinde tamamen yeniden düşünmeleri gerekiyor, çünkü COP25’in sonucu hiç bir şekilde kabul edilemez. Bu COP, kirleticilerin siyasetteki rolünü ve gençlerin hükümetlere derin güvensizliğiyle birlikte, Brezilya ve Suudi Arabistan gibi iklim engelleyicilerine alan açan sorumsuzca zayıf Şili liderliğini, işportacı karbon anlaşmalarını, buharlaşan bilim insanları ve sivil toplumu da teşhir etti.
İnsanların güvenebilecekleri sistemik bir değişime ihtiyacımız var ve Paris Anlaşması puzzle’ın sadece bir parçası. Bu hafta AB’den ve en savunmasız ülkelerden bunun mümkün olduğuna dair bazı erken işaretler aldık. Karar vericilerin şimdi eve gitmeleri, yeniden toplanmaları ve kritik 2020’ye girerken nasıl ilerleyeceğimizi düşünmeleri gerekiyor.
Monica Araya (Costa Rica Limpia): Bu süreç, bir avuç ülkenin –büyüğün küçüğü yüz üstü bırakmasıyla – çoğunluğun gündemini belirlemek isteğini gösterdi. ABD ve Çin’in artık iklim kriziyle mücadelede işbirliği yapmaması, yalnızca müzakerelere değil aynı zamanda reel ekonomiye de zarar veriyor. Latin Amerika’nın en büyük iki ekonomisi olan Brezilya ve Meksika da daha küçük ülkeleri Madrid’e gelirken (ve buradan giderken) eli boş bırakarak hayal kırıklığına uğratıyor.
16. İstanbul Bienali boyunca Alper Akyüz ve Bahar Topçu, yazı ve röportajlarla Yeşil Gazete için bir Yedinci Kıta dosyası derledi. Antroposen ve Yedinci Kıta serüveninin önemli bir parçası olacağını umduğumuz dosyanın son röportajını ise küratör Nicolas Bourriaud ile gerçekleştirdiler. Gündemine iklim krizi ve ekolojik yıkımı alan Bienal süresince yapılan tartışmaları ele aldığımız röportajın, dokunduğu alanlarda önemli bir okuma olmasını dileriz.
***
Alper Akyüz: Bienal başlarken sizinle röportaj yapan çok gazete ve yayın kuruluşu var, ama biz röportajı bienalin sonunda yapmayı özellikle istedik. Bienalin sonunda sizin duygu ve değerlendirmelerinizi almak isteriz. Örneğin, kavramsal metniniz yapıtlar ve sürecin akışında sizce ne ölçüde yansıma buldu?
Nicolas Bourriaud: Öncelikle bulunduğum konuma göre konuşmam gerekir ki bu ayrım, kendimi antroposen uzmanlarının, antropologların veya çevre aktivistlerinin yerine koymamam bakımından oldukça önem taşıyor… Benim naçizane şekilde yapmaya gayret ettiğim şeyin, felaketin temsilleri üzerinde; bu toplumun farklı bir alternatifinin – versiyonlarının diyelim, inşaası olasılığı üzerine çalışmak olduğunu anlamak gerçekten önemli. Ben Yedinci Kıta’da Antroposen’in bir çeşit operasını sunmayı denedim. Kimileri bienalin yeterince aktivist olmadığını söyleyebilir, ancak benim rolüm bu değil diye düşünüyorum. Zira böyle bir eylemci tavır için gerekli araçlara sahip değilim. Dolayısıyla benim üzerime düşen, insanları bu konuyu tartışmak için bir araya getirmek. Yedinci Kıtayı Keşfetmek başlıklı sempozyum, sanatçı ve düşünürleri aynı zamanda birbirlerinin görevdaşları olarak ilişkilendirip buluşturdu. Benim faaliyete geçirmek istediğim de bu tür bir diyalog. Sanatın bu bilinçlenmede de bir rolü olduğunu göstermek. Bu küçük bir rol olabilir ancak onu dört dörtlük oynamayı, elimden geldiğince iyi bir aracı olabilmeyi istiyorum. Sanıyorum benim konumum bu ve kendimi bu konumdan ifade edebilirim. Fakat ne aktivistlerin ne de bilim insanlarının yerine geçmeyi asla istemem. Bunu da ifade ediyorum çünkü artık her şey birbirine karışıyor, biliyorsunuz. Onun için nasıl bir konumda bulunduğunuzu ve bu konumdan ne yapabileceğinizi bilmeniz gerçekten önemli.
A.A: Peki bu anlamda, bienalin sonundaki hisleriniz neler?
N.B: Sonuçta bu bienal, gerçeklikle tuhaf bir şekilde ve oldukça güçlü şekilde buluştu diye düşünüyorum. İlk olarak, başlangıçtaki mekânda karşılaştığımız asbest sorunu bizi güçlü bir tepkimeye itti. Bana kalırsa bir mekânı çevresel nedenlerle terk etme durumu bir bienalde ilk kez meydana geldi. Şimdi artık dünyanın dört bir yanındaki pek çok bienal nerede olduklarına; binalar, muhitler ve bağlamlar bakımından neleri işgal ettiklerine daha dikkatle bakabilir. İkinci olarak, gerçekliği karşılamak anlamında, Koç Holding’in plastik konusunda bir taahhüdü oldu biliyorsunuz. Her ne kadar küçük olursa olsun, bu bir tesir. Bana göre artık doğru yolda ilerleniyor. Ve bu da güzel çünkü bienal sponsorlarının varlığından benim sorumlu olmadığım besbelli; bu sponsorlar on yıldır varlar. Tek kullanımlık plastik konusunda ilkelerini uyarlamaları ve ortada bir sorun olduğunu kabul etmeleri bile ileriye dönük bir adım. Benim bu deneyimden edindiğim, temsillerin gerçeklikle buluşabileceği. Ve bienalinki gibi bir sürecin de kendine ait bir tesiri olabiliyor.
Bahar Topçu: Bize konuşmak için oldukça bol bağlam sunduğunuzu düşünüyorum. Biraz da aktivizm konusuyla devam edelim. Bienal sırasında, bienalin teması olan antroposen kadar sponsorları da tartışıldı. Zira sponsorun bir holding oluşu ve farklı pek çok sektörde faaliyet yürütmesi bunun en temel nedeni. Koç Holding’e bağlı şirketlerden biri Türkiye’nin onlarca yıldır en büyük şirketi olan bir fosil yakıtı firması.
A.A: Keza bu firma yeni sanat kurumu Arter’in de ana destekçisi.
B.T: Holding içinde farklı sektörlerde faaliyet gösteren başka bir çok firma varken fosil yakıt firmalarını listeye koymaları da bir seçim. Şahsen ben de bir iklim aktivistiyim ve düşüncelerinizi merak ediyorum; dünyadaki başka örneklerle, örneğin Tate Modern ile nasıl kıyaslarsınız ya da siz bu durumu Fransa’da nasıl ele alıyorsunuz?
N.B: Açıkçası Fransa’da herhangi bir sponsorla çalışmıyorum çünkü orada bir kamu kuruluşu yönetiyoruz. Dolayısıyla bu açıdan bir kaygı ya da yükümlülük taşımıyorum.
Öncelikle, diyelim ki bu bienal için Koç Holding’in desteğini reddediyoruz. Bu tavır Koç Holding’i değiştirmeyeceği gibi bienali de zora sokar. Dolayısıyla konuyu ele almanın en iyi yolunun bu olduğundan şüpheliyim. Hatta kimi zaman ‘yeşil yıkama’ bile ileriye dönük bir adım olabilir. Benim görüşüm böyle. Mesele “parayı al ve kaç” meselesi değil. Ayrıca bu gibi şirketlerle nasıl bir diyalog kurabileceğimizi düşünmek, böylelikle oluşumları yavaşlatmak ve evrilmelerini sağlamak da işin parçası. Bu hedeflerimize yönelik daha olumlu bir tavır. Tate Modern da ilginç bir örnek olabilir zira, çünkü destekçileri BP idi, değil mi? Ancak onların desteği Tate Modern’ın tamamını bağlamıyordu; yüz farklı bağıştan yalnızca biri olarak belirli bir meblağ sağlıyorlardı. Bu farklı bir durum. Tate Modern, bu durumda BP’siz de varlığını sürdürebilir, Koç Holding olmadan bienal ise zor. O halde en doğru strateji boykot etmemek. Bunun sonucu ne olurdu bilmiyorum, hatta herhangi bir sonuç alınabileceğinden de emin değilim. İlginç olan şey bu etkimeyi üretmek, etrafa karşı iyi görünmek değil. Ben iyi görünmek değil, etkili olmak, verimli olmak istiyorum. Bu gerçekten önemli. Eğer verimli olmak için kötü görünmeniz gerekiyorsa, o da makbul. Benim etik anlayışım bu şekilde.
A.A: Bienalin destekçilerinin yanı sıra çok tartışılan konulardan biri de, sizin de belirttiğiniz gibi mekânlardı. Yalnız tahliye edilen eski mekân değil, yenisi de bu tartışmalara dâhil oldu. Ben bu tartışmaların yapıtlardan ve sanatçılardan rol çaldığı hissine kapıldım. Sizin de hiç böyle hissettiğiniz oldu mu?
N.B: Müzeyi mi, diğer mekânları mı kastediyorsunuz?
A.A: Hepsini ama özellikle MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ni. Pencerelerin kapatılmasını, izleyicilerin mekânın çevresindeki büyük inşaatı görebilmeleri için kasten reddettiniz.
N.B: Bildiğiniz gibi bu yeni mekânı bulmak için tam bir telaş halindeydik. Tam olarak sergide tarif ettiğimiz felaket hali işte. O süre içinde çevredekileri izleyicilerin deneyimlerine bir şekilde katmaya karar verdim. Çevredeki bu inşaatları görmek çok önemli, sergiye Dora Budor’un şantiyeler ve hava kirliliğiyle bağlantılı olan çalışmasıyla giriliyor olması da bu yüzden.
Dora Budor. “Köken” adlı eserinden.
Bana göre bu görüntü sergiye dair çok güçlü bir önsöz niteliğindeydi, bu nedenle pencerelerin kapatılmaması için ısrar ettim. Sanatçıların işlerini bu şekilde, sayıları takip ederek görmek bir inşaaydı; keza serginin açılışındaki Dora Budor’un çalışması da inşaat kirliliğiyle ilgiliydi. Kendisi bu eseri [William] Turner’ı, kirliliği, sanayi devriminin başlarında İngiliz “pus”unu eserlerinde işleyen ilk sanatçıyı referans alarak oluşturmuştu. Odacıkların içinde, ilk bakışta algılanmayan nitelikleriyle aynı anda hem düşündürücü hem de güzeller; esasen sergide de önemli olan bu unsurların ikircikliği. Bu binanın durumunu da bu nedenle sergiye dâhil ettik ve tersanedeki kurguyu, sırayı bu binaya uydurmak üzere bütünüyle değiştirdik ve yeni bir anlatı oluşturduk. Koridorlarda hiç bir şey görmeden yürüdüğünüz anlarda dışarıyı görüyorsunuz, bir film gibi.
A.A: Bence bu anlamda en etkileyici iş, aslında orada değildi ve ziyaretçiler tarafından üretildi: Caffeé Nero.
N.B: Sanki bir balkonda durup bir felaketi seyretmeye benziyor.
B.T: Ben deprem olduğu sırada oradaydım ve tam olarak ifade ettiğiniz gibiydi.
N.B: Demek siz tam bir deneyim yaşamışsınız.
B.T: Evet, kesinlikle.
16. İstanbul Bienali mekanlarından Mimar Sinan Üniversitesi Resim ve Heykel Müzesi’nin terasındaki Cafe Nero. Fotoğraf: Alper Akyüz
A.A: Müze binasıyla ilgili bu seçiminizin, bu meyanda mekân ve sanat yapıtları olan ikili bileşenler arasındaki sınırları bulanıklaştırmak adına bir deneme olduğundan bahsedebilir miyiz?
N.B: Evet, ben mekânları sergi projelerine doğrudan dâhil etme eğilimindeyim. Bundan kastım izleyicinin mekanı yeniden çalışması değil, bu daha çok benim görevim. Ekoloji aktivisti olan sanatçıları değil, birebir yapıtları bu ekolojik felaketle ilişkilenen sanatçıları davet etmeyi istedim. Antroposenin dünyanın algılanışını nasıl değiştirdiğini sanatçılar aracılığıyla, ayrıntılarda, o kadar da açık olmayan belirtilerde, derin ve uzun dönemli değişimlerde göstermeyi amaçladım. Kendimizi olup bitene tepkilerin, CNN dünyasının dışında biraz soluklandırmak, bir mesafe koymak iyi bir şey. Kentsel felaketin tam kalbindeki bu binada, bu felaketin kendisine mesafeli duran, ama onu farklı yollarla ifade eden yapıtları sergilemeyi seçtim.
B.T: 16. İstanbul Bienali’nin yayınlarından Saha Raporu’ndaki makalenizde yeni kuşak sanatçılara bir tür rol veriyorsunuz. Sanatçıların, sanatın merkezsizleşmesinde antropologlar gibi bir rol üstlenmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Kimi antropologlar tarihin insan merkezli biçimde yazıldığını, bu yazımda çevrenin tıpkı bir sahne gibi tarihin öznesinden ziyade nesnesi olarak değerlendirildiğini öne sürdüler. Kültür/doğa ikiliği olmadan tarihin yeni bir okumasını nasıl yapabiliriz?
N.B: Tarihi farklı şekilde nasıl yazabiliriz? Öncelikle bakış açımızı değiştirerek. Örneğin doğayı bir tarafa, kültürü diğer tarafa alan bir ayrım söz konusu. Aynı şey özne ve nesneler için geçerli. Tüm bu ikili karşıtlıklar iki bin yıl boyunca Batı’nın düşünüşünü şekillendirdi. Bu düşünce biçimi, benimsemediği medeniyetleri ya yeryüzünden tamamen sildi ya da tahrip etti. Eğer bu bakış açısını, dünyayı görmenin ve onu temsil etmenin bu biçimlerini değiştirmezsek hiçbir şey mümkün değil. İşte bu noktada sanatçıların oynayabilecekleri bir rol var. Açıkçası antropologlar ve sanatçılar arasında böyle bir denklik kurdum çünkü ikisi de ilişkisel. Tim Ingold’den alıntılayacak olursam, antropoloji, içine insanların katıldığı felsefedir. Bu benim antropolojiye ilişkin görüşümün özünü oluşturuyor. Bir de Eduardo Kohn gibi hiç bir ayrım belirlemeyenler var. Kohn, hayvanları ve bitkileri doğa ve kültür ayrışması olmayan bir dünyaya özneler olarak dâhil etmenin yollarını açıklıyor. Aynı yaklaşımı, sanatçıların gitgide daha fazla şekilde insan dışı dünyayla bir diyalog olarak biçimlenen çalışmalarında gördüm. Bu da oldukça ilginç bir evrimleşme. Bu konu üzerine ilk defa gerçekten düşünenlerden birisi 1960’larda Joseph Beuys’du. O dönemler hayvanlar hakkında bütünüyle farklı düşünülüyordu; onlar hakkında konuşmak delilik gibi görülürdü, biliyorsunuz. Biraz eksantrik veya kopuk olmak demekti. Oysa bugün üzerine inşa etmenin çok önemli olduğu bir miras. Beuys’u sergiye dâhil etmeyi çok arzu ettim ama teknik ve finansal nedenlerle olmadı. Bir yapıtını büyük bir yerleştirme olarak göstermeyi gerçekten istedim, mümkün olmadı. Ben de Joseph Beuys’u aklıma yerleştirdim.
A.A: Siz özneler ve nesneler arasındaki bu bölünmelerin yok oluşlarından bahsederken, Bruno Latour’a da bir referans vereceğiniz beklentisine kapılıyorum.
N.B: Aslında ben Michel Serres’e daha yakınım. Bruno Latour’un ustasıydı. Latour, 20 yıl önce Serres ile söyleşilerinden bir kitap yayınladı. Fikirlerini yaymada farklı yöntemleri olduğu için, insanların Serres’i Latour’a nazaran çok daha az tanıdığını görmek ilginç. Latour’u da severim, yani mesele o değil. Ama bir kaynak olarak Michel Serres’e daha sık gönderme yaparım. Bu da şundan ötürü aslında: Doğayla Sözleşme, 80’li yıllarda felsefede ekoloji üzerine düşünmeye dair ilk girişimdi.
A.A: “Doğayla Sözleşme” Türkçe’ye de çevrildi. Antroposen ve ekolojik konular hakkında konuştuğumuzda, anlatı genellikle oldukça apokaliptik. Ancak sergide bunu hissetmiyoruz. Ben ekolojik bir felaketin içinde yuvarlandığım yönünde karanlık bir anlatıyı hiç hissetmedim. Bu sizin tercihiniz miydi? Çünkü, konuya iletişim bakış açısıyla yaklaşan ve devamlı bu tür apokaliptik, kötü şeylerden bahsedilmesinin insanları aktiften ziyade içedönük hale getirdiğini söyleyen eleştirmenler de var.
N.B: Evet, çok büyüleyici! Keza felaket de çok büyüleyici bir şey. Örneğin, bir depreme yakalandığınızda buna bir çözüm düşünmeniz pek mümkün değildir. Depreme çözüm getirmeye değil, kıçınızı kurtarmaya çalışırsınız (gülüyor). Dolayısıyla ben de felaket olgusuna doğrudan iki temel katman üzerinde değiniyorum. Bunlardan ilki, mevcut bir gerçek olarak ekolojik felaket. Ne var ki, ben sanatı da, farkı muhtemel olmakla beraber, bir biçimde felaket pratiği olarak ima ediyorum. Dolayısıyla benim için bu ikisi arasında bir bağ kurmak önemli. Sergide felaket var ama karamsarlık yok. Baştan aşağı kötücül, ürkütücü bir sergi koymak istemedim.
A.A: Öyleyse bu bir seçimdi.
N.B: Kesinlikle. Sanatçılara işin bu kıyamet kısmında kalmaları için ısrar edebilirdim. Besbelli karamsar olan işler de var. Ozan Atalan’ın çalışması mesela, oldukça güçlü. Veya Dora Budor ve bir kaç diğer sanatçınınki de. Bu Platon’un Pharmakon’una benziyor; hem devanın hem de hastalığın kendisi. Ayrıca sergide ekofeminizm üzerine de kuvvetli bir anlatı mevcut. Çatalhöyük’e göndermede bulunduğu çalışmasıyla Müge Yılmaz,Suzanne Husky ve daha birçok sanatçının yapıtlarında olduğu gibi.
Müge Yılmaz, “On Bir Güneş” yerleştirmesi.
Bu da benim sergide görünür kılmayı istediğim, sanki yeterince değinilmemiş bir tema. Sergi yalnıza bir felaket betimlemesi olmadığından, bu da bir parçası. İzleyicilere bir tür gerçekten üzücü, biricik, harabeye çevrilmiş bir manzara; hemen ardından da olasılıkları takdim etmek istedim: Manzaranın bir parçası olarak Feral Atlas’ı gördükten sonra alternatif düşünce biçimleriniz olması gibi. Kendi alt-çözümlerinizin de sorunları var, felakete alternatifleriniz de… Dolayısıyla serginin ritmi bu diyebilirim.
A.A: Kimi yapıtlarda ironi ve eğlenceli bir hal de vardı.
N.B: Evet, kesinlikle. Simon Fujiwara ile Pera Müzesi’ndeki Norman Daly arasında bir bağ kurabilirdiniz. Zira her ikisi de çöple, korkunç bir atıkla çalışarak onları bir şeye dönüştürmeye çalışıyorlar. Norman Daly, 1970’lerde atıkları arkeolojik ögelere dönüştürüyordu. Simon Fujiwara’nın yapıtı ise dünyanın güç ile kontrol edilen bir parka dönüşümü; daha da karamsar.
Simon Fujiwara, “Dünya Çok Küçük” adlı yerleştirmesinden.
Biri 70’lerden diğeri bugünden bu iki yapıtın gösterimini çok önemli buluyorum. Yalnızca bu iki sanatçının çalışmalarının birer resmini çekebilirdiniz; ilginç çünkü tamamen çöp üzerineler. Ve ayrıca toplumun evrimi ile esasen nasıl kendi çöplerinden meydana geldiklerini ele alıyorlar.
A.A: Son bir soru olarak sıradaki planlarınız nelerdir diye sormak isterim.
N.B: Şu sıralar odağımda daha çok Fransa’nın güneyinde yöneticisi olduğum, bünyesinde hem bir sanat okulu, hem bir sanat merkezi hem de Michel Serres’e hürmeten “sanki-müze” olarak nitelendirdiğim bir kurumu içeren Montpellier Contemporain, MoCo var. Buradaki bir “sanki-müze”; hiç bir koleksiyonu olmayan bir yapı. Diğer kişilerin koleksiyonlarından yararlanıyoruz; doğrusu bu koleksiyonları bulundurmuyor, onlardan yola çıkan projeler üretiyoruz.
A.A: Bu bir “sahip olmama” tutumu.
N.B: Tam olarak öyle. MoCo’nun bu üç ögesini bir tür sanatsal ekosistem olarak tasarladım. Okul bu ekosisteme özellikle katıldı çünkü öğrenciler sergi mekânları ve araçlarıyla çalışıyorlar veya davet ettiğimiz sanatçıların okula da müdahalesi oluyor. Bu nedenle ekosistem benzeri bir hareket var. Ve bu sembolik olandan uzak durabilmek için de daha pragmatik bir yöntem. Bu enstitünün iki yıl içerisinde eko-sorumlu hale gelmesi için bir plan faaliyete geçiriyor, üretim yollarımızı uyarlıyor, malzemeleri geri dönüştürüyoruz. Ayrıca bir çatı bahçesiyle yaratıcı permakültür araştırmalarını başlattık. Şu sıralar böyle bir süreçteyiz ve bunun diğer sanat kurumları için teşkil ettiği önemli örnek dolayısıyla da çalışmaya devam ediyoruz. MoCo olarak, kurum sıfatıyla bir bienal çerçevesinde sergi hazırlamaya davet edildik. Doğrusu bu Yedinci Kıta serüveninden edindiğimiz bir öğreti olarak yerel üretim üzerine çalışıyor, nasıl daha farklı çalışabileceğimizi araştırıyoruz.
Tango kültürünün ana vatanı 1865-1880 yılları arasında Arjantin- Buenos Aires. Arjantin o yıllarda ticarette, tarımda ve sanayide atılımlar yapan, büyük ekonomik zenginliklerin ortaya çıktığı bir ülke. Bu zenginlik kısa sürede Avrupa’dan büyük işçi göçlerini de beraberinde getirir. Fransa’dan, İspanya’dan, Portekiz’den, İtalya’dan ve diğer bazı Avrupa ülkelerinden gemilerle Buenos Aires limanına büyük işçi kitleleri akar. Ailelerini geride bırakıp gemilerle umuda doğru yola çıkan bu insanlar için buralar hemen bir cennet olmaz; hiç bilmedikleri yabancı topraklarda, ekonomik ve sosyal birçok problemler, hayal kırıklıkları yaşarlar.
Gün boyu oldukça zor işlerde, düşük ücretlerle çalışan işçiler için akşamları liman kentinin varoşlarında yer alan salaş eğlence mekânları, genelevler birer sığınak olur. İlk tango grupları da buralarda ortaya çıkar. Avrupalı ve Afrikalı göçmenlerle kıtaya ulaşan farklı müzikal renklerin yerel müziklerle etkileşimi tangonun da zamanla ana rengini belirler. On yıllar içerisinde dünyanın birçok yerinde, birçok tango stili ortaya çıkar ama klasik tango bugün bütün dünyada Arjantin Tangosu tanımıyla anılır.
Ortaç Aydınoğlu
Tangueros De Estambul veya sahne adlarıyla TangEsta genç bir tango topluluğu. Grup altı yıl önce kuruldu. Grubun kurucusu, Genel Sanat Yönetmeni ve Müzik Direktörü Ortaç Aydınoğlu, konservatuvarda klasik müzik eğitimi aldı ve birçok müzik türüyle ilgilendi.
Aydınoğlu’nun tangoyla bugün de süren tutkulu yolculuğu ise 12 yıl önce başladı. Akordeon çalıyor olmasının tangoyla buluşmasında önemli bir rol oynadığını ifade eden Aydınoğlu, Hollanda’da akademik tango eğitimi veren Codarts’da bir yıl tango eğitimi aldı.
Ardından klasik tangonun ana vatanı sayılan Arjantin’e, Buenos Aires’e giderek, klasik ve modern tangonun ustalarıyla çalışma şansı buldu.
Ortaç Aydınoğlu, Türkiye dönüşünde bir tango grubu kurmak için kollarını sıvadı. Önce konservatuvarda öğrencisi olan piyanist Baturay Yarkın’a düşüncesini açıkladı. Tango çalmanın yegâne yolunun tango müziği eğitimi almaktan, bilineni tersine çevirmekten geçtiğine inanan Aydınoğlu’nun teşvikiyle, klasik piyano eğitimi alan Baturay Yarkın da tango eğitimi için Codarts’ın yolunu tuttu. Sonra konservatuvardan arkadaşı olan ve Hollanda’da birlikte oldukları kontrabasçı Aydın Balpınar gruba katıldı. Geçen sürede gruba çeşitli sanatçılar dâhil olurlar. Kısa bir süre önce kemanıyla Gülfem Güler de gruba girdi.
Ortaç Aydınoğlu tarafından kurulan orkestra, uzunca bir hazırlık sürecinde, tango müziğinin köklerini araştırdı, karakteristik ögelerini inceleyerek ve stiller arasındaki farklılıkları keşfederek onları orijinaline en yakın şekilde icra etmeyi öğrenmek için çalıştı. Her biri profesyonel müzisyen olan orkestra elemanları bu süre zarfında, kendi alanlarında uzman birer tango müzisyeni olarak yetişti ve böylelikle orkestra, tüm elemanları profesyonel tango müzisyeni olan ve farklı stilleri icra edebilen bir dans ve gösteri orkestrası halini aldı.
Bandoneon-Piyano-Keman ve Kontrbastan oluşan tipik tango dörtlüsü (cuarteto tipica) olarak performanslarını sergileyen orkestra, projelere göre tipik altılı (sexteto tipica) veya daha büyük orkestra (Gran Orquesta Tipica) formlarına genişleyebiliyor.
Tango müziğini, köklerine bağlı olarak, danstan ayrı düşünmeyen bir anlayışa sahip olan orkestra, repertuvarını D’arienzo, Di Sarli, Troilo, Pugliese, D’angelis gibi, altın çağın önde gelen orkestralarından seçmelerle oluşturuyor.
Dünya Tango Günü
Tango müziğinin önemli isimlerinden Carlos Gardel’in doğum tarihi olan ve önce Arjantin’de ‘Ulusal Tango Günü’, sonra da dünyada ‘Dünya Tango Günü’ olarak kabul gören 11 Aralık’ta, TangEsta- Tangueros De Estambul (İstanbul Tangocuları) Kadıköy’de sahne aldı.
TangEsta- Tangueros De Estambul
Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’ndeki gösteride, grubun müzisyenleri ve dansçılarıyla tangonun büyülü dünyasına küçük bir yolculuk yaptık.Grup konserde Javier Arias’tan, Angel D’Agustino’ya; Francisco Canaro’dan, Osvaldo Pugliese’ye kadar çok sayıda usta bestecinin eserlerini ustaca yorumladı.
Ortaç Aydınoğlu, hemen her konserinde olduğu gibi, aralarda yorumladıkları tangolar hakkında küçük bilgiler vererek, dinleyicilerin şarkının ruhunu yakalamasını da kolaylaştırdı. Konser adeta küçük bir tango atölyesi gibiydi. Danslarıyla konsere renk katan Ilgın Tetikcan ve Ahmet Gezen’in performansları da izlenmeye değerdi.
TangEsta, ülkemize ilk gelişi çok eskilere dayanan tangoyu, geleneksel haliyle icra ederek kökleriyle yeniden buluşturmak ve Türkiyeli dinleyicisine sunmanın yanı sıra Türk tangolarını da Arjantin stilinde yeniden düzenleyerek dünyaya duyurmak ve yeni tangoların bestelenmesine, düzenlenmesine olanak sağlamayı amaçlıyor. Grup konserin finaline doğru Necip Celal Antel’in ‘Özleyiş’ tangosunu Ortaç Aydınoğlu’nun klasik Arjantin tangosu formundaki düzenlemesiyle yorumladı. Yorum ve danslar muhteşemdi. Konser görüntülerinden kurguladığım kısa bir bölümü şuradanizleyebilirsiniz.
TangEsta müzisyenlerini geçen yıl Açık Radyo’da konuk etmiş, tangonun ve grubun hikâyesini ilk elden dinleme şansını bulmuştum. Bu programın kaydını şuradan dinleyebilirsiniz.
Ortaç Aydınoğlu aynı zamanda bir radyo programcısı. Açık Radyo’da on beş günde bir cumartesi günleri yayınlanan El Fueye programında bizlere tangonun büyülü kutusunu açıyor. Eski program kayıtlarını şuradandinleyebilir, programı şuradan takip edebilirsiniz.
İlk albümleri “Tangueros De Estambul”u 2017 Nisan ayında dijital olarak piyasaya süren orkestra, aynı yılın Temmuz ayında Ahenk Müzik etiketiyle CD olarak da yayımladı. Çıkışlarından itibaren dansçıların dikkatini çekerek tango gecelerinin aranan orkestralarından olmayı başaran TangEsta, ulusal ve uluslararası birçok festivalde yer alıyor ve konser çalışmalarına devam ediyor. TangEsta’yı ilk fırsatta izlemenizi öneririm.
İspanya’nın Madrid kentinde bugün bitmesi planlanan BM İklim Zirvesi (COP25), Avustralya, Japonya, Brezilya, Şili ve Rusya gibi kirletici ülkelerin karbon kredileri, Paris Anlaşması’nın 6. maddesi gibi konularda direnmesi ve katılımcı ülkelerin taslak metin üzerinde uzlaşamamaları yüzünden uzadı. Halen devam eden görüşmelerin bu gece bitirilmesi planlanıyor.
Özellikle Avustralya ve Brezilya’nın Kyoto Sözleşmesi döneminden kalan kredileri yeni karbon piyasaları rejimine taşımak istemesi görüşmelerin tıkanmasına neden oluyor. Bu sabah açıklanan yeni taslak metinler, sivil toplum kuruluşları tarafından “çok zayıf ve kabul edilemez” bulundu.
Bir basın toplantısını düzenleyen örgütler, söz konusu metinlerin dünyadaki bütün insanlara karşı yapılan ihanet olduğunu belirtti.
Görüşmelerin son saatlerine gelindiğini belirten Greenpeace International’dan Jennifer Morgan, “Burada gördüğümüz şey ortaya çıkan metinlerin tamamen kabul edilemez olmasıdır. Bu, aynı zamanda, dünyanın dört bir yanındaki iklim krizinin etkilerinden mustarip insanlara ve onların harekete geçmek üzere çağrılarına ihanet anlamına gelir” dedi.
Şili başkanlığının tek bir işi olduğunu ve bunun da Paris Anlaşması’nın bütünlüğünü korumak ve onun sinizm ve açgözlülük yüzünden parçalanmasına izin vermemek olduğuna dikkat çeken Morgan şöyle konuştu:
“ Ve şimdi başarısız oluyor. Şili başkanlığının Paris metnine yaklaşımı, halkı değil, kirleticileri dinlediğini gösteriyor. Şili’nin kendi halkının sesini duymalıdır. Japonya ve Brezilya’nın bekleyip izlemesini, ABD ve gezegeni yok eden iki üç ülkenin kirleticileri insanlardan daha çok önemseyen karbon ticareti konusunda anlaşmaya varmasını engellemek için burada hepimiz ayağa kalkmalıyız.”
Şili başkanlığının hazırladığı taslak metnin, izlediği toplantılar arasında, son 10 yılda gördüğü en kötü ve hayal kırıklığı yaratan metin olduğunu belirten Power Shift Africa’dan Mohamed Adow ise şunları söyledi:
“Hem de bilim insanlarının emisyonlar artmaya devam ederse iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçları konusunda bizi uyardığı bir zamanda çıkıyor bu metin. Gençlerin, okuldaki çocukların milyonların sokaklara döküldüğü, iklim eylemi çağrısı yaptığı bir zamanda, buradan çıkacak Şili başkanlığının hazırladığı taslak metin, dünyanın her tarafındaki insanlara ihanet anlamına gelecektir.”
Berlin’de bulunan Leibniz Zentrum Moderner Orient’te araştırmacı olarak çalışan ve Potsdam Üniversitesi’nde doktorasına devam eden Juliane Schumacher’le iklim değişikliğiyle mücadele araçlarından biri olarak sunulan karbon aklama mekanizmalarıyla ilgili konuşmaya devam ediyoruz. Söyleşinin geçen hafta yayımlanan kısmında yenilenebilir enerjiye yapılan yatırımların nasıl karbon telafisi kredisi olarak satıldığını ve şirketlerin kendi salımlarını hiç azaltmadan bu yatırımları destekleyerek nasıl karbon-nötr unvanını kazandıklarını konuşmuştuk. İkinci kısımda konumuz ağaçlandırma ve orman tahribatını azaltma yoluyla karbon depolamayı vaat eden projeleri içeren pazarın nasıl kurulduğu ve bu projelerin nasıl işlediği.
Ya da kısaca söylersek: Ağaçlara yatırım yaparak karbon ayak izimizi temizleyebilir miyiz?
Hilal Alkan: Karbon telafi araçlarının satıldığı piyasaya baktığımızda çok sayıda ağaçlandırma ve orman koruma projesiyle karşılaşıyoruz. Pazarlama diline baktığımızda çok da mantıklı görünüyor. Biz çeşitli faaliyetlerimizle karbondioksit salıyoruz; ağaçlar da bu karbonu alıyor, dönüştürüyor ve depoluyorlar. Dolayısıyla ağaçlara yapılacak her yatırım, atmosferdeki sera gazlarının azalmasına neden oluyor. Ancak hikaye bu kadar basit değil diye tahmin ediyorum.
Juliane Schumacher: Ağaçlarla ilgili olan çok özel bir durum. O nedenle ağaçlandırma Kyoto Protokolü’nde Temiz Kalkınma Araçlarından biri olarak tanımlanmamıştı. Artık uzmanlar da ormanların karbon mekanizmasının bahsettiğin şekilde işlemediğini söylüyor. Gönüllü karbon piyasasındaki en ‘güvenilir’ aracılardan olan Atmosfair de orman projelerini portföyüne dahil etmiyor. Çünkü ormanlar da bizim gibiler. Canlılar ve nefes alıyorlar. Soludukları karbondioksiti ancak hayatta oldukları sürece bedenlerinde tutuyorlar. Sonbaharda yapraklarını döktüklerinde depoladıkları karbonun önemli bir kısmı yeniden açığa çıkıyor mesela. Köklerde ve gövdelerinde de depoluyorlar şüphesiz. Ancak ölüp çürümeye başladıklarında o karbon da salınıyor.
HA: Ama karbondioksiti oksijene de dönüştürüyorlar.
JS: Evet tabii, gün ışığı olduğu sürece. Ancak hesaplamalar bize gösteriyor ki burada da sayılar başa baş. Üstelik ormanların ne kadar karbondioksit alıp ne kadarını geri solduklarını tam olarak hesaplamak neredeyse imkansız. Zira ormanları bir fanusa yerleştiremiyoruz. Nefes alıp verişleri gün içinde ışığın durumuna göre bile değişiyor. Hesap yapmak çok zor zira toprağın cinsi, sıcaklık, yağmur, rüzgar vb. hep hesaba katılması gereken faktörler. Verilen sayılar çok kaba hesaplara dayanıyor. Üstelik yakın zamanlı çalışmalar yanlış idare edilen ormanların emisyon kaynağı dahi olabileceğini gösteriyor. O nedenle güvenilir projelerin hepsi ormanları dışarıda bırakıyor. Ancak şu anda özellikle havacılık sektöründen bu yönde büyük bir baskı var. Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) 2016 yılında Corsia isminde dev bir program başlattı. Çünkü toplumsal bir baskıyla karşı karşıyalar. Karbon salımlarını düşürmeyeceklerini ama ağaçlandırmaya yatırım yapacaklarını ve ağaçlardan telafi satın alacaklarını açıkladılar. Ancak burada bahsi geçen ormanların önemli bir kısmının orman değil de plantasyon olduğunu da akılda tutmak gerekiyor.
HA: Bu benim de dikkatimi çekti. Pek çok telafi projesinde ormanların iyileştirilmesinden kasıt kakao ya da kauçuk ağacı ekilmesi. Bunun orada yaşayan topluluklar için de iyi bir gelir kaynağı olduğunu yazarak projeleri pazarlıyorlar. Doğrusu ben bir plantasyonun nasıl olup orman olarak sayılabileceğini anlamıyorum.
Juliane Schumacher.
JS: En önemli eleştirilerden biri de bu zaten. Dediğin gibi plantasyonlar orman sayılamaz. Benim araştırmam REDD+ (Reducing emissions from deforestation in developing countries) projeleri üzerine. REDD+ Birleşmiş Milletler’in desteklediği, 2005 yılında UNFCCC toplantısında yaratılmış resmi bir karbon piyasa mekanizması. Sadece karbon telafisini değil kalkınmayı da hedefliyor. Bu projelerin mantığı insan topluluklarına ormana iyi bakmaları karşılığında bir miktar para vermek, çünkü ormanlar hayati bir değere sahip ve bu insanların yaptığı iş de bu hayati değerin korunmasına yönelik. Güzel bir fikir gibi duruyor ancak işin sonunda ortaya çıkan tablo bambaşka. Öncelikle toplulukların bu programın parçası haline gelmesi gerekiyor ki bu hazırlık süreci çok masraflı. Uzman şirketlerin çok miktarda veri toplaması ve izleme mekanizmalarının kurulması gerekiyor. Bunlar maliyet-yoğun süreçler.
HA: Bu sadece ağaçlandırma projeleri için mi geçerli yoksa koruma projeleri için de mi?
JS: Tamamı için geçerli. İki değerlendirme yapılıyor. Önce bir şirket değerlendirme yapıyor. Sonra ikinci bir şirket bu değerlendirmeyi kontrol ediyor. Yani süreçte finans şirketlerine büyük paralar aktarılıyor. Örneğin en katı standartlarla hareket eden Gold Standard’ın ortaklarına bakacak olursak pek çok finans şirketi ve bankanın bu süreçlerin parçası olduğunu görüyoruz. Bu değerlendirmeler inanılmaz pahalı. Yoksul ülkelerin ya da toplulukların bunun altından kalkması imkansız. Sadece büyük toprak sahipleri için cazip olabilecek bir şey. Zira var olan plantasyonları için fazladan bir para kazanıyorlar. Veya kamu arazileri için anlamlı. Onlar da bu masrafları kendileri karşılamıyorlar. Almanya gibi ülkelerin kalkınma fonlarından destek alıyorlar. Çoğu orman projesi henüz hazırlık aşamasında.
HA: İşin sonunda karbon piyasasında satılan da ağaçların bedenlerine aldıkları karbondioksit ve saldıkları oksijen, öyle değil mi?
JS: Evet. Bunun da bir ismi var: Ekosistem hizmetleri. 2007’de Almanya G7’nin başındayken TEEB diye bir platform ve program oluşturdu. Ekosistem hizmeti adını verdikleri bu şeyin değerini hesaplıyorlar. TEEB’in yöneticisi Deutsche Bank’ın eski CEO’su. Doğanın verdiği hizmetleri sayısallaştırıp paraya tercüme ediyorlar. Örneğin ağaçlar karbonu emerek ne kadar parasal değer açığa çıkarıyor? Veya, suyu makineler yerine toprak filtre ettiğinde ne kadar para cebimizde kalıyor? Ekosistem hizmetleri kavramının arkasındaki düşünce işte bu. Ve bu yaklaşım uluslararası çevre organizasyonlarında da en baskın olanı şu anda.
HA: Ekosistemler bu hizmetleri vermek üzere tasarlandığında neler oluyor biraz anlatabilir misin?
JS: Şu anda Senegal’le ilgili yeni bir araştırmanın hazırlıklarını yapıyorum. Orada yürütülen bir projeyle ilgili de epey okuma imkanım oldu. Bu proje McKinsey tarafından sertifikalandırılmış ancak Danone, Hermes ve birkaç başka büyük Fransız şirketi tarafından finanse ediliyor. Bu şirketler karbon-nötr oldukları iddiasında bulunabilmek için mangrov ormanlarıyla ilgili bu devasa projeyi destekliyorlar. Karbon telafilerini doğrudan bu projeden satın alıyorlar. Birkaç aracı var ama krediler karbon piyasasında serbest dolaşımda değil. Proje kapsamında binlerce ağaç dikildi. Ancak işin aslı ağaçları dikenler Senegalli kadınlar. Bir çevre örgütünün teşvikiyle gönüllü olarak bu işi yapmışlar ve karbon sertifikalarından filan haberleri olmamış. Yani ağaç dikmeyi kabul etmişler ancak bu ağaçların sağlayacağı faydayı uluslararası şirketlere satma konusunda rızaları alınmamış. Üstelik proje nedeniyle bazı bölgelerde balıkçılık faaliyetlerine de yasak getirilmiş. İşin sonunda proje çok da başarılı olmamış. Tek bir tür mangrov dikmişler ve o bölgeye uyum sağlayamayan genç ağaçların önemli kısmı ölmüş. Ancak proje başarısız olsa da Danone’nin suyu Evian karbon-nötr olmayı başarmış.
Senegal’de yeni dikilen mangrov ağaçları. Winifred Bird/Yale e360.
HA: Şu andaki araştırma sahan olan Fas’ta durum nasıl?
JS:Fas’ta üzerine çalıştığım henüz hayata geçmiş bir proje değil. O da REDD+ programının bir parçası. REDD+ şimdiye kadar sadece tropik iklimde kullanıldı. İlk kez Akdeniz’de de uygulanması deneniyor. Ben de bu örneğe bakıyorum. Projeyi fonlayanlar GIZ (Alman Uluslararası İşbirliği Teşkilatı) ve FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü). Henüz hazırlık aşamasında olan bir proje ve temel hedef orman idare yöntemlerini değiştirmek. Ancak Faslı orman yetkilileri bu projeyi kısmi olarak engellediler. Çok iyi eğitimli ve çok akıllı yetkililerden bahsediyoruz. Bu programın onların değil zengin bazı ülkelerin yararına olduğunu fark ettiler. Bahsi geçen orman çok yaşlı bir mantar meşesi ormanı, inanılmaz bir biyoçeşitliliğe sahip. Ancak mantar meşesi çok yavaş büyüyen bir ağaç. Hızlıca paraya tahvil etmenin imkanı yok. O nedenle 1950-1960 dolaylarında mantar meşesini kesip yerine hızlı büyüyen türlerden olan okaliptüs ve çam ekmişler. Ancak 1990’ların sonunda itibaren ormancılık yaklaşımlarını değiştirmişler. Yerel topluluklarla birlikte çalışmaya başlamışlar ve mantar meşesine geri dönmüşler. Meşeler de yeniden büyümeye başlamış. Çok başarılı bir yaklaşım yani. Ancak REDD+ başka bir yönetim anlayışını gerektiriyor. Mantar meşelerine yine yer yok, zira atmosferden istenen düzeylerde karbon çekmiyorlar. 2000’lerde biyoçeşitlilik için destekledikleri ağacı şimdi karbon mücadelesinde etkisiz diyerek kesmek istiyorlar. Yine daha çok karbon depolayan okaliptüs ve çama dönülmesini istiyorlar.
Mantar meşesi.
HA: Ama özellikle okaliptüs çok yayılmacı bir tür.
JS: Evet, sorun da o zaten. Eğer ağaçlara sadece karbon çekme kapasiteleriyle bakarsanız bir sürü yanlış proje üretmeniz mümkün. Bu nedenle Faslı orman idarecileri bu teklifi reddettiler.
HA: Peki bu tip projeler orman köylerini ve ormanda yaşayan toplulukları nasıl etkiliyor?
JS:Akdeniz’de henüz bilmiyoruz, çünkü uygulamaya geçmiş bir proje yok. Ancak örneğin Meksika’da Chiapas’ta uygulanıyor. Orada bir bölge Kaliforniya’yla eşleşmiş, REDD+ telafilerini doğrudan ve sadece Kaliforniya’ya satıyorlar. Bazı topluluklar bu projelerin parçası olmayı kabul ettiler ve ciddi miktarda para kazandılar. Başka bazı topluluklar ise ormanların metalaştırılamayacağını, ağaçların tek fonksiyonlarının karbon depolamak olmadığını söyleyerek reddettiler. Ancak her ülkede farklı durumlar söz konusu. Bazı ender örneklerde yerel toplulukların gerçekten yarar gördüğünü söyleyebiliriz. Zaten yapageldikleri şey için, yani ormanlarını korudukları için fazladan bir gelir elde ettiler, ediyorlar. Ancak çoğu vakada yaşanan bu değil. Devletler orman köylülerini ormanın dışına çıkmaya zorluyor veya büyük şirketler büyük orman alanlarını satın alıyor. Bu gibi durumlarda topluluklar büyük zarar görüyor.
HA: Yani yine pek çok kalkınma projesinde olanlar tekrarlanıyor. Sorunlarımızın kaynağı olan yaklaşımı, yani dünyadaki yaşamı paylaştığımız canlılara sadece fayda eksenli olarak bakmayı ve sonra da bu faydayı alınıp satılır hale getirmeyi bir kenara bırakmadığımız sürece herhangi bir projeye umut bağlamamızın da manası yok gibi duruyor. Bu öğretici sohbet için çok teşekkürler Juliane.