Ana Sayfa Blog Sayfa 1918

Yokoluş İsyanı aktivistlerinden Habertürk ve Yapı Kredi önünde eylem

İklim krizinin önüne geçilmesi için etkili ve acil adımlar atılması talebiyle bir araya gelen Yokoluş İsyanı aktivistleri İstanbul’da düzenlediği eylemler ile banka ve medya sektörünü hedef aldı.

“Gerçeği Söyle” yazılı tekne ile Habertürk ve Yapı Kredi Genel Müdürlüğü önüne giden eylemciler, buradan sektördeki diğer kurumlara da seslendi ve onlar için hazırladığı mektupları paylaştı.

Gelecekten manşetler

Ciner Grup bünyesinde faaliyet gösteren Habertürk’ün Beyoğlu’nda yer alan binası önüne giden iklim aktivistleri gelecekten manşetlerin yer aldığı gazeteleri ellerinde taşıdı.

Manşetlerde ise “Dünya’daki son altın madeninin ihalesi de Türkiye’de gerçekleşti”, “Grönland’a göç etmek için çekilen piyangoyu Türkiye’den otomotiv sanayi yöneticisi aile kazandı”, “Survivor’ın yeni çekimleri obruk cenneti haline gelen Konya’da yapılacak”, “Paniğe gerek yok! Dünya’da hala 30 tane ağaç var” başlıkları yer aldı.

Gelecekt

‘İklim krizini yok saymanız cehaletten değil suç ortaklığından’

Yokoluş İsyancıları, aralarında Habertürk, CNN Türk, ve Sabah-ATV medya kuruluşlarına hitaben yazılmış mektupları da çevreden geçen vatandaşlara dağıttı.

Mektupta, “İklim krizi hepimizin sorunu. Seller, orman yangınları, fırtınalar, kuraklık gibi felaketler yurttaşları evlerinden, işlerinden, canlarından ederken, bu olayların insan eliyle doğanın tahrip edilmesinin bir sonucu olduğunu gizliyorsunuz. Hem yurttaşların haber alma hakkını ihlal ediyorsunuz, hem de geleceğimizi karartan doğa tahribatına suç ortağı oluyorsunuz” ifadeleri yer aldı.

Gezegen 6’ıncı kitlesel yokoluşa sürüklenirken, iklim krizinden daha önemli bir gündem konusu olmadığının belirtildiği mektupta “İklim krizini yok saymanız bu konudaki cehaletinizden kaynaklanmıyor. Krizin sorumluları olan fosil yakıt şirketleriyle ortak çıkarlarınız apaçık ortada. Artık gerçeği söyleyin. Medyayı da fosil yakıtlar karartıyor” denildi.

‘Ciner Grubu’nun termik santrallerini haber yapın’

Habertürk’te çalışan gazetecilere seslenen eylemciler “Habertürk’ün de mensubu olduğu Ciner Grubu’nun Silopi’de, Çayırhan’da, Konya Ilgın’da, Kazan’da sahip olduğu termik santrallerin halkın tarım alanlarını nasıl gasp ederek ele geçirmeye çalıştığını, itiraz eden köylülerin jandarma tarafından engellendiğini haber yapın” dedi.

CNN Türk’ün Demirören bünyesinde faaliyet gösterdiğini hatırlatan aktivistler “Demirören’in enerji sektöründeki Milangaz şirketi sözde çevre dostu LPG, otogaz ve tüpgaz satmakta. Shell & Turcas, Petrol Ofisi, Lukoil, Total ve BP firmaları ile toptan satış anlaşması var. İklim krizi gittikçe derinleşirken, sera gazı emisyonları ve servetiniz birlikte artıyor” ifadelerini kullandı.

‘Cerratepelilerin mücadelesini haber yapın’

Artvin’de barındırdığı 125 endemik bitkiyle koruma alanı olan Hatila Milli Parkı sınırları içinde maden arama ruhsatları Sabah ve ATV’ye sahip olan (Turkuvaz Medya) Zirve Holding ortaklığında Artvin Maden İşletmeleri’ne verildiği hatırlatılan mektupta gazete çalışanlarına şu çağrıda bulunuldu:

Cerattepelilerin 25 yıldır süren mücadelesini haber yapın. Hatila Vadisi’ndeki yaban keçisi, sansar, porsuk gibi memelilerinin, yırtıcı kuşların ve ünlü Hopa engereğinin yaşam alanlarının tehlike altında olduğunu haber yapın. Bizim geleceğimizin vadideki ladin, göknar, sarıçam ağaçlarının geleceğine bağlı olduğu gerçeğini haber yapın.

‘Çevre muhabirleri işe alın’

Mektupta medya kuruluşlarına yönelik talepler ise şu şekilde sıralandı:

  • İklim krizi hakkında gerçeği söyleyin; İklim acil durumu ilan edin ve haberlerinizi buna göre şekillendirin
  • İklim krizinin öneminin farkında çevre muhabirleri işe alın.
  • İklim krizine sebep olan fosil yakıt, madencilik, enerji şirketlerinin reklamlarını yayımlamayın veya haber adı altında propaganda ile desteklemeyin.
  • Türkiye’nin 2015’te imzaladığı ancak politikacıların meclisten bir türlü meclisten geçiremediği Paris İklim Anlaşmasının uygulanması için siyasi aktörlere baskı yapın.

Yapı Kredi önünde eylem: Temiz enerjiyi finanse et

Yapı Kredi Genel Müdürlüğü’nün Karaköy’deki binasına giden eylemciler burada da “Aynı gemide değiliz” ve “Kirleticileri değil, temiz enerjiyi finanse et” yazılı dövizler taşıdı.

Burada Yapı Kredi ve Garanti BBVA’ya ithafen yazılmış mektuplarını paylaşan eylemciler “Bankaların kömür, petrol ve doğal gaz sektöründe faaliyet gösteren şirketlere finansman aktardığını biliyoruz. Yurttaşların bankaya yatırdığı paranın ekolojik yıkıma ve iklim krizine hizmet edecek şekilde kullanılmasını istemiyoruz. Kirleten endüstrilerden tamamen vazgeçmenin vakti çoktan geldi” çağrısında bulundu.

Fotoğraf: Eren Aytuğ

‘Finanse ettiğiniz termik santralleri nasıl açıklıyorsunuz?’

Garanti BBVA’nın İklim Değişikliği Eylem Planı hazırladığını hatırlatan eylemciler “Peki finanse ettiğiniz termik santralleri nasıl açıklıyorsunuz?” sorusunu yöneltti.

Mektupta “Adana’daki Yumurtalık Termik Santrali, Zonguldak’taki ZETES III Termik Santrali, Silopi Termik Santrali, Bolu Göynük Termik Santrali, İskenderun Termik Santrali, Kütahya’daki Seyitömer Termik Santrali, İzmir’deki İzdemir Termik Santrali’ni siz finanse ettiniz” denildi.

‘Doğayı sermaye görüyorsunuz’

Yapı Kredi’nin de “sürdürülebilir” ve “çevreci” hedeflerden bahsederken aynı zamanda doğayı sermaye olarak görmeye devam ettiği belirtilen mektupta şu ifadeler yer aldı:

Yatağan, Çatalağzı, Kangal, Çan II termik santrallerinin özelleştirmelerini finanse ettiniz. Tufanbeyli Termik Santrali’nin de finansmanını üstlenen bankalardan biri de sizsiniz. İkizköyü susuz bırakan Yeniköy, Kemerköy, termik santralinin finansmanında da adınız geçiyor. Bunun dışında dört doğal gaz santralini, bir doğal gaz dağıtım şirketini, 11 elektrik dağıtım şirketini, bir rafineriyi, 18 HES projesini de finanse ettiniz.

Fotoğraf: Eren Aytuğ

‘Adil dönüşümün ortağı olun’

Mektupta fosil yakıt endüstrisini destekleyen bankalara yönelik şu talepler sıralandı:

  • Fosil yakıt şirketlerini, rafinerileri, madencilik faaliyetlerini ve doğa tahribatına sebep olan sektörleri finanse etmeyin.
  • Finanse ettiğiniz fosil yakıt projelerinden hızla çekilin ve yeni projeleri finanse etmeyin.
  • Çocukların geleceğine, doğaya, biyoçeşitliliğe saygı duymayan yatırımları desteklemeyin.
  • Tekelleri değil, toplulukları ve kooperatifleri destekleyin.
  • İklim felaketinin değil adil dönüşümün ortağı olun.

Maden ve enerji sektörüne çağrı

Yokoluş isyanı aktivistlerinin hedef aldığı diğer kurumlar da maden ve enerji sektöründeki Cengiz Holding, Limak Holding ve Sabancı Holding oldu.

Bu üç holdinge hitaben mektup yayınlayan eylemciler şirketlerin sebep olduğu yıkımlara dikkat çekti. Mektupta şu taleplere yer verildi:

  •  Bu kirli yatırımlardan vazgeçin, yaptığınız tahribatı onarın
  • Kar değil insan ve doğa odaklı yatırım yapın
  • Çalışanlarınızı mağdur etmeyin: temiz enerji ve onarımla ilgili yeşil sektörlerde istihdam sağlayın

 

 

Kanal İstanbul etkinliğine polis engeli: Otobüsler bekletildi, iki kişi gözaltına alındı

Kanal İstanbul projesine karşı çıkan kurum ve vatandaşların katılımıyla oluşan Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu’nun Yeniköy’den Karaburun’a yapacağı yürüyüş İçişleri Bakanlığı’nın kararıyla engellendi.

Polis, yürüyüş güzergahına ulaşmak için Kadıköy, Şişli, Küçükçekmece ve Avcılar’dan kalkacak otobüslerin hareketini engelledi.  Koordinasyon üyeleri engellemenin hukuksuz olduğunu belirterek tepki gösterdi.

Yasak kararında  2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu‘nun “toplantıların milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla yasaklanabileceği” yönündeki maddesi gerekçe gösterildi.

Kadıköy’de iki gözaltı

Engelleme üzerine otobüs kalkış noktalarında koordinasyonun basın açıklaması okundu. Kadıköy’de yapılan basın açıklamasında “Rantsal tayyip” sloganı gerekçe gösterilerek iki kişi gözaltına alındı.

Koordinasyon tarafından yapılan açıklamada “Bugün Yeniköy‘e, Karaburun‘a, Durusu‘ya gitmemize engel olsanız da bilin ki bu kanalı size yaptırmayacağız. Giresun’da yaşananların İstanbul’da da tekrar etmesine izin vermeyeceğiz” ifadeleri kullanıldı.

‘Kolluk kuvvetleri köydekileri tehdit ediyor’

Kolluk kuvvetlerinin etkinlik sırasında ziyaret edilecek köylerde de halkı tehdit ettiğini belirten Koordinasyon, “İktidarın kolluk kuvvetleri, il jandarma komutanı ve emrindekiler günlerdir ziyaret edeceğimiz köylerde halkı tehdit ediyor” dedi.

Yapılan basın açıklamasında “Kanal İstanbul projesi, kentli hakkını yok sayan, toplumun, gelecek kuşakların ve tüm canlıların yaşam hakkını gasp eden bir projedir” denildi. Devamında ise şu ifadelere yer verildi:

Kilometrelerce genişlikte bir alanın tüm hassas ekolojik alanları, ormanları, tarım alanları, meraları, su havzaları üzerinde baskı oluşturan bu plan, bölgede yaşayan her bir canlının yaşam alanını yok eden, yaşamsal kaynaklarını elinden alan ve böylelikle yaşam hakkını gasp eden bir niteliğe haizdir.

Rant Kanalı’nı yapmak isteyenler; Yeniköy, Durusu, Karaburun gibi bölgede yer alan tüm köylerde verimli tarım arazilerini, önemli su kaynaklarını, meralarını, Kuzey Ormanlarını, eşine az rastlanır kumullara sahip kıyılarını yok etmek istiyorlar! Bu bölgeyi imara açıp rant yaratmaktan başka hiçbir derdi olmayanların yerinden edecekleri, yok edecekleri köylerde yaşayanlar, leylekler, böcekler, karacalar, lahanalar buranın asıl sahibidir!

‘Neden depreme harcanmıyor’

Deprem tehdidini her an hisseden, sevdiklerinin hayatından kaygı duyan İstanbullular olarak soruyoruz: Hepimizin hayatı tehlikedeyken 110 milyar lira neden yıkılacağı kesin 50 bin belki de daha fazla konutun yenilenmesine değil de bir avuç zenginden başka hiç kimseye fayda sağlamayacak bir rant projesine gidiyor?

İstanbul’u yok etme projesi olan Kanal İstanbul’a karşı, İstanbul’un son köylerini, tarım alanlarını, Kuzey Ormanları’ndan kalan ne varsa yok etmeye karar veren rantçılara karşı kararlı bir şekilde mücadele ediyoruz.

Bu proje akla, bilime, hukuka, halkın iradesine karşıdır. Sadece insanlara değil, bütün canlılara zarar verecek bir projedir. Adeta İstanbul’a, hava, su orman, deniz eko sistemlerine yani canlı yaşama karşı açılmış topyekûn bir savaştır.

‘Pandemi bahane, rant şahane’

Biz İstanbullular olarak, bir avuç zengin daha zengin olsun diye, vatandaşın evine el koyulmasına, susuz kalmaya, Marmara Denizi’nin ölü deniz haline gelmesine, hafriyat kamyonlarının zehir saçmasına, oksijen kaynağımız Kuzey Ormanlarının tamamen yok olmasına ve binlerce yıllık kent belleğinin ortadan kaldırılmasına izin vermeyeceğiz. Hangi bahane ile olursa olsun, yürüyüş ve etkinliklerimizin engellenmesine sessiz kalmayacağız.

Farklı noktalarda eş zamanlı olarak okunan basın açıklaması “Bütün yurttaşlarımızı yaşamı, doğayı, çocuklarımızı savunmaya davet ediyoruz. Katılın durduralım İstanbul’u birlikte kurtaralım” ifadeleriyle sona erdi.

Adım adım plastiksizleşmeye doğru

Hatırlarsanız 2020 başı itibariyle plastik atık ithalatı yeniden düzenlenmiş ve ithalat belgesine sahip olan firmaların ithalat izinleri kapasitelerinin %80 ‘i ile sınırlandırılmıştı. Bundan da önce plastik poşetin sadece belirli kalınlıklarında olanları, yine sınırlı alanlarda ücretlendirilmişti. İşte bu iki düzenleme Akdeniz’e en fazla plastik atık boşaltan Türkiye’nin bu atıkları azaltmada aldığı “en önemli” kararlardı.

Ayrıca sınırlı uygulama alanına sahip sıfır atık projesi olduğunu da eklemekte fayda var. Uygulamada oldukça sınırlı kaldığı ve henüz kayda değer bir yol kat edemediği için sıfır atık projesini şimdilik es geçiyoruz. Bu kararlara bir yenisi daha eklendi O da %80 olan çöp ithalatı kotasının %50’ye daraltılmasıydı. Bunda BBC’nin yaptığı haberin, INTERPOL’ün yayınladığı raporun ve Greenpeace’in çabalarının etkisi oldu dersek abartmış olmayız.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı atık ithalatında kota oranının %50’ye düşürülmesine ilişkin olarak, “Geri dönüşüm sektörünün ham madde ihtiyacını yerli plastiklerden karşılamasını sağlayacak son düzenlemeyle yüksek miktarda atık ithalatını önleyecek ve sektördeki binlerce çalışan için istihdam imkânı oluşturulacak” bilgisini verdi. Bunun pratikte böyle bir sonucu olacak mı göreceğiz ancak atık ithalatında bir azalmaya neden olacağı kesin. Tabii bir “kılıfına uydurma” ve “etrafından dolanma” ülkesi olan Türkiye’de hiç bir şeyin beklendiği gibi olamadığını da eklemekte fayda var. Bunu plastik poşet ücretlendirilmesi uygulamasında açıkça gördük. Hatırlarsanız marketlerde ücretli verilen poşetin kullanımı azalırken, ücretsiz verilen poşetlerde durumun hiç de parlak olmadığını biliyoruz. Çöp ithalatında da durum böyle mi olacak göreceğiz.

En büyük kirletici Çin, en büyük adımları atıyor

Peki, Türkiye’de bu değişiklikler olurken dünyada nasıl bir değişim meydana geliyordu? Bu konuda en cesur adımları Çin attı dersek hata yapmış olmayız. Dünyanın en büyük kirletici ülkesi, kirleticilerin azaltılması konusunda da ciddi adımlar atarak bu unvandan kurtulmaya çalışıyor diyebiliriz. İlk olarak 2018 yılında plastik atık ithalatına büyük bir sınırlama getiren Çin, daha sonra geri dönüştürülmüş plastiklerden üretilen kalitesiz ham maddelerin ithalatını da yasakladı.

Bunun yanında neredeyse metal dışındaki her türlü atığın ithalatını yasaklama adımı da atarak, adeta “bana çöp göndermeyin” mesajını güçlü bir şekilde iletti. Öyle ki birçok taşımacılık firması, varış adresi Çin olan atıkları taşımakta hiç de istekli değiller artık. Çünkü büyük ihtimalle geri gönderilecekler. Çin attığı adımları sadece atık ithalatını sınırlandırma aşamasında bırakmıyor. 2025 yılına kadar ortaya koyduğu plastik azaltım stratejisiyle bu konudaki ciddiyetini de göstermiş oluyor. Buna göre, 2025 yılına kadar köpük tabaklardan, plastik kulak çöplerine, pipetlerden, plastik poşetlere kadar birçok işe yaramaz olan ve sadece plastik üreticilerini zengin etmeye yarayan plastiklerin yasaklanması hedefleniyor. Bu yasak hem üretimde hem de tüketimde gerçekleşecek.

Bunun bir benzerini Avustralya gerçekleştiriyor. Avustralya’nın güney eyaleti de tek kullanımlık birçok plastiği 2021 yılında yasaklamayı hedefliyor. Daha önce de benzer bir yasağı Hindistan’ın bir eyaleti gerçekleştirmişti. Benzer yasakları ve kısıtlamaları ABD eyaletlerinde de görmek mümkün. Bu listeyi uzatabiliriz.

Plastikçilerin lobi faaliyetleri ve kota en büyük engel

Tüm dünyada plastiksizleşmeye doğru bir yönelim olduğunu söylemek mümkün. Ancak paralel olarak plastik endüstrisinin de plastik üretimini arttırmaya yönelik önemli girişimleri söz konusu. Türkiye de dâhil birçok ülkede plastik üreticileri özellikle pandemi döneminde kendi endüstrilerinin desteklenmesi için devletler nezdinde ciddi lobi faaliyetleri sergiliyorlar. Üstelik bu faaliyetlerini akademiden, basın yayın kuruluşlarına kadar birçok farklı cephede gerçekleştiriyorlar. Yeri geliyor ülkelerin atıksızlaşma politikalarını sözümona desteklediklerini göstermek için ne anlama geldiği bile belli olmayan paneller düzenliyorlar; yeri geliyor Forbes gibi dergilerde “fakirlerin yaşam standardını plastikle yükseltmek” gibi sömürgeci refleksli yazılar yazdırıyorlar ve yeri geliyor ülkeye döviz getirecekleri iddiasıyla Mersin ve Adana’da da olduğu gibi petrokimya fabrikaları kurulması için para musluklarını açıyorlar.

Tüm bunların ortak noktası uzun vadede azalma eğilimine girmesi beklenen plastik tüketimini ve üretimini arttırmak. Çünkü 2050 projeksiyonlarını milyar tonlara çıkartmış vaziyetteler. Plastik endüstrisinin plastik bağımlılığını arttırmak üzere gerçekleştirdiği çabaları sadece yazı yazmak ve konferans düzenlemek değil elbette. Plastik kullanımının sınırlandırılması ve çöp ithalatının yasaklanması gibi girişimlerin de engellenmesi için ciddi lobi faaliyeti yürütüyorlar. Bu anlamda başarılı da oluyorlar zaman zaman.

Hatırlayın Türkiye’nin plastik ithalatını imkansız hale getirecek vergi düzenlemesi girişimini bir gecede bu lobiciler iptal ettirmiş ve ne anlama geldiği belli olmayan kota sistemine bizi mahkum etmişlerdi. Benzer girişimleri başka ülkelerde de görmek mümkün.

Sonuç olarak plastiksizleşme yolunda dünya çok geniş adımlar atarken bizim parmak ucuyla ilerlememizin altında da bu plastik üreticisi lobicilerin etkisi var mıdır doğrusu merak ediyorum. Cevabı belli olsa da bu konuda kesin bir şey söylemek şimdilik zor. Umarım plastiğin zaruri/hayati alanlar dışında kullanımının samimi olarak azaltılmasını hedefleyen adımların atıldığını kısa zamanda görebiliriz.

Doğanın temel taşı mı var?

Birkaç gün önce sosyal medya araçlarından birinde, bir hesaptan çok güzel bir ağaç fotoğrafı ile birlikte şu sözler paylaşılmıştı:

“Doğanın temel taşı ağaçlardır.”

Bütünüyle iyi niyetli bir paylaşım olduğunu biliyorum. Fakat ağaçlara olduğundan fazla bir değer yüklemenin sakıncalı sonuçları da olabilir ki, bundan kaygılanmıyor değilim.

Önce şu noktayı açıklığa kavuşturalım. Doğada “temel taş” diye bir kavram yok. Yani doğayı, temeli oluşturan(lar) ve yardımcı rollerdekiler diye gruplara ayıramayız. Doğa bir bütündür ve bu bütünün canlı ya da cansız tüm unsurları doğanın bütünlüğü açısından aynı derecede önemlidir.

Ağaçlara temel taş dersek, örneğin, toprağa ne diyeceğiz? Okyanuslarda yaşayan ve dünyanın en büyük oksijen üreticisi, aynı zamanda da karbon yutağı olan fitoplanktonlar için kullanacağımız sıfat ne olacak peki? Pek çok insan, eminim ki yalnızca hastalık yaptığını sandığımız mikroskobik canlılar olmasa dünyanın nice olacağını akıllarının ucundan bile geçirmemiştir. Dünya nice olurdu bilmem ama öyle bir dünyada insanın olamayacağını çok iyi biliyorum.

Fitoplankton.

Tek tek unsurlar değil, bütünlük önemli

Ekoloji bilen hiç kimse ekosistemdeki şu ya da bu unsura diğerlerinden daha fazla bir değer atfetmez. Çünkü bütünlüğü, dengesi ve karşılıklı ilişkileri ile ayakta duran ekolojik sistemde her unsurun vaz geçilmez bir rolü bulunur.

Ağaçlar elbette insanın en yakından gözlemleyebildiği, işlevlerini en derinden hissedebildiği canlılardır. Gölgesinde oturur, heybetinden büyülenir, meyvelerinden beslenir, odunuyla ısınırız. Bu kadar mı? Hiç olur mu? Ağaçlardan yararlanma şekillerimizin tamamını buraya yazmaya kalksam değil bir yazı, beş yazı bile yetmeyebilir. O nedenle ağaçlara duyduğumuz minnettarlık ve onlara atfettiğimiz değer anlaşılır bir durum oluşturur.

Gelin isterseniz, konuyu biraz daha kapsamlı analiz edebilmek için dünyanın oluşumu ve canlıların evrimi açısından önemli birkaç kronolojik bilgiyi gözden geçirelim:

Yaklaşık olarak 15 milyar yaşında olduğu düşünülen evrende Big Bang denilen patlama ile dünyanın 4,5 milyar yıl önce ortaya çıktığı tahmin ediliyor. İlk organik moleküller 4 milyar, ilk tek hücreli canlılar ise 3,6 milyar yıl önce ortaya çıktı. Çok hücreli canlıların ortaya çıkması ise bundan 1,7 milyar yıl önce gerçekleşti. Yani tek hücreli canlılarla çok hücreli canlılar arasında neredeyse 2 milyar yıllık bir zaman dilimi var.

Kara bitkilerinin öncüsü sayılan yeşil algler ise bundan yalnızca 500 milyon yıl önce evrimleşti. Daha sonra ise yosunlar ve ciğer otları gibi iletim boruları olmayan, yerçekimi ile mücadele edemeyen bitkilerin ortaya çıkışı geliyor. İletim borusu bulunan ilk bitki sayılan “Cooksonia”ların ortaya çıkışı 433 milyon yıl önce gerçekleşti. Bitkilerin odunsu doku oluşturmaya başlaması için “Cooksonia”lardan sonra 50 milyon yıl daha beklemek gerekti. Bundan 380 milyon yıl öncesi ilk ağaç cinsi olarak kabul edilen “Archaeopteris”in evrimleşmesine işaret ediyor. Özetlemek gerekirse dünya üzerinde yaşamın başlamasından ağaçların oluşmasına kadar geçen süre 3 milyar yıldan daha fazla. Diğer bir ifadeyle 4,5 milyar yaşındaki dünyada, bu yaşın üçte ikisinden daha fazla süre boyunca yaşam vardı ama ağaçlar yoktu.

Değişim ve devamlılık esas

Konuyla doğrudan ilişkili olmasa da zaman ölçeğini daha iyi algılayabilmek için hayvanların evrimi ile ilgili şu bilgileri de ekleyelim: İlk balıklar 430 milyon, ilk sürüngenler 350 milyon, ilk memeliler 230 milyon, ilk primatlar 55 milyon, insan dediğimiz Homo sapiens ise yalnızca 200 bin yıl önce evrimleşti. Ve yalnızca 10 bin yıldır tarım yapıyoruz.

Doğa ya da ekosistemin en önemli özelliklerinden biri değişim ve devamlılıktır. Koşullar değiştikçe yeni ilişkiler ve yeni dengeler ortaya çıkar. Koşullar doğal nedenlerle değişebileceği gibi insan etkisiyle de (örneğin sera gazı salımları ve iklim değişikliği) değişebilir. Mutlaktır ki doğanın bütün bu değişimlere bir yanıtı olacak, yeni dengeler oluşacak, yeni ilişkiler şekillenecektir.

Dünyanın yaşı olan 4,5 milyar yılı bir yıl, yani 365 gün olarak kabul etseydik ağaçlar yalnızca son 31 günde dünya üzerinde olacaktı. İnsan ise yalnızca son 23,36 dakikada. Tarım yapmaya ve dünyayı değiştirmeye başladığımız dönem sadece ve sadece son 1,16 dakika. 250 yıllık endüstri devrimi sonrası süreç ise, sıkı durun, topu topu 1,75 saniyeye karşılık geliyor.

Doğaya bütüncül bakmak zorundayız. Bütüncül bakış yalnızca mevcut ilişkileri kapsamamalı, aynı zamanda zaman ekseninde de bütüncüllük içermeli. Ne ağaçlar ne de başka bir canlı form veya cansız unsur doğanın temel taşı filan değil. Doğada temel taş diye bir şey yok çünkü. Her şey değişime tabi ve hiçbir şey kalıcı değil. Anlık olarak mevcut ilişkilere saygılı olmak zorundayız. Hiçbir unsura daha fazla önem bahşedemeyiz. Hele hele son 23 dakikanın figürü insana, hiç…

Türkiye’den ve dünyadan çevre odaklı başarılı KSS uygulamaları

Önceki haftalardaki yazılarımda şirketlerin yürüttüğü kurumsal sosyal sorumluluk (KSS) uygulama ve projelerinden bahsetmiştim. Bu hafta birisi Türkiye’den diğeri dünyadan iki KSS uygulamasını gündeme getirmek istiyorum. Bunu şirket reklamı olarak algılamayın lütfen. Çevre ve toplum için olumlu adımlar atan firmaları açıklamanın ve teşvik etmenin doğru bir davranış olduğunu düşünüyorum.

Bu uygulamalardan ilki ülkemizde çevre konusunda T. İş Bankası sponsorluğunda, TEMA Vakfı ve Tarım ve Orman Bakanlığı’nca yürütülmüş olan “81 İlde 81 Orman” projesi. İkincisi ise büyük bir küresel şirket olan Unilever’in yaşama geçirdiği çok kapsamlı ve çevre odaklı bir KSS stratejisi olan “Sürdürülebilir Yaşam Planı” (Sustainable Living Plan). Bu iki uygulamaya yakından bakmak, hem şirketlerin çevre konusunda attıkları olumlu KSS adımlarının örneklerini görmek, hem de bunlar arasındaki niteliksel farkı anlamak açısından faydalı olacak.

81 İlde 81 Orman

T. İş Bankası, Atatürk’ün isteği ve kısmen kendisinin de koyduğu sermaye ile 1924 yılında kurulmuş bir Cumhuriyet bankası. Bugün itibarıyla ülkenin en büyük özel bankalarından birisi ve KSS’ye çok önem veren bir kuruluş. Özellikle kültür, sanat ve eğitim alanlarına yoğunlaşmış birçok faaliyet ve projeleri var. İş Bankası Kültür Yayınları, alanında en öncü kuruluşlardan birisi. Ama bu yazıda T. İş Bankası’nın çevreyle ilgili bir KSS projesi üzerinde duracağım.

“81 İlde 81 Orman” projesi T. İş Bankası sponsorluğunda yürütülmüş bir proje. Bankanın internet sitesinde yer alan bilgiye göre “Çevrenin korunması ve başta çocuklar olmak üzere halkımızın çevre konusunda bilinçlendirilmesi amacıyla Bankamız, TEMA Vakfı ile Tarım ve Orman Bakanlığı işbirliğinde 2008 yılı sonunda ülkemizdeki en büyük ağaçlandırma projesi olan “81 İlde 81 Orman”ı hayata geçirdi. Projemiz kapsamında 81 ilimizde yaklaşık 1.500 hektar alana 2.205.000 adet fidan dikildi. 

“81 İlde 81 Orman” projesinin dikimlerini 2012’de tamamlayan Bankamız, 22 hektarlık alanda 35 bin 200 fidanla 82’nci ormanını TEMA Vakfı ile Kuzey Kıbrıs Orman Dairesi işbirliğiyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde kurdu. Fidan dikimi tamamlanan sahalarda 5 yıl boyunca bakım çalışmaları yapıldı. Düzenli olarak kontrol edilen sahalarda tutmayan, kuruyan veya hayvan tahribatına maruz kalan fidanların yerine yeni fidanların dikimi gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen tamamlama dikimleri ile birlikte dikilen fidan adedi 3.000.000’u aştı. Bu sayede dikim sahalarının ormana dönüş oranı %84 üzerinde gerçekleşti. Orman alanlarımızda canlı yaşamı ve ekosistemi oluşmaya başladı.”

Görüldüğü üzere “81 İlde 81 Orman” projesi, hem büyüklüğü, yaygınlığı ve uygulama süresinin uzunluğu hem de bir özel bankanın sponsorluğunda ilgili Bakanlığın ve bu konuda önemli bir STK’nın katılımıyla hayata geçirilen çok katılımcılı bir uygulama olması nedeniyle oldukça dikkat çekici bir proje.

Unilever

Unilever, 1929 yılında Hollandalı ve İngiliz iki şirketin birleşmesiyle kurulmuş küresel bir şirket. Dünyanın aşağı yukarı her ülkesinde faaliyet gösteren Unilever’in 2019 küresel satış rakamı 52 milyar Euro civarında. Şirketin günlük yaşamda hepimizin bir şekilde kullandığı gıda, temizlik, kişisel bakım ve sağlık alanlarında 400 kadar bilinen markası var.

Unilever’i bu yazının konusu yapan özellik ise KSS’ye yaklaşımındaki öncü rolü. Unilever, 1990’lı yıllardan beri sürdürülebilirlik kavramının önemini kavrıyor bu alanda çeşitli girişimlere destek oluyor veya başlatıyor. Unilever 2010 yılında “Sürdürülebilir Yaşam Planı” adı altında 10 yıllık yeni vizyonunu şöyle belirliyor: “Firmanın çevresel etkisini azaltarak iş hacmini iki katına çıkarmak!”

Bir başka anlatımla, hem firmanın pazar payını artırmayı hem de çevre üzerindeki olumsuz etkileri azaltmayı hedefliyor. Bu kapsamda müşterileri en başa koyarak, çalışanlar, yatırımcılar, tedarikçiler ve içinde faaliyet gösterdiği toplumları da içine alacak şekilde şu somut hedefleri belirliyor:

  • Üretimde ve müşteri tüketiminde sera gazı salımını ve firma ürünlerinin kullanımının yol açtığı su tüketimini azaltmak
  • Üretimde tarımsal hammaddeleri sürdürülebilir kaynaklardan temin etmek
  • Çöpe giden atığı düşürmek
  • Dünyanın dört yanında kitlelere ulaşarak el yıkama ve tuvalet eğitimleri vermek, temiz su sağlamak, diş bakım programları sunmak
  • Küçük üreticilerden tedarik edilen girdileri artırmak
  • Kadınlara yönelik güvenlik ve yetenek geliştirme programları sunmak, firma yöneticileri arasında kadın oranını yükseltmek
  • Çalışanlara adil ücret vermek…

Bu hedefler doğrultusunda hedeflediği paydaş kitlelerini de işin içerisine katarak çalışmalara başlıyor ve 2020 itibarıyla bu hedeflerin birçoğuna ulaşılıyor. Örneğin, üretimde sera gazı salımı %65, ton başına su tüketimi %47 ve ton başına çöpe giden atık %96 düşürülüyor. Kadın yönetici oranı %51’e çıkıyor.

Ama bazı hedeflere tam ulaşılamıyor. Örneğin, tarımsal hammaddelerin sürdürülebilir kaynaklardan temininde %100 yerine %62’ye ulaşılabiliyor. Firma ürünlerinin çöpe atılmasından kaynaklanan atık ise %50 yerine %32 azaltılıyor. Unilever 2020 yılında da 2030 için hedefler belirliyor. Bu hedefler, sera gazı salımını, su tüketimini ve atık miktarını 2020 seviyesine göre yarı yarıya azaltmak ve üretimde kullandığı tarımsal hammaddeyi %100 sürdürülebilir kaynaklardan sağlamak olarak belirlenmiş. Bunun dışında firma ilgili birçok alanda farklı girişimlerde bulunuyor ve kendisinin uyguladığı KSS ilkelerinin firmalar arasında yaygınlaşması için de çaba harcıyor.

Unilever’in bu dönüşümü toplum ve çevre açısından son derece olumlu bir adımken, şirketlere sadece yatırımcı gözüyle ve kısa vadede elde edilen kar açısından bakan yatırım ve iş çevrelerinin bir kısmından ciddi tepki aldığını ve genel müdürün görevden alınması için kampanya bile başlatıldığını görüyoruz. Bu nedenle, özellikle halka açık bir şirkette bu tür bir dönüşümü yaşama geçiriyorsanız yatırımcılardan gelebilecek bu tür saldırılara karşı koyabilmek açısından çevreye ve topluma duyarlı uygulamaları yaşama geçirirken ticari ve mali performansınızın düşmemesini de sağlamanız gerekiyor.

Unilever’in bu süreçteki mali performansına baktığımızda sürdürülebilir ürünlerindeki kar marjının daha yüksek gerçekleştiğini görüyoruz. Ayrıca, KSS ilkelerini içselleştirmiş bir firma olarak en çok çalışılmak istenilen firmalardan birisi haline geliyor ve yetenekli elemanları kendisine çekebiliyor. Dolayısıyla, firma sadece doğru ve iyi olanı yapmakla kalmıyor, bu işten ticari olarak karlı da çıkıyor.

KSS’den ne anlıyoruz?

Yukarıda ele aldığım iki KSS örneği, KSS konusundaki önemli bir ayrımı vurgulamama imkan veren iki ayrı tip uygulamayı içeriyor. Türkiye ve gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere dünyada KSS denilince en fazla gördüğümüz uygulamalar sponsorluk ve maddi destekle yaşama geçirilen projeler oluyor. Özellikle KSS uygulamalarının başladığı ilk dönemlerde bu tür uygulamalar daha fazla görülüyor.

Burada, aynen “81 İlde 81 Orman” projesinde gördüğümüz gibi, çevreye, topluma yararlı bir proje var ve şirket bunu destekliyor. Elbette alkışlanacak ve örnek gösterilecek bir davranış. Ama, bu örnekte KSS uygulamasının sadece bir proje bazında ve şirketin kendi işleyişine ve faaliyetlerine, iş yerlerine, çalışanlarına ve müşterilerine doğrudan yansımayan bir şekilde hayata geçirildiğini görüyoruz. Dolayısıyla, bu tür bir KSS projesi davranış ve işleyişte kalıcı bir değişim yaratmak için gereken unsurları içermiyor. Kısaca, bu projede çevre, doğa ve toplum için çok olumlu ama dönüştürücü etkileri sınırlı olan bir KSS uygulaması örneği görüyoruz.

Unilever örneğine baktığımızda ise farklı bir durum ortaya çıkıyor. Firma, somut sürdürülebilirlik hedefleri belirliyor ve bu hedefler doğrultusunda firmanın üretim, satın alma, pazarlama, enerji kullanımı vb alanlarında yapması gerekenleri tespit ediyor. Bunu yaparken sadece kendisini ve çalışanlarını değil, müşterilerini, tedarikçilerini ve çevresindeki kitleleri de bu hedefler doğrultusunda dönüştürmeye çalışıyor. Dolayısıyla, Unilever’in KSS felsefesinde ve uygulamasında dönüştürücü ve kalıcı unsurlar var. Bu sürece dahil olan gruplar ve bireyler sistematik bir şekilde eğitim alıyor ve bilinçleniyor. Böylece, bir yandan kendileri bu önemli sürecin aktörleri olurken, diğer yandan başkalarını dönüştürücü roller üstleniyorlar.

Son söz olarak, T. İş Bankası ve Unilever gibi firmaların dünyada ve Türkiye’de artmasını ve kapsayıcı, kalıcı ve dönüştürücü, yani şirketin DNA’sına işlenmiş KSS uygulamalarının yaygınlaşmasını diliyorum. Şirketler ancak bu şekilde uzun vadede kendi menfaatlerinin ve toplumun çıkarlarının uyuştuğu bir geleceğe katkıda bulunabilir. Unilever örneği net bir şekilde gösteriyor ki firmalar açısından sürdürülebilirlik sadece İYİ ve DOĞRU değil, ayrıca KARLI da!

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Dişe Diş: Önyargılarınızı yavaşça yere bırakın…

‘Bir zamanlar yeryüzünde tüm filler siyah ya da beyazdı. Filler bütün canlıları sever ama birbirlerinden nefret ederlerdi.’

Çok iyi tanıdığımız sevme ve nefret etme halleri. Bizden uzaktakine sempati,  yakındakine  düşmanlık beslemek. Yolda yürürken yanından geçtiğimiz ya da otobüste karşılaştığımız birilerinden nefret edebiliriz. Bakışı, yürüyüşü ya da konuşması rahatsız etmiştir bizi. Çoğumuzun anılarında okulda aksanlı konuşması yüzünden alay konusu olmuş  sınıf arkadaşı  vardır. Neden mi alay ettik? Bize benzemiyordu.

Şimdi biraz insanları bırakıp doğaya bakalım, o nasıl karşılıyor farklılıkları. Bir çam ormanında gezinelim örneğin. Ağaçlardan hiçbiri benzemiyor  diğerine. Taşlara bakalım, her bir taşın ayrı çizgisi, ayrı rengi, ayrı büyüklüğü var. Birbirinin aynı iki yaprakta bile başka başka damarlanmalar oluşmuş. Hayvanlar, bitkiler,  dağlar, denizler uyum içinde çeşitleniyorlar.

Seri benzerliklerden çıkan ‘uyum ve düzen’

Bunun tam tersine fabrikalar seri bir şekilde tek tip mamuller üretiyor. İnsanlar birbirinin aynı, sıkıcı bir benzerlikte beton yığınlar dikiyor. Moda sektörü insanları farklılıklarına  rağmen onları tek tip  bedene göre tasarlanmış elbiselere sığdırmaya çalışıyor. Bütün bunlardaki  ‘uyum ve düzen’ perdesi aralandığında altından  bir demet halinde seri benzerlikler çıkıyor ve seri numaralarıyla çoğalıp gidiyor. Seri benzerlikleri insanlar da insandan istiyor mu?

‘Rengi benim rengime benzemiyor! Ona güvenemem!’ ya da ‘Onun gözleri benimkinden daha mı çekik! Bu arkadaş hiç tekin değil!’e dönüşüyor hemen. Barış  için gereken ortak dil önyargılarımız   kadar kolay oluşmuyor.

David McKee.

Uçanbalık yayınevinden çıkan, David McKee tarafından yazılan ve resimlenen Dişe Diş kitabı, farklılar ve bu farklılıkları nasıl değerlendirip yaşadığımız üzerine bir kitap. Farklılıklarımızı bizi zenginleştiren, çoğaltan nitelikler olarak algılamak da mümkün o farklılıkları düşman edinmek de.

Sayfalarda fillerin sevimli hortumu barışta sevgi  için sıcacık bir dokunuş olurken savaşta ateşli ve ateşsiz silahlar olarak karşı tarafa doğrultuluyor.

Dişe Diş kitabı, önyargıların savaş gerekçesi olabildiği, çeşitliliğin düşmanlaşmayla yok edilişi ve barışın kırılganlığı üzerine. O ormanda siyah, beyaz ve gri filler de olabilirdi.

‘Can sıkıntısı kötülüklerin kaynağıdır’* – Zeliha Yıldırım

Muhtemelen siz de şiddetin hayatımızdaki artışının farkındasınızdır. Hanede, iş yerinde, sokakta, otobüste yani bir araya geldiğimiz her yerde bir kavga çıkması an meselesi. Sosyal medya da farklı durumda değil. İçeriklere yapılan yorumlar gittikçe daha sert, kaba ve nezaketsiz; trol vatanı olduk desek abartmış olmayız.

Bu durum tespiti aklımızdayken geçtiğimiz hafta yayımlanan bir araştırmadan bahsetmek istiyorum.

Dört ayrı ülkeden (Danimarka, Sırbistan, ABD ve Almanya) dört araştırmacı, üç ayrı ülkede  yürütülen dokuz ayrı çalışma ile şu soruya yanıt arıyor: Can sıkıntısı sadizm doğurur mu? Araştırma raporuna göre bu iki davranış sadece ilişkili değil aralarında neden-sonuç ilişkisi de var. Yani can sıkıntısı sadistik davranışa yol açıyor. Tabii ki konu sosyolojik olunca tek bir sebep göstermek mümkün değil, ancak can sıkıntısını yönlendirecek daha iyi alternatif bulamıyoruz da eşimize, komşumuza, hemşehrimize mi sarıyoruz? diye düşünmeden edemiyor insan.

Anlam eksikliği

Araştırma raporunda sadizm tanımı “zarar verme ya da yaralama amacı ile başkasına yöneltilen davranış formu” olarak yapılırken internetteki trolleme, kadınlara yöneltilen cinsel saldırılar, vandallık örnek olarak veriliyor. Can sıkıntısının ise yapılan işe dikkat verememe ya da vermek istememe ve yapılan işi anlamlı bulmama olarak iki kaynağı olduğu belirtilirken anlam eksikliğinin yapılan iş mevcut durumdaki değer ve amaçlara uymadığında ortaya çıktığı belirtiliyor.

Can sıkıntısı “iyi” veya “kötü” davranışlar için güçlü motivasyon kaynağı.  Rapora göre, geçmiş araştırmalar, anlam eksikliğinden kaynaklanan can sıkıntısının toplum yanlısı davranışlar, kayırmacılık, farklı gruptakileri küçümseme ve siyasi kutuplaşma ile sonuçlandığını gösteriyor, dahası, can sıkıntısına yatkın bireylerin kahraman beklentileri yüksek oluyor. Bununla tutarlı olarak, dindarlığın ve nostaljinin yeni anlam oluşturmada ve sıkılmanın olumsuzluklarını ortadan kaldırmada rolü olduğu belirtiliyor. Benzer şekilde, can sıkıntısına yol açan dikkat eksikliği üzerine yapılan çalışmalar; can sıkıntısı ve can sıkıntısına yatkınlığın huzursuzluk, uyaran eksikliği, kumar oynama ve yenilik arayışı peşinde koşma gibi davranışlarla ilişkili olduğunu gösteriyor.

Üç ayrı ülkeden 4000 kişi ile görüşülen; günlük hayat, İnternet, askeriye, kendi çocuğuna karşı, hayal dünyası gibi farklı bağlamlarda yapılan dokuz araştırmanın sonucu sıkılmanın sadistik davranışa yol açtığına dair kanıtlar sunuluyor. Öne çıkan bulgular şöyle: Eğer mevcutta başka alternatif varsa can sıkıntısı sadece sadistik eğilimleri yüksek olan kişileri motive ederken, bu “iyi” alternatifler ortadan kalktığında eğilimden bağımsız olarak sadistik davranışı arttırıyor. Internet sadizmi ya da çevrimiçi trolleme kronik olarak sıkılan bireylerde daha çok görülüyor. Yani aralarında pozitif bir ilişki var. Diğer bir araştırma sonucuna göre kişi çocuk bakımından sıkıldığı ölçüde kendi çocuğuna sadistik davranış gösterme eğiliminde oluyor. Bu davranışların içine sözlü sadizm, yani çocukla dalga geçme; fiziksel sadizm, yani fiziksel olarak zarar verme; vekaleten sadizm, yani başkalarının çocukla dalga geçmesinden keyif alınması konulmuş. 

Küçük yaşta küçük uğraşlar

Elbette can sıkıntısı kaçınılmaz olarak yaşanır. Yeni uğraşlar, hobiler edinmek, spor ile ilgilenmek, yardım kuruluşlarında çalışmak, toplumla bütünleşecek aktivitelerde bulunmak sıkıldığımızda yöneleceğimiz olumlu seçeneklerden bazılarıdır. Bu araştırma ışığında toplumda yaşanan yıkıcı davranışlar analiz edilmeli ve can sıkıntısı ile baş etmenin olumlu yöntemleri yaygınlaştırılmalı.  Yeni neslin hayatının bir parçası olacak uğraşlarla küçük yaşta tanıştırılması, sanatın bir dalını hayatına katmaları onların sıkıldıklarında bir alternatif edinmelerini ve yıkıcı davranışlardan kaçınmalarını sağlayacaktır. Toplumsal olarak bir anomi yaşadığımız kesin, tedavisi için daha fazla resim, müzik, spor gerekiyor olabilir.

*  Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard

Ianos Akdeniz kasırgası, Zakynthos Adası’nı vurdu

Akdeniz‘de nadir olarak görülen, tropik siklon benzeri Akdeniz kasırgası  Ianos, İyon Denizi’nde Yunanistan‘a bağlı Zakynthos Adası‘na ulaştı. Fırtınanın etkisiyle ağaçlar devrildi, adanın farklı noktalarında elektrik kesintileri yaşandı. Adadaki bir mezarlığın duvarının da kısmen yıkıldığı ifade edildi.

Kefalonya Adası’nda da etkili olan fırtına nedeniyle Ulusal Meteoroloji Servisi halkı tehlikelere karşı uyarmak için kırmızı alarm yayınladı. Fırtınanın adalar üzerinden başkent Atina’ya ulaşması bekleniyor.

İklim değişikliği en büyük etmen

İklim değişikliği nedeniyle ısınan deniz suları, yükselerek atmosferde dengesizliğe neden oluyor. Bu nedenle oluşan fırtına, kasırga, hortum benzeri doğal olayların sıklığı da şiddeti de artıyor; lokal şiddetli yağışlarla birlikte can ve mal kayıplarına neden olan sel ve heyelanlar tetikleniyor.

Isınan atmosferin daha çok nem tuttuğuna dikkat çeken iklim uzmanları, atmosferik nemin doğrudan insan kaynaklı iklim değişiklinden kaynaklandığını söylüyor.

Geçtiğimiz son on yılda, rekor kıran şiddetli yağışların sıklığında bir artış söz konusu. Bilim insanları iklim krizinin etkisini artırmasıyla, bu tür doğa dolaylarıyla birlikte bir yandan yağışların bir yandan da kuraklığın daha da şiddetleneceği uyarısını yapıyor.

Bahçeli TTB’yi hedef göstermeye devam ediyor: Parti içinde inceleme heyeti kurduk

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli  “toplum sağlığı hakkında asılsız şaibe ve şüpheleri körüklediği için kapatılmalı” diyerek hedef gösterdiği Türk Tabipler Birliği‘ni yeniden hedef gösterdi.

Daha önce yaptığı açıklamaların arkasında olduğunu belirten Bahçeli, parti bünyesinde bir inceleme heyeti kurduklarını söyledi. MHP Genel Başkanı, “Bu heyet marifetince Türk Tabipleri Birliği’nin dünü, bugünü, bütün fiili ve eylemleri incelenecek, gerekirse hazırlanacak dosya Cumhuriyet Savcılıklarına intikal ettirilecektir. Ümidimiz, kirli çamaşırların ortaya çıkmasıdır” ifadelerini kullandı.

TTB’yi destekleyen partilere tepki

TTB’ye destek veren muhalefet partilerini eleştiren Bahçeli, “HDP’nin yanında hizaya giren Türk Tabipleri Birliği Başkanı’na destek amacıyla telefon kuyruğuna girenler bize göre kendilerine yakışanı yapmıştır! Biz millet ne diyorsa onu söylüyoruz. Türkiye’ye husumet besleyen mihraklara da her zeminde karşı çıkacağız” dedi.

Bahçeli, TTB’nin başlattığı “Yönetemiyorsunuz, Tükeniyoruz” eylemine yönelik tepkisini sürdürerek eylemi “karanlık” ve “maksatlı” olarak nitelendirdi.

Konuşmasının devamında ise “Nereye varılmak isteniyor? Salgından toplumsal hareketlenme mi arzulanıyor? Bunları millet adına sormak en tabii hakkımız” ifadelerine yer verdi.

Neler yaşandı?

Covid-19 salgınına dair duyarlılığın ve tedbirlerin artırılması için TTB 14 Eylül ile 18 Eylül tarihleri arasını “#YönetemiyorsunuzTükeniyoruz” haftası ilan etmişti. Birlik bu sürede Covid-19 nedeniyle hayatını kaybedenler için sağlık kurumlarında ve tüm yaşam alanlarında bir hafta boyunca siyah kurdele takılacağı duyurmuştu.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise bu etkinlikler üzerinden TTB’yi hedef aldı. TTB’nin kapatılması ve yöneticileri hakkında adli işlem yapılması çağrısı yapmıştı.

Sosyal medyada binlerce kullanıcı, Devlet Bahçeli’nin kapatma ve yöneticileri hakkında adli işlem başlatma çağrısında bulunduğu Türk Tabipler Birliği’ne desteklerini #İyikiTTBvar etiketiyle gösterdi. Birçok siyasi parti de TTB ile dayanışma mesajlarını paylaştı.

HDP’den TTB’ye dayanışma ziyareti

HDP’de Sivil Toplum Kuruluşları ve Siyasi Partilerle İlişkiler Komisyonundan Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Tuncer Bakırhan, Parti Meclisi (PM) üyesi Nazmi Gür ve Milletvekili Fatma Kurtulan’dan oluşan heyet, TTB Merkez Konseyi Başkanı Sinan Adıyaman, Merkez Konseyi üyesi Selma Güngör ile görüştü.

HDP heyeti, Adıyaman ve Güngör’e dayanışma dileklerini iletti.

Meral Akşener’den telefon

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, ise Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Sinan Adıyaman‘ı telefonla arayarak destek mesajı verdi.

İYİ Parti’den yapılan açıklamada, Akşener’in TTB Başkanı’nın şahsında tüm sağlık çalışanlarına fedakarca mücadeleleri dolayısıyla teşekkür ettiği belirtildi.

Kılıçdaroğlu: TTB’ye şükran borçluyuz

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da TTB’ye detsek veren siyasi liderler arasında yer aldı.Sinan Adıyaman ile telefonda görüşen Kılıçdaroğlu yayınladığı mesajda da şu ifadeleri kullandı:

Gece-gündüz demeden, sevdiklerine hasret kalarak halk sağlığı için çalışan tüm sağlık emekçilerine, onların haklarını her ortamda savunan TTB’ye şükran borçluyuz. İyi ki varsınız.

 

Noam Chomsky: Trump, küresel krizlerin şiddetini artırdı

Noam Chomsky, iklim krizi, nükleer savaş tehdidi ve yükselen otoriterlik nedeniyle dünyanın insanlık tarihinin en tehlikeli anında olduğu konusunda uyardı.

ABD Başkanı Donald Trump’ın bu üç krizin de ölçeğini artırmakta rolü olduğunu belirten Chomsky, her zamankinden daha büyük bir tehlike içerisinde olduğumuzu söyledi.

‘Mevcut durum 1930’lardan daha tehlikeli’

New Statesman’a röportaj veren 91 yaşındaki ABD’li dilbilimci ve aktivist, günümüzdeki mevcut tehlikelerin 1930’lardan fazla olduğunu söyledi ve şu ifadeleri kullandı:

İnsanlık tarihinde buna benzer bir şey olmadı. Nazizmin Avrasya’nın çoğunu ele geçirebileceği tehdidini çok canlı bir şekilde hatırlayacak kadar yaşlıyım ve bu boş bir endişe değildi. ABD askeri planlamacıları savaşın ABD’nin egemen olduğu bir bölge ve Almanya’nın egemen olduğu bir bölge ile biteceğini tahmin ediyordu… Ama bu bile, şu anda karşı karşıya olduğumuz Dünya’daki organize insan yaşamının sonu olacak kadar korkunç değildi.

‘Kıyamet saati yaklaştı’

Çok şiddetli krizlerin kesişim noktasında olduğunu belirten Chomsky, “Bu krizlerin kapsamı ünlü Kıyamet Saati’nin son ayarında gösterildi. Atom bombardımanından beri her yıl ayarlanır, yelkovan ileri geri hareket eder. Ancak geçen Ocak ayında dakikaları terk ettiler ve saniyelerden gece yarısına geçtiler, bu da fesih anlamına geliyor. Ki bu salgının ölçeğinden önceydi” dedi.

Atomik Bilimciler Bülteni (The Bulletin of the Atomic Scientists) adlı organizasyon tarafından 73 yıldır sembolik bir kıyamet saati belirleniyor. Gece yarısı ise insan kaynaklı bir felaketi ve bu felaket sonucunda insanlığı ve uygarlığı yok edebilecek apokaliptik bir gelişme yaşanma ihtimalini sembolize ediyor. Bu ihtimal ne kadar yükselirse saat o oranda 12’ye yaklaşıyor.

Saat en son 2018 yılında ileri alındığında kıyamete 2 dakika kaldığı uyarısı yapılmıştı. 2019 yılında saatin yelkovanı gece yarısına 120 saniye kalada tutulmaya devam etti. 2020 yılında ise saatin yelkovanı 20 saniye ileri taşındı.

‘Trump krizlerin şiddetini artırıyor’

Dünyada insan yaşamına yönelik en büyük tehditlerin iklim krizi, nükleer savaş tehdidi ve otoriterlik olduğunu belirten Chomsky, ABD Başkanı Donald Trump’ı her üç krizin de şiddetini artırmak ile suçladı.

Trump’ın nükleer felaketin ihtimalini artırdığını belirten Chomsky, “Nükleer silahlar konusunda, ölümcül bir felakete karşı bir miktar koruma sağlayan silah kontrol rejiminin kaldırılmasına devam etmek ve esasen sona erdirmek için harekete geçti. Yeni, tehlikeli, daha tehdit edici silahların gelişimini büyük ölçüde artırdı, bu da başkalarının da yaptığı anlamına geliyor ve bu da hepimize yönelik tehdidi artırıyor” dedi.

‘Fosil yakıtları en üst seviyeye çıkardı’

ABD Başkanının ekolojik felakete katkısına değinen Chomsky “Ekoloji felaketi konusunda, fosil yakıtların kullanımını en üst düzeye çıkarma ve mevcut rotamızda devam edersek yaklaşan felaketin etkisini bir şekilde azaltan düzenlemeleri sona erdirme çabasını artırdı” ifadelerini kullandı.

Son olarak Trump’ın artan otoriterleşme eğilimine dair konuşan Chomsky “Demokrasinin bozulması ise neredeyse bir şaka haline geldi. [ABD] hükümetinin yürütme organı muhalif sesten tamamen arındırıldı. Şimdi geride bir grup dalkavuk kaldı” değerlendirmesinde bulundu.