Ana Sayfa Blog Sayfa 1906

Covid Çağı’nda Nükleer Enerji, 2020 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu açıklandı

Dünya genelinde nükleer santrallerin durumu, yaşı, kaçının inşaat halinde olduğu, kaçının devreden çıkarılacağı, kaçının sökümüne hazırlanıldığı gibi hususları netleştirerek açıklayan, bu şekilde güncel bilgi kaynağı olan Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu-2020/World Nuclear Industry Status Report (WNISR) yayımlandı. Dünya genelindeki nükleer santrallerin durumunu bir yıl öncesine ait verilerle analiz eden ve gelecek projeksiyonlarıyla enerji süreçlerinin karşılaştırmalı takip edilebilirliğine çok önemli bir katkıda bulunan  rapor yeni bölümleriyle, orjinaline  şuradan ulaşabileceğiniz  361 sayfadan oluşuyor.

Fotoğraf ©Nina Schneider

Rapor, 24 Eylül günü İstanbul saatiyle 12:00’de pandemi koşullarına uygun olarak internet üzerinden koordinatörü Mycle Schneider   tarafından  zoom ortamında bir sunumla kamuoyuna tanıtıld. Ardından  raporun yazarlarından ve halihazırda Atom ve Uluslararası Güvenlik temalı bir araştırma yürüten Ali Ahmad ile birlikte sorular yanıtlandı. Biz de Yeşil Gazete olarak her sene olduğu gibi raporu sizin için özetliyor ve değerlendiriyoruz:

Öncelikle bu seneki raporun nükleer enerjinin üretim maliyetleri ile yenilenebilir enerjilerin üretim maliyetleri arasındaki makasın açıldığını gösteren çok net veriler sunduğunu belirtelim. Bununla beraber raporda her sene yaşanan gelişmeler ışığında yeni bölümleri görebildiğimiz üzere, bu sene de 2020 yılına damgasını vuran Covid 19 krizinin nükleer santrallerin işleyişine ve çalışma yaşamına etkisini analiz eden bir bölümün eklenmiş bulunduğunu söyleyelim. Rapora eklenen bir diğer bölüm ise Ortadoğu’nun nükleerleşmesine dair süreç analizini içeriyor ki, Türkiye’nin adı  bölgedeki beş ülkeyle birlikte anılıyor ve eş zamanlı gelişen nükleer enerji yatırım faaliyetleri ortak bir resmin içinden ele alınıyor.

Raporda,  dünya çapında ilk kez inşa edilerek Finlandiya‘nın Nihai Nükleer Atık Deposu olarak faaliyete geçmesi beklenen Onkalo Projesi’nin tamamlanmasının bu yıl yine ertelendiğini de okuyoruz. Yani çözümsüz nükleer atık sorununun çözümü varmış gibi gösterilen proseslerin dahi  işlemediği bir kez daha görülüyor.

Çalışmada, Japonya’da Fukuşima Nükleer Felaketi‘nin meydana geldiği 2011 yılından itibaren nükleer felaketin son bir yıl içindeki etkileri bu sene de  değerlendiriliyor.  Ancak bu yazının uzunluğunu gözeterek, Fukuşima Nükleer Santral tesisindeki reaktörlerin maliyet ve söküm süreçlerine, radyoaktif mağduriyette gelinen duruma dair paylaşılan bilgilere bir başka yazıda yer vermeyi seçerek bu yazıda nükleer endüstrinin dünya ve Ortadoğu özelindeki durumuna odaklanacağız.

Rapor öncelikle dünya genelindeki nükleer enerji üretiminin %70’inin istikrarlı bir şekilde nükleer endüstriye sahip olan ABD, Rusya, Çin, G. Kore ve Fransa olmak üzere beş ülke  tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda yalnızca Çin ve Rusya’nın enerji çeşitliliği içinde nükleerin payını arttırmaktan yana bir gayret içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz.

2010-2019 yılları arasında dünya genelinde  inşaatına başlanılan reaktör sayısı 67 reaktör olup bunlardan beşi terk edildi. 62 reaktörün yarısı yani 31’i ise  Çin’de bulunuyor.  2020 ortası itibariyle 62 üniteden sadece 18’i faaliyete geçerken, 44’ü bugün de inşaat halinde. 2020  1 Temmuz itibariyle ise 2019’daki ilavelerle toplam 52 reaktör olduğu belirtiliyor.

2019 yılında ilk kez güneş ve rüzgar enerjisi nükleeri geçti!

Bu seneki raporun en önemli çıktısı ise tarihte ilk kez – yenilenebilir enerji kaynaklarından (hidroelektrik hariç) 2019 yılında elde edilen elektrik üretiminin  nükleer santrallerden elde edilen elektrik üretimini geçmiş olması. Hatta Covid 19’a rağmen, yeni yenilenebilir enerjilere yapılan küresel yatırımın, 2020’nin ilk yarısında özellikle rüzgar enerjisi yatırımlarındaki artışla yılda yüzde 5 artarak 132 milyar ABD dolarına yükseldiği tahmin ediliyor.

Adı Nükleer Endüstri Durum Raporu olmasına rağmen özellikle nükleer güç sahibi olan ülkelerde yenilenebilir enerji sınıfındaki güneş ve rüzgar enerjisinin önlenemeyen yükselişi nedeniyle son beş yıldır çalışma kapsamında nükleer enerji -yenilenebilir enerji karşılaştırması da yapılıyor. Dolayısıyla bu seneki raporda rüzgar ve güneş enerjisi gibi yeni yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen üretimin geçen yıl  rüzgardan sağlanan 59,2 Gigawatt, güneşten sağlanan 98 Gigawatt üretim artışıyla  toplamda bir önceki seneye göre de 20 Gigawatt yükselerek üretimdeki artışın 184 Gigawatt’a ulaştığı; buna mukabil nükleer enerjiden elde edilen üretimin  yalnızca 2,4 Gigawatt artış gösterdiği belirtiliyor.

Yenilenebilir enerji maliyetlerinde gerçekleşen düşüşün üretimdeki artışla ilgisi kurulabilecek şekilde aşağıdaki grafikte 2019 yılında güneş enerjisinin maliyetinin yüzde 89, rüzgar enerjisinin maliyetinin yüzde 70 azaldığı fakat nükleer enerji maliyetlerinin yüzde 26 artmış olduğu görülüyor.

Covid 19 ve nükleer enerji sektöründeki çalışma şartları

Dünya genelinde Covid 19 nedeniyle pandemi şartları çalışma yaşamında önlemler alınmasını gerektirirken alınan ve alınmayan önlemler iş yerine ya da sektöre dair değerlendirme yapmayı sağlıyor. Buna ilaveten nükleer santral tesislerinin hem 7/24 bilfiil çalışma yapılan bir iş yeri olmasından hem de meydana gelebilecek kaza, sızıntı ya da diğer sorunların salt bir yerle ve belli kişilerle, tek bir zaman dilimiyle sınırlı kalmayacak olmasından mütevellit derin bir izleme ve değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Nitekim 2020 WNISR’de ayrılan bölüm nükleer endüstri açısından risklere ışık tutarken ülke bazında  tespitler paylaşıyor:

Örneğin Fransa’da nükleer endüstrinin bel kemiği olan EDF‘in çalışanlarının üçte ikisinin evden çalışmaya yönlendirildiğini fakat sahanın taşeron işçilere kalmasına bağlı olarak  güvenlik risklerinin belirginleştiğine vurgu yapılıyor.  Diğer taraftan nükleer santral tesisindeki mevcut personele getirilen çalışma saatleri düzenlemesinin, çalışan üzerinde baskı kurulduğundan da bahsediliyor.

İşçiler uzun süreli kamplara alınıyor

Nükleer santrallerin süreklilik gerektiren iş planına karşın Covid 19’un vaka riskine karşı  karantina ortamı yaratmaya dönük şekilde hazırlanan çalışma planı ise işçilere özel hayat bırakmıyor. Zira ABD ‘de işçilerin herhangi bir 24 saatlik zaman diliminde 16 saate kadar çalıştırıldığını, herhangi bir 7 günlük dönem için ise 86 çalışma saatine kadar veya art arda 14 güne kadar 12 saatlik vardiyalara göre çalışma şeklinin yeniden dizayn edildiğini  görüyoruz. Buna mukabil Rusya ve İsveç’ te kontrol odası personeliyle anahtar(temel) personelin izole edilerek tesis alanında barınma sağlanmış olarak çalıştırıldığı belirtiliyor.

Bakım onarım çalışmaları erteleniyor

Raporun aydınlattığı önemli bir nokta da nükleer santrallerde “bakım onarım” yani yakıt ikmali ve bakım prosesleri gibi son derece kritik bir konunun 2021 yılının sonuna kadar “kritik olmayan işler“şeklinde nitelenmiş olması. Zira nükleer santraller bakım onarımları yapılmazsa kaza olasılıkları artan , yüksek ısının açığa çıkmasına bağlı olarak altyapı malzemelerinde kolaylıkla eskimeye ve yıpranmaya yol açtığı bilinen, bu nedenle de kolay yaşlanan tesisatlardan oluşur -ki birazdan okuyacağınız gibi dünya ortalaması reaktörlerin 30 yaş civarında olduğunu gösteriyor, yani bakım onarım elzemdir, ertelenmesi kaza olasılıklarını arttırır.

Raporda da gerek bakım onarım gerekse inşaat süreçlerinde daha az personelin sahada bulunmasının yetersiz olduğu, diğer bir ifadeyle yenilenebilir enerji endüstrisinin nükleer endüstriye göre iş takibi açısından da daha az risk taşıdığından bahsediliyor

Raporda altı çizilen diğer bir konu nükleer tesislerdeki Covid 19 vakalarındaki artış. Nitekim Rusya’daki Rosatom tesislerinde temmuz ayı ortası itibarıyla toplam 4500 vakanın olduğu belirtiliyor. Yine ABD’nin Georgia eyaletinde inşaatı devam eden Vogtle fabrikasında büyük bir salgının meydana gelerek 800’den fazla personelin pozitif çıktığı ve Ağustos 2020’nin sonunda hala 100’den fazla Covid 19 hastası olduğu tespitler arasında.

408 operasyon halindeki reaktörün ortalama yaşı 31 

WNISR 2020 son bir yıl içinde 3’ü Rusya’da, 2’si Çin’de, 1’i Güney Kore’de olmak üzere toplam altı reaktörün kapatılmasıyla bugün operasyon halinde 408 reaktör bulunduğunu söylüyor.

Rapora göre Çin dışındaki büyük yeni inşa programları açısından dünyadaki nükleer reaktörlerinin ortalama yaşı 2020’de 30,7 yıla ulaşmış bulunuyor. Bununla birlikte 408 olan toplam reaktör sayısının üçte ikisine tekabül eden 270 reaktörle 41 yıl veya daha uzun süredir çalışan 81 reaktörün (toplamın yüzde 20’si) 31 yıl veya daha uzun süredir faaliyette olduğuna işaret ediliyor.

Elektrik üretim çeşitliliği içinde nükleerin payı artmıyor

Bununla beraber nükleer enerjinin küresel ticari brüt elektrik üretimindeki payında ise bir artış yok, bilakis azalış var zira 1996’daki yüzde 17,5 iken 2018’den bugüne yüzde 10,15 düzeyinde bulunuyor.

Öte yandan halihazırda çalışan tüm reaktörlere ömrü uzatılanlarla inşaat halindekilerin kapasitesi dahil edildiğinde, 135 reaktörün ya da nükleer enerjiyle elde edilen 105 Gigawatt kapasitenin 2030’un sonuna kadar devrede olması anlamına geliyor.

İnşaat projelerine bakıldığında ise son on yıldaki projelerin yüzde 5,8’den 13,7’ye çıktığı yani iki katından fazla arttığı görülüyor lakin yine de  inşa süreçlerinin düşüş eğilimi gösterdiği düşünülüyor.  2020 Temmuz ayı itibariyle, 62 üniteden sadece 18’i faaliyete geçmiş ve 44’ü ise hala inşaat halinde bulunuyor.

Raporda birçok reaktörün, lisansları sona ermeden çok önce kapatıldığı; 2015 ile 2019 yılları arasında şebekeden çıkarılan 17 reaktörün ortalama devreden çıkarma yaşının 42,4 olduğu bilgisi paylaşılıyor.

Rapora göre 2016 Aralık ayından bugüne esas olarak 2019 yılında inşasına başlanan altı reaktör var. Bunların dördü Çin’de, biri Rusya’da diğeri ise Birleşik Krallık‘ta bulunuyor. Türkiye’deki Akkuyu NGS inşaatının ikinci reaktörünün inşaatı ise 2020’nin ilk yarısında başlamış durumda.

Ayrıca İran‘da , 1976’da başlatılmışken durdurulan Bushehr-2 reaktörünün inşasına 2019’da devam edilmesiyle halihazırda 17 ülkede inşaatların devam ettiği; nihayet 1 Temmuz 2020 itibarıyle toplam 52 reaktörün inşa halinde olduğu notu düşülmüş bulunuyor. Buna göre kapasite 8,9 Gigawatt artarak 53,5 Gigawatt düzeyine ulaşılmış.  2020 yılı sonuna kadar inşaatı sürecek olan Çin’deki 14 Gigawatt’a karşılık gelen 15 reaktör de bu 52 reaktör arasında yer alıyor.

İnşaat projelerinde ertelemeler

Son 18 ayda başlayan tüm reaktör inşaatları geçen on yıl içindeki inşaat projelerinin çoğu gibi, devletlerin sahip olduğu veya yönlendirdiği şirketler eliyle yürütüldüğü tespiti yapılıyor. İnşaat sürelerine bakıldığında ise 52 reaktörün ortalama inşaat süresi 7,3 yıl olurken bu sürenin geçen seneye göre 6 aylık sarkmaya uğradığı, 2017 ortalarında ise 6,2 yıl olan bu sürenin 1,5 yıl uzadığına işaret ediliyor. İlginç olan ise inşaat süresi uzayan bu projelerin 15’inin,  ülke bazında ise proje yürütülen 17 ülkeden 8’indeki projelerin Rusya’ya ait olması.

Rapora göre söz konusu 17 ülkenin en az 10’ununda yapım aşamasında olan  reaktörlerde yıl boyunca gecikmeler yaşanmış ve tüm inşaat projelerinin en az 33’ü (toplamın yüzde 64’ü ) ertelenmiş bulunuyor. Nitekim planlarının gerisinde olduğu açıkça belgelenen 33 reaktörün en az 12’si hakkında gecikmeler olacağı ve dördü hakkında da ilave yeni gecikmelerin meydana geldiği  bildirilmiş. Sonuç olarak 2019’da 13 reaktörün devreye alınması planlanmışken ancak altı reaktör tamamlanabilmiş bulunuyor.

WNISR 2020, nükleer endüstrisi için üst hedefler kurma eğilimi gösteren Çin’de 2016–2020 beş yıllık planı doğrultusunda 2020 yılına kadar 58 Gigawatt kapasitenin operasyonda ve 30 Gigawatt kapasitenin inşa sürecinde olması hedefine karşın, 2020 ortasında 45,5 Gigawatt kapasitede reaktörün operasyonda olması ve hedefin yarısından bile düşük şekilde 13,8 Gigawatt reaktörün inşaat halinde bulunmasıyla orjinal hedefin oldukça  uzağına düşüldüğüne işaret ediyor.

Her yıl olduğu gibi WNISR 2020’de de uzun dönem projeksiyonlar yapılmış. Buna göre lisanslı tüm ömrü uzatılan ve lisans yenilemeleri yapılan reaktörler hesaba katılarak(özellikle ABD’de) tüm inşaat sahalarının tamamlandığı bir senaryo çalışmasına değinelim. 40 yıllık bir ömür tahmini üzerinden 2020’nin sonunda, net çalışan reaktör sayısının iki reaktör ve kurulu kapasitenin de 2,5 Gigawatt artması beklenebilir görünüyor.

2030’a kadar ise, net dengenin 2022’de negatife dönmesiyle devreden çıkışların karşılanmasının 137 yeni reaktörün (107,5 Gigawatt) devreye alınmasıyla mümkün olacağı değerlendirmesine yer verilmiş.

Bu seneki raporda Türkiye’ye de geniş geniş yer verilmiş, zira dünya nükleer endüstriden çekilirken Türkiye nükleer enerji yoluna girmeye çalışıyor. Ayrıca Türkiye’nin WNISR 2020’de  Ortadoğu’daki nükleer santral projeleriyle birlikte değerlendirildiğinin altını çizelim.

Türkiye’nin adı Orta Doğu Bölgesi’ndeki projelerle  anılıyor

Bir Arap ülkesinde (Birleşik Arap Emirlikleri‘ndeki Barakah) operasyon aşamasına giren ilk nükleer enerji santrali vesilesiyle, WNISR Orta Doğu’daki altı ülkenin nükleer enerji hedeflerine genel bir bakış sunuyor. Bu ülkeler, İran, BAE, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün.  Bu ülkelerin üçünde  İran ,Mısır ve Türkiye’de projeler Rosatom tarafından yürütülüyor.

Ortadoğu’da, nükleer santraller inşa etmek için on yıllardır süren planlara rağmen çok az ilerleme kaydedildiğinin altı çizilen çalışmada bölgesel nükleer enerji projelerinin siyasi ve ekonomik belirsizliklerle karşı karşıya olduğu belirtiliyor. Nitekim bu ülkeler aşağıda Şekil 23’te gösterildiği gibi çok farklı taahhüt ve ilerleme seviyelerinde.

Bu politikayı sürdüren ülkelerin en büyük ortaklıkları ise kamuoyuna karşı kurulan söylemin elektrik üretiminde fosil yakıtların payının azaltılması gerekliliği üzerine oluşu. Benzer şekilde bu ülkelerden bazıları nükleer santral yatırımlarının kalifiye çalışanlardan oluşan bir üs kuruluyormuş ve ileri teknoloji tesisi gibi sunulduğuna da değiniliyor.

Ortadoğu’daki nükleer programların operasyonlarının kapsamının ve boyutunun aynı olmadığını teslim eden raporda Tablo 3’te gösterildiği gibi, İran nükleer programının en gelişmiş reaktör olduğuna ve bu modelin ikincisinin inşaat halinde olduğuna işaret ediliyor. Yine uranyum madenciliği yatırımları ve diğer nükleer yakıt zinciri faaliyetleri arasında dönüştürmeyle zenginleştirme de faaliyetler arasında görülebilir.

Raporda uranyum zenginleştirme faaliyetinin İran’ın nükleer silahlanma potansiyelini sınırlamaya yönelik uluslararası çabaların odak noktası olduğu hatırlatılıyor. Nitekim bu sorun, İran’ın kullanılmış nükleer yakıtı yeniden işlememeyi ve Rusya’ya geri göndermeyi taahhüt ettiği Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) aracılığıyla çözülmüş fakat, anlaşma Trump yönetiminin anlaşmadan çekilmesiyle  2020 ortasında nihayetlenmişti.

Öte yandan İran’ın Buşehr-1‘i bölgedeki tek operasyonel reaktörken (bkz. Şekil 24)bugün dördü Birleşik Arap Emirlikleri’nde, ikisi Türkiye’de ve biri İran’da olmak üzere yedi birimin daha inşa edildiği dikkat çekiliyor. Rapora göre daha fazla gecikme olmadığı varsayıldığında, bölgedeki şebekeye bağlanacak bir diğer reaktör ise son testlerden geçen Barakah-1 reaktörü . Tamamlandığında ve dört ünitenin tamamı faaliyete geçtiğinde, santralin ülkenin elektrik arzının yüzde 25’ini karşılaması öngörülüyor.

İran ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin nükleer enerji programlarında inşaat gecikmeleri (Buşehr-1 durumunda 35 yıldan fazla) ise farklı nedenlere dayanıyor. İran örneğinde, gecikmeler çoğunlukla siyasi nedenlerden kaynaklanırken, Birleşik Arap Emirlikleri’nde esas olarak yerel personelin daha fazla eğitilmesi ihtiyacı ve bazı öngörülemeyen teknik konularla ilgili bulunuyor.

Akkuyu NGS ekolojik, ekonomik ve toplumsal sorun kaynağı 

WINSR 2020’de Mersin‘de inşaatına devam edilen Akkuyu NGS’ye ilişkin olarak projenin finansmanının, 1. ve 2. reaktörlerden üretilecek elektriğin yüzde 70’ine  3 ve 4. reaktörlerden elde edilecek elektriğin yüzde 30’una tekabül edecek şekilde 15 yıllık Elektrik Satın Alma Anlaşması’nın ekonomik sorun yaratacağına değiniliyor. Buna göre reaktörden elde edilecek elektriğin yüzde 50’si ilk 15 yıl için garantili bir fiyata satılacak, geri kalanı piyasada satılırken bir de ayrıca kur dalgalanması ve Türk lirasının değerinin düşmesi gibi risklere maruz kalınca fiyat garantilerinin(123,50 ABD Doları/Megawatt ) düzeyine çıkacağı öngörüsünde bulunuluyor.

Genel olarak Türkiye’de nükleer karşıtlığının yüksek olduğuna yukarıdaki grafikle dikkat çekilen raporda Akkuyu NGS inşaat sürecine dair Akkuyu NGS’nin Büyükeceli Köyü‘nde neden olduğu ekolojik ve toplumsal sorunlarla da ele alınıyor.  Bu hususta Yeşil Gazete’ de okuduğunuz özel haberimize referans verilerek Akkuyu’da prefabrik konteynardan oluşan kamp alanlarında sayıları 5 bin civarına varan işçilerin Büyükeceli Köyü sakinlerine rahatsızlık verdiği toplumsal ve ekolojik kirlilik yarattığından  bahsediliyor. Ayrıca Akkuyu’daki inşaat çalışmalarının Covid 19 ortamında devam etmesine karşın Mersin Nükleer Platformu’nun riskler konusunda endişeleri dile getirdiği de belirtiliyor.

2019 yılında ilk reaktörün inşaatı için temel atma sürecinde meydana gelen ve ancak tekrarladığında kamuoyunun öğrendiği çatlaklara da değinilen raporda Rosatom yönetimi tarafından bir açıklamanın 2020 Temmuz ayına kadar yapılmadığına dikkat çekiliyor. Raporda Ağustos 2019’da Rosatom’un tesisin inşası için, Rusya’nın en büyük bankası Sberbank‘tan 400 Milyon Dolar tutarında kredi sağlayacağını da okuyoruz.

Raporda Sinop‘taki nükleer santral projesi ile ilgili olarak ise 2018 yılında ilk ÇED başvurusu yapıldıktan sonra 30 Mart 2020’de  Assystem ENVY Energy ve EÜAŞ Uluslararası ICC Jersey Adaları, Türkiye Merkez Şubesi adıyla Sinop Nükleer Santrali için ÇED  başvurusunun yapıldığından bahsediliyor. Bizim de “Referans reaktöre şirketsiz ÇED!” yazımızda okuduğunuz gibi  Fransa’da şu anda yapım aşamasında olan Flamanville-3 EPR reaktöründen garip bir şekilde “referans reaktör” olarak bahsedildiğine, ne var ki bunun bir anlaşmaya dayanmadığına vurgu yapılıyor. Ayrıca konuyla ilgili bu referans reaktörün menşei ülkesi Fransa’nın önce gelen şirketleri olan EDF’ ten ve Areva‘ dan bir açıklama yapılmadığı da belirtilmiş.

Politik kararlar belirleyici

Dip toplamda Orta Doğu’nun halihazırda doğal gaz ve yenilenebilir enerji üretim kapasitesine uygun yatırım yapması halinde petrolden uzak bir enerji geçişine müsait olmasına rağmen, enerji çeşitliliği adı altında nükleer enerji üretiminde ısrar edilerek hiç bir ekonomik faydanın sağlanmayacağı teslim ediliyor. Yani ekonomik bir girdi sağlamayacak olan nükleer enerji yatırımının nedeninin Türkiye’de her zaman nükleer karşıtlarının söylediği gibi yalnızca politik kararlara dayalı olduğu ifade ediliyor.

Nükleer-yenilenebilir enerji karşılaştırmasında güneş ve rüzgar galip!

2020 yılının Haziran ayında Uluslararası Enerji Ajansı‘nın/International Energy Agency (IEA) üç yıllık sürdürülebilir iyileşme planı ortaya attığına gönderme yapılan çalışmada, “2021 ile 2023 arasındaki belirli zaman aralığında uygulanabilecek uygun maliyetli önlemlere odaklandığından bahsediliyor. Buna göre yenilenebilir enerji maliyetleri de düştüğüne göre planın üç ana hedefi var: Ekonomik büyümeyi artırmak, istihdam yaratmak ve daha dayanıklı ve daha temiz enerji sistemleri tesis etmek.

Bu bağlamda elektrik sektörüne yönelik teklif; yenilenebilir enerji yatırımına öncelik verilmesi,elektrik şebekelerinin genişletilmesi ve modernizasyonunu desteklemek için bir dizi önlemin alınarak şebekenin güçlendirilmesi şeklinde sunuluyor, yani yeni rüzgar ve güneş tesisatlarını hızlandırmak ve mevcut olanları yeniden güçlendirmek temel hedef . Buna göre mesaj açık: Ekonomik, istihdam ve sürdürülebilirlik nedenleriyle açık öncelik yenilenebilir enerjinindir.

IEA’nın çıkarımları WNISR 2020’nin de çıkarımı olarak verilmiş, yani: Giderek daha ucuz yenilenebilir enerji kaynakları yelpazesi ile karbondan arındırılmış bir enerji sektörüyle rekabet edemeyen, sorun kaynağı, atıl, uyumsuz ve pahalı bir teknoloji olarak, nükleer enerjinin artık terk edilmesi gerekiyor.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Hoş geldiniz demek ne zaman böyle zor oldu?

Evde her zamankinden çok zaman geçirdiğimiz bu günlerde çocuklarımız, yaşıtlarıyla oynayamayıp arkadaşlık edemediği için bize giderek daha bağımlı hale geldi. Artık onları nasıl oyalayacağımızı şaşırmış durumdayız. İyi ki dışardaki dünyayı evimize taşıyan, çocuğumuzu uzak kaldığı ortamlara dâhil eden oyunbaz, cıvıl cıvıl, rengârenk çocuk kitapları var.

Kapağının el ele vermiş küçük bir maymunla sevimli bir kutup ayısının süslediği Hoş geldiniz da bunlardan biri. Redhouse Kidz’ten çıkan eser davetkâr başlığı, neşeli çizimleri ile daha ilk bakışta okuru, daha doğrusu küçük çocuğuna okuyabileceği bir resimli kitap arayışında olan insanı cezbediyor.

Barroux.

Kapağın sağ alt köşesinde yazarın ismi hemen gözümüze çarpmasa, gerçekten de şu üstünden bal damlayan lay lay lom hayvan masallarından biriyle karşı karşıya olduğumuzu sanabiliriz. Ama orada Barroux yazıyor ve bizim Nerede Bu Fil ve Nerede Bu Deniz Yıldızı (Redhouse Kidz) ile Ateş Hattı (Desen Yayınları) kitaplarından tanıdığımız Barroux’u kesinlikle tanımlamayan bir şey varsa o da lay lay lom hikâyelerdir.

Hayır, Paris’te doğup Fas’ta büyüyen Barroux, dünyayı çocukların evine taşırken alışagelmiş yollar izlemiyor. Eserlerinde koskoca dünyanın büyük hem de çok büyük sorunlarına odaklanan sanatçı bunları küçük, hatta küçücük çocuklara anlatmanın yaratıcı yöntemlerini arıyor. Fransa’nın ünlü Ecolé Estienne ve École Boule’de fotoğrafçılık, sanat, heykel ve mimarlık okuyan Barroux,  eğitiminde haşır neşir olduğu farklı medya ve teknikleri deneysel ve yaratıcı bir şekilde çocuk kitaplarına da taşıyor. Kimi zaman kolaj ya da linol baskı tekniğiyle çalışan, bazen antik kâğıtlar kullanan bazen de grafik roman yazıp-çizen sanatçı Hoş Geldiniz’de ince siyah hatlarla belirginleştirdiği illüstrasyonlardan yana tercih kullanmış.

İklim sığınmacıları ve ‘farklılık’

Hikâye, küçük bir kutup ayısının kendini tanıtmasıyla başlıyor. “İşte şurada arkadaşlarının yanında suya ayaklarını sokmuş olan benim” diyor küçük ayı ama onu izleyen ve eğri büğrü kocaman harflerle sonraki çift sayfayı kaplayan “ÇATIRT!” sesi keyif ve huzur yansıtan bir sahne ile başlayan öykünün yön değiştirdiğini hemen belli ediyor.  İki arkadaşıyla beraber, buzuldan kopan küçük bir buz parçası üzerinde okyanusta sürüklenmeye başlıyor bizim küçük kutup ayısı.

Buz eridikçe eriyor ve birbirine sımsıkı sarılmak zorunda kalan üç arkadaş neredeyse çaresizliğe kapılıyor. Tam bir dalga tarafından yutulacaklarken önlerine bir ada çıkıyor neyse ki. Ama her adanın bir sahibi ve sakinleri vardır. Yurdundan kopan, alıştıkları hayatı türlü nedenlerle terk etmek zorunda kalan, yeni bir yaşama yelken açan yabancıların açık kollarla karşılandığı nerede görülmüş?

En azından bu kitabı çocuklarımıza okuyan biz büyükler, üç küçük ayının yeni bir hayata başlama umudunun inek adasının sakinleri tarafından tuz buz edilmesine şaşırmıyoruz. Aynı şekilde panda adasının, zürafa adasının sakinlerinin üç kutup ayısına kapılarını ve yüreklerini kapatma refleksleri de bize yabancı değil. Aynı biz insan evlatları gibi ya fazla kalabalık ya fazla farklı buluyorlar ya da tümden görmezden geliyorlar sığınmacıları.

Sonunda rastlantıyla keşfettikleri boş bir ada dertlerine derman oluyor kutup ayılarının. Artık onların da bir adası var ve yaşadıkları acı deneyimler geride kaldı. O kadar sahiplenmişler ki yeni yaşam ortamlarını adalarına bir salla yaklaşan üç küçük maymunun yardım talebini onlar da önce, “Şeeeey, siz…” diye yanıtlıyorlar.

‘Hoş geldiniz’in güzelliği!

Sonrasında gelen üç noktayı bizim zihnimiz hemen dolduruyor. Bu yüzden, “Hoş geldiniz!” diyebilmenin güzelliğini, farklıya alan tanıyıp hayatı paylaşmanın zenginleştiriciliğini yansıtan son sahne bize insanlığı unutanın asıl biz insanlar olduğunu adeta yüzümüze çarpıyor.

Barroux, küresel ısınma, eriyen buzullar, yaşam alanlarını kaybeden canlıların yanı sıra dünyamızın en derin ve acı meselelerinden biri olan sığınmacılığı tek bir kitapta, bu sorunların hiçbirinin adını anmadan işlemekle kalmıyor, okul öncesi yaş grubunun bile rahatça takip edebileceği bir hikâye kurguluyor. İllüstrasyonların ifade gücü az sözcük ve çok satır arası içeren metini tamamlıyor hatta yer yer aşıyor. Bütün bu özellikleriyle Hoş Geldiniz, biz yetişkinlerin küçük çocuklarımızla, onları irkiltip incitmeden derin ve yakıcı konuları sorgulayıp tartışma olanağı yaratırken, göz ve ruha hitap etmeyi de ihmal etmiyor.

Bir süpürge, birden çok Dünya: Sınavınız nasıl gidiyor?

Her sabah bir temizlik, düzen mesaim var. Güne alışıyorum, Dünya ile yeniden tanışıyorum bu saatlerde.
 
Kanımca medeniyetimizin en büyük sermayesi biz insanların sabah saatlerini telaşlı işlerle doldurarak ilham ve hayal alanından uzaklaştırmasıdır. Bütün dünya insanları toplanıp “sabah saatlerini kendileriyle baş başa geçirme hakkını” isteseler dünya bambaşka bir yer olurdu.
 
Malum süpürgecilik bana ilham veren bir günlük aktivite. Haliyle zihnim üretiyor.
 
Demokrasi. Çağımızın en problemli kavramlarından biri. Doldur- boşalt- sıfat ekle- çıkar, bitiremedik, düzeltmeye, güncellemeye, uygulamaya çalıştıkça vakti geçip çok yoğrulmuş mayalı ekmek hamuru gibi elimize yapışıyor.
 
Siyaset bilimden hiç anlamam, kavramları, teorileri, tartışmaları bilmem ve aslında gelişmeleri de takip etmiyorum. Bir de utanmadan bunu böyle açık açık yazıyorum. Zırcahilim yani bu konuda.
 
Süpürüyorum bir yandan.

İdrak

İnsan ne sorunlu bir canlı türü. “Kendi kendini yönetmekten aciz olan bireylerin toplumu, demokrasiyi bir ses titreşiminin ötesinde kavrayamaz” dedim mesela kendi kendime. İdrak etmeden ulaşılabilecek bir hal de değil bu kendini yönetmek. İdrak için de deneyim gerekiyor. İnsan için deneyim zihinsel seviyeden başlıyor ve aslında idrak edebileceğimiz tek gerçeklik kendimiz olduğundan işimiz zor. Kendi ile uğraşmayan, kendiyle derdi olmayan, kendini gözlemeyen, zaaflarını kabul etmeyen, her söyleneni üzerine alan, fikirlerini kavga tonuyla ifade eden, fikirlerini karşıdakine sunan değil kabul ettirmeyi zafer sanan, kalbinden değil; midesinden (lafın gelişi değil fiziksel olarak da öyle) düşünüp konuşan, ölçüsüz, hadsiz, edepsiz, şuursuz, bir de üstüne geveze …. daha sayayım mı, bir canlı türüyüz vesselam.
 
Bu halimize bakmadan daha demokratik, daha hakkaniyetli, daha eşit, daha güzel, daha sevgi dolu bir dünya istiyoruz. Terbiyesizlik burada başlıyor. Bir de üstüne karşımızdakini düzeltmeye çalışıyoruz. Hiçbir elek, süzgeçten geçmemiş, iz’andan nasibini almamış fikirlerimizi her fırsatta ortama fışkırtıyoruz.
 
İnsanın bu zaaflarla dolu yönünü Yunus Emre zikretmiş: Baştan aşağı yâreyim diyerek.
 
Süpürgeye devam.

Durmak

İnsanın kendini fark etmesi için bir durup nefes alması, yakında bulduğu bir yere çöküp soluklanması gerekiyor. Ama yeterli olmuyor. Bu kendi farkındaki haliyle kalabalıklarda arz-ı endam etmesi, bir de etrafındaki aynalara bakması lazım. İşte demokrasi bu noktada başlıyor. Kendi içinde bir adaleti sağlamamış, öz saygısını kazanmamış, kendine sevgi duymamış insanlardan elbette demokrasi bekleyemeyiz sanırım.
 
Ne demişler: Eller buğday ben saman; eller yahşi ben yaman…
 
Değişimin olduğu ilk nokta. Tohumun çatladığı an. Tohumun canının uyuduğu yer. İnsanın kendisinin farkına varması. Etrafında olan biten ne varsa oradaki payını görmeye başlaması. Ve bu olmadan gerçek değişimi beklemek de bir hadsizlik. “Atık konusunda politika yapıyorum veya yoga öğretiyorum veya organik üretiyorum, ama pet şişeden su içiyorum” cümlesindeki hadsizliği bulunuz…
 
Süpürge devam ediyor bu arada. Ara ara gelip yazıyorum.

Liderlik

Bir de liderlik sorunu var. Liderliğin olmadığı bir demokrasi istiyoruz. Ortak akıl her zaman daha iyiymiş gibi bir kabul üzerinden. Pek çok durumda ortak akıl iyidir elbette. Ama ortak akıl ortalama bir akıldır aynı zamanda. Bazı zamanlarda ortak akılın yanında bir de parlak akıla ihtiyacımız oluyormuş gibi geliyor. Her birimizin başka birilerinden daha fazla bildiği bir şeyler var. Bu farklılıklar varoluşumuzla birlikte geliyor, yaşadıklarımızla çeşitleniyor, derinleşiyor…
 
 
Tüyleri diken diken eden bir kelime: Teslimiyet. Zannedilenin aksine pasif değil aktif bir hal. Neye ve kim teslim olduğunuzla ve tamamen sizin içsel kararınızla alakalı olarak dünyaları değiştirebileceğiniz bir özellik. İşte ortak akılın işe yarayacağı hal bu hal.
 
Ben mesela (diğer Buğdaygiller de) Victor’dan gelenlere teslim olmuştum(k) zamanında ve birlikte dünyayı daha güzel bir yer haline getirdik bu sayede. Yanlış anlaşılmasın, esasen biz Victor’a teslim olduk derken o hepimize teslimdi aynı zamanda. Çünkü teslim olunan şey bireylerin kendileri değil, onların aracılığı ile ortak alanımıza gelen şeylerdi.
 
Eşit değiliz. Her birimiz farklıyız ve bu çok güzel. Eşitsizlik şurada: farklı olma hakkının olmamasında. Bu hakkı çoğu kez bizzat bizler çok yakınlarımızın bile elinden alıyoruz farkında olmadan. Sıra muktedire gelene kadaaaaaar… Eşitsizlikten değil çeşitsizlikten korkmak lazım. Çünkü bu eşitliği yaşamlarımıza getirecek tek şey çeşitlilik. Çeşitliliği sevmek, istemek, zevk etmek için de çeşitlerden bir çeşit olduğunu kavramak sanırım ilk adım.
 
Süpürge işi bitmek üzere.

Dünyalar

Hopi Yerlilerinin yaradılış destanında üzerinde yaşadığımız Dünya, dördüncü Dünya. Dünya üç kere daha yıkılıp baştan oluşmuş. Ve daha önceki yıkımların her biri farklı sebeplerden, farklı şekillerde gerçekleşmiş.
İlkinde insanlar kelimeleri keşfetmişler ve yaradılış şarkısını söylemeyi unutmuşlar. Yalan, fitne ortaya çıkmış. Bu birinci Dünya bir tufanla yok olmuş.
 
İkinci dünyanın insanları parayı bulmuşlar. Ve ticaret başlamış. Ama zamanla hile, hırsızlık, talan gibi huylar edinmişler. Bu dünyanın sonu da kutupların yer değiştirmesiyle sonlanmış.
 
Kurulan üçüncü Dünyada insanlar devleti kurmuşlar. Siyaset yapmaya başlamışlar. Kelimeler ve parayı da kullanarak zulmetmeye, büyük acılara sebebiyet vermeye başlamışlar. Bu sefer de dünya donmuş, her yer buzullarla kaplanmış.
 
Şimdi dördüncü Dünyadayız. Ve bu seferki sınavımız herkesin tek başına vereceği bir sınav diyor Hopiler. Bu nedenle her birinizin kendinizin farkına varmalı ve kararlarınızın sorumluluğunu taşımalısınız.
 
Ben Hopilerin yalancısıyım.
 
Süpürge de bitti. Diyeceklerim de bitti. Sabahım devam ediyor. 
 
Selametle…

Okyanuslara giden plastiklerde artış var!

Geçen hafta dünya genelinde bir plastiksizleşme yönelimi olduğunu ve bunun ana motivasyonunun da plastik kirliliğinin önlenemeyen yükselişi olduğunu yazmıştık. Bu durum için de dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin, mevcut plastik tüketimlerini ve artık kutuplardan derin okyanus havzalarına, deniz ve tatlı su ekosistemlerinden atmosfere kadar dünyanın neredeyse her yerinde bulunan plastik atıklarını azaltmaya çalıştıklarını anlatmıştık. Bunun yanında, petrokimya ve plastik endüstrisinin de harıl harıl yeni plastik ürettiğini ve bunun için yeni pazar alanları yaratmaya çalıştıklarını da açıklamıştık. Peki bu yapılanların sonucunun gözlemlenebilir değişiklikler yarattığını söyleyebilir miyiz? Ne yazık ki olumlu anlamda hayır!

Küresel olarak plastik üretimi hızla artarken, çok uluslu taahhütler aracılığıyla çevreye karışan plastiklerin emisyonlarını azaltmayı hedefleyen girişimlerin de etkisi arttırılmaya çalışılıyor. Buna ek olarak çeşitli topluluklar, sivil toplum kuruluşları ve şirketler temizlik kampanyaları gerçekleştiriyor ve yerel ve ulusal yönetimler de sıfır atık yaşam tarzını teşvik ediyorlar. Hükümetler, tek kullanımlık plastiklere vergi koyuyor ya da bunları yasaklıyor ve özel sektörle birlikte çeşitli uygulamalara giderek plastik atık yönetimine yatırım yapıyor.

Çabalar ve verilen taahhütler yeterli olmuyor

Basel Sözleşmesi’nde yapılması planlanan son değişiklikle, plastik çöpün küresel dolaşımına sınırlama çabalarını da eklersek plastik kirliliğinin azaltılmasına yönelik bir irade oluştuğunu söylemek mümkün. Ancak, bugüne kadarki tüm bu yapılanlar ve verilen taahhütler, plastik kirliliğinde de üretiminde de olumlu bir değişime neden olmuyor.

Bu durumu en iyi anlatan kanıt da geçtiğimiz haftalarda Science dergisinde yayınlanan makalede yapılan tespitlerde mevcut. Makaleye göre 2016 yılında üretilen plastik çöpün %11’i denizlere karışmış. Bu da yaklaşık 19-23 milyon ton arası bir miktar. Bu sayının 2030 yılında 50 milyon tonu aşması bekleniyor.

Hatırlayın daha önce yapılan başka bir çalışmada bu miktarın 4-12 milyon ton arasında olduğu tahmin edilmişti. Ortada ciddi bir artış söz konusu. Bu artışın iki nedeni var. Birincisi kullanılan tahmin yöntemi, ikincisi de plastik üretimindeki artış. Yöntemdeki değişimin kaynağı, tahmine dâhil edilen değişkenler ve ortaya çıkan yeni çalışmalardaki verilerin işaret ettiği kaynaklar! Plastik üretimindeki artış da diğer bir neden. Demek ki devletler nezdinde yapılan girişimler ve plastiksizleşme adımları yeterli değil. Üstelik bu miktarın 2030 yılında neredeyse iki kat artacak olması ise durumun vahametini ortaya koyuyor.

Tek kullanımlık plastiklerin yasaklanması şart 

O halde ortada böylesine büyük bir kirlilik artışı söz konusuyken yapılması gereken nedir? Aslında gayet açık ve net! Öncelikli olarak plastik tek kullanımlıkların katiyen yasaklanması gerekmektedir. Çünkü plastik tek kullanımlıkların toplam plastik üretimindeki payı %40’a yakın. Bu miktarın minimize edilmesi toplam plastik çöpler içerisindeki önemli bir kalemin de gelecekte direkt olarak azaltılması anlamına geliyor.

Peki, tek kullanımlıkların yasaklanmasını, alternatifi olmadan yapmak mümkün mü? Kilit de burada aslında. Çünkü tek kullanımlık plastiklerin alternatifi olmadığı iddiası tümüyle algı işi. Plastik endüstrisinin her fırsatta dillendirdiği bir şey. Çünkü bu tür plastiklerin çoğunluğunu anlamsız bir tüketim çılgınlığını beslemek için kullanıyoruz. Yani pipet, plastik veya köpük tabak çatal bardak ve bunların paketlenmesindeki plastikler olmasa da olur. Diğer bir tek kullanımlık alanı olan plastik şişe ve diğer ambalajlar da benzer bir özellikte. Bunların da azaltılması gayet mümkün. Yeter ki tüketim alışkanlığımızı değiştirmeye karar verelim.

Bununla ilgili önerilerimi önceki yazılarımda yapmıştım. Tekrarlamaya gerek yok. Ancak bunlar içerisinde bir tanesini tekrarlamamda fayda var. O da ambalajların çok kullanımlık olma zorunluluğunun getirilmesi! Bununla beraber çok katlı ambalaj uygulamasının da kati suretle yasaklanması gerekiyor. Çünkü ambalaj kullanımındaki pervasızlığın tek nedeni var olan aşırı serbestlik. Bir ürünün 10 farklı plastikle kaplanmasının önünde hiçbir engel yok. Tüm bu plastiklerin çoğunluğunun alternatife zaten ihtiyacı yok çünkü bunlara gerek yok.

Diğer bir sınırlama da plastik üretimine yapılan yatırımların sınırlandırılarak daha sürdürülebilir alternatiflerin desteklenmesi. Tek başına bu ikisi bile plastik çöp selinin kısa vadede önemli miktarda engellenmesine neden olacaktır. Ancak bunu yapmak yerine sadece sertifika dağıtımına dayalı sıfır atık sistemi kurmak; göstermelik çöp yönetim aktiviteleri düzenlemek; plastik çöp sorununun birincil sorumlusu olan plastik üreticilerine her alanda kolaylık sağlamak ve buna benzer birçok yaklaşımda bulunmak doğal olarak plastik çöp üretim kapasitesini de arttıracaktır. Bu da yılda 50 milyon ton çöpün denizlere akmasına doğal olarak neden olacaktır. Açık söylemek gerekirse plastik endüstrisinin pervasızlığı ve küresel olarak yöneticilerdeki mevcut ciddiyetsizlik dünyanın çöp probleminden daha çok çekeceğine işaret ediyor.

Adil bir iyileşme için ilkeler

Yeşil Gazete için çeviren: Mert Gevrek

*

Covid-19 krizi; ​kazancı halkların haklarından ve çevreden öncelikli gören bir iktisadi sistemin sonucudur.

Karşı karşıya olduğumuz iklim, biyolojik çeşitlilik, gıda, su, ekonomik ve onarım gibi sistemik, birbiriyle ilişkili sosyo-ekolojik krizler ​ve bu küresel koronavirüs salgını aynı temel nedenlere dayanmaktadır: Sermaye birikimi ve neoliberal şirketlerin önderlik ettiği küreselleşme için tasarlanmış kapitalist, ataerkil ve ırkçı bir sistem.

Bu nedenle Friends of Earth (Yeryüzünün Dostları) adlı çevre örgütü, Covid-19 krizinin etkilerini derhal kapsamlı bir biçimde ele almak için cinsiyet adaletinin yanı sıra çevresel, sosyal ve ekonomik adalet üzerine inşa edilmiş adil bir iyileşmeye ihtiyaç olduğuna inanıyor. Bu iyileşme ekonomik adalet, enternasyonalizm, demokrasi ve sistemik değişim gibi dört temel ilkeye dayanmalıdır.

Yeniden Dağıtım

Neoliberalizm ve tasarruf derhal terk edilmeli ve yerine adalet ve ekolojik sınırları tanıma üzerine kurulmuş politikalar ve önlemler konulmalıdır. Halkların haklarını ve çevresel adaleti sağlamada devlet, temel bir rol oynamalıdır.

İnsanlar kamu iyileştirme paketleriyle doğrudan desteklenmelidir. İlk olarak yerli halklar, siyah ve Afrika kökenli topluluklar, renkli insanlar, göçmenler, alt tabakadaki kadınlar ve işçi sınıfı desteklenmelidir.

Bu paketler yeraltı kaynakları endüstrisi ve başka sektörlere geçiş için işçilere destek dahil fosil yakıt bağımlılığından uzaklaşmanın yollarının yanı sıra refahın yeniden dağıtımı, kadınların özerkliği, vergi adaleti ve küçük işletmeler için özel destek politikalarını kapsamalıdır.

Şirketlerin finansal kayıplarını karşılamak için kamu parasını harcamamalıyız ya da ulusötesi şirketleri, özellikle de fosil yakıt, madencilik firmaları, tarım firmaları, havayolları ya da vergi cennetlerinde bulunan firmalar gibi sistemik krizde en çok payı olanları kurtarmamalıyız.

Hükümetler zararlı ticaret ve yatırım müzakerelerini ve bilhassa Yatırımcı Devlet Uyuşmazlık Çözümü (ISDS) davalarını durdurmalıdır. Ulusötesi şirketler konusunda insan haklarına uygun hukuken bağlayıcı olan uluslararası bir antlaşma yapmalıdır. İşçi sınıfının haklarını boşaltan neoliberal reformları geri almalıdır. Örneğin finansal sermayeyle sosyal güvenliğin özelleştirilmesini iptal etmelidir.

Enternasyonalizm

İyileşme tedbirleri çok taraflı işbirliği ve enternasyonalist dayanışma temelinde olmalı ve bunları geliştirmelidir.

Hareketler ve sınırlar arasında enternasyonalizm, mevcut krize kolektif tepkiler oluşturmaya yardımcı olacaktır. Enternasyonalizm ortak bir anlayıştır ve küresel çapta hepsinin üstesinden gelmek gelme ihtiyacının yanı sıra her türlü baskının ve birbirlerine bağlılıklarının analizi anlamına gelmektedir.

Uluslararası düzenlemeler halkların haklarına, çevresel, sosyal, ekonomik adalete ve cinsiyet adaletine öncelik vermelidir. Ülkeler, sistemik krizlerin temel nedenlerinin ele alınacağı politika alanları oluşturmalıdır.

Bu, Küresel Güney’in sahip olduğu borcun iptal edilmesi ve iklim onarımı ilkesi ve ekolojik borcun uygulanması gerektiği anlamına geliyor. Küresel Kuzey ve uluslararası finansal kuruluşlar, Küresel Güney için geri ödemesiz hibe biçiminde yeni kamu finansmanı sağlamalıdırlar.

Devletler, finansal sektörü düzenlemek ve spekülasyonu önlemek için, Küresel Güney’den Kuzey’e doğru finans ve sermaye akışını durdurmak için birlikte çalışmalıdır. Covid-19 aşısı dahil her türlü tedavi, patent veya fikri mülkiyet hakları olmaksızın herkes için ulaşılabilir olmalıdır.

İnsan hakları ve halkların haklarının, ticaret ve yatırım anlaşmalarının üzerinde olduğu uluslararası hukukta sabittir. İnsan hakları ve uluslararası insancıl hukuku açıkça ihlal eden (Küba, Filistin ve Venezuela’daki gibi) ekonomik ablukalar ve işgaller sona ermelidir.

Demokrasi

Demokrasi savunulmalı ve halkların katılımıyla güçlendirilmelidir. Halkların haklarını ve çevreyi koruması talep edilerek siyaset ıslah edilmelidir.

Daha fazla deregülasyon dahil, sağlık krizinin büyük kirleticiler ve neoliberal şirket gündemlerini ilerletmek için bir kapak işlevi görmediğini temin etmek için bir araya gelmeliyiz.

Muhalefetin dillendirilmesi, eleştiri yapma ve protesto hakkı dahil, halkların hakları ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. Toplumsal hareketlerin, örgütlerin ve toplulukların kriminalize edilmesi sona ermelidir.

Kadınların özerkliklerinin, yaşamları ve bedenleri üzerindeki haklarının erozyonunun, sağcı ve baskıcı hükümetlerin, toplumların ve bölgelerin askerileşmesini artırmak için Covid krizini kullanmalarının ve gözetim taktik ve tekniklerini uygulamaya koymalarının sona erdiğini görmeliyiz.

Şiddetten kurtulma hakkı, özellikle kadınlar, siyah ve Afrika kökenli topluluklar, her renkten insanlar, LGBTİ bireyler ve bölge savunucuları için uygulanmalıdır.

Sistemler

Hükümetler pandemi, eşitsizlik, iklim, gıda, biyolojik çeşitlilik ve onarım gibi çoklu sistemik krizlere, dönüştürücü bir sistem değişimi gündemi izleyerek yanıt vermelidir.

Covid-19 krizi, ekosistemlerin tahrip edilmesinin sağlığımızı etkileyen patojenlerin yayılmasını nasıl kolaylaştırdığını ortaya çıkardı. Adil ve sağlıklı bir iyileşme, iklim değişikliği krizine ve biyolojik çeşitliliğin, ormanların, ve dünya genelinde diğer ekosistemlerin kaybına yanıt verilmesi anlamına geliyor.

Bölgelerin asırlık kolektif yönetim pratiklerinin sürdürülmesi amacıyla insanların kolektif haklarının tanınması, uygulanması ve saygı duyulması anlamına geliyor.

Gıda sistemini endüstriyel tarımdan ​gıda egemenliğine ​doğru dönüştürmeliyiz. Köylü, aile ve zanaatkar üreticiler desteklenmeli, ulusal ve yerel gıda tedarikleri oluşturulmalı, kamu politikaları ve sübvansiyonlar kurumsal çiftçilikten agroekolojiye kaydırılmalıdır. İnsanlara tohumları, toprakları, suları ve bilgileri üzerinde mülkiyet ve kontrol sağlayan hakiki bir
toprak reformu yapılmalıdır.

Katılım

Ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluklar ilkesini uygulayarak, fosil yakıt bağımlılığından yüzde 100 toplu mülkiyete ve herkes için yenilenebilir enerjiye geçmeli ve Covid-19 ve iklim krizlerine eş zamanlı olarak yanıt vermeliyiz.

Bu bölüştüren ve tasarım gereği sağlıklı yeni bir ekonomi oluşturmak için bir fırsattır. Bu, ulaşım, iletişim, su, sanitasyon, eğitim, sağlık, bakım işleri, enerji ve sosyal güvenliğin haklar olarak kabul edildiği ve vergilendirme yoluyla finanse edilen kamu hizmetleri aracılığıyla herkese açık olduğu bir yerdir. Dönüştürülmüş bir sistem, hakkaniyetli ticaret ilişkileriyle birbirine bağlanmış, sürdürülebilir yerel ve bölgesel ekonomilere dayanacaktır.

Bu ilkelerin kurtarma planları, vergi tavizleri, düzenleyici çerçeveler, kamu harcaması, Covid-19 ve ardından gelen sosyo-ekonomik krizden bir iyileşme yoluyla bizi görmeyi amaçlayan gerekli tüm uluslararası ve çok taraflı tedbirler etrafında tüm ulusal ve bölgesel kararların temeli olmasını istiyoruz.
Halkların egemenliği ve katılımı üzerine kurulmuş sürdürülebilir ve adil  toplumlar için çalışmalıyız.

Makalenin İngilizce orijinali

* Bu makale, dünyanın dört bir yanındaki Friends of the Earth International üyelerinin tartışmaları ve çalışmalarının ortak sonucu olarak yayımlanmıştır. 

Türkiye’den genç iklim aktivistleri grevlerini ‘iklim adaleti’ için gerçekleştirdi

İklim krizine karşı mücadele eden Gelecek için Cumalar (Fridays for Future) hareketi 25 Eylül’de 6. Küresel İklim Grevi’ni gerçekleştirdi. Dünyanın dört bir yanında düzenlenen 3500’ün üzerindeki etkinliğin ana temasını iklim adaleti talebi oluşturdu.

Türkiyeli iklim aktivistleri de “iklim adaleti sosyal adalettir” diyerek dijital mecralarda ve sokakta bir dizi etkinlik gerçekleştirdi.

Galata Köprüsü’nde pankart

Etkinlikler, sabah saatlerinde Eko-Öğrenci Hareketi’nin pankart eylemiyle başladı. Aktivistler, İstanbul Galata Köprüsü üzerinde “İklim adaleti hemen şimdi” pankartı açtılar.

Bebek’te iklim grevi

Pandemi sebebiyle fiziksel mesafeye dikkat ederek gerçekleşen sokak etkinliklerinin Beşiktaş ayağında genç iklim aktivistleri Deniz Çevikuş, Duru Barbak, Yağmur Ocak ve Atlas Sarrafoğlu Bebek Parkı’nda bir araya gelerek “geleceğimiz ve ekosistem için mücadeleden vazgeçmeyeceğiz” çağrısı yaptılar.

İklim krizinden Etkilenenler Beşiktaş’ta

Ayrıca, iklim krizinden etkilenen grupları temsil eden on ayrı figür, gün içinde Beşiktaş-Barbaros Meydanı’na yerleştirildi. 2 metre boyundaki figürler, yazılı mesajlarıyla iklim krizinin sosyal adaletsizlikleri artırdığı uyarısında bulundular.

Fotoğraf: Elif Ünal

Figürler arasında iklim krizi yüzünden göç etmek zorunda kalanlar, krizden  daha fazla etkilenen kadınlar, iklim krizi felaketleri ile karşı karşıya kalan kişiler, ve artan yangınlar sebebiyle can veren hayvanlar temsili olarak yer aldılar.

Fotoğraf: Servet Dilber

Bursa’da #DirenKestane

Bursa Nilüfer Halk Evi önünde bir araya gelen iklim aktivistleri ise Gelecek İçin Cumalar Bursa ve Nilüfer Kent Konseyi Gençlik Meclisi ortaklığında “Bursa’ya Temiz Hava” kampanyasını başlatacaklarını duyurdular.

Fosil yakıtlar ve diğer kirleticiler sebebiyle Bursa’nın sorunlarına dikkat eden gençler, “içerisinde bulunduğumuz koşulları kabul etmiyoruz, temiz havanın tüm canlılar için hak, tüm yaşam savunucuları için verilmesi gereken bir mücadele olduğunu kabul ediyoruz” dediler.

Gerçekleşen etkinlikte Halk Evi üzerinden “Bursa kronik hasta, harekete geç” pankartı açıldı.

Tekirdağ ve İzmir’de iklim adaleti çağrısı

Gün içinde ayrıca Tekirdağ ve İzmir’de “iklimi değil sistemi değiştir” ve “şirketleri değil gezegeni kurtar” sloganlarıyla basın açıklamaları gerçekleştirildi.

İzmir’de Gelecek için Cumalar İzmir, Antikapitalistler ve Fideder ortaklığında gerçekleşen açıklamada konuşan Maya Kılıç, iklim adaleti sosyal adalettir çağrısı yaparak “Onların hayatlarımızı riske atan, bizi yoksullaştıran, iklimi değiştiren uygulamaları varsa bizim de sisteme karşı küresel mücadelemiz var” dedi.

Dijital grev

Sokakta gerçekleşen etkinliklerin yanı sıra Gelecek İçin Cumalar Türkiye, sosyal medya kanalları aracılığıyla “Dijital İklim Grevi” düzenledi. 17.00’da başlayan etkinlikte Türkiye’den 13 ayrı kentten ve Kıbrıs’tan iklim aktivistleri bir araya geldi, gençler adına Melisa Akkuş ve Duru Barbak bir açıklama gerçekleştirdi.

Akkuş ve Barbak yaptıkları açıklamada fosil yakıt kullanımının, ormansızlaşmanın, canlıların yaşam alanlarının yok edilmesinin, bir yandan iklim krizini derinleştirirken diğer yandan toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlileri de artırdığını söylediler.

‘Aynı fırtınadayız aynı gemide değiliz’

Açıklamada “Hem yaşadığımız dünyayı ve canlılarını hem de ırk, cinsiyet veya sosyal durum ayırmaksızın tüm insanların yaşadığı eşitsizliklere karşı sesimizi yükseltiyoruz” ifadeleri kullanıldı ve “hepimiz aynı fırtınanın ortasındayız, ama aynı gemide değiliz” denildi. Barbak ve Akkuş açıklamalarını  şu sözlerle sonlandırdı:

Bir avuç insanın çıkarları uğruna elimizden giden gezegenimiz, yani geleceğimiz için daha ne kadar susacağız? Tüm bu yaşananlara, biz iklim aktivistlerinin “imdat” çağrısına ne zaman kulak verilecek?  Bize katılın! Ancak bir olduğumuzda sesimizi dinletebiliriz.

Yılmaz: Krizden en çok marjinalleştirilenler etkileniyor

Genç iklim aktivistlerini desteklemek için çevre ve iklim alanında faaliyet gösteren çeşitli sivil toplum kuruluşlarını ve kitle örgütlerini bir araya getiren Sıfır Gelecek platformundan Arca Yılmaz da dijital iklim grevinde bir konuşma gerçekleştirdi.

Yılmaz, yaptığı konuşmada krizlerden en çok ekonomik kaynaklara sınırlı erişimi olanların, karar alma mekanizmalarına dahil edilmeyenlerin ve sosyal, kültürel ve toplumsal cinsiyet açısından marjinalleştirilenlerin etkilendiğini vurguladı. Yılmaz yaptığı konuşmada taleplerini şöyle sıraladı:

  • Kömüre, fosil yakıtlara teşvikleri sonlandırılmalı,
  • Karbonsuz bir ekonomiye geçişte çalışanları mağdur etmeyecek adil dönüşüm politikalar uygulanmalı,
  • Doğal kaynakları el üzerinde tutan yeşil politikalar benimsenmeli,
  • Krizlere karşı toplumsal kırılganlığı azaltıcı planlar yürürlüğe konmalı,
  • İklim krizini derinleştirecek istanbul kanalı, kömürlü termik santraller, maden projeleri gibi projeler durdurulmalı

Dijital İklim Grevi’nde ayrıca ICHILD, KODA, Uluslararası Af Örgütü, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Genç Liderliği ve Her Yer Kazdağları ekiplerinden katılımcılar konuşmalarıyla destek verdiler.

Dijital İklim Grevi, katılımcıların kendi hazırladıkları pankartlarla video konferansta ortak fotoğraf çektirmesiyle sonlandı.

 

 

Asansörde diyet kitabı okuyanlar kulübü

2002 yılından beri değişik etkinliklerle kutlanan, farkındalık yaratmayı amaçlayan Avrupa Hareketlilik Haftası bu yıl 16-22 Eylül tarihlerini kapsadı. Bu senenin teması “Herkes için sıfır emisyonlu (salımlı; salınım değil salım) hareketlilik” idi.

Neden hareketlilik haftası

Özellikle kentler, insanları hareketlilik açısından çok daha kısıtlı bir yaşam tarzına itiyor. Otomobil sahiplik oranı sürekli artıyor. Motorlu araç yolları en ücra köşelere kadar uzanıyor. Geçenlerde Kefken-Kerpe tarafına bir hafta sonu kaçamağı yapmıştım. Pembe Kayalar, Kefken’in en meşhur noktalarından. Tepesine kadar yol gidiyor. İnsanlar otomobilleriyle kayaların üstünde mangallı piknik yapıyordu. Asansör, yürüyen merdiven, yürüyen yol gibi teknolojik araçlar hareketliliğin önünde büyük engeller oluşturuyor. İstanbul’da, insanlar yürüyen merdivenlerde, bırakın çıkışları inişlerde bile sabit durmayı, kılını kıpırdatmamayı tercih ediyor.

Avrupa Hareketlilik Haftası hem insan sağlığı hem de gezegenin sağlığı açısından sürdürülebilir kentsel ulaşım politikalarını; yürüme, bisiklet ve toplu taşımaya dayalı kent içi ulaşım pratiklerini geliştirmeyi amaçlıyor. Elbette bu iş bir haftayla sınırlı kalmamalı. Bir haftanın amacı farkındalık yaratmak. Yılın geri kalanında da yaşama uyarlamak. Peki, bizde durum ne?

Bir ileri iki geri

İstanbul’da yaşayan birisi olarak gözlemlerim İstanbul’dan: 31 Mart-23 Haziran seçimlerinden sonra haklı olarak çok umutlandık. Ve yine haklı olarak büyük beklentiler içine girdik. O ya da bu parti ya da kişiden çok 25 yıllık sorunlu bir anlayışın dışına çıkma umuduydu bu. Haklı beklentilerimiz bizi haksız bir eleştiri noktasına getirmemeli ebette. Henüz her şey daha çok yeni ve eminim ki belirli projeleri yaşama geçirme koşulları çok uygun değil ama kişisel olarak ben durumdan yine de çok memnun değilim. Yaya ve bisiklet dostu bir kent yaratma konusunda umut verici bir adım henüz göremedim.

Salgın döneminde, yaşadığım bölge olan Kızıltoprak civarında yapılan bisiklet yolu, muhtemelen esnafın şikayetiyle kısa sürede iptal edildi. Şimdi, bisiklet yolu olan yerde gün boyu araçlar park ediyor, park yasağı olmasına rağmen. Vapur hariç diğer toplu taşıma araçlarında belirli saatlerde bisiklet yasağı var. Bu yasağı kaldırmanın ne gibi bir zorluğu olabilir, bilmiyorum. Veya metrolarda yine bisikletler için asansör yasağının anlamı ne? Bu yasağı koyan ya da devam ettirenler bir defa olsun bir bisikleti yüzlerce basamak indirip çıkarmayı denediler mi hiç?

Bu kadar basit sorunları çözmek bile bu kadar zorluk çıkarıyorsa, metrolarda bir vagonun sürekli ve yalnızca bisikletlilere ayrılması, metrobüs ve otobüslerde yalnızca bisikletlilere özel seferlerin yapılması gibi radikal dönüşümler için nasıl umut taşıyabiliriz? Peki ya Adaları dolduran motorlu araçlar nedeniyle sokaklara asılan bisiklet giremez levhalarına ne diyeceğiz?

Yürümeyi unutan bir nesil

Evrim sürecinde insanı insan yapan dönemeçlerden biri de bipedalizme geçiştir. İki ayak üzerinde hareket etmeyi ifade etmek amacıyla kullanılan bipedalizm insanda anatomik ve sosyal pek çok değişimin kök nedeni oldu. Günümüz insanı için yürümek, koşmakla birlikte bipedalizmin ana göstergesi. Fakat sanırım koşmayı çoktan unuttuk, yürümeyi de unutmak üzereyiz.

Adını herkesin bildiği bir elektrikli scooter uygulaması var, dalga dalga yayılıyor. Gencecik insanlar, su gibi kızlar ve oğlanlar bu araçların üzerinde adım atmadan oraya buraya gidip geliyorlar. Yürümeyi unutuyorlar. Yaşamı unutuyorlar. Neden? Daha hızlı gitmek için mi? Yürümek yavaştır çünkü. Oysa bir yerden bir yere daha hızlı gitmek ne anlama gelir ki? Frédéric Gros “Yürümenin Felsefesi”[1] adlı kitabında şöyle söylüyor:

Hızın zaman kazandırdığı bir yanılsamadır. Hesap ilk bakışta kolaydır: Yapacaklarını üç saat yerine iki saatte yapıp bir saat kazan. Fakat bu, günün her saati birbirine eşitmişçesine yapılan soyut bir hesaplamadır.

Bilakis zamanı hızlandıran acelecilik ve sürattir. Böylece zaman daha çabuk geçer ve iki saatlik bir telaş, günü kısaltır. Bölümlere ayrılmış her dakika lime lime olur, çatlayana kadar dolar. Bir saatin içine yığınla şey istiflersiniz.

Yavaş yavaş yürüdüğünüz günlerse çok uzundur… Yavaşlık saniyelerin, bozuk bir musluktan pıt pıt düşen su damlaları gibi teker teker, damla damla aktığı o noktada zamanla hemhal olmaktır.”

Diyet kitaplarından fitness salonlarına insanlık dramı

Doğal hareket fırsatlarını ıskalayan insan doğal olmayan şekillere dönüştükçe, çözümü hep yanlış yerlerde aradı. Kimse alınmasın, gücenmesin; sözünü ettiğim insan özel olarak sen, ben ya da o değil, genel olarak hepimiziz. Diyet kitaplarını tarumar ettik, fitness salonlarında, bir deney maymunu gibi yürüyen bantların üstünde debelendik. Sonra da bir kilometre uzaklıktaki evimize konforlu otomobilimizin koltuğunda seyahat ettik.

Hayır, ben yapmadım diyenlere sözüm yok. Diğerlerine hoş geldiniz diyorum Asansörde Diyet Kitabı Okuyanlar Kulübü’ne.

*

[1] Kolektif Kitap, 2017. ISBN:978-605-5029-64-7 (Çeviren: Albina Ulutaşlı)

Yeşil Kamp’ın ardından: Digital arşiv yayında

Avrupa ve Dünya’da yaşanan iklim ve ekolojik krizleri, pandemi koşulları, adaletsizlik ve eşitsizlik koşullarında giderek güçlenen Yeşil Hareket’in Türkiye temsilcileri, Yeşil Düşünce Derneği tarafından düzenlenen Yeşil Kamp- Dijital’de buluştu.

Her yıl açık havada kurulan ancak bu yıl koronavirüs salgını nedeniyle çevrimiçi ortamda, Krizler Çağı: Ütopyalar, Distopyalar ve Kesişimler başlığıyla gerçekleştirilen kampa, aralarında gazeteci yazar Tanıl Bora, iklim uzmanı, IPM iklim çalışmaları koordinatörü Ümit Şahin, gazeteci Sezin Öney’in de bulunduğu çok sayıda sanatçı ve aktivist katıldı. 

Nilipek.’in Yeşil Kamp’a katılanları selamladığı konseri ile yapılan açılış ardından Tatavla Tiyatro’nun sahnelediği ‘İnsan Çağı’ oyunu çevrimiçi olarak ilk kez sahne aldı.

İlk gün yayınını izlemek için tıklayın

Kesişen hayatlar ve mücadeleler

Can Tonbil’in moderasyonluğunda gerçekleşen ‘Kesişimsellik ve Mücadelede Buluşma’ panelinde kalabalık bir ekip ile farklı alanlarda mücadele hareketleri Kovid-19 krizinin ve iklim krizinin nasıl etkilediğini konuşuldu ve mücadelelerimizde nasıl ortaklaşabiliriz sorusuna yanıt arandı. Panelde FFF Türkiye’den Deniz Çevikus ve Güney Deniz Teke, Yokoluş İsyanı’ndan Ali Şahinkaya, Gençlik Örgütleri Forumu’ndan Çağlar Yenilmez, Genç Yeşiller’den Ayça Ceren Akdemir, İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası ekibinden Mine Beler, Havle Kadın Derneği’nden Kübra Şamiloğlu, Yurttaşlık Derneği’nden Emel Kurma, Plaza Eylem Platformu’ndan Ahmet Gire, İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nden Gökhan Turan, Toplumsal Bilgi ve İletişim Derneği’nden ise Şevket Uyanık konuştular

İzlemek için tıklayın

Kampın birinci günü Güneşin Aydemir’in Masat Saati anlatısıyla sonlandı. Battlestar Galactica: Gelecekteki Geçmiş anlatısında Güneşin Aydemir, günümüz sorunlarını bir kurgu olan Battlestar Galactica hikayesi üzerinden ele alarak açımladı. 

İzlemek için tıklayın

Kampın ikinci günü Duygu Dalyanoğlu’nun kaleme aldığı ve yönettiği, BGST Tiyatro’nun canlandırdığı ‘K’nın Sesi’ serisi yayınlandı. Karantina sürecinde farklı sorunlarla karşılaşan kadınların yaşamlarından kesitler sunan K’nın sesi serisinin her parçası kovid-19 krizinden kadınların nasıl etkilendiğini ortaya koydu

Seriyi buradan izleyebilirsiniz.

Muhalefet dili nasıl kurulmalı?

Sevil Turan ve Melisa Kutluğ’un Tanıl Bora ile gerçekleştirdikleri ‘Muhalefet dili ve kavramları üzerine düşünme’ söyleşisi büyük ilgi uyandırdı. ‘Yerleşik dilde bizi rahatsız eden nedir? sorusuyla konuşmasına başlayan Bora, dilin yapısal sorunları ve nasıl alternatiflerle bu sorunların çözülebileceği üzerine fikirlerini sundu. Konuşmasının başında ilk yayınladığı kitabının yeşil hareketle ilgili olduğunu ve uzun zamandır bu konuda düşündüğünü belirten Bora, konuşmasının sonunda, iklim krizi ve ekolojik yıkımlar ile pandemi arasındaki bağın çok belirgin olduğunu ve pandeminin yeşil hareketin kendini anlatması için doğru zaman olduğunu bir kaç kez vurguladı

Söyleşiyi izlemek için tıklayın 

K’nın Sesi Tiyatro gösterimi için link de burada

Ütopya ve Distopyalar

Kampın üçüncü günü Ümit Şahin moderatörlüğünde Murat Özbank ve Sezin Öney ile ‘Ütopyalar ve Distopyaların Günümüz Gerçekliğinde Buluşması’ konulu bir söyleşi gerçekleşti. Söyleşide özellikle geçmişteki ilerlemeci ütopyalardan hareketle gerçekleşen endüstriyel ve teknolojik bazı atılımların, iklim ve ekoloji krizi, kovid-19 pandemisi gibi bugünün distopik gerçekliğini yarattığına değinildi

Söyleşiyi izlemek için tıklayın

Aynı gün sanatçı Eymen Aktel’in ‘Ütopyalar ve Distopyalar’ isimli çizim performansı ve karantina sürecindeki psikolojik hallerimizi yansıtan ‘Olamayız Artık Eskisi Gibi’ isimli video performansı yine ilk kez çevrimiçi gösterimdeydi.

İzlemek için bağlantı şurada

Yeşil Düşünce Derneği gönüllü ve üyelerinden Aylin Ezgi Yılmaz, Melisa Kutluğ ve Rudi Sayat Pulatyan’ın hazırlayıp modere ettiği ‘Yüzleşme Atölyesi’ gerçekleşti.

Yaratıcı direniş

Kampın son günü Bahar Topçu’nun kurguladığı ve çektiği, Ceylan Schumacher’in piano bestesi ile eşlik ettiği ‘Çamlık’ isimli video peformans yayını ile başladı ve ardından Bahar Topçu’nun modere ettiği ‘Yeşil Kampın Yaratıcı Direnişi‘ söyleşisinde, kamp boyu performansları ile katkı sunan sanatçılarla, krizlerden sanatçıların nasıl etkilendiği ve nasıl çözümler ürettikleri paylaşıldı

İzlemek için tıklayın 

Müzisyen Gökçe Coşkun’un kendi şarkılarından oluşan konseri izleyici ile buluştu.

Doğa mücadelesine selam!

Yeşiller Meclisi üyelerinden Gizem Kastamonulu, Onur Fidangül ve Sema Alpan Atamer tarafından hazırlanan ve modere edilen ‘Kolaylaştırıcılık Atölyesi’ kampın son günü gerçekleşti.

Yeşil Kamp Dijital’in kapanışı Kazdağları’nda nöbet tutan @KazdağlarıKardeşliği ve Ulupınar’da Çınarların başında nöbet tutan @Ulupinarincinarlari ekipleri ile canlı yayında gerçekleşen söyleşi ile halihazırda devam eden iki mücadeleye selam vererek tamamlandı

İzlemek için tıklayın

Kazdağları nöbet alanından canlı yayına bağlanan Ferzan Aktaş, Kazdağları’ndaki altın madenciliği ve madencilere karşı başlatılan nöbet süreci ve yeni gelişmeler ile ilgili bilgi aktardı. İlayda Gülsüm Çamlı ve Bugay Akyüz sanatsal eylemlerin nasıl geliştiğini ve yankı bulduğuna dair deneyimlerini paylaştılar. Ulupınar’da yaşayan ve çınarların yaşatılması için mücadele eden Deniz Soyarslan, nöbetin nasıl başladığına ve hukuki gelişmelere dair bilgi aktardı ve çınarları korumak için gerçekleştirdikleri atölyelerden, konserler ve performanslardan bahsetti. Çınarların Anıt Ağaç olarak işaretlenmesi ve kesimden kurtarılması için kampanya başlatan ve nöbette yer alan Seda Arıcıoğlu, Ayşe Kalıpçı ve Seyran Tanrıtanır da çınarları korumanın onlar için neden önemli olduğunu, gerçekleştirdikleri etkinliklerin yaşadıkları yerde nasıl yankı bulduğunu aktardılar. Katılımcıların gerçekleştirdiği performanslar da yayında yerini aldı

Performansı izlemek için bağlantı şurada. 

Petro-kimya lobicileri plastikleri Afrika’ya yaymanın peşinde

Yazan: Emma Howard

Yeşil Gazete için çeviren: Ali Serdar Gültekin

*

Shell, Exxon, Total, DuPont veDow gibi petrol ve kimya şirketlerini temsil eden lobi grubu, ABD’de Trump yönetimini, salgın sırasında plastik ve kimya endüstrisini Afrika çapında genişletmek için ABD-Kenya ticaret anlaşmasını kullanmaya zorluyor.

Unearthed tarafından elde edilen belgeler, aynı lobi grubunun ve ABD geri dönüşüm endüstrisinin, düşük ve orta gelirli ülkelere giren plastik atıklara yeni sınırlar koyan uluslararası bir anlaşmadaki değişikliklere karşı lobi yaptığını gösteriyor.

American Chemistry Council‘deki (Amerikan Kimya Konseyi) (ACC) şirketlerden BP dışında, Shell, Exxon ve Total gibi bazıları, “plastik atıktan arınmış bir dünya” yaratma sözü veren 1 milyar dolarlık bir girişimin kurucuları arasındaydı. 

ACC, ABD Ticaret Temsilcisi ve ABD Uluslararası Ticaret Komisyonu‘ndaki üst düzey yetkililer için kamuya açık mektuplarında şöyle yazdı: “Kenya, gelecekte bu ticaret anlaşması aracılığıyla ABD yapımı kimyasalları ve plastikleri Afrika’daki diğer pazarlara tedarik etmek için bir merkez olarak hizmet edebilir.”

Mektuplarda ayrıca, uzmanların söylediği gibi plastik atıklarla ilgili yeni kuralları yasal olarak aşma girişimi anlamına gelen atık ticaretine ilişkin sınırların kaldırılması çağrısında bulunuldu. Bu kurallar, belgelerin de ortaya koyduğu üzere firmaların da şiddetle karşı çıktığı maddelerden oluşuyor. 

Kenyalı çevreciler, önerilerin “Kenya’nın plastik atıklar için bir çöp sahası haline geleceği” anlamına geldiğini söylüyorlar. 

Geçen yıl plastik atık kriziyle mücadele yasasını çıkaran ABD’li Demokrat Senatör Tom Udall da şirketleri “çifte ticaret” le suçladı. Udall Unearthed‘e şunları söyledi:

Petrokimya ve plastik endüstrilerinin, artan plastik atık krizimizin çözümünün daha fazla tek kullanımlık plastik üretmek olduğunu iddia etmesi çok korkunç. Aynı şirketler ve kuruluşlar, okyanuslarımızda ortaya çıkan plastik atıklar için gelişmekte olan ülkeleri işaret ediyorlar. Bu çifte anlaşma, plastik atık krizimizin gerçek kaynağının ne olduğunu açıklığa kavuşturuyor: milyarlarca dolar kazanmak için sorumluluklarını sınırlayan şirketler ve kuruluşlar…

Bu şirketlerin aşırı atık ve kirlilik için sorumluluk almasını şart koşmak, muazzam plastik atık sorunumuzla başa çıkmamızın tek yolu.”

İşçiler geri dönüşüm malzemelerini Maryland’deki bir atık yönetimi tesisinde ayırıyor. Plastik de dahil olmak üzere ABD atıkları genellikle denizaşırı yoksul ülkelere gönderiliyor. Fotoğraf: Saul Loeb / AFP

ACC, Dow ve DuPont gibi kimya şirketleri ve bazı ana petrol şirketlerinin petrokimya kolları için önemli bir ticaret birliği. BP üye olmasına rağmen herhangi bir plastik üretmiyor ve geçen ay petrokimya işini Ineos’a sattı. Bir sözcü Unearthed’e ACC ile yaptıkları çalışmanın otomotiv endüstrisinde kullanılan Castrol motor yağlarına odaklandığını söyledi.

Basel Konvansiyonu

Plastik atıklarla ilgili halkın tepkisini takiben, geçen yılın Mayıs ayında, Basel Konvansiyonu adı verilen küresel bir anlaşma kapsamında kabul edilen yeni kurallar, 2021 itibariyle OECD dışındaki neredeyse tüm ülkelerin ABD ile karışık, kontamine veya geri dönüştürülemeyen plastik ticaretini yasaklaması anlamına geliyor. Çünkü ABD, konvansiyona taraf olmayan birkaç ülkeden biri.

OECD, ABD’nin itirazlarının ardından yeni plastik atık kararlarını kabul edip etmeyeceğine henüz karar vermedi. Basel Konvansiyonu, ABD ile OECD’nin 37 üye ülkesi arasında devam eden ticarete izin verecek sınırlı bir istisnayı ancak yalnızca bu ülkeler konvansiyondakiler kadar güçlü plastik atık standartları benimserse, sağlıyor.

Anlaşmanın parçası olan 187 ülke, ithalatçı ülkelerden önceden bilgilendirilerek onay almak için çevresel işleme tesislerinin kontrol edilmesini gerektiren bir prosedüre katılmak zorunda kalacaklar.

‘Prensip olarak statükonun korunmasını tercih ederiz’

Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası (FOIA) kapsamında Unearthed tarafından elde edilen yayınlanmamış belgeler, petrol ve kimya endüstrisi lobi grubunun Mart 2019’da Basel Konvansiyonu Sekreteryası’na yazdığını gösteriyor.

Grup, yeni kurallara bir “düzenleme yükü” oluşturacakları, sevkiyat gecikmelerine, lojistik sorunlara ve artan maliyetlere yol açacakları temelinde itiraz ediyor. Mektubu, iki hafta sonra ABD Ticaret Temsilcisi Ofisine ileterek endişelerini tartışmak için bir de toplantı istemişler.

Belgeler ayrıca, ABD geri dönüşüm endüstrisini temsil eden büyük bir ticaret birliği olan Institute of Scrap Recycling Industries‘in (Hurda Geri Dönüşüm Endüstrileri Kurumu – ISRI), ABD ihracatını ciddi şekilde sınırlayabileceği, yasal ticareti caydırabileceği ve plastiğin geri dönüşüm tesislerine ulaşmaması önleyerek deniz çöpünü şiddetlendirebileceği temelinde yeni kurallara karşı lobi yaptığını ortaya koymakta.

ABD Ticaret Temsilcisi Ofisi’ne 3 Nisan 2019’da gönderilen bir e-postada, “Prensip olarak, tekliflerin yürürlüğe alınmamasını ve statükonun korumasını tercih ederiz” diye yazmışlar.

ACC’den bir sözcü, yeni Basel kısıtlamalarıyla ilgili endişelerinin temelinin, “Afrika ve diğer gelişmekte olan ülkelerin plastik atıkları düzgün bir şekilde yönetme kabiliyetini çok sınırlayabileceği”, çünkü bu kararın onların diğer ülkelere materyal ihraç etme yeteneğini kısıtlamasına neden olduğunu ifade etti.

Akademisyenler, sivil toplum ve politikacılar, Kenya’nın ve diğer Afrika ülkelerinin artan plastik üretimi ve ihracatı yönetecek altyapıya sahip olmadığından endişe duyuyor. Fotoğraf: Getty / Simon Maina / AFP

ISRI bu endişeleri yineliyor. Unerathed’e konuşan bir sözcü, yeni kısıtlamalarla ilgili şunları söylüyor:

“Toplama, ayırma ve geri dönüşüm gibi malzeme yönetimi altyapısı olmayan ülkelerin toplayabilecekleri malzemeleri, geri dönüşüm ve bertaraf kapasitesi olan ülkelere göndermesini engelleyebilir. Gelişmekte olan ülkeler için bu çıkış olmadan, ISRI zaten kötü bir durumun çok daha kötü olacağından endişe ediyor.”

ISRI’ye göre 2018’de ABD, OECD dışındaki ülkelerden 92.000 metrik tondan fazla plastik atık ithal etti.

Ancak, o yılın ilk altı ayında ABD tek başına Çin, Hong Kong, Hindistan, Malezya, Tayland ve Vietnam‘a, -OECD dışındaki tüm ülkeler- toplam 480.432 ton ihracatı gerçekleştirdi. Bu ihracat, ABD’nin yarı zamanlı ithalatının beş katı.

Trump yönetimi, OECD’de yeni kuralların uygulanmasına karşı çıkarak sektörün konumunu destekliyor. Muhalefet ise ülkenin değişiklikler yönünde yeni yollar arayıp aramayacağı konusunda endişelerini ifade ediyor. 

Nijerya‘daki Abia Eyalet Üniversitesi‘nde çevre kimyası alanında doçent olan Dr. Innocent Nnorom, yakın zamanda Afrika’da plastik tüketimi envanterinin ortak yazarı olan Unearthed’e şunları söyledi:

Afrika’daki çoğu ülke, artan plastik atıklarını yönetmek için geri dönüşüm altyapısına sahip değil. Plastik atık ticaretine devam etmek için boşluklar aranıyor gibi görünüyor. Afrika’ya vardıktan sonra, ortaya çıkan serbest ticaret yolları, diğer Afrika ülkelerine sınır ötesi hareketleri kolaylaştırmak için kullanılabilir. Afrika Birliği ve üye devletleri tetikte olmalı.”

‘Sınırlamayı yasaklayın’ teklifi

Petrokimyasallara olan talebin önümüzdeki on yıllarda roket gibi yükselmesi ve şirketlerin piyasayı genişletmek için düşük ve orta gelirli ülkelere yönelmesi bekleniyor. Plastik, halihazırda 2019’da toplam 58 milyon dolarlık satışla ABD’nin Kenya’ya yaptığı en büyük ihracat.

ACC, bu yılın başlarında ABD-Kenya serbest ticaret anlaşmasıyla ilgili olarak Trump yönetimine yazdıkları mektuplarda, “kimyasalların ve plastiğin üretimine veya tüketimine yerel sınırlamaların dayatılmasının yasaklanması ve malzeme ve hammaddelerin sınır ötesi ticaretine kısıtlamaların uygulanması” çağrısında bulundu. Gıda hammaddeleri, geri dönüşüm için plastik atıkları içerebiliyor. 

ABD ve Kenya’nın “ilgili uluslararası taahhütlere uygun olarak sağlam yönetim ve geri dönüşüm amacıyla atık ticaretini mümkün kılması” gerektiğini eklediler.

Yine de, Uluslararası Çevre Hukuku Merkezi‘nde çevre sağlığı programının bir avukatı ve yöneticisi olan David Azoulay, şöyle konuştu: 

Bu potansiyel anlaşmanın plastik üretimi ve tüketimine ilişkin herhangi bir ulusal sınırlamayı önlemek için kullanılması önerisi, yeni yürürlüğe girmiş Basel Konvansyonu’nun küresel plastik atık ticaretini daha iyi kontrol etmek için hükümleri gibi, ACC’nin, plastik üretimini ve kullanımını sınırlamaya yönelik bir ticaret anlaşmasını bir koz olarak kullanma hedefinin açık bir göstergesidir.”

ABD başkanı Donald Trump, 2018’de Beyaz Saray’ın Oval Ofisi’nde ikili bir toplantı sırasında Kenya Devlet Başkanı Uhuru Kenyatta ile el sıkışıyor. Fotoğraf: Olivier Douliery-Pool 

Sivil toplum kuluşu Basel Eylem Ağı‘nın yöneticisi Jim Puckett, bunun Afrika’daki ayrı bir anlaşma olan Bamako Sözleşmesi ile de çelişeceği yorumunda bulundu.

Jim Puckett, “ABD ve Kenya arasındaki atık ve zararlı kimyasalların ticaretini genişletme çabası, Afrika’nın her yerine götürmesi Afrika’ya neredeyse tüm plastik atık ve birçok tehlikeli kimyasalın ithalatı yasaklayan bir anlaşma olan Bamako Sözleşmesine karşı başa baş gidecek olan oldukça sinsi bir çabadır,” diye konuştu.

Kenya

Çevreciler, anlaşmanın plastik poşetlere ilişkin yeni kurallar da dahil olmak üzere ulusal plastik tüketimini sınırlama çabalarını baltalayabileceğinden endişe ediyorlar.

Raporlara göre, Sahra Altı Afrika’nın plastik torba yasalarında dünyaya öncülük ettiği düşünülüyor ve 34 ülke vergi veya yasakları kabul ediyor.

Kenya’daki Çevre, Adalet ve Kalkınma Merkezi‘nde (CEJAD) plastik programı koordinatörü olan Dorothy Otieno, bu ticaret anlaşmasının bu çabaların yarattığı ivmeyi ve değişimi tehdit edebileceğini kaydetti: 

“Ülke olarak, burada kullanılan ve atık olarak sonuçlanan plastikleri azaltmak için adımlar attık, taşıma poşetlerinin kullanımı ve üretimi ve son zamanlarda korunan alanlarda plastik yasak, yani bu ticaret anlaşması ülke olarak başardıklarımızı azaltabilir.”

Ancak Kenyalı politikacılar ve ticaret grupları bu tür korkuların giderileceğini söylüyorlar. Müzakereler birkaç hafta önce başlamıştı, ancak son zamanlarda koronavirüs endişeleri nedeniyle durdu.

İktidardaki Jübile Partisi milletvekili ve Ticaret ve Sanayi Parlamento Komisyonu üyesi Cornelly Serum da şu ifadeleri kullandı:

“Ticari anlaşma kapsamında plastik kullanımının ülkeye yeniden getirilebileceğine dair korkular geçerli … Ticaret dernekleri işlerini genişletmeyi planlıyor. Bu, Afrika – ve çoğunlukla Kenya’da – memnuniyetle karşılanıyor, ancak anlaşmayı şimdiye kadar yasaklanmış materyalleri sisteme sokmak için kullanamayız ve parlamento olarak ekonomimizi mahvetme ihtimali olan hiçbir protokole izin vermeyeceğiz. ”

Kenya Özel Sektör İttifakı‘nın geniş tabanlı lobi grubu CEO’su Carol Karuga ise şunları ekledi: Ekonomide plastik malzemelerin kullanımını yasaklamak ve daha sonra bir ticaret anlaşması yoluyla aynısını yeniden sisteme sokmak iyi bir fikir değil … Nihai olarak kabul edilmeden önceki anlaşmanın her seviyede kontrol edilmesi gerekecek.”

Otieno ayrıca daha fazla israfın etkisiyle ilgili endişelerini dile getirdi: 

Atıklarda bir artış olacak, bazıları yeniden kullanılacak ve geri dönüştürülecek, ancak çoğu çöplük alanlarına gönderilecek. Kenya’nın plastik atıklar için bir çöp sahası haline geleceği bir duruma düşeceğiz.

Bu, su yollarımızı ve drenaj sistemlerimizi tıkar ve su basmasına neden olur. Ayrıca plastiklerin yanmasından kaynaklanan kirliliğin etkisini de görüyoruz. Bu da solunum yolu hastalıklarına yol açan dioksin ve furanlar üretir… Biri evinizin hemen yanında bu atıkları yakabilir ve etkilerine maruz kalırsınız. Ayrıca plastikler nedeniyle kasabalarımızın estetik değerinin de azaldığını görüyoruz.”

Geçen yıl, büyük tüketici malları ve atık yönetimi şirketlerinin yanı sıra Shell, Exxon ve BASF dahil olmak üzere bazı ACC şirketleri, Afrika ve Asya’da plastik atıkları temizlemek ve önlemek için finansal yönetim projelerinde rol alacak Plastik Atığı Bitirme İttifakı’nı (AEPW) kurarak 1 milyar $ katkıda bulunmuşlardı. 

Açık mektuplarda ACC de şunları yazıyor:

“Özellikle Kenya gibi gelişmekte olan ülkelerde kullanılan plastikleri toplamak, ayırmak, geri dönüştürmek ve işlemek için altyapı geliştirmeyi desteklemeye yönelik küresel bir ihtiyaç var.

Bu tür bir altyapı, ticaret ve yatırım için fırsatlar yaratacak ve kullanılmış plastiklerin çevreden uzak tutulmasına yardımcı olacak, böylece deniz çöpünü azaltacak … ABD ve Kenya, Doğu Afrika’da, atık yönetimi kapasitesi ve tüm ülkelerde kullanılmış plastikler için evrensel erişimin daha iyiye ulaşmasını sağlayan yenilikçi döngüsel ekonomi çözümlerinin teşvik edilmesinde birlikte güçlü bir rol oynayabilir.”

Tanzanya’daki bir tüccar plastik poşetler satarken, diğerleri başkent Dar es Salaam’daki yerel pazarda yeni alternatif poşetler sunuyor. Tanzanya’da geçen yıl, 2019’da, plastik torba yasağı yürürlüğe girerek bu tür kısıtlamaları uygulayan 34. Afrika ülkesi oldu. Fotoğraf: Said Khalfan / AFP

ACC, FOIA aracılığıyla elde edilen belgelerde, bu tür bir altyapının plastik atık ticaretinin sürdürülmesini gerektireceğini ve yeni kuralların “deniz çöpü sorununu çözme çabalarını yavaşlatabileceğini”, çünkü döngüsel bir ekonominin bol miktarda hammadde gerektirdiğini savunuyor.

“Küresel plastik ticaretinin önündeki artan engeller, kaynak sağlayan ülkenin yeterli yerel geri dönüşüm altyapısına sahip olup olmadığına bakılmaksızın, yerel plastik atık yönetimi üzerinde artan yüklere yol açacaktır,” diyorlar.

ACC sözcüsü yaptığı açıklamada, kısıtlamaların düşük ve orta gelirli ülkelerden, daha fazla altyapı kapasitesine sahip olanlara ihracatı nasıl engelleyeceğiyle ilgili endişelerinin olduğunu söyledi.

ABD hükümeti ile yapılan yazışmalar da hem ihracata hem de ithalata atıfta bulunuyor.

Belgeler ayrıca ABD hükümetinin AEPW‘yi desteklediğini gösteriyor. ABD Ticaret Temsilciliği’nden bir yetkili, ACC’nin, Nisan 2019’da ittifakla ilgili bir etkinliğe davetini kabul etti ve “İttifak ile yaptığınız şey önemli bir karşı anlatıdır” yorumunu yaptı. 

Shell‘den bir sözcü de şunları söyledi: “Shell şirketleri birçok nedenden dolayı endüstri birliklerine katılıyor. Doğaları gereği fikir birliğine dayalı kuruluşlar, ancak pozisyonları her bir üyeyle aynı görüşleri yansıtmak zorunda değil. ACC, Shell’in güvenlik, iklim değişikliği ve toplu olarak ürettiğimiz ürünlerin sürdürülebilir kullanımı, bertarafı ve geri dönüşümü dahil olmak üzere bir dizi konuda sektörün en iyi uygulamalarını değiş tokuş etmesine olanak tanıyan bir avuç ABD merkezli ticaret kuruluşundan biridir.”

Total ise şirketin ACC’nin iklim konusundaki pozisyonuyla “kısmen uyumlu” olduğunu belirten, ancak plastikten hiç bahsetmeyen iklim değişikliği raporuna yönlendirdi. Exxon, DuPont, Dow ve BASF da yorum için bizi ACC’ye gönderdi. Bağımsız bir federal kurum olan ABD Uluslararası Ticaret Komisyonu ise bize ticaret müzakerelerine katılmadığını söyledi ve yorum için ABD Ticaret Temsilcisi’ne yönlendirdi. ABD Ticaret Temsilcisi talebimize yanıt vermedi.

Makelenin İngilizce orijinali

Muhalefetten HDP’ye operasyona tepki: Neden altı yıl sonra?

CHP‘den HDP‘lilere yönelik operasyona ilk tepki, İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu‘dan geldi. Tanrıukulu sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımda gözaltılar için “Saray’a düğün hediyesidir” dedi.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise, gözaltıların ardından HDP Eş Genel Başkan Mithat Sancar’ı telefonla arayarak görüştü.

Operasyonun siyasi nitelikte olduğuna inandıklarını belirten Kılıçdaroğlu HDP’ye geçmiş olsun dileklerini iletti. Muhalefete yönelik bu tür saldırı ve operasyonların, iktidarın her alandaki sıkışmışlığıyla bağlantılı olduğuna dikkat çeken Kılıçdaroğlu, destek ve dayanışma duygularını paylaştı.

‘Neden altı yıl sonra?’

Gözaltılara, muhalefetteki diğer partiler de tepki gösterdi. Gelecek Partisi Sözcüsü Selim Temurci, altı yıl sonra gelen gözaltıların nedenini sorguladı ve savcılığı, elindeki yeni bilgi ve bulguları açıklamaya çağırdı:

Terörün her türlüsüne karşı hep birlikte mücadele etmek zorundayız. Evet, terör hepimizin kırmızı çizgisidir. Ancak siyasi rakiplerimizi terörize ederek ve yargıyı buna alet ederek daha demokratik bir Türkiye’ye ulaşamayız. Soruyoruz? Kobani olaylarından altı yıl sonra bu gözaltılar neden?

6-7 Ekim Kobani olaylarında 35 kişi hayatını kaybetmişti

Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu da gözaltıların zamanlamasına dikkat çekti ve sosyal medya paylaşımında şöyle yazdı:

Olaydan altı  yıl sonra Ayhan Bilgen, Altan Tan, Süreyya Önder ve diğerlerinin sırf hukuki gerekçelerle gözaltına alınmış olduğunu düşünmek abesle iştigal olur. Yargıyı araçsallaştıran siyaset anlayışı adalet duygusunu ezdikçe terör örgütlerini sevindirir. Devlet adaletle yönetilir.

‘Ne değişti…?’

Operasyona Saadet Partisi de sessiz kalmadı. Parti sözcüsü Birol Aydın, Twitter hesabından “Adalete olan güven sarsılmaya devam ediyor” diye yazdı ve sordu:

Altı yıl sonra ne değişti de, yargılanıp serbest kaldıkları dosyadan dolayı insanları sabahın erken saatlerinde evlerinden gözaltına alıyorsunuz?