Ana Sayfa Blog Sayfa 1895

‘Yediğimiz her lokmada mevsimlik tarım işçilerinin ahı olabilir’

 
Kötülük bizdense ben bizden değilim. (Rachel Corrie) 
*

Yıllardır gittiğim yerlerde ilgi alanım gereği, mevsimlik tarım işçilerin durumuyla ilgilenmeye çalışırım. Konunun özellikle neo-liberal tarım politikaları kapsamında ele almak gerektiğine inanıyorum. Türkiye’de 1980 sonrası geliştirilen tarım politikaları sonucu, üretim aile tarımından uzaklaşarak büyük endüstriyel tarıma dönüştürülmeye başlandı. Gerek kır ve kent arası planlı olarak açılan uçurum gerekse tarımdaki endüstrileşme sonucu mevsimlik işçilere olan ihtiyaç daha da arttı. 

Birleşmiş Milletler Mülteci Kuruluşu UNCHR‘nin 2014 raporuna göre, Türkiye’deki mevsimlik tarım işçilerinin % 80’i çadırlarda ve diğer geçici konutlarda kalıyor. Yine yüzde % 56’sı elektrik, % 62’si musluk suyuna, sıhhi tuvalet ve banyo koşullarına sahip değil.  

Bu işçilerin durumu birçok açıdan içler acısı… Yaşam ve çalışma koşulları, sosyal güvencesizlikleri, ailelerinden kopup gelip aylarca sabah erken saatlerden akşam karanlığına kadar çalıştırılmaları, sağlık sorunları ve ırkçılık karşı karşıya kaldığı sorunlardan bazıları. Bu saydığımız sorunlardan büyük bir kısmı yerel yönetimler ve merkezi hükümetin sorumluluğu, ancak biz sıradan yurttaşlar olarak mevsimlik işçilere hakim politikalardan etkilenerek nasıl davranıyoruz? Geçtiğimiz haftalarda Sakarya’da Mardinli Kürt tarım işçilerine yapılan ırkçı saldırı; bu konunun yalnızca yaşam koşulları ve sosyal haklar açısından değil, ırkçılık açısından da ciddi olarak masaya yatırılması gerektiğini ortaya koydu.

Küresel ağlar ve küresel ırgatlık

Mevsimlik tarım işçilerinin durumu yalnızca Türkiye’de değil, küresel anlamda bir sorun niteliğinde. Hatta organik endüstrisinde dahi etik olmayan muameleler söz konusu olabiliyor. ABD’de yaşarken Kaliforniya’da orta boy sayılabilecek organik bir çiftliği ziyaret etmiştim. Meksikalı mevsimlik işçilerinin yaşam koşullarını yakından gördüğümde şaşkınlık içinde kalmıştım. Rutubetli, sıvaları düşmüş yıkık dökük bir bina içindeki yaşam standartları bir gecekondudan daha aşağı idi. Oysa aynı firmaya ait olan ön caddedeki mağazalar, gayet estetik ve zevkli görünüyordu. Hatta organik olması itibariyle iç rahatlığıyla etik bir üretim zincirinden gıda aldığınızı düşünebilirdiniz.  

ABD’de Meksikalı iseniz potansiyel olarak aşağılanma ön yargısı taşırsınız. Bu nedenle olacak ki çiftliğin yürütülmesinden sorumlu Meksikalı çalışanlar yetiştirdikleri tropik meyveler hakkında sorduğum sorulara hep çok sınırlı yanıtlar vermeyi tercih ettiler. Muhabbet ortamına izin vermeyecekleri baştan belliydi. Bir başka örnek olarak de ABD’nin kuzey batısındaki Seattle Belingham yakınlarında dünyanın her yerine lale gönderen, geniş çiçekçilik çiftliklerin olduğu bölgede her yıl yapılan lale festivaline gitmiştim. Etkinlik, çevredeki turistik yerlere para kazandırmaya yönelik olsa da lale çiftliklerini ziyaret edip ürünleri tarlada görebiliyorsunuz. Uçsuz bucaksız çiftliklerde çoğu Zapatistalar gibi gözünü yüzünü kapatmış robot gibi çalışan kadın işçiler vardı. Muhtemelen onlar da Meksikalıydı. Değil ziyaretçilerle konuşmaları, ziyaretçilere bakmaları dahi yasaklamıştı sanki… Her saniyeleri gözetleniyor ve denetleniyordu.  

Bir başka örnek de Türkiye’den. 2015 yılında Eskişehir’de bir grup arkadaş şeker pancarı çiftliklerinde çalışan Kürt işçilerin kampını ziyaret etmiştik. Bulundukları bölgedeki sivrisinek yoğunluğu ve yaşam şartları gerçekten çok ağır durumdaydı. Çadırlarının çevresine yaptıkları küçük derli toplu sempatik sebze bahçeleri ve yemek ve yemek pişirmek için yaptıkları basit ocaklar ilgimi çekmişti. Ancak kadınların durumunu görünce ister istemez sınırlı süremi onlarla muhabbete ayırdım. Aynı aileden kadınlı erkekli 10-15 kişi küçücük bir çadırda kalıyorlardı. Kadınlardan ‘Ben üçüncü kumayım” diyen de vardı, “Altı yıldır geliyorum. Tarlada kullanılan böcek ve yabani ot öldürücüler nedeniyle bir dizi sağlık sorunlarım oluştu ama burada doktora gitmemiz bile mümkün değil. Sabahın beşinde tarlaya gidiyoruz ve akşam karanlığında dönüyoruz, paramızı zamanında alamıyoruz, erkeklerden daha çok çalışıyoruz ama daha düşük ücret alıyoruz” diyenler de… 

Kadınların doğurganlıkları nedeniyle tarım zehirlerinin zararlarını daha fazla vücutlarında taşıdığı bir gerçek. Bunun yanında TÜİK verilerine göre 2020 itibariyle mevsimlik kadın işçilerin günlükücreti 41 TL olurken, erkek işçi ücretleri 54 TL.

Ne yapılabilir?

Korona dönemi gibi yaşamsal ve hassas bir dönemde dahi gıdamızın %70’ini mevsimlik işçiler üretiyorsa, tüketiciler olarak olup bitenden biz de sorumluyuz. Elbette sağlık, yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve sendikalı olma ve sosyal haklarının tanınması için yerel yönetimlere ve merkezi hükümetlere görev düşüyor. Ancak Sakarya’da yaşanan ırkçılık durumu ne ilk ne de son olacak bu gidişle…

Peki biz hakim kültürün parçası olanlar içimizdeki gizli ırkçılıkla ve ön yargılarımızla yeterince yüzleşiyor muyuz? Ön yargılarımız yerine konuyu toplumsal olarak ele alıp, yeterince empati geliştirebiliyor muyuz? ‘Ben ırkçı değilim’ demekle iş bitmiyor. Hakim kültürün parçasıysanız rehavet içindesiniz demektir. Farkında olmadan dahi hatalar yapabilirsiniz. Başkasını kolayca ötekileştirmeniz öğretilmiştir size… Dolayısıyla genellemelerimize, şakalarımız ve dilimize (daha bir  dizi alanımıza) bir bakalım. Belki kendimizi zaman zaman yakalama ve düzeltme şansı verebiliriz. 

Tabii en güzel çözüm yöneticilerden milyonlarca insanın mevsimlere göre bir yerden ötekine akması yerine yerelde çözüm bulmalarını istemek. Örneğin, agroekoloji yöntemleriyle yerelde bir araya gelerek üretim kooperatifleri kurulabilir. Tüketiciler toplum destekli tarım modeliyle üreticiden direk alarak hem üreticisini tanıyacak hem de aracılar yerine üreticisini destekleyecektir. Böylece süpermarketlerden daha ucuza sağlıklı ürün temin edilme şansı da olabilir. 

Her gün biraz daha robotlara teslim edilen endüstriyel tarımda her ne kadar işsizlik artıracak olsa da bizim gibi ülkelerde canlı insan emeği robot emeğinden daha düşük kalabilir. Dolayısıyla konuya gıda özgürlüğü ve gıdanın demokratikleştirilmesi çerçevesinde görmeye çalışmalıyız. Gıda özgürlüğü; tohuma, toprağa nasıl müdahale edildiğine olduğu kadar tohumdan hasada gıdamızın hangi etik olmayan ilişkilerden geçtiğini de odak noktasına oturtur. Üretim ilişkileri dediğimiz ilişkiler yukarıda gıdada ırkçılık vb. konuları ele aldığımız gibi hayatı yeniden üretirken, neler dokuduğumuza bağlıdır.   

Gıda zincirinin halkaları adaletli olmalı

10 yıldan fazla gıda özgürlüğüne kafa yoran biri olarak gıda zincirinin her halkasında olan haksız ve adaletsizlikleri görüp çözümler üretmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mevsimlik tarım işçiler sorununa, gıda özgürlüğü başka bir deyişle gıda ağlarının demokratikleştirilmesi kapsamında bakmalıyız. Yediğimiz gıdada birçok canlının ahı olabilir. Kentlerde gıdanın üçte birinin çöpe gittiği dikkate alınırsa, kapitalist tarım politikalarının başkaları açken ‘gıda fiyatları düşmesin’ diye çöpe attığı gıdalar da o ahh…lar içindedir. 

Mazlumun yanında olmak etik bir duruş ve yurttaş olma sorumluluğumuz ise, hakim kültürün parçası olarak içimizdeki ve dışımızdaki gizli ve açık ırkçılığa bakışımız esas noktalardan birini oluşturur. Yollarımızı, köprülerimizi, evlerimizi yapan, gıdamızı yetiştirip masamıza ulaşmasını sağlayan Kürtler, Suriyeliler ya da başkalarına nasıl öteki diye bakabiliriz?

ABD’li Rachel Corrie’nin Filistin’de kepçe önüne çıkıp söylediği gibi, gerekirse ırkçılıkta ısrar edenlere ‘ben onlardan değilim’ diye ses çıkarmak etik bir insan sorumluluğu değil midir?
 
(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)
 
 

Yeniden yabanileştirme ağaçlandırmadan iyidir

Yazan: Brendan Montague 

Yeşil Gazete için çeviren: Nilüfer Ağaç

*

Rewilding Britain’in araştırmasına göre geniş arazilerde ağaçların doğal olarak oluşumuna izin vermek, Britanya‘nın ormanlık alanlarını ağaçlandırmadan daha düşük maliyetle, çok daha etkili olarak genişletebilir.

Britanya, Avrupa’nın en az ormanlık ülkelerinden biri. Rewilding Britain, Birleşik Krallık hükümetlerinin, 11 Eylül’e kadar halk istişaresine açık olan İngiltere Ağaç Stratejisi taslağının iklim ve doğa krizleri ile mücadelede  yetersiz olduğunu söylüyor. Daha hırslı hedefler ve taze bir yaklaşım gerekli.

Rewilding Britain, gelecek on yılda ülkenin ormanlık alanının %13’ten en az %26’ya artırılmasını destekliyor. Bu, Birleşik Krallık’ın mevcut sera gazı salımlarının yıllık olarak %10’unun absorbe edilmesine ve gerilemekte olan yabani yaşamın geliştirilmesine yardımcı olabilir .

Ekimler

Ancak İngiltere’nin yeniden ormanlaştırılması için hükümetin taslak stratejisi, herhangi bir ağaç hedefi belirlemede başarısız oluyor ve en iyi ihtimalle İngiltere orman örtüsünün 2050 yılı itibariyle bugünkü %10’dan sadece %12’ye çıkarabilecek.

Hükümetin iddiasız planları, hızlı çözüm olarak manuel ağaç dikimine odaklanıyor. Ancak bu yıl sonunda yayınlanacak Rewilding Britain çalışması, uygun bölgelerde doğal ağaç ekimi ile desteklenen doğal yenilenmeye izin verilmesinin ve geliştirilmesinin, ormanların yeniden canlandırılması için en etkili uzun vadeli yaklaşım olduğunu gösteriyor.

Rewilding Britain Başkanı Rebecce Wringley, ”Hızlanan küresel ısınma ve türlerin yok olması tehditlerinin ölçeği ile uyuşan Britanya çapında doğanın iyileştirilmesinde hükümetten net ve cesur hedeflerle genişlemeye acil ihtiyacımız var ” diye konuşuyor:

Yitirilmiş ormanlık alanlarımızı sadece ekim ile geri getiremeyiz. Eski orman parçalarını korumak ve ağaçların doğal olarak yeniden oluşmasına izin vermek ve yardımcı olmak güdük ormanlarımızın ve ormanlık alanlarımızın makus geleceğini tersine çevirmek için en etkili yol ve böylece insanlara, doğaya ve iklime yararlı olunabilir.”

Ağaçların ve çalıların eski peyzajlarında doğal olarak yeniden büyümelerine izin vermek – ihtiyaç olunan yerde bir el yardımıyla, örneğin gerekli olduğunda zemini hazırlayarak veya doğal tohum kaynaklarının uzak olduğu durumlarda ağaç tohumu ekerek – karbondioksit emmesi, yabani yaşamın desteklenmesi ve iklim değişimine adaptasyon için ormanlık alanların yaratılması, ekimden daha iyidir. Maliyet ve yönetim giderleri, ithal ağaç hastalıkları ve plastik ağaç koruyucularının tamamı böylece azaltılabilecektir.

Yenilenme

Britanya’nın ormanlık örtüsünün ikiye katlanması, gelecekte yabani ormanlık alanlara dönüşecek genç ağaçların doğal olarak yetiştiği arazileri de kapsıyor.

Doğal yenilenmeye karşı büyük engeller çoğunlukla alan kaybı olarak görülen aslında genç ağaçlara mükemmel bir habitat ve yuva olan, çalılara karşı tutumlar ve otoburlarca ağaçların aşırı otlatılması.

Hükümetin yeni çevresel arazi yönetimi planı, ağaçların yenilenmesine izin vermek için arazi sahiplerine teşvik sunarak, yönetilmeyen alanlar için arazi sahiplerini cezalandıran geçmiş arazi engellerini ortadan kaldırarak ve vahşileşmek için düşük verimli koyun ve geyik çiftçiliğinden marjinal yüksek yayla tarımına destek olarak ele almalı.

Britanya’nın ormanlık alanlarını ikiye katlamak için hükümetin şu anda 50 milyon sterlin yıllık yatırımı en az 500 milyon sterline yükseltmesi gerekiyor. Ekonomik faydalar ormancılık, turizm ve ekosistem restorasyonundaki işleri içeriyor. Ağaçların, karbon çekilmesi ve depolanması, selin azaltılması, kentsel soğutma, iyileştirilmiş toprak ve su kalitesi ve yaban hayatı habitatları pek çok faydası bu tür ön maliyetlerden çok daha ağır basmakta.

Rewilding Britain, ormanlık alanların doğal olarak yeniden canlandırılmasının daha geniş bir yeniden yabanileşmenin parçası olması gerektiğini söylüyor – doğanın kendi kendine bakmasına izin vererek büyük ölçekli restorasyonu. Bu, eski ormanlık alanlar için daha iyi koruma ve daha iyi bağlanmış habitatların bir karışımını sağlamayı içermekte.

Serpilme

Dünyanın dört bir yanından gelen kanıtlar, doğal yenilenmenin faydalarını vurgulamakta. Doğu Avrupa‘da ve eski SSCB‘de, çözülüşten bu yana kendiliğinden oluşan büyük yeniden ağaçlanma, Rusya ve Kazakistan’daki 58 milyon hektardan fazla terk edilmiş ekili araziyi kapsıyor.

Güney Norveç kıyılarında yeşeren geniş yapraklı ormanlar – bir zamanlar ormansızlaştırılmış ve bugün İngiltere’nin çoğu kadar çıplak – Cumbria gibi yüksek arazilerde yoğun otlatma baskısı ve bozkır yakma gibi zararlı yönetim olmaksızın doğal yenilenmenin nasıl olabileceğini gösteriyor.

Friends of the Earth’ten (Yeryüzünün Dostları) elde edilen kanıtlar, turbalıklar veya değerli tarım arazileri gibi önemli habitatları etkilemeden, İngiltere’nin ağaç örtüsünü ikiye katlamak için fazlasıyla uygun arazi olduğunu gösteriyor.

“Eski ormanlık alanlarımız yok çünkü onları yok ettik ve aşırı kesme, aşırı biçme ve aşırı otlatma yoluyla geri dönmelerini önlemek için çok çalışmaya devam ediyoruz. Onlara izin verirsek, milyonlarca ağaç İngiltere’nin büyük bölümüne kendilerini dikecek” diyor Rebecca Wrigley.

Rewilding Britain, yeniden yabanileşmenin, iklim ve yok olma krizleriyle mücadele etmek, insanları doğayla yeniden birleştirmek ve yeni fırsatlar aracılığıyla insanlara ilham vermek için gelişmesini istiyor.

Makalenin İngilizce orijinali

Covid-19 test sonuçlarının tümünün açıklanması şeffaflığın vazgeçilmezi – Sedat Ergin

Böylelikle akşamları açıklanan ‘yeni hasta’ başlığındaki rakamların COVID-19 testi pozitif çıkan bütün vatandaşları kapsamadığı, pozitif çıkanlar içinde yalnızca ‘belirti gösterenler’in sayısını yansıttığı, pozitif olup belirti göstermeyen vakaların sayısının kamuoyuyla paylaşılmadığı resmen kabul edildi.

Bir başka deyişle, resmi verilere şüpheyle yaklaşanlar haklı çıktılar.

Koca’nın yeni tanım kriterleri 

 Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, önceki akşamki basın toplantısında “Şunu bilmemiz gerekiyor, her vaka hasta değildir” dedikten sonra şunları söyledi:

“Test sonucu pozitif çıkanların her biri bir vakadır. Bunların büyük kısmı belirti göstermeyen taşıyıcılardır. Kalan kısmı ise hastalık bulgusu olup tedavi altına alınan hastalardır. Bir kısmını evde, önemli bir kısmını da hastanede takip ve tedavi ediyoruz… Demek ki, belirtisi ister olsun ister olmasın, testi pozitif çıkmış herkesi ifade eden vaka kelimesi ile hasta kelimesinin anlamı aynı değildir. Hasta ile ağır hasta arasındaki fark ise açıktır”.

Koca, basın toplantısının bir başka bölümünde “Semptomatik vaka hasta, asemptomatik vakalar vaka…” diye özetledi aradaki ayrımı.

Bir meslektaşımız meselenin doğrudan özüne inen şu soruyu yöneltti Bakan’a:

“Tablodaki ‘yeni vaka’ sayısı ‘yeni hasta sayısı’ olarak değiştirilmişti, bu asemptomatikler bu rakam içinde değil mi? Eğer değilse Türkiye’de kaç asemptomatik vaka var şu anda ve bunlar da tabloya eklenecek mi?”

Şöyle bir yanıt verdi Koca:

“Bizim verdiğimiz günlük hasta sayısı. Zaten 29 Temmuz’dan itibaren de günlük hasta sayısı olarak verdik. Verdiğimiz bilgi bu. Teşekkür ederim.”

Bakan, vaka sayılarının hasta sayılarının ne kadar üstünde olduğu yolundaki bir soruyu da benzer şekilde yanıtlamaktan kaçındı.

Dolayısıyla basın toplantısında yanıtsız kalan bir soru var: Belirti göstermeyen ama testi pozitif çıkan vatandaşların sayısı nedir? Bunların belirti veren pozitif vakalara, yani hastalara oranı nedir?

Değişiklik açıklamaların hepsine yansıtılmayınca…

Şimdi Koca’nın sözlerinin değerlendirmesine geçebiliriz. “29 Temmuz’dan itibaren günlük hasta sayısı olarak verdik” diyor Bakan. Evet, 28 Temmuz tarihli turkuvaz renkli tweet paylaşımı “Bugünkü Vaka Sayısı: 963” yazıyor. 29 Temmuz tarihli tweet mesajında ise “Bugünkü Hasta Sayısı: 942”.

Buna karşılık, Sağlık Bakanlığı’nın web sitesinden girip bakılabilecek olan 29 Temmuz tarihine ait ‘Günlük Durum Raporu’nda ise “Yeni Vaka Sayısı: 940” yazıyor. Bu raporlar 15 Eylül’e kadar zaten “Yeni Vaka” olarak devam etmiş ve ancak 16 Eylül’e ait günlük dökümde “Yeni Hasta Sayısı”na geçilmiş. Yani 29 Temmuz’dan sonra bu siteyi izleyenlere her gün açıklanan rakamlar ‘Yeni Vakalar’ diye takdim edilmiş.

Ayrıca, Sağlık Bakanlığı’nın “Hayat Eve Sığar/HES” aplikasyonunda paylaşılan günlük veriler bu değişiklikten hiç etkilenmeden “Bugün Vaka Sayısı” başlığı şeklinde devam ediyor. Yanılmamak için dün bir kez daha kontrol ettiğimde, bu uygulamadan girilen ‘Türkiye Günlük Koronavirüs Tablosu’ altında “Bugün Vaka Sayısı: 1.391” bilgisiyle karşılaştım.
 
 

Madem 29 Temmuz’dan itibaren ‘Yeni Hasta’ kategorisine geçildi, diğer paylaşımlarda niye “Yeni Vaka” diye devam etti ve HES’te de hâlâ öyle devam ediyor? Madem Koca’nın dediği gibi ikisi birbirinden farklı, o zaman her iki başlığın bakanlığın farklı platformlarında aynı anda kullanılmaya devam edilmesinde, bu çerçevede açıklanan bir sayının hem vaka hem de hasta toplamı olarak gösterilmesinde problemli bir durum yok mu?

Bilmeyen Bilim Kurulu üyeleri var 

Buradan nereye gelmek istiyorum? Koca, 29 Temmuz tarihinden itibaren “Yeni Vaka”dan başka bir kategori olan “Yeni Hasta”ya geçilmiş olduğunu önceki akşama kadar Türk kamuoyuyla paylaşmamıştı. Rakamlardaki geçiş çok yakın bir marjda açıklandığı için (28 Temmuz: 963, 29 Temmuz: 942) o tarihte insanların şüphelenmesini gerektiren bir durum da olmadı.

Dahası, bakanlığın bazı veri tabanlarında “Vaka” denmeye devam ettiği için “Hasta” ile “Vaka”nın ayrı kategoriler olabileceği pek çok kimsenin aklının ucundan bile geçmedi. Bu gruba Covid-19 verilerini düzenli bir şekilde izleyen kendimi de dahil ediyorum.

Daha ilginci, dün sohbet ettiğim Sağlık Bakanlığı’nın COVID-19 Bilim Danışma Kurulu üyesi bir öğretim üyesinin “Böyle olduğunu ben de bilmiyordum. Açıklanan rakamları testi pozitif çıkanlar diye varsayıyorduk” şeklindeki sözleriyle karşılaşmak oldu.

Buna karşılık, vefat ve ağır hasta sayıları son dönemde ciddi bir şekilde tırmanırken yeni hasta sayılarının bu ölçüde bir artış göstermemesi aslında izaha muhtaç bir durum olduğuna işaret ediyordu. Ayrıca, sahadan gelen bilgilerle resmi verilerin örtüşmemesi de haklı olarak soru işaretlerine yol açıyordu. Ben de bir süredir yaptığım değerlendirmelerde açıklanan resmi rakamlara çekinceyle yaklaştığımı belirtme ihtiyacını duyuyordum.

WHO ne bekliyor?

Türkiye’nin vaka-hasta ayrımına giden ve testi pozitif çıkanların tümünü açıklamaktan kaçınan bir yönteme yönelmesi, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) ölçütleriyle de örtüşmüyor. WHO’nun raporlamalarında teyit edilmiş, yani testi pozitif çıkmış vakalar esas alınıyor. Örneğin dün örgütün harita üzerinden paylaştığı dünya ölçeğindeki COVID-19 raporu “Teyit Edilmiş Vakalar” ve “Ölüm” sayılarına dayanıyordu. Who, Türkiye’nin 29 Eylül Salı gününe ait 317 bin 272 rakamını –hasta- değil “Teyit Edilmiş Vaka Toplamı” olarak girmişti. Keza alanında dünyanın en saygın kuruluşlarından biri olarak kabul edilen Almanya’daki ‘Robert Koch Insititut’un dokuz  sayfalık dünkü günlük raporunda da “Laboratuvar Teyitli COVID Vakaları” esas alınmıştı.

Sonuçta, geldiğimiz noktada ülkemizde günlük bazda COVID-19 testi pozitif çıkan vatandaşlarımızın tümünün sayısını öğrenemiyoruz. Mart ayından bu yana birikmeye başlayan vakaların toplam sayısını da bilmiyoruz. Bilmediğimiz için salgının nüfusa yayılma derecesini bütünlük içinde değerlendirebilme imkânından yoksunuz. Ayrıca, 29 Temmuz’a kadar açıklanan vakalara daha sonra yalnızca hasta sayısının eklenmesi farklı kategoriler toplandığı için bu verileri tartışmalı hale getiriyor.

Doğrusu, şeffaflığın gereği olarak yöntemin değiştirildiği sırada gerçeğin saklanmayıp kamuoyuyla paylaşılması olurdu. Bu kadar yaşamsal bir bilginin gizli tutulmasının salgına karşı yürütülen mücadeleye gölge düşürmesi ihtimali göz ardı edilemez. Türk halkının bu konuda şeffaflığı tercih eden ülkelerin halklarından bir eksiği olmamalıdır.

(Bu yazı ilk kez Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanmıştır.)

Güney Kore’de 200 köpeğin bulunduğu ‘köpek eti’ pazarı görüntülendi

En büyük köpek mezbahasını 2018’de kapatan Güney Kore‘de, 200 köpeğin kafeslerde tutulduğu yeni bir köpek pazarı tespit edildi.
BBC‘nin aktardığına göre, hayvan hakları savunucusu oluşum Lady Freethinker, faaliyetine devam eden en büyük köpek pazarına ait görüntülere ulaştı. Namyangju kentindeki Nakwon adlı pazarda yüzlerce köpeğin kafeslerde tutulduğu belirlenirken, pazar yerinin “köpek yetiştirme tesisi” olarak tanıtıldığı ortaya çıktı.
Yaklaşık 200 köpeğin bulunduğu pazarda, her bir metal kafesin içinde üç-dört köpek bir arada tutuluyor.
Güney Kore’de yılın en sıcak üç günü olduğuna inanılan “boknal” günleri sırasında açılan pazarda, aynı günlerde hayvan hakları savunucuları da araştırma yaptı.Boknal günlerinde Korelilerin bir bölümü, “serinletici etkisi olduğuna” inandıkları “Boshintang” ismindeki köpek eti çorbasını tüketiyor.

Güney Kore hükümetine çağrı: Katliama son verin

Oluşumun kurucusu ve başkanı Nina Jackal, “Böyle büyük ölçekli hayvan pazarlarının hala var olduğunu görmek şoke edici. Köpekler kötü koşullarda etleri için yetiştiriliyor ve katlediliyor” dedi.

2018’de yapılan bir ankete göre Güney Korelilerin yüzde 70’i köpek eti tüketmiyor. Ancak köpek eti endüstrisi yıllar içinde gittikçe daha az rağbet görse de köpekleri bu amaçla yetiştirmenin önünde herhangi bir yasal engel yok.

Hayvan hakları savunucuları ise yıllardır Güney Kore’de köpek eti satışının yasaklanması için mücadele ediyor. Taksilere “Köpekler yemek değil, ailedir” yazılı reklamlar veren Lady Freethinker, köpek eti satışına karşı başlattığı imza kampanyasında 88 bin kişiden imza topladı.

Ülke nüfusunun beşte birinin evcil hayvan olarak köpek beslediği ülkede  protestoların etkisiyle köpek eti servis eden restoranların sayısının da azaldığı belirtiliyor.
Güney Koreli yetkililer, ülkenin en büyük köpek mezbahasını 2018 yılında kapatmıştı. Seongnam kentindeki Taepyeong-dong kesimhanesinin parka dönüştürülmesine karar verilmişti.

Dört yaşındaki Leyla Aydemir’i öldüren amcası müabbet hapis cezası aldı

Ağrı’da 4 yaşındaki Leyla Aydemir‘in öldürülmesine ilişkin tutuklu yargılanan amca Yusuf Aydemir ile birlikte yedi sanığın yargılandığı dava bugün sonuçlandı.

DHA’nın aktardığına göre mahkeme, Yusuf Aydemir hakkında ‘cinayet’ suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına ek olarak ‘cebir ve hileyle kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma’ suçundan dört yıl hapis cezası verdi.  Tutuksuz yargılanan diğer altı sanık ise delil yetersizliği gerekçesiyle beraat etti.

Duruşmaya Leyla’nın annesi Şükran ve babası Nihat Aydemir katılmazken tutuklu sanık Aydemir, SEGBİS ile Elazığ 2 Nolu Ceza İnfaz Kurumu’ndan katıldı.

Üç tanık dinlenmedi

Mahkeme heyeti, haklarında zorla getirttirilme kararı çıkan 3 tanığı dinlemekten vazgeçti. Mahkeme, Kerem Aydemir, Dilaver Aydemir ve Gülcemal Aslan‘ın dosyaya yeni bir bilgi katmayacağı yönünden dinlemelerinden vazgeçilmesine oy birliği ile karar verdi.

Karar öncesi Mahkeme Başkanı sanıklardan son sözlerini sordu; tüm sanıklar haklarındaki suçlamaları kabul etmeyerek, beraatlerini istedi. Mahkeme 10 dakikalık ara sonrasında kararını açıkladı.

Karar sonrası Yusuf Aydemir’in yakınları tepki gösterdi. Aydemir’in yakınları mahkeme salonunda gözyaşlarını tutamadı.

 

Küresel ısınma nedeniyle eriyen Antarktika buzundan beş bin yıllık penguen kalıntıları çıktı

Antarktika‘da yapılan bir araştırmada, kayalık bir tepede mumyalaşmış eski penguen kalıntılarıyla birlikte yeni ölmüş gibi görünen penguen kalıntıları bulundu. 

Kuzey Carolina Wilmington Üniversitesi’nden Profesör Steven Emslie‘nin, 2016 Ocak ayında gerçekleştirdiği ancak Cell Dergisi’nde yeni yayımlanan araştırma, Scott Sahili‘nde yapıldı. 

Independent‘ten Harry Cockburn‘un aktardığına göre, cesetlerin çoğu, yüksek ölüm oranına sahip Adelie penguen yavrularına ait. Daha şaşırtıcı olansa buzdaki taze dışkı izleriydi. Zira burada bir penguen kolonisi kurulduğuna dair (Robert Falcon Scott liderliğindeki ilk kaşiflerin Ross Denizi‘ne geldiği 1901 ila 1903 yıllarında bile) herhangi bir kayıt bulunmuyordu.

Aynı bölgeye 1907-1909 keşif seferinde gelen Ernes Shackleton da burada bir Adelie penguen kolonisinin varlığından bahsetmemişti.

Profesör Emslie, “taze” kuş kalıntıları diye nitelediği şeylerin yanı sıra çok sayıda kemik ve tüy de buldu. Alanda yapılan ileri araştırmalarda, Adelie penguenlerinin yuva yapımında kullandığı küçük çakıl yığınlarına ulaşıldı.

Küresel ısınma yüzünden buz kalkınca ortaya çıktı

Küresel ısınma Ross Denizi‘nin yıllık sıcaklığını 1980’lerden bu yana 1,5 ila 2 santigrat derece artırdı. Son 10 yılda elde edilen uydu görüntüleri, burnun kademeli biçimde kardan sıyrıldığını gösteriyor.

Prof. Emslie konuyla ilgili şunları söyledi:

Donmuş ve gömülü halde uzun süredir korunan kalıntıları açığa çıkaran bu son erime, burada bulduğumuz farklı çağlara ait penguen kalıntılarının birbirine karışmasına dair en iyi açıklamayı sunuyor.”

Emslie, “Antarktika ve Ross Denizi’nde ısınma eğilimleri devam ettiği müddetçe kar ve buzulla kaplı yeni alanlar belirginleşebilir” diye konuştu.

‘Taze’ kalıntılar en az 800 yıl öncesine ait

Kuşların kalıntıları radyo-karbon analizleri için örneklendi. Sonuçlar, “taze” kalıntıların aslında eski dönemlere ait olduğunu, buz ve kar tarafından en az 800 yıl boyunca, hızla ısınan iklim sebebiyle yaşanan erimenin koloniyi gün yüzüne çıkardığı ana kadar korunduğunu gösterdi.

Öte yandan radyo-karbon tarihlemeleri, bölgedeki üç alanın, üç farklı çağda kullanıldığını ve en eski penguen kolonisinin kayalık çıkıntıda 5 bin yıl kadar önce yaşadığını ortaya çıkardı.

Profesör Emslie, bölgedeki ilk penguen yerleşiminin günümüzden 5 bin 135 yıl önce başlayıp 2 bin 750 yıl öncesine uzanan bir dönemi kapsadığını anlattı. İkinci dönem, 2 bin 340 ila bin 375 yıl öncesine uzanan “yüzey kalıntılarıyla” belirlendi. Üçüncü ve son yerleşimse yüzeydeki iki mumya ve yüzey altı dışkı yani gübre tarihleriyle belirlendi. Söz konusu buluntuların tarihi, bin 100 ila 800 yıl öncesine uzanıyor,

Üçüncü yerleşim, muhtemelen Küçük Buzul Çağı‘nın başlamasıyla artan kar örtüsü sebebiyle sona erdiğinde, yüzeydeki taze kalıntılar kar ve buzla kaplandı, yakın tarihli erimeye kadar da bozulmadan korundu.

 

Sinop Nükleer Santrali ÇED davasında itiraz dilekçeleri sunuldu: Sinop’u feda etmeyeceğiz

Sinop Nükleer Karşıtı Platform, Sinop Nükleer Santrali hakkında halkın görüşleri dikkate alınmadan hazırlanan ‘Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) Olumlu’ raporuna karşı açılan davada, Sinop Adliyesi’ne itiraz dilekçelerini sundu.

İtiraz dilekçelerinde Sinop’un Abalı Köyü‘nün İnceburun Mevkii’nde EUAŞ İnternational ICC Merkezi Jersey Adaları Türkiye Merkez Şubesi tarafından yapılması planlanan nükleer santralin geri dönüşü olmayan doğa tahribatına yol açacağına vurgu yapıldı.

Başvuruda bulunanlar arasında Sinop NKP bileşenlerinin yanı sıra TTB, KESK, TMMOB’ye bağlı; EMO, JMO, Metalurji Müh. Odası, ŞPO, Sinop Barosu, CHP Sinop Milletvekili Barış Karadeniz, Sinop Belediye Başkanlığı, Ayancık Belediye Başkanlığı, SNKPDER, Sinop ÇDD, ÇYDD Sinop Şubesi, Ayancık Çevre Koruma Derneği, Sinop Kent Hakları Derneği ve Sinoplu Yurttaşlar grubu da yer aldı.

‘Sinop’a nükleer santral yaptırmayacağız’

İtiraz dilekçelerinin sunulmasının ardından nükleer santral projesine karşı çıkan yurttaşlar Uğur Mumcu Meydanı‘nda basın açıklaması yapmak için bir araya geldi.

Santralin yaratacağı tahribatın anlatıldığı açıklamada “Tüm baskılara rağmen Sinop’a nükleer santral yaptırmayacağız” ifadeleri kullanıldı.

‘Halkın katılımını engellediler’

Yapılan basın açıklamasında 6 Şubat 2018 tarihinde projenin ÇED başvuru dosyasının açıklanacağı ‘Sinop halkını bilgilendirme’ toplantısına Sinop halkının alınmadığı hatırlatıldı.

Açıklamada “Sinop halkının bilgilendirme toplantısının yapılacağı salona girmelerini önlemek içinde toplantının yapılacağı Sinop Üniversitesi Uygulama Oteli konferans salonuna 2 km. mesafede güvenlik güçlerince bariyer oluşturularak halkın katılımı önlenmiştir” ifadeleri kullanıldı.

‘Toplantılar yok hükmünde’

Bu kapsamda yapılan bir toplantının yok hükmünde olduğunu belirten platform “Toplantıya; başta Sinop halkı olmak üzere belediye başkanları, milletvekilleri ve Sinop Nükleer Karşıtı Platform üyeleri (dernekler, sendikalar ve siyasi partiler) alınmamışlardır. Salonda var olduğu söylenen iktidar partisi milletvekili ve yandaşları ile öğrencilerin bulunması bu toplantının yapılmış olması anlamına gelmezdi ve biz bunun yok hükmünde olduğunu söylüyoruz” dedi.

Açıklamada yine Sinop’ta yapmaya çalışılan ÇED’in ‘halkı bilgilendirme toplantısının’ devamı niteliğinde olan ve Ankara/İLBANK A.Ş. Sosyal Tesisleri’nde gerçekleştirilmeye çalışılan İnceleme Değerlendirme Kurulu (İDK) toplantısının da yok hükmünde olduğu ve kabul edilemeyeceği belirtildi.

‘Bu projeler tarihin çöp sepetine atılmalı’

Nükleer santral projelerinden bir an önce vazgeçilmesi gerektiği belirtilen açıklamanın devamında şu ifadelere yer verildi:

Enerjinin bir insan hakkı olduğu gerekçesinden hareketle, insanın sağlıklı ve adil bir yaşam sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu enerjinin tedarik ve sunumu kamusal bir hizmeti gerekli kılmaktadır.

Dışa bağımlılığı daha da arttıran NS’nin atık sorunu çözümlenememiş, bünyesinde birçok risk taşıyan ve gelişmiş ülkelerin bile artık terk etmeye başladığı kendi ülkelerine tesis etmedikleri NS projelerinden vazgeçilmelidir. Bu projeler tarihin çöp sepetine atılmalıdır.

Uzun Süren ÇED süreci sonunda çevresel etkileri de kapsayan toplumsal etki değerlendirmesi çalışmaları, öngörülen enerji yatırımlarının bölgemiz halkının toplumsal yaşamına etkilerini de değerlendirecek bir içerikte yapılmalıdır. Bu proje başta Sinop olmak üzere Türkiye’nin ekolojik dengesini bozma yönünde ve kapitalist ülkelerin menfaatleri doğrultusunda tesis edilmektedir.

Bu anlamda Sinop/ İnceburun Yarımadasına yapılması düşünülen NGS projelerinden derhal vazgeçilmelidir. Proje bir daha gündeme çıkartılmamak üzere derhal iptal edilmelidir. Alınacak bu karar kamuoyu ile derhal paylaşılmadır.

‘Soğutma suyu Karadeniz’e deşarj edilecek’

Projenin yapılması durumunda santralin soğutma suyunun Karadeniz’den çekileceği belirtilen açıklamada “Dört Ünite için 1 Yılda; 10.077.696.000 m3/yıl su denizden çekilip gerekli soğutma yapıldıktan sonra  tekrar denize deşarj edilecektir” denildi.

Bunun Sinop ili ve ilçelerinde 2,5 yılda tüketilen kullanma ve içme suyununun santralde bir günde tüketilip kirletileceği ve Karadeniz’e deşarj edileceği anlamına geldiğini söyleyen platform “Diğer bir deyişle Karadeniz’de yaşam bitirilecektir” dedi.

‘Sinop susuz kalabilir’

Sinop ili ve Merkez ilçe köylerinin içme ve kullanma suyundan da bahseden Platform “2009 yılında DSİ tarafından hazırlanan ön rapora göre de Erfelek barajında bir günde üretilen içme ve kullanma suyu 54.000m3/gündür. Bu sudan saniyede 140 lt/sn’lik su Sinop NS’ ye tahsis edildiği ‘Sinop Nükleer Santrali Projesi başvuru dosyası sayfa 63/173’de belirtilmektedir. Sinop İli ve köylerinin Erfelek Barajından aldığı suyun 13.000 m3/gün’lük miktarı Sinop NS’ye verildiğinde Sinop susuz kalabilecektir” ifadelerini kullandı.

Açıklama, “ÇED belgesi incelendiğinde görüyoruz ki; kervan yolda düzülür misali kopyala yapıştır yöntemiyle ve fotokopilerle yapılmıştır. Bu da göstermektedir ki dünyada örnekleri görüldüğü üzere ( Fukuşima, Çernobil ve Üç Mil Adası) yine canlı yaşamını yok sayan ekolojik dengeyi gözetmeyen bir santral modeli önümüze durmaktadır” ifadeleriyle devam etti.

Platform son olarak “Biz Sinop halkı ve Sinop Nükleer Karşıtı Platform bileşenleri olarak hiçbir koşulda Sinop NS’nin yapılmasına izin vermeyeceğiz. Kapitalizmin kirli emellerine Sinop’u feda etmeyeceğiz” ifadelerini kullandı.

Ne olmuştu?

2013 yılının Mayıs ayında Japonya ve Türkiye hükümetleri arasında yapılan anlaşmaya göre başlatılan proje sürecinde Japon şirketinin  ÇED başvurusu yapılmadan önce projeden çekilmesi üzerine  EUAS International ICC Merkezi Jersey Adaları Türkiye Merkez Şubesi “proje üstlenicisi” yapılarak ÇED sürecine başlanmıştı.

ÇED süreci kapsamında gerçekleştirilmesi gereken halkın katılımı toplantısı Sinop halkının itirazlarına rağmen yapılmış sayılmış, 2019 yılının Aralık ayında Ankara’da yapılan değerlendirme toplantısına ise Sinop’tan katılan sivil toplum örgütleri alınmamıştı.

Buna mukabil halkın katılımı toplantısında Sinop Nükleer karşıtı Platform üyesi 17 kişiye dava açılmış, 4 Mart 2020 tarihinde davalıların beraatiyle sonuçlanmıştı.

ÇED Raporu ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 11 Eylül 2020 tarihinde onaylanmıştı.

‘Çan-Bir Termik Kasabası’, Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali’nde finale kaldı

Yapımcılığını ekoloji aktivisti Özge Doruk‘un, yönetmenliğini Mert Harmandar‘ın üstlendiği, Çan – Bir Termik Kasabası, Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali’nde 93 ülkeden 1000’in üzerinde filmin arasından seçilerek finale kaldı.

Çekimleri bu sene şubat ayında tamamlanan belgesel, Çanakkale‘nin Çan ilçesindeki linyit kömür santralinin halk sağlığına nasıl zarar verdiğini anlatıyor. 

‘Birebir etkisini görünce anladım’

Özge Doruk, belgeselin yüksek lisans için çevre mücadelelerini incelemek için gittiği Çanakkale’de aktivizmle iç içe geçen akademik çalışmalarından elde ettiği tecrübelerinin süzülmesiyle, üç yıllık bir zaman diliminde ortaya çıktığını söyledi.

Özge Doruk.

Gerekli koşulları sağlamadığı için kapatılması gerektiği halde kapatılmayan termik santralin bölgeye ve insanına verdiği zarar hakkında bir çalışma yapmak istediğini anlatan Doruk, araştırmanın herkese ulaşabilmesi ve durumun canlı bir anlatımını sunabilmesi için bunu belgesel olarak hazırlamak istediğini ifade etti.

Çanakkale’de bulunduğu sırada kentteki önde gelen çevre aktivistlerinden Mustafa Önder ile tanışmasıyla belgesel hazırlıklarına başladığını söyleyen Özge Doruk, santralin çevreye verdiği zararların bilincinde olduğunu, ancak yaşadığı bir deneyimin durumu somut olarak idrak etmesine yardımcı olduğunu şu sözlerle anlattı:  

Mustafa abiyle (Önder) birlikte tezim için Çan’daki termik santrali görüntülemeye gidiyordum. Bu sırada yolda bir amca arabamıza bindi ve inene kadar öksürdü. Santralin insan sağlığına verdiği zararları zaten biliyorduk ama birebir etkisini o zaman anladım.

Malatya Çevre ve Kültür Platformu kuruldu

Malatya ili sınırları içerisinde meydana gelen çevre sorunlarına ve ekolojik tahribata karşı mücadele eden aktivistler Malatya Çevre ve Kültür Platformu (MAL-ÇEP) çatısı altında bir araya geliyor.
Platform tarafından yapılan açıklamada “Bu platform doğamızın tahribatına karşı yaşamı savunma irademizi daha da güçlendireceği bir zemin olacak” ifadeleri kullanıldı.

‘Gücümüzün farkındayız’

“Haklı olduğumuzun ve hukuksuz talan örgütlenmesine karşı meşru müdafaa gücü olduğumuzun sonuna kadar bilincinde, gücümüzün farkındayız” diyen platform, MAL-ÇEP ile bu gücü daha ortak ve daha koordineli hale getirmeyi hedeflediklerini belirtti.
Siyaset üstü bir zeminde hareket edeceklerini belirten Malatya Çevre ve Kültür Platformu şunları söyledi:
  • Bizler, doğanın tahribatını değil, doğanın kanunlarıyla yaşamak için mücadele edenleriz.
  • Bizler, su kaynaklarımızın, havzalarımızın, ormanlarımızın, şirketlere ve sermayenin insafsızlığına devredilmesine izleyici kalmayacağız. Havamızı, dere, göl ve toprağımızı kirletenlere ve buna izin verenlere karşı mücadelemizi yükselteceğiz. Tarım alanlarımızın amaç dışı kullanımına karşı mücadele vereceğiz.

‘Doğa hastalanırsa insanlık ölür’

  • Bizler; dağların, vadilerin, su havzalarının, ormanların , suyumuzu, toprağımızı, havamızı kirlettirmemekte kararlıyız. Çünkü biliyoruz ki; doğa hastalanırsa insanlık ölür.
  • Doğadaki dengenin bozulmasının, iklim değişikliğinin, yok olup giden türlerin, kültürel değerlerin kaybının, milyonlarca canlının yaşamını yok eden savaşların, insanoğlunun hırsından kaynaklandığını biliyoruz.
  • Yaşamımızın özünde doğa ile birlikte var olmanın yattığını biliyoruz. doğamızı yıkım projelerine karşı savunmaya kararlıyız.
  • Bizler, yaşanabilir bir çevre, ülkemiz için temiz hava, temiz su, temiz toprak isteyen yurttaşlar olarak; yaşam ve doğadan yana bir dünya özlemimizden asla vazgeçmeyeceğiz.
  • Mücadele yol ve yöntemlerini MAL-ÇEP katılımcıları olarak verilecek kararlar doğrultusunda geliştireceğiz.
Malatya Çevre ve Kültür Platformu özel ve tüzel kişilerin katılımına açık olarak planlandı. Gönüllülüğün esas olduğu platformda kararlar kurucular ve katılımcıların katılımı ile şekillenecek.
Platform tarafından yapılan açıklamada tüm Malatyalılar bu platform altında birleşmeye çağrıldı ve  “MAL–ÇEP’te buluşalım, yaşamı birlikte savunalım” ifadeleri kullanıldı.

Komik pozlarıyla gülümseten evcil hayvanlar

Her yıl düzenlenen Komik Evcil Hayvanlar Fotoğraf Yarışması‘nın 2020 finalistleri belli oldu. Kazanan fotoğraf 19 Kasım’da açıklanacak.

Yarışma profesyonel fotoğrafçılık tecrübesi olan tüm evcil hayvan sahiplerine açık. Kazananın 3 bin sterlin alacağı yarışma ödüllerinde toplanacak para hayvanlar için çalışan Blue Cross kuruluşuna bağışlanacak.

İşte jüri tarafından finale aday gösterilen komik evcil hayvanların birbirlerinden şirin fotoğraflar:

1- Karantinadaki köpek (Isolated dog)

©Ilana Rose

2-Dedikoducu kızlar (Gossip Girls)

©Magdalena Strakova

3-Kaniş kaousu (Poodle chaos)

©Darren Hall

4- Sincaaaap! (Squirrelll!)

©Elke Vogelsang

5- Suçlu kedicik (The guilty kitten)

©Iain Mcconnell

6- Gülümseme (Smile)

©Mehmet Aslan

7- Aziz Paul’un şapkası (Saint Pauls cap)

©Alessandro Po

8- İşte yemeğimiz geçiyor (There goes dinner)

©Beth Noble

9- Anne bak, suda yürüyebiliyorum!

10- Abur cuburların yarısını yediğini fark ettiğin o an

©Candice Sedighan