Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu, 31 Mart Yerel Seçimleri yaklaşırken AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın hayali Kanal İstanbul‘u ve AKP’den aday Murat Kurum‘u protestoya hazırlanıyor. Kadıköy Meydanı (Beşiktaş İskelesi) 23 Mart Cumartesi saat 16.00’da gerçekleştirilecek eylem öncesi yurttaşlara “İstanbul’da kanala, talana, Murat Kurum’a izin verme!” çağrısında bulunuldu. Çağrıda şu ifadelere yer verildi:
“Yıllardır söylüyoruz; Kanal İstanbul ve Yenişehir Rezevr Yapı Alanı Projesi İstanbul için felakettir. Geçtiğimiz günlerde Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın 2024-2028 Stratejik Planı’nda Kanal İstanbul’un yüzde 20 oranında tamamlandığı bilgisi yer aldı. Yalan! Tek işleri yol ve bina yapıp İstanbul’un kuzeyini betona boğmak.”
‘Kurum’un Bakanken onayladığı Kanal İstanbul ÇED Raporu hala iptal edilmedi’
Koordinasyonun, yerel seçimler yaklaşırken Kanal İstanbul’un yeniden gündem olduğuna dikkat çektiği açıklamada “AKP’nin İBB Başkan adayı Murat Kurum ‘İstanbul’un gündeminde yoksa bizim gündemimizde yok’ diyor. Yalan! Murat Kurum’un Çevre ve Şehircilik Bakanı’yken onayladığı Kanal İstanbul Projesi ÇED Raporu hala iptal edilmedi” denildi. Kurum’un Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı’yken imzaladığı projeler ise Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu tarafından şöyle hatırlatıldı:
“Murat Kurum bakanlığı döneminde Kanal İstanbul projesini onayladı.
İstanbul’da Tozkoparan, Tokatköy ve Fetihtepe’de “kentsel dönüşüm” projeleriyle insanların evlerini polis eşliğinde yıktırdı.
İmar affıyla ‘yapı kayıt belgesi sattığı’ riskli binalar depremde binlerce insana mezar oldu.
Depremin hemen ardından afet yasasını değiştirip insanların yıllarca çalışıp kazandığı evlere el koyabilmek için rezerv alan düzenlemesini yaptı.”
‘Murat Kurum’a oy yok!’
Koordinasyon tarafından yapılan açıklamada, “İlan ediyoruz: Yıllardır ya kanal ya İstanbul diyen bizlerden, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı sıfatıyla işlediği suçlara yenilerini eklemek isteyen Murat Kurum’a oy yok! Katıl durduralım! İstanbul’u ranta, talana bırakmayalım.”
Türk sinemasının önemli isimlerinden yapımcı Arif Keskiner dün (13 Mart’ta) hayatını kaybetti. Bugün Cemal Reşit Rey Kültür Merkezi’nde düzenlenen tören sonrası öğlen Teşvikiye Camisi’nden uğurlanan Keskiner, Kilyos Demirciköy Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı tarafından sosyal medyada yapılan paylaşımda, “Vakfımızın kuruluşundan bu yana hep yanımızda olan, 33 yılımızı birlikte geçirdiğimiz, yönetim kurulu üyelerimizden, sinemamızın pek çok önde gelen yapıtında imzası, emeği olan sevgili ağabeyimiz Arif Keskiner’i kaybetmenin acısı içindeyiz. Başımız sağ olsun…” ifadelerine yer verildi.
“Kapıcılar Kralı”, “Köşeyi Dönen Adam”, “Maden” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” gibi Türk sinemasının birçok önemli eserinde yapımcı olarak imzası bulunan Arif Keskiner, aynı zamanda ekoloji camiası için de önemli bir isimdi.
Osmaniye Kastabala Çevre Platformu, “kendisini özlemle anacağız” diyerek bir veda notu paylaştı:
Biz Osmaniyeliler onu filmleri kadar Osmaniye‘nin tanıtımı ve kültürel mirasını korumak için verdiği destekle de hatırlayacağız.
Arif Keskiner, başarıyla sonuçlanan Osmaniye Kastabala Antik Kenti üzerine yapılmak istenen çimento fabrikası savaşımızda ve binasının yıkımını önlemek için yaptığımız, ancak başarısızlıkla sonuçlanan Osmaniye Müzesi savaşımızda yanımızda olmuş ve açtığımız ‘ÇED olumlu’ kararlarının yürütmesinin durdurulması ve iptali davalarında istenen yüksek bilirkişi ücretlerini önemli bölümlerine mali destek vermişti.
Halet Çambel ile birlikte İstanbul basınını bilgilendirmede ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile görüşmelerimizde elçimiz ve sözcümüz olmuştu.
Arif Keskiner, çimento fabrikasını topraklarımızdan kovaladıktan sonra, 2000’lerin başında platformumuzun verdiği savaşımın öyküsünü belgesel film yapmak istedi. Ancak savaşımın tamamlanmış anlatısını bitiremedik ve bu belgesel yapılamadı.
Arif Keskiner son kez altı ay önce yazdığı son kitapta bu savaşıma yer verdiğini söylemiş ve kazanılan davanın tarih ve dosya numarasını istemişti, biz de yollamıştık.
Eski adıyla ‘Çimento Fabrikasına Karşı Osmaniye Kastabala Platformu’ bileşenleri olarak bu çevre savaşımını en kısa zamanda kitaplaştırmaya söz vererek anısı önünde saygı ve sevgi ile eğiliyoruz.
Arif Keskiner kimdir?
1938 yılında Adana‘da dünyaya gelen Arif Keskiner, gençlik yıllarında Osmaniye’den İstanbul’a yolculuk ederek, hayatını sanat ve edebiyat dünyasına adadı. Beyoğlu‘nda geçirdiği 27 yıl boyunca, o dönemin sanat ve edebiyat çevresine yön veren isimlerle iç içe oldu. Kitapçılık, spor yazıları yazma ve İsveç‘te hem muhabirlik hem de bulaşıkçılık yaparak çeşitli deneyimler kazandı. Türkiye’ye dönüşünde ise yaklaşık 50 fotoromanın yapımcılığını, senaristliğini ve yönetmenliğini başarıyla üstlendi.
Keskiner, Türk sinemasına önemli katkılarda bulunarak “Otobüs”, “Kapıcılar Kralı”, “Selvi Boylum Al Yazmalım”, “Maden”, “Köşeyi Dönen Adam” ve “Piyano Piyano Bacaksız” gibi unutulmaz filmlerin prodüktörlüğünü gerçekleştirdi. Ayrıca “Yılanı Öldürseler” ve “Piyano Piyano Bacaksız” filmleri için senaryo yazım süreçlerinde de etkin rol aldı.
Halit Çapın‘ın “Bay Alkolü Takdimimdir” adlı eserinden esinlenerek TRT için üç bölümlük bir dizi hazırlayan Keskiner, bu projenin ardından beş bölümlük “Bizi Güldürenler” dizisini hayata geçirdi.
Sanatçılar ve sinemaseverler tarafından büyük ilgi gören ve herkesin “Çiçek Bar” ya da “Arif’in Yeri” olarak bildiği Sinema Sevenler Derneği Lokali‘ni açarak, tüm sanatçıların ve sinemacıların buluşma noktası haline getirdi.
Danimarka, kadınları zorunlu askerliğe dahil etmeyi ve askerlik süresini uzatmayı planladığını açıkladı.
Başbakan Mette Frederiksen “Savaş istediğimiz için değil, savaştan korunmak istediğimiz için silahlanıyoruz” dedi.
Cinsiyet eşitliği gerekçesi
Avrupa’da askeri harcamalar Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından artışa geçti. Danimarka hükümeti de önümüzdeki beş yılda savunma bütçesini 6 milyar dolar artırarak NATO’nun harcama hedeflerine de ulaşmak istediğini duyurdu.
Ukrayna’nın en büyük destekçilerinden olan Danimarka, Kiev’e para ve gelişmiş silah yardımının yanı sıra F-16 pilot eğitimi de sağlıyor.
Savunmaya ilişkin planlarını dün açıklayan Danimarka Başbakanı Frederiksen, kadınları da zorunlu askerlik uygulamasına katmanın “tam bir cinsiyet eşitliği sağlayacağını” söyledi.
Halihazırda ülkede kadınlar yalnızca gönüllü olarak askere gidebiliyor. 18 yaş üstü erkekler içinse askerlik zorunlu. Vicdani retçilere ise sivil hizmette bulunma imkanı sunuluyor.
2026’da başlayacak
Plana göre mevcut koşullarda dört ay olan askerlik süresi erkekler ve kadınlar için 11 aya çıkarılacak. Kadınların zorunlu askerliğe çağırılması ise 2026’da başlayacak. Danimarka, Norveç ve İsveç’in ardından bu uygulamayı gerçekleştiren üçüncü Avrupa ülkesi olacak.
Geçen yıl askere giden 4 bin 700 kişinin yaklaşık 1.500’ü kadındı. Altı milyon nüfusa sahip ülkede 9 bini profesyonel 20 bin asker bulunuyor. Gayrisafi yurtiçi hasılasının yüzde 1,4’ünü savunmaya harcayan Kopenhag hükümeti, bunu NATO’nun kuralı olan yüzde 2 seviyesine yükselteceğini de duyurdu.
Ordu Çevre Derneği (ORÇEV) Altınordu‘da yaşanan selin ardından tahrip olan kanalizasyon sistemi nedeniyle kanalizasyonun dereye aktığını duyurdu. ORÇEV yönetim kurulu tarafından konuya ilişkin yapılan açıklamada Altınordu’daki kanalizasyon sisteminin onarılmadığını belirterek, “Bülbül Deresi’ne bir yıldır kanalizasyon akıyor ancak Devlet Su İşleri (DSİ) de Ordu Büyükşehir Belediyesi (OBB) de önlem almıyor” denildi.
Mahallelinin OBB’ye durumu bildirdiğinin, OBB yönetiminin ise derenin DSİ sorumluluğunda olduğunu belirterek dereye akan kanalizasyonu önlemeye yönelik adım atmadığının ifade edildiği açıklamada, “Sorumluluk DSİ’nin ya da OBB’nin, hangi kurum ilgilenecekse sorun giderilmeli” ifadelerine yer verildi.
‘Bübül Deresi eski adı olan ‘Bokludere’ye dönüşüyor’
DSİ’nin görevini yapmadığının altının çizildiği açıklamada “Peki dereye akan kanalizasyon Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin sorumluluğunda değil mi?” sorusu da yöneltildi. Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin soruna seyirci kaldığına dikkat çekilen açıklamada “Sonuçta bir gerçek var. Kanalizasyon dereye akıyor. İki kurum topu birbirine atadursunlar Bübül Deresi eski adı olan ‘Bokludere’ye dönüşüyor” denildi.
‘Filler tepişiyor çimenler eziliyor’
ORÇEV Yönetim Kurulu’nun açıklamasında OBB yönetimi ve DSİ yetkilileri sorumsuzlukla suçlanarak, “Bülbül Deresi’nde bir sene önceki selden zarar görmüş olan kanalizasyon yapılmadığı için dereyi kirletmeye devam ediyor. Selimiye ve Nizamettin mahallerinin sınırında eski kireç ocağının alt tarafında sel nedeniyle patlayan kanalizasyon Bülbül Deresi’ne bir yıldır akmakta. Kurumlar arası iletişimsizliğin cezasını halk mı çekecek? Derenin kirletilmesine seyirci mi kalınacak? Kanalizasyonun Bülbül Deresi’ne akması bulaşıcı hastalıklara da davetiye çıkarmaktır. Kanalizasyon Ordu Belediyesi OSKİ’nin sorumluluğunda. Şimdi ne olacak? Kanalizasyon nedeniyle halk sağlığı sorunu da yaşanacak” denildi.
Söz konusu açıklamanın bir suç duyurusu olarak da değerlendirilmesi gerektiğini belirten yönetim kurulu, “Ortada bir sorun var. Bu sorun Ordu Büyükşehir Belediyesi’ni, Devlet Su İşleri Müdürlüğü’nü yakından ilgilendiriyor. Yetmez, kanalizasyonun dereye akması nedeniyle halk sağlığı sorunu da yaşanabilir” açıklamasında bulunarak sorumlulara işaret etti:
“Bu nedenle Sağlık İl Müdürlüğünü yakından ilgilendiriyor. Bunların üçünün birden üst amiri durumunda olan Ordu Valiliği de yaşanan bu sorundan sorumludur. Kurumların görevlerini yapmamasından halk zarar görüyor. Bu olayda sorumluğu olanlar hakkında gereken inceleme ve soruşturma da başlatılmalıdır. Halkın sağlığı, çevrenin korunmasına ilgisiz kalanlara tepkimiz devam edecek ve hukuksal haklarımızı kullanacağız.”
Erzincan’daki Ergan Köyü’nün 500 metre yakınındaki mera alanında yapılması istenen taş ocağı projesi için verilen ‘ÇED gerekli değil’ kararı tepkiyle karşılandı. Çevre köylerde yaşayanlar, kararı yargıya taşıdı.
BirGün’den Nurcan Gökdemir’in aktardığına göre, Karayolları 16. Bölge Müdürlüğü, yol inşaatında kullanmak amacıyla Erzincan’ın kentteki kayak pistine adını veren Ergan Köyü ile Yaylabaşı köyü arasındaki 23 hektarlık mera alanına yılda 350 bin ton kalker üretimi yapmak amacıyla taş ocağı açmaya karar verdi.
Erzurum-Erzincan-Bayburt Planlama Bölgesi 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı’nda “Mera alanı ve doğal karakteri korunacak alan” olarak gösterilen proje sahası köylülerin arıcılık ve tarım yaptıkları alanı kapsıyor. Bu alanla ilgili Mera Kanunu kapsamında ‘mera tahsis değişikliği’ bile yapılmasına gerek görülmeden hazırlanan taş ocağı projesi hakkında görüşü sorulan bazı kamu kurumlarından bazıları da olumsuz görüş bildirdi. Tüm bunlara karşın proje için “ÇED gerekli değildir” kararı alındı.
İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün 2 Mayıs 2023 tarihli yazısında talep edilen alanın, kayak merkezinin bulunduğu Ergan Dağı Kültür ve Turizm Koruma-Gelişim Bölgesi içindeki “Ağaçlandırılacak Alan” ve “Kış Doğa Sporları Alanı” olarak kaldığı belirtiliyor. Yazıda, “Alanda onaylı alt ölçekli imar planı bulunmamaktadır. Bu kapsamda onaylı çevre düzeni planı kararları doğrultusunda talep uygun görülmemektedir” deniliyor.
Karayolları Genel Müdürlüğü’nün bu görüşün gözden geçirilmesi talebi üzerine müdürlük yeni bir görüş yazısı kaleme aldı. 12 Temmuz 2023 tarihli yazıda bu kez görüş değiştirilerek, “Kirlilik yaratılmaması, turizm faaliyeti yürütülmek istenmesi durumunda alanın düzenlenerek terk edilmesi, mevzuata uyulması ve ruhsat süresi bittiğinde alanın düzeltilerek terk edilmesi” koşullarıyla projeye onay verildi.
aşocağının kurulacağı bölgede arıcılık ve tarım yapılıyor. (Fotoğraf: BirGün)
Taş ocağı projesi heyelan alanında yer alıyor
AFAD ise köylerdeki yapıların yüzde 80’inin kagir veya kerpiç olduğuna dikkati çektiği yazısında, “Ocaktan patlatma yoluyla malzeme çıkarılacak olması nedeniyle patlatma faaliyetlerinin yerleşim birimleri üzerine olası etkilerinin kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesini” istedi.
AFAD ayrıca alanın aktif heyelan alanları içinde yer aldığına da dikkati çekerek “Proje ömrü 19 yıl olarak düşünülen ocak için bu husus dikkate alınmalıdır” dedi. Sahada yapılacak tesis ve inşaat işlemlerinin bölgedeki herhangi bir doğa olayını tetiklememesine dikkat edilmesinin istendiği yazıda deprem, kaya düşmesi, heyelan, su baskını ve çığ afetlerinin göz önünde bulundurulması gerektiği iletildi.
Taş ocağının açılacağı bölgede yaşayan yurttaşlar da bu karara itiraz etti. Valiliğe gönderilen itiraz dilekçelerinde projenin bölgede çevre katliamına yol açacağı ifade edildi. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün ‘alternatifi yok’ iddiasına karşın malzemenin çok geniş bir alanda yapılacak inşaatlar için kullanılacağı, bu nedenle kilometrelerle ifade edilecek alanda çevreye daha az zarar verecek alternatif bölgelerin bulunduğu belirtildi. Kuzeydoğu Anadolu Fay Hattı üzerinde bulunan ve yüksek eğime sahip dağlık bir bölgedeki köylerde heyelan ve taş düşmesi gibi afet riskleri bulunduğunu da dile getiren yurttaşlar, bunun MTA ve AFAD tarafından da bilindiğini kaydetti.
Köylüler ÇED gerekli değil kararının iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle mahkemeye başvurdu.
İklim Haber ve KONDA Araştırma “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı” araştırmasını yayımladı. 2018’den beri her yıl iklim değişikliği farkındalığı konusunda toplumun nabzını ölçen verilere göre Türkiye’de her iki kişiden biri (yüzde 55) iklim kriziyle mücadelede asıl sorumluluğun Hükümet/Cumhurbaşkanı’nda olduğunu düşünüyor. Yerel yönetimler ise yüzde 22 ile ikinci sırada geliyor. Belediyelerden iklim krizi ile mücadelede en büyük beklentiler ise yenilenebilir enerji ve altyapı alanlarına yatırım yapmaları.
Anket çalışmasının öne çıkan sonuçlarına göre;
Toplumun yüzde 55’i iklim kriziyle mücadele konusunda en fazla sorumluluğun Hükümet/Cumhurbaşkanı’na ait olduğunu, yüzde 22 ise yerel yönetimlerin sorumlu olduğunu düşünüyor.
Ankete katılanların yüzde 75’i yerel yönetimlerin iklim değişikliği için yeterli çabayı göstermediğini aktarıyor.
Toplumun yüzde 36’sı yenilenebilir enerji yatırımlarını, diğer yüzde 36’sı ise seller ve yağmurlara karşı altyapı çalışması yapılmasını, iklim kriziyle mücadelede belediyelerin yapması gereken en önemli iki çalışma alanı olarak görüyor.
Görüşülen kişilerin yüzde 88’i geçtiğimiz yılki rekor yaz ayı sıcaklıklarını iklim değişikliği ile bağlantılı buluyor.
Her dört kişiden üçü iklim değişikliğinin insan faaliyetleri ile bağlantılı olduğunu söylerken, iklim değişikliği ile ilgili endişeli olduğunu da dile getiriyor.
İklim Haber ve KONDA Araştırma, Türkiye kamuoyunun iklim değişikliği algısını ölçmek ve her geçen yıl şiddetini daha da artıran iklim krizi hakkındaki görüşlerini öğrenmek için 2018’den bu yana tekrarladığı anketi bu yıl da gerçekleştirdi. Türkiye çapında 2 bin 833 kişiyle hanelerinde görüşme yapılarak gerçekleştirilen anket giderek derinleşen iklim krizinin Türkiye’deki etkilerine, rekor sıcaklıklara, ülkemizde iklim değişikliğine karşı gösterilen çabaların nasıl algılandığına ve bu kapsamda neler yapılması gerektiğine odaklandı.
Yüzde 55: İklim kriziyle mücadelede en fazla sorumluluk hükümet/cumhurbaşkanına ait
Yerel seçimlerin arifesinde yapılan ve yayımlanan çalışmaya göre, toplumun yüzde 55’i iklim kriziyle mücadele konusunda en fazla sorumluluğun hükümet/cumhurbaşkanına ait olduğunu düşünüyor.
Bu oranı yüzde 22 ile yerel yönetimler/belediyeler takip ediyor.
Ardından ise sırasıyla yüzde 13 ile sivil toplum kuruluşları, yüzde 7 ile özel sektör/sanayi ve yüzde 4 ile siyasi partiler geliyor. Bu soruya gelen yanıtların cinsiyet, yaş ve eğitim durumuna göre incelendiğinde her bir kümede sorumluluğun en yüksek oranla Hükümet/Cumhurbaşkanına verildiği görüldü.
Fotoğraf: Ömer Hamza Yıldız
Yerel seçimlere az bir süre kala, ankete katılanlara aynı zamanda yaşadıkları bölgedeki yerel yönetimlerin iklim eylemi performansını da soruldu ve sonuçlar KONDA’nın 2023’te gerçekleştirdiği başka bir çalışma ile kıyaslandı.
Buna göre, 2022’den bu yana belediyelerin bu konuya yönelik çaba gösterdiğini düşünenlerin oranında bir artış gözlemleniyor.
Kasım 2022’de bu önermeye katılanlar örneklemin yüzde 18’ine tekabül ederken, Kasım 2023’te bu oran 7 puan artarak yüzde 25’lik bir kesime denk geliyor. Ancak bu önermeye “Kesinlikle yanlış” diyenlerin yani belediyelerin iklim değişikliğine yönelik çaba göstermediğini düşünenlerin oranında ise 8 puanlık bir artış var.
Yerel yönetimlerin iklim krizine karşı yapmaları gereken en öncelikli iki çalışma sorulduğunda ise öne çıkan cevaplar yenilenebilir enerji ve altyapı çalışmaları olarak öne çıkıyor.
Toplumun yüzde 36’sı yenilenebilir enerji yatırımları, diğer yüzde 36’sı ise seller ve yoğun yağmurlara karşı altyapı çalışması yapılmasını, iklim kriziyle mücadelede belediyelerin yapması gereken en önemli iki çalışma alanı olarak görüyor.
Endişe oranı azaldı, aşırı hava olaylarının sayısının arttığını düşünenler arttı
İklim değişikliği konusunda endişeli olanların oranı, Kasım 2023’te, bir yıl öncesine göre, yüzde 83’ten yüzde 72’ye düştü.
Ancak yine de endişe seviyesi son altı yılda yapılan ölçümler arasında en yüksek üçüncğü seviyede. İklim değişikliği konusundaki endişeler demografik kırılımlara göre incelendiğinde kadınların erkeklere göre daha endişeli olduğu, yaş ve eğitim seviyesi arttıkça iklim değişikliği konusunda endişelilerin arttığı görüldü.
Pankartta, iklim aktivistlerinin iklim değişikliğinin aşırı hava olayları üzerindeki tırmandırıcı etkisine dikkati çekmek için sıklıkla kullandığı bir slogan okunuyor: “Siz yaşlılıktan, biz ise iklim değişikliğinden öleceğiz.”
Aynı zamanda, araştırmaya katılanların yüzde 73’ü iklim değişikliğinin insan faaliyetlerinin sonucunda ortaya çıktığını belirtiyor. Yüzde 27’lik kesim ise iklim değişikliğinin doğal bir süreç olduğunu savunuyor.
Emisyonların yeterli hızda azaltılmaması ve fosil yakıtlara yapılan yatırımların devam etmesi ile iklim krizinin görünen yüzü olan aşırı hava olayları da her geçen yıl şiddetleniyor ve sayısı artıyor.
Toplumun yüzde 92’si de bu önermeye katılarak, son yıllarda Türkiye’de sel, fırtına, aşırı sıcaklık, kuraklık gibi düzensiz hava olaylarının arttığını düşünürken, toplumun sadece yüzde 2’si aşırı hava olaylarının azaldığını düşünüyor. Bu durumun ilk ölçüldüğü Mart 2018’deki araştırmada düzensiz hava olaylarının arttığını düşünenlerin oranı ise yüzde 76’ydı.
Dünya Meteoroloji Örgütü, 2023 yazının bugüne kadar ölçülen en sıcak yaz olduğunu açıkladı. Toplumun, bu durumun sebebini iklim değişikliği olarak görme eğilimi oldukça fazla. Her 10 kişiden dokuzu bu durumun sebebinin iklim değişikliği olduğunu düşünüyor.
‘Topraktan öğrenip, kitapsız bilen…’
Araştırma sonuçlarını değerlendiren İklim Haber Yayın Yönetmeni Dr. Barış Doğru, KONDA Araştırma ile bu yıl altıncısı gerçekleşen “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı” isimli çalışmanın, büyük bir tutarlılıkla aynı verileri ortaya koyduğunu söyledi:
“İklim değişikliğinin gerçekliği ile ilgili bir şüphemiz yok. İnsani faaliyetlerden kaynaklandığına da neredeyse eminiz. Ve bu durumdan çok endişeliyiz. Bu yargıların her birinin, hemen her yıl yüzde 70’lerin üzerinde, kimi zaman yüzde 80’lerin üzerine çıkan çok geniş toplum kesimlerine ait olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ve bu oranların, herhangi bir Batı ülkesinden bile yüksek olduğunu hatırlatmakta fayda var. Yaygın kamu kampanyaları ve sistemik eğitim uygulamaları olmadan ulaşılan bu rakamların, bana her yıl Nazım Hikmet’in ‘Türk Köylüsü’ şiirindeki ‘Topraktan öğrenip kitapsız bilen‘ dizelerini hatırlattığını söyleyebilirim.”
KONDA Araştırma’nın Yönetim Kurulu Üyesi Bekir Ağırdır da, ister siyaset olsun ister iklim değişikliği, toplumun tamamını veya bir kısmını ilgilendiren konuları belli aralıklarla ölçmenin, değişimi anlamak, zamanla karar ve uygulama süreçlerine yol gösteren mühim bir rehber niteliğine dönüştüğünü aktardı:
“Hepimiz biliyoruz ki bireylerin kendi başlarına yapabilecekleri sınırlı, bu yüzden büyük ölçekli önlemler ancak hükümetler, uluslararası organizasyonlar ve sanayiinin birtakım becerileriyle mümkündür.”
‘İklim mücadelesinde yerel yönetimlerin alacağı rol ve görevler kritik öneme sahip’
Anketin sonuçlarını yorumlayan araştırmacı Dr. Baran Alp Uncu ise, iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarının hissedildiği yerlerin başında kentlerin geldiğini hatırlatırken şunları söylüyor:
“Barınma, kamu sağlığı, hizmetlere erişim gibi konularda türlü eşitsizlikler, COVID-19 pandemisinde olduğu gibi ortaya çıkan krizlerin kapsamlı yıkıcılığıyla birleştiğinde iklim değişikliğine bağlı sıcak dalgaları, seller ve aşırı hava olayları aynı zamanda büyük bir eşitsizlik ve adalet sorunu haline geliyor. Bu nedenlerle, iklim mücadelesinde yerel yönetimlerin alacağı rol ve görevler kritik öneme sahip.”
Son olarak Türkiye’de kentlerin su kıtlığı, sıcak dalgaları ve seller gibi birçok iklim değişikliği kaynaklı sorunla karşı karşıya olduğunun altınız çizen Dr. Uncu şu sözlerle devam etti:
“Pandemi, deprem gibi afetlerin yanı sıra iklim değişikliğine karşı kentleri adil biçimde dayanıklı kılacak eylemler kadar iklim değişikliğini durdurmaya katkı sağlayacak biçimde enerji ve kaynak kullanımını da dönüştürmek gerekiyor. Türkiye’nin merkezi siyasal yapısı nedeniyle kent ölçekli politikalarda merkezi hükümetin yetki ve sorumlulukları oldukça geniş. Bununla birlikte, belediyelerin de ulaşım, enerji kullanımı, planlama, yeşil altyapı gibi birçok alanda iklim dostu politikalar geliştirip dönüştürücü adımlar atması gerekiyor.”
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘nın 2023 Hava Kalitesi İzleme Raporu‘na göre ülke genelindeki 304 hava kirliliği ölçüm istasyonundan elde edilen veriler, partikül madde yoğunluğunun ulusal limitleri aştığını gösteriyor.
Ülkedeki istasyonların yarısından fazlasında, hava partikülleri (PM10) için belirlenen ulusal sınır değerlerin üzerine çıkıldığı belirlendi. Dünya Sağlık Örgütü‘nün (DSÖ) belirlediği daha sıkı limitler çerçevesinde ise, sadece yedi ölçüm istasyonu temiz hava sınırları içinde kaldı.
Rapora göre, ülkede PM10 ölçümü yapılmayan 20 istasyon bulunurken, aktif istasyonların çeyreğinden bile daha azında yüzde 90’ın üzerinde verimli veri toplanabiliyor. Türkiye‘deki yıllık ortalama limit değer, bir metreküp hava için 40 mikrogram (µg/m³) olarak belirlenmişken, DSÖ bu rakamı 15 mikrogram olarak saptıyor.
DW Türkçe’de yer alan habere göre partiküler maddenin esas kaynakları fabrikalar, enerji tesisleri, yakma tesisleri, inşaat faaliyetleri, yangınlar ve rüzgâr olarak sıralanıyor. Partiküllerin boyutu aerodinamik çapları 2,5 mikrometreden (μm) küçük olanlar PM2,5 ve 10 mikrometreden küçük olanlar PM10 olarak tanımlanırken, bu partiküller solunum sisteminde depolanabiliyor.
Dünya Sağlık Örgütü, PM2,5 için yıllık ortalama metreküpte 5 mikrogram limit değer belirlerken, Türkiye’de bu partikül madde için Hava Kalitesi Değerlendirme ve Yönetimi Yönetmeliği’nde belirlenen herhangi bir ulusal limit bulunmuyor.
Geçen yılın PM10 ölçümlerine göre Türkiye’de havası en kirli illerin başında metreküpte 125 mikrogram ortalama değerle Kahramanmaraş geliyor.
Rapora göre Kahramanmaraş Kent Meydanı‘nı, İstanbul-Göztepe (116), Hatay-İskenderun Merkez (96), Malatya, Iğdır ve Konya-Selçuklu (86), Mersin-Akdeniz (84), Kahramanmaraş-Elbistan ve Osmaniye (79), Aydın-Nazilli ve Konya-Karatay (77) izliyor.
Havası en temiz yerler neresi?
Hava kirliliğini ölçen 304 istasyonun 297’sinde ise Dünya Sağlık Örgütü’nün limit değerinin (metreküpte 15 mikrogram) üzerine çıkıldığı görüldü.
Raporda DSÖ’ye göre PM10 limiti açısından en temiz havaya sahip olan yerler Kastamonu-Azdavay (12) ve Sinop-Erfelek (12) oldu.
Guardian’ın aktardığına göre, son 20 yılda Avrupa‘da hava kirliliği seviyeleri iyileşme gösterdi. Ancak bu iyileşmelere rağmen, Avrupa nüfusunun büyük bir çoğunluğu, Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği seviyelerin üzerindeki alanlarda yaşıyor.
Yaklaşık yüzde 98’i, DSÖ’nün sağlıksız seviyelerde olduğunu belirttiği küçük partiküller olan PM2,5’ın bulunduğu bölgelerde yaşayan Avrupalılar, PM10 için yüzde 80 ve azot dioksit için yüzde 86 oranında sağlıksız hava kalitesine maruz kalıyor.
Barcelona Küresel Sağlık Enstitüsü (ISGlobal) tarafından yönetilen araştırma, Avrupa’nın 35 ülkesinde yer alan bin 400’ü aşkın bölgede hava kirliliğinin düzeylerini değerlendirdi ve sonuçlar 543 milyon kişiyi kapsadı. Araştırmanın baş yazarı Zhao-Yue Chen, Avrupa’daki iklim değişikliği tehditlerinin hızla arttığı bir dönemde, özellikle PM2,5 ve ozon ile ilişkili kirlilik günlerine yönelik özel müdahalelerin gerekliliğine vurgu yapıyor.
Nature Communications dergisinde yayınlanan sonuçlar, Avrupa’nın çoğu bölgesinde asılı partikül maddesi (PM2,5 ve PM10) ve azot dioksit (NO2) seviyelerinin azaldığını gösteriyor. PM10 yıllık %2,72, PM2,5 yıllık %2,45 ve NO2 yıllık %1,72 oranında azalma gösterdi.
Birçok Avrupa şehri, partikül kirliliğini azaltan düşük emisyonlu bölgeler uyguladı ve bazı ülkeler, özellikle Polonya, kömürlü sobalara olan bağımlılıklarını azalttı. AB’nin endüstriyel emisyonlar üzerine direktifleri, işletmelerin kirliliği azaltmalarına yardımcı oldu.
Ancak sorunlu bölgeler hala mevcut. Çalışma döneminde, PM2,5 ve PM10 seviyeleri kuzey İtalya ve doğu Avrupa’da en yüksek olarak kaydedildi. Yüksek NO2 seviyeleri, kuzey İtalya’da ve Batı Avrupa’nın bazı bölgelerinde, örneğin Birleşik Krallık‘ın güneyinde, Belçika ve Hollanda‘da kaydedildi. Yüksek azot oksit seviyeleri, astım gelişimine katkıda bulunabilir ve solunum enfeksiyonlarına karşı duyarlılığı artırabilir.
Hava kirliliği, her yıl Avrupa genelinde 400 binden fazla erken ölümle ilişkilendiriliyor.
Uzmanlar, Avrupa’daki havanın Dünya Sağlık Örgütü rehberlerine uygun olması halinde, 200 binden fazla ölümün önlenebileceğini belirtiyor. Partikül kirliliği, özellikle enerji üretimi, evsel ısıtma ve motorlu taşıtlar aracılığıyla katı ve sıvı yakıtların yanması sonucu ortaya çıkıyor. Ayrıca, diğer kirleticiler arasındaki kimyasal reaksiyonlar yoluyla havada da oluşabiliyor.
Muğla’nın Milas ilçesi İkizköy mahallesindeki Akbelen Ormanı’nın çevresinde yer alan 190 parsellik arazinin, linyit madeni sahası olarak kullanılmak üzere acele kamulaştırılması kararı bugün kaldırıldı.
Resmi Gazete‘de yayımlanan kararla birlikte Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü tarafından 11 Mart’ta yapılan ‘acele’ kamulaştırma kararı üçüncü gününde kaldırılmış oldu.
Aynı zamanda 31 Mart Yerel Seçimleri öncesi verilen acele kamulaştırma kararı, kamuoyunun tepkisinin ardından hızlıca kaldırılmış oldu.
Acele kamulaştırma kararı oldukça büyük tepki toplamıştı. Akbelen’de bir buluşma planlanmıştı. İstanbul ve İzmir‘den pek çok yurttaş 17 Mart’ta Akbelen’de bir araya gelecek.
Acele kamulaştırma kararının kaldırılması Akbelen direnişçileri tarafından şöyle değerlendirildi:
“Direniş varsa umut var! Köyümüz için verilen ‘acele kamulaştırma’ kararı bu gece kaldırıldı. Haklılığımızla, inadımızla, mücadelemizle köyümüzü adım adım kazanacağız. Beş senedir söylediğimiz gibi: topraklarımızdan, zeytinlerimizden, köyümüzden Akbelen’den vazgeçmiyoruz.”
Direniş varsa umut var!
📣Köyümüz için verilen "acele kamulaştırma" kararı bu gece kaldırıldı.
Haklılığımızla, inadımızla, mücadelemizle köyümüzü adım adım kazanacağız. 5 senedir söylediğimiz gibi: topraklarımızdan, zeytinlerimizden, köyümüzden, #AkbelendenVazgeçmiyoruz ! pic.twitter.com/11h1Q4qDpT
— Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz 🌱🫒🌲 (@ikizkoydireniyo) March 13, 2024
Ne olmuştu?
Akbelen’de Limak Holding ve IC Holding‘in iştiraki YK Enerji tarafından işletilen Yeniköy-Kemerköy Termik Santrali’nin kömür sahasını genişletmek için Temmuz 2024’te ağaç kesimine başlanmış, doğa savunucularının direnişine rağmen yüzlerce ağaç yok edilmişti. Bugün (12 Mart’ta) Resmi Gazete‘de yayımlanan kararla, Akbelen çevresindeki araziler de kamulaştırılmıştı.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, kayyım yönetimindeki Koza Altın İşletmeleri’nin Balıkesir Burhaniye‘deki Sübeylidere ve Avunduk mahallelerinde açılmak istenen altın madeninin ÇED sürecini iptal ettiğini duyurdu.
Şirketin başvurusu ÇED Yönetmeliği’ne aykırı bulundu. İptalin ana gerekçesi ise Balıkesir İl ve Tarım Orman Müdürlüğü’nün verdiği olumsuz görüş oldu.
Şirket, Kuzey Ege Bölgesi’ndeki Ovacık ve Çukuralan altın madenlerindeki cevherin azalması üzerine yakın bölgelerde üretim arayışına girmişti. Son olarak Burhaniye’deki Sübeylidere ve Avunduk mahallelerinde iki ayrı sahada altın madeni işletmek için Bakanlığa başvurmuş; Bakanlık da çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) süreci başlatmıştı.
Tarım ve zeytinlik arazisi içinde
“Balıkesir- Çanakkale Planlama Bölgesi 1/100 bin Ölçekli Çevre Düzeni Planı”na göre tarım arazilerinde kalan ocak sahalarında, patlatmalı altın madeni işletilmesi planlanıyordu.
Sübeylidere’de açılmak istenen altın ve gümüş madeni için 2 milyon 928 bin TL proje bedeli belirlenmişti. Şirket, ÇED raporuna göre, tarım arazilerinin üzerinde patlatmalı maden ocağı işletilecek, bu sırada ANFO olarak bilinen dökme patlayıcı ve dinamit kullanacaktı. Ekonomik ömrü 36 ay olarak belirlenen projeyle birlikte bu süre zarfında 315 bin ton cevher çıkarılması düşünülüyordu.
Avunduk Mahallesi’nde de 7 milyon 871 bin TL yatırımla, tamamı orman alanından oluşan alanda patlatmalar yapılacaktı.
İki madenden çıkarılacak olan cevherler, yine Koza Altın’a ait olan ve siyanür havuzu bulunan Ovacık’taki altın madenine sevk edilecekti.
Zeytinlik olan maden sahası aynı zamanda yapımı süren Reşitköy Barajı’na 400 metre mesafede, Karınca Deresi‘nin de yakınında. Açılması istenen yeni ocakların birinci derece arkeolojik SİT alanına olan uzaklığı 1.1 kilometre, köye olan uzaklığı ise 1,8 kilometre.
Av. Sarıca: Tehlike geçmiş değil
Artı Gerçek‘e konuşan Ege Çevre ve Kültür Platformu Eş Sözcüsü Avukat İpek Sarıca şunları söyledi:
“Çok nadir de olsa olması gereken bir süreç işletilmiş. Sonlandırılması bizim açımızdan olumlu ama tehlike geçmiş değil, Avunduk’la ilgili süreç devam ediyor. Sübeylidere’de de dönem dönem Koza Altın Madeni şansını deniyordu. İliç örneği önümüzde…
Değil bu bölgede, dünyanın hiçbir yerinde açılmaması gereken bir maden çeşidi altın ocakları. Çevresindeki yaşamı yok ediyor. Açık ocak altın madeni işletmeciliği bir ekokırım suçudur. Aynı zamanda o bölgede yaşayan insanların da yaşamları tehlike altına giriyor.”
Burhaniye’de aynı zamanda Türkiye’nin ikinci büyük altın madeni olan TÜMAD madeni bulunuyor ve bu madenin yakınlarındaki köylerde kanser vakalarının arttığı belirtiliyor.
Sarıca, “Bugün biz Düdüklü suyunu içmeye çekiniyoruz. Aynı zamanda insanların yaşam kültürünü de yok ediyor. Bir noktadan sonra kendisine muhtaç haline getiriyor. Bundan dolayı Koza Altın ve diğer şirketlerin ÇED süreçleri sonlandırılmalıdır” dedi.
TEMA Vakfı, 31 Mart yerel seçimleri öncesinde hazırladığı “Yerel Yönetimler için Ekosiyaset Belgesi- 2024″ ile seçimlere katılan tüm adaylara kentlerin iklim krizi ve doğal afetlere karşı dirençli hale getirilmesi ve doğal olarak korunması çağrısında bulundu.
“Önümüzdeki dönemde, tüm canlılar için sağlıklı bir yaşam için doğal varlıkları ve ekolojik dengeyi gözeten demokratik bir yerel yönetim anlayışına gerek var” diyen vakfın hazırladığı ekosiyaset belgesinde; toprak, su, orman, mera, tarım alanları gibi doğal oluşumlar, biyolojik çeşitlilik ve ekosistem bütünlüğünün korunması için çözüm önerileri sıralanıyor.
Bunların yanında; doğa iklimine karşı direnç, iklim iklimine uyum ve iklim kriziyle mücadele, iklim adaleti, sera gazı emisyonlarının azaltılması, gıda, su, hava ve katı atık yönetimi, demokratik iklimlendirme ve kentli hakkı başlangıçta yerel yönetimler olmak üzere, tüm yurttaşların atabileceği adımlar özetleniyor.
‘Yerel yönetimler ekolojik krizler ve afetlere karşı hazırlıklı olmalı’
Türkiye’de yerel yönetimlerin 2019 yerel seçimlerinden bu yana, deprem ve iklim krizinden kaynaklanan afetler gibi zorlayıcı gündemlerle yüzleşmek zorunda kaldıklarını hatırlatan TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, şunları söyledi:
“Yaşanan bu afetlerin yanı sıra, orman alanlarının azalması, biyolojik çeşitlilik kaybı, çölleşme, azalan su ve gıda, kirlenen hava gibi süregelen ekolojik krizler de yerel yönetimlerin yeni politikalar geliştirmeleri gerektiğini açıkça göstermektedir. Ekolojik kriz ve afetler nedeniyle karşı karşıya olduğumuz etki ve riskler dikkate alındığında; yerel yönetimlerin hazırlıklı olmasının, planlı, acil ve stratejik müdahalelerde bulunmasının zorunlu hale geldiği ortadadır.”
‘Ekosistem tabanlı bir yönetim modeli geliştirmeli’
Ataç; kuraklık sorunu, şiddetli yağışlar sonucu oluşan su baskını ve sel olayları, meydana gelen depremlerin ve heyelanların yıkıcılığı, şiddetli rüzgârlar ve fırtınalar sonucu ortaya çıkan hasarlar, sıcak dalgaları ile artan hava kirliliği nedeniyle genel halk sağlığının bozulması kentlerimizin doğal afetlere karşı olan kırılganlığını gözler önüne serdiğine dikkat çekerek, şu önerileri sıraladı:
“Doğal afetlere dirençli yerleşimler için binaların ve altyapı sistemlerinin deprem, fırtına, sel ve heyelan gibi doğa olaylarına karşı güçlendirilmesi oldukça önemli. Üst ve altyapının dayanıklılığını ve güvenliğini artırmak, doğa olaylarının yaşandığı anlarda oluşacak zararı en aza indirecek ve afet sonrası yaşamın normale dönmesini hızlandıracaktır. Ancak sağlam yapılar, dirençli yerleşimler ve toplumlar için tek başına yeterli değildir. Bunun için ekosistem tabanlı bir yönetim modeli geliştirmek gerekir. Bu bağlamda yerel yönetimler; afet risklerini azaltacak, arazinin jeolojisi, morfolojisi, örtüsü, ekolojik işlevleri ve topografyasını dikkate alacak ve doğal varlıklara zarar vermeyecek stratejiler geliştirmeli.”
‘Yerel yönetimler iklim kriziyle mücadelede önemli bir role sahip’
İklim değişikliğinin, özellikle Türkiye gibi orta enlemlerde yer alan coğrafyalarda giderek artan olumsuz etkilerine dikkat çeken Ataç, “Kentlerin yoğun nüfusu, plansız yapılaşma, yeşil alanların azalması ve yüksek enerji ihtiyacı gibi faktörler, hava kirliliğini ve sera gazı emisyonlarını artırıyor. Bu durum, doğal ekosistemlerin azalmasına da neden oluyor “dedi; iklim kriziyle mücadelede önemli bir role sahip olan yerel yönetimlerin iklim eylem planları hazırlaması, geliştirmesi ve sürece yurttaşları katması gerektiğine dikkat çekti.
Lancet Kirlilik ve Sağlık Komisyonu’nun 2019 yılı raporuna göre; hava kirliliği, Türkiye’de erken ölümlere neden olan çevresel sorunlar arasında birinci sırada bulunuyor.
Ataç, hazırladıkları belgeyle yerel yönetimlere; hava kalitesini artırmak için etkin önlemler alınması ve temiz hava eylem planlarının hazırlanmasında hızlandırıcı ve yönlendirici rol oynamaları konusunda çağrıda bulundu.
‘Kentler sürdürülebilirlik, demokrasi, eşitlik ve sosyal adalet ilkeleri ile planlanmalı”
Yerel yönetimler tarafından alınan her kararın ve atılan her adımın yurttaşların yaşam kalitesini ve doğal varlıkları etkilediğine vurgu yapan Ataç şöyle konuştu:
“Belgede; yerel yönetimlerin politika tercihlerinin hayati önem taşıdığını ve bu süreçlerde yurttaşların, meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının ve akademik kurumların etkin katılımının sağlanması gerektiğini hatırlatıyoruz. Kentler; sürdürülebilirlik, demokrasi, eşitlik ve sosyal adalet ilkeleri çerçevesinde hakkaniyete uygun şekilde planlanmalıdır. Kentsel mekânlar, hizmetler, imkânlar ayrıcalıklı gruplar için değil tüm kentlilerin kullanımına uygun olarak tasarlanmalıdır. Sağlıklı bir çevrede yaşama, ulaşım ve dolaşım özgürlüğü, tarihi ve kültürel mirasın korunması, bireylerin kendi yaşam tercihleriyle özgürce var olabilmesinin güvence altına alınması, barınma güvencesinin sağlanması, iş birliği ve dayanışmanın artırılması, iktisadi ve sosyal adalet ile toplumun her kesiminin kendini güvende hissetmesinin sağlanması ve insan onuruna yakışır bir yaşamın kurulmasıyla kentli hakkı tesis edilmelidir.
Yerel Yönetimler için Ekosiyaset Belgesi 2024’e ulaşmak için buraya tıklayın