ManşetEkolojiVideo

[Yeşil Hasbihal-2] Prof. Çağatay Tavşanoğlu: Ekoloji bilmeden çevreci olunmaz

0

Bu röportaj, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Utku Pektaş ile ile birlikte gerçekleştirilen serinin parçasıdır. 

*

Biyoçeşitlilik ve iklim krizlerinin kesişerek birbirini beslediği, çevre tahribatının ise iyice arttığı bir dönemden geçerken, Türkiye’de çevre hareketi de kuvvetleniyor. Hareket bir yandan doğa tahribatını önlemede giderek önemli bir rol üstlenirken, bazen de ekoloji temelli hareket etmediği için olumsuz sonuçlar doğurabiliyor. Bunun güncel bir örneğini, yaz sonunda yaşanan mega yangınlar henüz devam ederken yapılan ağaçlandırma çağrıları sırasında gözlemledik. Buradan hareketle, ekoloji bilmeden çevreci olmanın ne derece mümkün olduğunu, bu anlayıştan yoksun olarak politika önerilerinde bulunmanın risklerini, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Utku Pektaş‘la birlikte aynı üniversitenin Ekoloji Ana Bilim Dalı’ndan Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu ile konuştuk.

Utku Perktaş: Çevre duyarlılığı söz konusu olduğunda, ekoloji bunun neresinde yer alıyor?

Çağatay Tavşanoğlu: Bir biyoçeşitlilik krizi çağında yaşıyoruz. Buna bir de iklim krizi eklendi. Bu iki kriz, birbirini de besliyor.

Biyoçeşitlilik krizinin altında yatan neden, insanın doğaya karşı tutumu. Nüfus artışının da çok önemli bir etkisi var çünkü insanın doğaya etki kapasitesi nüfusla birlikte arttı, özellikle Sanayi Devrimi sonrasında. Bir yandan gelişiyoruz, öte yandan doğayı tahrip ediyoruz. Kendi haricimizdeki birçok türün olumsuz etkilenmesine veya ortadan kalkmasına neden oluyoruz.

Buradaki en önemli nokta, bizim bu biyoçeşitlilik krizinden hiç etkilenmeyeceğimizi varsaymamız. Aslında öyle değil. Bu kayıp, insanı doğrudan etkiliyor çünkü insan da doğanın bir parçası. Biz her ne kadar büyük kentlerde yaşıyor, farklı teknolojiler kullanıyor olsak da, dil becerileri en yüksek seviyede bir organizma olsak da uzaya ulaşabilmiş olsak da hala doğal ekosistemlere bağımlı, doğal ekosistemler olmasa tamamen sonu gelecek bir hayvan türüyüz. Bunun farkında olmak, kendimizi de mi yok etmeye gittiğimizi sorgulamak çok önemli.

Bu noktada çevrecilik, 1960lı yıllarda ortaya çıkmış bir hareket. Temel motivasyonu da insan olarak çevreye zarar veren faaliyetlerimizin önüne geçmek, bu konuda bilinç oluşturmak, bu zararı destekleyen tüm sistemlere karşı mücadele örgütlemek ekseninde gelişmişti. İlk olarak 1960’lı yıllarda Amerika’da pestisitlerin kullanımına karşı başladı ve bugün dünyanın her yerinde ciddi hareketlere yol açıyor. Dünyanın başka yerinde bulunan çevre mücadelelerini savunur hale geldik. İnanılmaz bir kar ve para hırsı, tüm dünyayı tüketiyor. Dolayısıyla çevrecilik, çok değer verilmesi gereken bir hareket.

Bana kalırsa en önemli yanı, farkındalık yaratması. Çevre koruma konusunda büyük çabalarla küçük başarılar elde edilmesi, olayın sadece bir yönü. Öbür yönü de gelecekteki çevre koruma faaliyetleri konusunda insanların duyarlı olmasını sağlayacak bir altyapı hazırlaması.

Ekolojinin ise çevrecilik hareketinin tam göbeğinde yer alması gerekiyor. Çevrecilik birçok şey içerebilir, felsefe, biyoloji, toksikoloji, zooloji, botanik, gibi. Ama bunların hepsini bağdaştıran ana eksen, ekoloji olmalıdır. Çünkü ekoloji, doğadaki canlıların hem birbirleriyle, hem de içinde bulundukları ortamla ilişkilerini inceleyen bir bilim dalı. Böyle olunca, doğayı koruyacaksanız veya doğaya bir müdahalede bulunacaksanız, ekoloji temelli hareket etmediğiniz takdirde doğaya zarar verirsiniz. İyi niyetli de olsa, kötü niyetli de olsa, ortaya çıkan sonuç bu olur.

Bazen kötü bir şeye çok iyi niyetle cevap verilmeye çalışıldığını görüyoruz. Ancak bu, durumu daha kötü hale getirebiliyor ve bunun temel sebebi de o hareketin altında ekoloji yatmaması oluyor. Ekolojiyi aslında bütün bu çevre hareketlerinin içerdiği bilim dallarını, felsefeyi bir arada tutan bir bağ gibi düşünebilirsiniz. Dolayısıyla ekoloji olmadan çevreciliğin çok bir manasının olmadığını düşünüyorum.

U.P: Türkiye’de yoğun bir çevre tahribatı var. Bu, insan eliyle oluyor. Rant söz konusu, sulak alanlar kurutuluyor, ormansızlaşma sorunu var. Bu çerçevede çevreciliğin öneminden de söz edelim mi?

Bugün, oturduğunuz yere çok uzak bir kırsal alanda maden açılacağını duyuyorsunuz. Genelde bu noktada birçok yasal prosedür tamamlanmış, maden şirketi ağaç kesimine başlamış oluyor. Oradaki yerel halk bunun farkında oluyor ve bunu bir şekilde duyurabiliyorlar. Böylece küçük bir çevreci hareket de başlayabiliyor.

Türkiye son dönemde doğal alanların tahribatı konusunda çok olumsuz bir karneye sahip. Çevre korumayla ilgili uluslararası indekslerde alt sıralara doğru ilerliyoruz. Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında olmakla övünen bir ülke ama dünya çevre indekslerinde son sıralardaki ülkelerden biriyiz. Tabii bunu büyüme adına yapıyoruz. Tüm dünyada olduğu gibi, ekonomik sistem büyüme üzerine kurulu. İklim değişikliğinden bahsederken bile tüm ülkeler, bu mücadelenin ekonomik büyümenin sürdürülebilir bir şekilde sağlanmasıyla birlikte yürütülmesi gerektiğini söylüyorlar. Kimse, ekonomik küçülmeden bahsetmiyor. Ama tabii bu başka bir konu.

Türkiye özelinde baktığımızda ciddi bir çevre tahribatı var. Özellikle son 10-12 yılda, çevreye zarar verebilecek çeşitli büyük projeleri engelleyebilecek yasalar, yavaş yavaş değiştirildi. Bu da birçok faaliyetin önünü açtı. En yoğun tahribatı yapan sektör olarak madencilikten bahsedebiliriz. Madenlerin bu kadar fazla girmesi mümkün olamazdı çünkü yasalar ve yönetmelikler belliydi. Devlet kurumları veya halktan biri dava açtığında hemen önü kapatılıyordu. Ama doğa üzerindeki yasal koruma kalkanı, giderek kaldırıldı. Bugün, Türkiye’nin en fazla orman alanının bulunduğu Antalya, Muğla gibi illerin yüzde 70’inin ‘maden ruhsatı verilebilir’ olduğunu görüyorsunuz. Doğrudan koruma alanlarının içinde bile, eğer önemli bir madeniniz varsa, artık bürokratik engelleri hızlıca aşarak maden projesi başlatabiliyorsunuz.

Devletin çevre üzerindeki koruma kalkanını kaldırmasıyla birlikte sivil toplum hareketi çok daha ön plana çıkmaya başladı. Eskiden bunu zaten devlet yapıyordu. Yasal engeller kalktığı için yapılması gereken şey çevreci hareketler örgütleyip bilinç uyandırmak, sosyal medyada tepki uyandırarak maden şirketlerini ve devlet birimlerini, geri adım atmaya teşvik etmek.

Sadece madenler de değil. Dönem dönem çok farklı trendler oluyor. 2000’li yıllarda, HES projelerinin sulak alanları, sucul ekosistemleri, akarsuları ve onların çevresindeki habitatları nasıl yok ettiğini gördük. Sonrasında devlet, küçücük derelere peş peşe HES yapmanın çok da karlı bir şey olmadığını fark etti. Ekonomik olarak bile sürdürülebilir olmayan şeyleri bu yıllarda birkaç kişinin fikriyle ve kalkınma hamlesi olduğu gerekçesiyle uyguladık. O zaman da ekologlar bu konuda uyarıda bulunuyordu. Dünyada da yapılıyor HES, yenilenebilir bir enerji ama bu kadar büyük habitat tahribatıyla yapılmaz. Balıklara göç edebilecekleri yerleri sunmanız lazım, suyun bırakılması lazım. Tabii bunlar çok büyük sıkıntı yarattı. Şimdi de önümüzde madenler var. 2010lu yılların en büyük sıkıntısı, madenler.

Son birkaç yıldır orman kesimleri de artmış durumda. Dövizdeki artışla beraber kereste ithalatı çok pahalı olmaya başladı. Bu nedenle devlet iç piyasaya yöneldi ve kendi ormanlarımızın yaşını küçültmeye başladı, ormanlar üzerinde ciddi bir kesim baskısı oluştu.

Çevrecilik, elimizde kalan yegane sağlam şeylerden biri oldu. Herhangi bir proje söz konusu olduğunda insanlar, ‘Bu nereyi tahrip ediyor? Bir bakalım,’ demeye başladılar. Bu bilinç, devleti de dikkatli davranmaya itiyor. Bütün yasal engeller kalksa da, o kadar sert davranamayabiliyorlar. Ama çok büyük projelerde devlet hiç kimseyi dinlemiyor.

U.P: Şehir içindeki parklar, yaban hayatı için bir vaha gibi oluyorlar.

Şehirde kullanacağımız çevrecilik terminolojisiyle doğal alanlardaki, birbirinden çok farklı olur. Yeşillendirmek şehirler için muhteşem bir şey. Isı adası etkisini azaltır, iklim değişikliğine direncini artırır, biyoçeşitliliği artırır. Ama aynı şeyleri doğada uygulamaya kalktığımızda bu, doğa tahribatına yol açıyor.

Geçtiğimiz günlerde Antalya’da Serik Belediyesi, kıyı kumul vejetasyonunun olduğu bir yerde, bir belediye yeşil alan oluşturup orayı sulamaya başlamış. Çok ciddi tepki gösterildi fakat nasıl geri adım atılacağı belli değil çünkü halı sahalar yapmışlar, insanlar deniz kenarında yeşil parkta otursunlar diye bir sistem kurmuşlar. Oysa orası bir kuyu kumul ekosistemi, kaplumbağaların yumurtlamak için gelebildiği bir alan. Bir belediyenin kimseye sormadan bunu yapması, şehri yönetir gibi doğayı yönetmeye kalkmaktan kaynaklanıyor.

U.P: Şehir ekosistemini değiştiren yerlere en güzel örneklerden biri de New York’taki Central Park. Her yıl onlarca kuş göç sırasında Central Park’ı veya Brooklyn’deki benzer parkları kullanıyor. Artık ‘urban ecology’ (şehir ekolojisi) denilen bir bilim dalı da oluşmaya başladı. Şehirdeki ekolojik sistemler doğadakinden çok farklı. Örneğin kuşlar seslerini yükseltmeye başlamışlar, gürültüden eşlerine kendilerini duyurabilmek için.

Orman yangınlarına gelecek olursak, yangınlar ağaçlandırma faaliyetlerini her defasında artırıyor. Bu faaliyetler, ekoloji bilgisi olmadan çevrecilik yapmanın bir fayda sağlayamayacağına bir örnek olabilir mi?

Kesinlikle. Bu, demin konuştuklarımıza çok belirgin bir örnek. Orman yangınları herkesin kafasında çok yıkıcı, tüm canlıları yok eden, dehşet verici bir felaket. İnsan olarak, bir orman yangının yakınında bulunduğumuzda, ortaya çıkan enerjinin büyüklüğünü idrak ediyoruz ve bize doğru geldiğinde kaçmaktan başka yapacak bir şey olmadığının da farkındayız. Manavgat yangınında olduğu gibi, kentlerimize kadar ulaşan yangınlar bizi dehşete düşürüyor ve yangınlarla ciddiyetle mücadele etmemizi gerektiriyor.

İklim krizinden dolayı bu seneki yangınların büyük kısmının iki hafta içerisinde ve sıcak hava dalgasının en kuvvetli olduğu dönemde yaşandığını biliyoruz. İklim krizinin yangınların büyümesini ve şiddetini tetiklediği de aşikar. Yangınlar, çok büyük bir tahribat yaratıyorlar. Toprağın üzerindeki bütün bitkiler yanıyor. Hayvanların birçoğu kurtuluyor, kaçabiliyor veya toprağın altına saklanabiliyorlar. Ama özellikle bitkilerin büyük bir kısmı yanıyor. Ama Akdeniz ekosistemleri söz konusu olduğunda, yangından sonra ekosistem kendini yenileyebiliyor. Yangından 15 gün sonra bile sürgün veren ağaçları, çalıları görebiliyorsunuz. Eğer izin verirsek, o alanlar gerçekten yeşilleniyor, biz bunu çalışmalarımızda da gösterdik. Yıllardır da bilinen bir şey.

Ama çevreci yaklaşım, ‘bu alanlar yok oldu, hemen yeşillendirmemiz lazım,’ diye düşünüyor. Kentlerde bir yeri yeşillendirmek için ağaç dikiyoruz, tohum atıyoruz. Bu, Orman Bakanlığı’nın yangın alanlarına uyguladığı yöntemlerden yalnızca biri. Çoğu zaman kendi haline bırakma, tohum ekleme, alana dozer sokmama gibi yöntemler de kullanıyorlar. Son zamanlarda Bakanlık’ın yaptığı ağaçlandırmanın miktarı da arttı. Bunun ekonomik sebepleri de var ama çevrecilerin ve halkın bu yöndeki baskısı da rol oynuyor. Bir orman şefi, hiç ağaçlandırmasına gerek olmadığı halde, oradaki insanların tepkisinden çekinerek veya siyasilerin araya girmesi sonucu ağaçlandırma yapabiliyor. Bazen sivil toplum örgütleri de bu konuda çok baskı yapıyorlar.

Yangın alanlarına dozerlerle girip teraslama yaptığımızda, orada ilkbahardaki yağışlardan sonra çiçeklenecek, çimlenecek olan birçok bitkiyi henüz ortadan çıkmadan yok ediyoruz. Üstelik oraya genetik olarak alanın dışından gelmiş olan – alanın içinden gelmiş olması ekolojik olarak çok önemli, doğal seçilim anlamında da oraya uyumlu genler var – fideler dikiliyor. Fidelerin büyüme başarısı da doğal olarak yetişenlere kıyasla çok daha düşük oluyor. Üstelik toprağı daha çok erozyona uğratıyoruz, topraktaki tohumları yok ediyoruz, kök sürgünü verebilecek birçok bitkiyi köklüyoruz. Ve sonuç olarak iklim değişikliğine dirençli, sonraki yangınlardan sonra da kendini yenileyebilecek bir bitki örtüsünden, oldukça kırılgan, biyoçeşitliliği düşük, istilalara açık, sonraki yangınlarda kendini yenileyemeyecek bir alana dönüştürüyoruz bu ormanları. Bir ekoloğun gözünde, bir ağaç tarlasından başka bir şey olmuyor. Böyle bir hareket, yangının getirdiği tahribatın çok çok ötesinde bir tahribat yaratıyor. O ekosistemi, tüm bileşenleriyle kaybediyoruz.

Bazen sivil toplum örgütleri halktan para toplamak için bu yola başvurabiliyor. Bazen devlet bile yardım talebinde bulunabiliyor. ‘Ekolojik badana’ dediğimiz, göz boyama taktiklerinin güzel bir parçası oluyor. 2021’de henüz yangınlar sürerken ağaçlandırma kampanyaları başladı, dehşet içinde kaldım. Biz ‘durun’ diyene kadar birçok yerde insanlar doğaya çıkıp ağaçlandırma yaptılar. Bu noktada ekoloji bilgisi eksikliği, temel faktör gibi görünüyor. Ekonomik gerekçelerin temel faktör olduğunu düşünmüyorum çünkü birçok grubun çok iyi niyetli olduğunu düşünüyorum ancak ekoloji bilgisinin olmaması, ciddi bir sorun yaratıyor.

Selin Uğurtaş: Düzgün planlama yapıldığında Türkiye’nin her bölgesinde orman yaratılabilir mi? Ve bu, arzu edilecek bir şey mi? Bunu da şundan soruyorum, biz bozkır gördüğümüzde, hiçliğe baktığımız hissine kapılıyoruz. Oysa Utku ile önceki sohbetlerimizde, bozkırın biyoçeşitlilik anlamında ne kadar zengin olduğundan söz etmişti. Bu bölgeleri ormana dönüştürmek istemek, doğru bir yaklaşım mı?

Öncelikle, neden bazı yerlerde ağaç diktiğinizde yetişmiyorlar, buna değinelim. Burada yine bilimi öne almak gerekiyor. Çoğu belediye, bir orman mühendisini dinleyip ‘burada hangi ağaç yetişir’ bilgisini almadan, hatta Avustralya’dan veya dünyanın başka yerlerinden getirilmiş ağaçları dikme çabasına girebiliyorlar. Kent ormanları çoğunlukla ağaçsız yerlere yapılıyor. Oysa oraların ağaçsız olmasının özünde belki ekolojik bir sebep var, belki toprak yeterli değil, ama bu düşünülmüyor. Ekoloji bakış açısıyla değil de mühendislik bakış açısıyla yaklaşıp şehirlerdeki gibi davrandığınızda, diktiğiniz fidanların çoğu ölüyor. Bütün o efor boşa gitmiş oluyor. Yanlış tür seçmiş oluyorsunuz, genetik olarak çok uzaktan getirmiş oluyorsunuz, aynı tür de olsa Elazığ’dakinin tohumlarını Van’a getirseniz tutmayabilir. Yükseklik kuşağı dahi fark edebilir. Bu ‘neden’ ve ‘nasıl’ soruları, aslında hep ekolojinin ilgi alanları. Böyle bir işlem, ciddi ekoloji bilgisi gerektiriyor.

Ormansızlaşma hem küresel bir sorun hem de Türkiye’nin bir sorunu. Uydudan baktığınızda, orman örtüsü artıyor gibi gözüküyor. Bakanlık da bunu övünerek açıklıyor. Ama bunun altında yatan sebeplerden biri devletin ağaçlandırma faaliyetleri, diğeriyse köyden kente göç olgusu. İnsanlar 40 yıl boyunca tarlalarını, meralarını, hayvanlarını bırakıp kentlere göçtüler. Dolayısıyla daha önce orman içinden açtıkları tarlalar, otlak alanlar, odunsu bitkiler tarafından yavaş yavaş işgal edildi. Bu doğal süreç, Avrupa’da, Kuzey Amerika’da, Çin’de, Türkiye’de, tüm ılıman kuşakta işliyor. Birçok yerde ağaç kapalılığında ciddi bir artış oluyor. Bir yanda çevre tahribatlarıyla kayıp yaşarken, öte yanda böyle bir kazanım var. Doğa aslında yine kendini yenileme potansiyeline sahip, bunu anlamamız gerek.

Bir yeri tahrip ettikten sonra orayı kendi haline bıraktığınızda, üç yıl içinde değilse de 30 senede orası eski haline dönmeye başlayacak. Bu, bizim ömrümüz için çok uzun bir süre, o yüzden anlamakta zorlanıyoruz. Ama doğa için göz açıp kapayıncaya kadar geçecek bir zaman. Zamansal algımızdaki kıtlıktan da kaynaklanıyor bu süreç. Doğanın kendini yenileme potansiyelini çok küçümsüyoruz.

Geçtiğimiz günlerde Tonga’da büyük bir volkan patlaması oldu biliyorsunuz. Büyük Okyanus’taki adalar, tropik ormanlarla kaplı. Onların birçoğu volkanik ada ve birkaç bin yıl içerisinde tamamen tropik ormanlarla kaplanabilmiş. Yeterince zaman verirseniz, dünya kendini yeniler. Bizim biraz da bu algıyı değiştirmemiz lazım. İnsanlar olarak hemen her şey olsun istiyoruz, bu mümkün değil. Akdeniz’de de aynı şekilde. Yangından sonra ağaç dikince sanki üç yıl içerisinde yeniden orman olacak. Hayır, kendi haline bıraktığınızda nasıl 30 yılda orman olacaksa, diktiğiniz fidan da 30 yılda orman olacak. Bunu algılayamamak bence gerçekten zaman algımızdaki kıtlıkla, ömrümüzün kısalığıyla ilgili. Ama artık 21. yüzyılda bunu aşmak zorundayız.

Söylediğiniz şeyin karşılığı, ‘ekolojik restorasyon’ terimi. Bir yerde rehabilitasyon faaliyeti yapılacaksa, bunun ekolojik temellere dayanarak yapılması gerekir. Eğer oradaki toprak yapısını, dikeceğiniz ağacı ya da otsu bitkiyi, ek destek sunmanız gereken faktörleri bilirseniz, o alanın tahripten önceki eski haline gelmesi için çeşitli desteklerde bulunabilirsiniz. O uygulamaların altında ekoloji yatsaydı, daha başarılı olacaklarını söyleyebilirim.

S.U: Belki bunu anlayıp talep etmeye başlamamızla bir şeyler değişebilir.

 Evet, insanların talebi çok önemli. Sivil toplum kuruluşları çok güçlü Türkiye’de. STKların yangın sonrasında Orman Bakanlığı’na ‘Buraları niye süpürüyorsunuz? Neden ağaçlandırıyorsunuz?’ demesi lazım. Ama bizde tam tersine ağaçlandırma baskısı yapılıyor ve bu, sorunu iyice körüklüyor.

Her yer ağaç olmalı mı, sorunuza gelecek olursak: Tabii ki Türkiye’de her yer ağaç olmamalı. Türkiye’nin ağaçsız birçok habitatı var, bozkırlar gibi. Eğer doğal bozkırlarsa bunlar, bu alanlar kesinlikle ağaçlandırılmamalıdır. Şöyle düşünmek gerekir, orası daha önce ormandan açılmış bir alan ise biyoçeşitliliği düşüktür ve rehabilitasyon çalışmaları yapılabilir. Anadolu bozkırlarında çoğu zaman inanılmaz bir endemizm, bitki çeşitliliği görürsünüz. Burası, insan medeniyetinin beşiği olan bir coğrafya. Dolayısıyla da insanlar binlerce yıldır bu toprakları kullanıyorlar. Genel kanı da, bu toprakların insanlar tarafından açık hale getirildiği, önceden her yerin orman olduğudur. Ama paleoekolojik çalışmalar bunu söylemiyor. 20 bin yıla kadar İç Anadolu’nun büyük bölümünün çöl niteliğinde olduğunu buzul döneminde, yavaş yavaş otların ve sonra meşelerin girdiğini, bugünkü vejetasyona geldiğini biliyoruz. Birçok yerin geçmişte bile ağacının olmadığını biliyoruz. Birçok yerde de insan tahribatı olduğunu biliyoruz. Ama biz her yeri orman kabul edersek, ağaçsız gördüğümüz her yeri ağaçlandırmaya kalkarız, her zaman yaptığımız gibi.  Bu da ekolojik bir felaketle sonuçlanır.

Bu alanlar gerçekten insan tahribatı sonucu oluşmuş olsaydı, endemik çeşitliliği bu kadar yüksek olamazdı. Binlerce bitkinin yüzlercesi, buraya özgü. Evrimin nasıl işlediğini biliyorsanız, böyle bir çeşitliliğin sadece beş bin yılda, insan tahribatı sonucu oluşamayacağını da bilirsiniz.

Ağaçlandırma bazen gerekebilir, fidan dikmek faydalı da olabilir. Ama Türkiye’nin her yerinin eskiden ağaç olduğu ve her yeri ağaçlandırmamız gerektiği, koca bir yalan.

S.U: Çevreci olmak için ekoloji bilmenin gerekliliğine değiniyoruz ancak bunu nasıl yapacağını bilemeyen birçok insan var. Ve tabii herkesin bireysel olarak ekoloji öğrenmeye karar vermesi mümkün değil. Toplumda bu ekoloji bilincini oluşturmak için ne yapmak gerekiyor?

Devletin bir rol oynaması gerekir. Özellikle ortaöğretim müfredatlarında ekoloji, çevre koruma, iklim değişikliği konularında çok daha fazla ders anlatımına ihtiyaç var. Çocuklara ne verirseniz, onlar da karar verici olacakları yaşa geldiklerinde bunları talep ederler. Bizim mutlaka ekoloji odaklı bir eğitim anlayışına geçmemiz gerekiyor.

Bugün biyoçeşitlilik krizi ve iklim krizi altında yaşıyoruz. Gelecek nesiller, bunlarla bizden çok daha fazla yüzleşecek ve sonuçlarına maruz kalacaklar. Bizim onlara bu anlayışı şimdiden yerleştirmemiz gerekiyor.

Bu konuda çok daha hızlı ve esnek olmamız gerekirken maalesef devletin yapısı birçok konuda hantal. Bazen siyasete göre de şekillenebiliyor. Bağımsız olması gereken mekanizmaları tıkayan çok nokta var Türkiye’de – bunlardan kurtulmak gerekiyor.

Bu konuda çok iyi STK’ler var. Ekoloji bilgisini temel alarak çevreci çalışmalar yapan çok sayıda STK var. Ama bir o kadar da, hiç farkında olmadan, iyi niyetle, konvansiyonel çevreci yaklaşımlar sunanlar var. STK’ler bir araya gelebilir. Bilenler bilmeyenlere anlatabilir, uzmanlar çağırabilirler. Örgütlü oldukları için devlet üzerinde de etkiye sahipler. Eğitim sisteminde doğaya daha fazla yer verilmesi için çalışmalar yapılabilir.

Bireysel olarak herkesin her şeyi bilmesine gerek yok. Ama belki herkes de kafasına göre konuşmamalı. Bugün nasıl uzmanlık alanımız değilse Covid’le ilgili konuşmuyorsak, doğaya yapılacak müdahale de böyle. İşin uzmanlarına danışmak çok önemli. Türkiye’deki sorunlardan bir diğeri de, ekoloji uzmanlarındaki sınırlılık. Çok daha fazla ekolog yetiştirmemiz gerekiyor.

U.P: Biyoloji bölümlerinin kapatılması, temel bilimlere ne kadar değer verdiğimizi gösteriyor aslında. Devlet, temel bilimlere değer vermeli ve çok üst düzeyde tutmalı. Bizim dönemimizde bunlara çok kıymet verilmiyordu.

Temel bilimsiz bir dünya mümkün değil. Biyoloji özelinde de evrimsiz bir biyoloji mümkün değil. (Theodosius) Dobhzansky’nin bir sözü var, “Evrim ışığı olmaksızın biyolojide hiçbir şeyin anlamı yoktur” der. İki önemli evrimsel ekolog var, Peter ve Rosemary Grant.  Galapagos Adaları’nda  yıllardır ispinozları çalışıyorlar. Onlar da Dobhzansky’nin bu güzel sözünü şöyle değiştiriyorlar, “Ekolojinin ışığı olmaksızın evrimde hiçbir şeyin anlamı yoktur.” Dolayısıyla ekoloji çok önemli bir bilim dalı. En başta söylediğimiz gibi, birçok bilim dalının kesiştiği nokta gibi karşılanabilir. Ortaöğretimden itibaren ekoloji nedir, canlılar nasıl var oluyorlar, nasıl etkileşimler içerisindeyiz, anlatabilsek, çok daha başka şekilde yol alabiliriz. Kuvvetler ayrılığı deniyor ya, eğitim de bir kuvvet gibi politikadan bağımsız, işin uzmanlarıyla şekillendirilmeli. Eğitim, çok önemli bir kitle imha silahı. İnsanlar çevreye zarar da verebilir, bambaşka bir dünya da kurabilir. Karşımızda, yoğrulmaya hazır genç bir kuşak var ve onlara ne yüklersek onu alacağız. Pedagoglardan ve bilim insanlarından nesnel öneriler almanın çok faydalı olacağını düşünüyorum.

 

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.