Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Şubat 2022 Kadın Cinayetleri Raporu geçen ay 23 kadının erkekler tarafından öldürüldüğünü ortaya koydu. Platformun verilerine göre aynı ayda gerçekleştirilen kadın cinayetlerinden 21’i şüpheli olarak kayıtlara geçti.
Türkiye’de 12 yıldır devam eden kadın cinayetlerini durdurma mücadelesi kapsamında platform tarafından 2010’dan bu yana kadın cinayetleri verileri kayıt altında tutuluyor. Kadın cinayetlerini durdurmak için somut önerilerin hayata geçirilmesinin devletin görevi olduğunun hatırlatıldığı raporda 11 kadının hangi bahaneyle öldürüldüğünün tespit dahi edilemediği bildirildi.
Kadınlar boşandığı ve ilişkileri reddettiği için öldürüldü
Öldürülen 23 kadından 10’unun boşanmak istediği, barışmayı reddettiği, evlililiği ve ilişkiyi reddettiği bahaneleriyle yaşamlarına erkekler tarafından son verildiği açıklandı. 2 kadının ekonomik bahanelerle öldürüldüğünün bildirildiği raporda 11 kadının hangi bahaneyle öldürüldüğünün tespit edilememesinin kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin görünmez kılınmasının bir sonucu olduğu vurgulandı. Açıklamada görünmez kılınan kadın cinayetlerine ilişkin olarak şu ifadelere yer verildi:
“Kadınların kim tarafından, neden öldürüldüğü tespit edilmedikçe; adil yargılama yapılmayıp şüpheli, sanık ve katiller caydırıcı cezalar almadıkça, önleyici tedbirler uygulanmadıkça şiddet boyut değiştirerek sürmeye devam ediyor.”
Şubat’ta öldürülen 23 kadının 10’u evli olduğu erkek, 4’ü birlikte olduğu erkek, 3’ü akrabası, 2’si eskiden birlikte olduğu erkek, 2’si kardeşi, 1’i oğlu ve 1’i de tanıdık biri tarafından öldürüldü.
Kadınların yüzde 70’i evinde öldürüldü
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Şubat Raporu kadınların 16’sının evinde, 3’ünün sokak ortasında, 2’sinin ıssız yerde, 1’inin iş yerinde ve 1’inin ise arazide öldürüldüğünü, bu ay öldürülen kadınların yüzde 70’inin evlerinde öldürüldüğünü ortaya koydu.
Raporda çalışma hayatına alınmayan ya da istihdamdan uzaklaştırılan kadınların toplumda oluşan toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık, şiddet ve kadın cinayetleri tehlikelerine karşı daha korunmasız hale geldiği de belirtildi.
Kadınların çalışma durumlarını tespit etmenin çok zor olduğu belirtilen raporda, “Önemli olan bu verinin de basın mensupları tarafından dikkate alınması gerektiğini düşünüyoruz. Bu ay TÜİK’in açıkladığı verilere göre, ev işleriyle meşgul olduğu için işgücü dahil sayılmayan kadınların sayısı 9 milyon 770 bin. TÜİK’e göre işgücüne dahil sayılmayan kadınların sayısı yılın dördüncü çeyreğinde (Ekim-Kasım-Aralık) 21 milyon 375 bin. TÜİK’in verileri bu şekilde açıklaması, kadın işsizliğinin gerçek boyutunun üzerini örtmeye çalışmaktır” denildi. Raporda şu ifadelere yer verildi:
“Ülkede yoksulluk artarken her gün bir yeni zamma uyanırken, birçok işyerinde işçiler düşük zamlara karşı direniş gösterirken, kadınlar uzaklaştırma kararlarına rağmen öldürülürken ne hükümetin ekonomik krizi sırtımıza yüklemesini ne de erkek şiddetini önleyici politika geliştirilmemesini kabul etmiyoruz.”
“Protestolarda direnen işçileri, kadınları, LGBTİQ+ları durduran yetkililer; patronları, katilleri, şiddet faillerini durdurmak için ne yapıyor” diye sorulan raporda “Tüm eşitsizlikleri yıkana kadar mücadeleden geri durmayacağız” mesajı verildi.
Ekonomik krize de dikkat çekilen Şubat Raporu’nda “Bugün tencerelerimiz boş, faturalarımızı ödeyemiyoruz. Kadınlar, erkek işçilerle aynı işi yapmalarına rağmen çalışmalarına ‘ek gelir’ denilerek daha düşük ücrete mahkum ediliyor. Kadınlar tüm bu yoksulluğun yanında bir de şiddetle mücadele ediyor. Boşanmak istediği için öldürülen yüzlerce kadın varken tek güvencesi nafaka olan kadınların nafaka hakkına göz dikiliyor. Fakat örgütlü mücadelemizle bu gidişatı durdurmak mümkün” denildi.
Kadın Cinayetleri Durduracağız Platformu Şubat Raporu öldürülen kadınlar
‘Failler güneşin tadını çıkarıyor’
Raporda ayrıca faillerin, baş şüphelilerin serbest bırakıldığına, tutuksuz yargılandığına ve dolayısıyla ‘güneşin tadını çıkardığına’ vurgu yapılarak 2 yıldır bulunamayan üniversite öğrencisi Gülistan Doku da hatırlatılarak şu ifadeler kullanıldı:
“Gülistan Doku’nun bulunması için, kadın cinayetlerini durdurmak için titizlikle işlemeyen süreç, anayasal haklarını kullananları engellemek için, failleri serbest bırakmak için sistematik olarak işliyor. Faillerin cezasız kalmasına izin vermeyeceğimiz gibi ‘Gülistan Doku nerede?‘ diye sormaktan da vazgeçmeyeceğiz.”
Raporda ayrıca İstanbul Onur Yürüyüşü’ne katılmanın bir suç sayıldığı ve yürüyüşe katılım gerekçesiyle yargılamalar gerçekleştirildiği hatırlatılarak “Özgürlüklerimizden de, haklarımızdan da asla vazgeçmeyeceğiz. Gökkuşağı değil ayrımcılık suç” denildi.
İstanbul Sözleşmesi’nin fesih kararı geri çekilmeli
İstanbul Sözleşmesi’ne dikkat çekilen raporda “Şiddet uygulayanlara uzaklaştırma, yakın koruma gibi birçok tedbiri düzenleyen; kadınları maddi olarak güçlendirmekten kimlik bilgilerinin değiştirilmesine kadar birçok hak tanıyan ve kadın örgütlerinin yıllarca süren mücadelesi sonucu yürürlüğe giren 6284 sayılı kanun etkin uygulandığı takdirde kadınları koruyor” denildi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu İstanbul Sözleşmesi’nin fesih kararının geri çekilmesi için çağrıda bulundu:
“Şubat ayında öğrendiğimiz 21 kadının şüpheli ölümleri bir an önce açığa çıkarılmalıdır. Yapılacak şey bellidir; İstanbul Sözleşmesi fesih kararı geri çekilmeli, 6284 sayılı koruma kanunu ve İstanbul Sözleşmesi tüm kurum ve kuruluşlarla beraber etkin ve bütünlüklü uygulanmalıdır. Şüpheli kadın ölümlerinin soruşturmaları dikkatli bir şekilde incelenmeli ve hızlıca sonuçlandırılmalıdır.”
8 Mart Dünya Kadınlar Günü‘nde gerçekleştirilen Feminist Gece Yürüyüşü‘nde meydanlarda olacaklarını açıklayan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu kadınlara “Asla yalnız yürümeyeceksin” diye seslendi.
Bugün gerçekleşen Koronavirüs Blim Kurulu Toplantısı‘nın ardından Sağlık Bakanı Fahrettin Koca basın açıklaması yaptı. Koca, sözlerine “Ben iki yıldır size kısıtlamalar açıklayan kişiyim. Bugün, sabırlarımızın sınandığı konularda nihayet beklediğiniz haberleri vereceğim” diyerek başladı.
“Covid-19′la mücadele bundan sonra bilhassa aşı ile verilecektir” diyen Koca, “Salgının biteceğine dair işaretleri gördüğümüzde toplumsal hayatı baskılayan kısıtlamaları normalleştirecek adımları attık, bizi normalleşmeye götüren bu adımların isabetli olduğunu gördük. Şimdi sıra salgını, toplumsal hayatımızın hakim unsuru olmaktan sağduyulu şekilde çıkarmakta. Salgın esaretinden çıkıp normal hayata dönme, psiokolojimizi moralimizi yerine getirme zamanı” şeklinde konuştu.
Kararların mutlak bir mutabakatla alınmadığının altını çizen Koca “Henüz erken diyen, bekleme taraftarı olan bilim insanları da var. Birçok bilim insanı ise toplumsal hayatı düşünerek destekliyor. Mücadelenin kolay olduğu bir döneme girildiğini düşündüğümüz için bu kararları aldık. Bugün kısıtlamalardan çok serbetslikten söz edeceğim” dedikten sonra, kurulun aldığı kararları şöyle açıkladı:
Artık açık havada maske kullanmak zorunda değiliz.
Kapalı ortamlarda havalandırma yeterliyse ve mesafe kuralına uyulabiliyorsa artık maske takmak artık şart değil.
Hes kodu uygulaması kaldırıldı. Hiçbir kurum ve kuruluşa girişte kontrol yapılmayacak.
Hastalık belirtisi olmayan kişilerden test istenmeyecek.
Okullarda iki vaka görüldüğünde sınıfın kapatılması uygulamasına artık gerek duyulmayacak. Pozitif çıkan öğrencinin izolasyonu yeterli olacak, eğitim devam edecek.
Koca bu açıklamaların ardından şu konuşmayı yaptı:
“Birbirimizin yüzünü, gülüşünü özledik. Şükür ki normale dönüşün son aşamasına gelmiş durumdayız. Aldığımız kararlar hem salgının mücadelenin artık kolay olduğu realitesine dayanmakta hem de hayatlarımızda ihtiyaç duyduğumuz psiokoljik rehablitasyonu amaçlamaktadır. Bakanlık olarak niyetimizin bu olduğundan kimsenin şüphesi olmasın. Birileri salgın bitmedi dese de, bitti dese de somut gerçekler değişmez. Salgın etkisini yitirdi, somut, gözle görülür gerçek budur.”
Müzik yasağı sorusu cevapsız kaldı
Açıklamanın ardından basının sorularını yanıtlayan Koca, dördüncü doz için Bilim Kurulu‘nun herhangi bir kararı olmadığını ama gerekecekse bunun bağışıklığı baskılanmış risk grubundaki kimseler için geçerli olabileceğini söyledi.
Bir muhabirin, saat 12’den sonra müzik yasağı ve stadyum yasağın dair sorusuna önce yanıt vermeyen Koca, başka bir muhabirin soruyu tekrarlanmasıın ardından yalnızca “Bilim Kurulu’nun bu konuda aldığı bir karar yok. Ama kalkacağına inanıyorum” dedi.
Muhabirlerin, okul ve toplu taşımada maske kullanımına ilişkin detaylı sorularına Koca, “Mesafenin korunmadığı kapalı alanlarda uçak, otobüs tiyatro, sağlık kuruluşları, okulların kapalı alanları gibi alanlarda maskeleri kullanmaya devam ediyoruz. Kapalı alan olup mesafe korunabiliyorsa o durumda maske şart değil. Maske hayatımızdan çıkmadı ama maskeyi nerede gerekiyor ise, özellikle büyükleri korumak anlamında yanımızda taşımalıyız. ” yanıtını verdi.
Öğrencilerin ve toplu taşıma araçlarını kullananların maske zorunluluğuna dair daha detaylı bir açıklama yapılmadı.
“Maske kullanımıyla yaygın üst solunum yolları hastalıklarını neredeyse görmedik, maskenin faydasını gördük. Bundan sonra da grip, nezle, covid gibi üst solunum yolu geçiren hastaların bulaştırmaması için maske kişisel bir sourmluluk olarak hayatımızda olacaktır” diyen Koca, 12 yaş altının aşılaması için Turkovac aşısı çerçevesinde çalışıldığını söyledi. Koca, 65 yaş üstü vatandaşların hatırlatma dozlarını asla ihmal etmemelerini, erken dönemde semptom gösterilirse test yaptırmalarını ve verilen ilaçtan faydalanmalarını önerdi.
Koca bir gazetecinin haftalık bin civarı ölüm sayısının devam ettiğini belirterek ve sağlık çalışanlarının enfekte oluşuna dair verileri soran muhabire de elde veri bulunmadığını belirtti.
Sağlıkta şiddete karşı çalışmalar sürüyor
Koca, sağlık çalışanlarının hakları konusunda ” Epey zamandır özellikle hem özlük hakları hem şiddet, hem çalışma ortamının düzenli hale getirilmesi gibi konularda çalışmalarımız var. Hekim maaşları çin çalışmaları Maliye Bakanı ve Çalışma Bakanı ile birlikte sürdürüyoruz. Beklentimiz hekimlerin de hakimlere benzer şekilde emeklilikte korunması” dedi.
Çalışmaların belli bir noktaya geldiğini ve yakında cumhurbaşkanına sunulacağını ifade eden Koca, 10 Mart’ta sağlık çalışanlarının hukuki haklarının korunmasının konuşulacağı sempozyumda sağlıkta şiddet konusuna eğileceklerini ekledi. Koca, “Bütün olumsuzlukların aylardan beri farkındayız ve çözmek için yoğun bir gayret göstermekteyiz, bu sorunlar çözülecek” dedi.
Diyarbakır Barosu’nun, “Zırhlı Araç, Mayın ve Çatışma – Savaş Atığı Kaynaklı Çocuk Hakkı İhlalleri” raporu Doğu Anadolu ve Güneydoğu’daki çocukların zırhlı araçlarla ve savaş atıklarıyla yaşamlarını yitirdiğini ortaya koydu. Raporda 49 ölüm ve yaralanma olayının zırhlı araç kaynaklı, 180 ölüm ve yaralanmanın da mayın ve savaş atığı kaynaklı gerçekleştiği bildirildi.
Diyarbakır Barosu’nun Çocuk Hakları Merkezi‘nin hazırladığı raporda zırhlı araç, mayın ve savaş atıkları kaynaklı hak ihlaleleri nedeniyle hayatını kaybeden ve yaralanan çocuklarla ilişkin veriler ortaya koyuldu.
2011’den itibaren bugüne kadar geçen süreçte devletin Kürt meselesine dair politikalarında çeşitlilik, çatışmaların yoğunluğunda ise dalgalanmalar görüldüğüne işaret edilen raporun bu nedenle 2011-2021 tarih aralığındaki güncel istatistiki verileri kapsamına aldığı belirtildi. Raporda, bu zaman aralığında hem çözüm sürecinden önceki dönemler hem de çözüm sürecinden sonra 2015’de yeniden başlayan çatışmalı dönem, OHAL süreci ve sonrasında yaşananların kapsanmasının amaçlandığı ifade edildi.
2011-2021 tarihleri arasında zırhlı araç kaynaklı hak ihlalleri nedeniyle 27 çocuk öldü, 22 çocuk yaralandı. En yüksek ölüm ve yaralanma olayı Şırnak’ta meydana geldi. Hakkari, Diyarbakır, Mardin, Şanlıurfa, Van, Batman, Siirt, Muş ve Erzurum’da yoğun olarak gerçekleşen olaylar İstanbul ve Kilis’te de yaşandı. 2011-2021 tarihleri arasında söz konusu olaylarda dört ila 17 yaş aralığındaki çocuklar yaşamını kaybetti.
‘Zırhlı araçlar 49 ölüm ve yaralanmaya sebep oldu’
“Türkiye’de uzun bir süredir devam eden zırhlı araç çarpması sonucu yaralanma ya da ölümler ile zırhlı araçlardan çıkan ateş sonucu çocukların ölüm ve yaralanma durumları özellikle 2015 yılı sonrası kent merkezlerindeki çatışmalı durumlar ve OHAL süreci ile güvenliği önceleyen devlet politikaları nedeniyle artış göstermektedir” tespitine yer verilen raporda zırhlı araç çarpması sonucu meydana gelen yaralanma ve ölüm olaylarına ilişkin olarak şu ifadelere yer verildi:
“2016-2018 yılları arasında dramatik bir biçimde ölüm ve yaralanma sayılarında artış görülmüştür. Raporda incelenen 11 yıllık dönemde zırhlı araçların sebep olduğu ölüm ve yaralanmalı durumların sayısı en az 49’dur. Bu olayların yüzde 52’si devletin güvenlik odaklı politikalarının arttığı 2016 ile 2018 yılları arasında meydana gelmiştir.”
‘En çok ölüm Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da’
Mayınlı bölgelerle çatışma-savaş atıklarının bulunduğu diğer alanların, çocukların sağlıklı bir çevrede yaşama, gelişme ve oyun oynama haklarının önündeki en büyük engellerden biri olduğuna değinilen raporda 2011 ile 2021 tarihleri arasında en çok ölümün 2016’da olduğu ortaya koyuldu. 2016’da 12 çocuk bu nedenle yaşamını kaybetti. Mayın ve çatışmadan dolayı çocuklar en çok Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da yaşamını yitirdi.
‘Failler cezasızlık ile korunuyor’
Siyasi iktidarların politik eğilimleri ile kamu görevlilerinin bu eğilim doğrultusundaki süregelen yaklaşımları cezasızlık pratiğinin belirleyici faktörlerinden olduğunun söylendiği raporda “Yargı erkinin bağımsız olamama sorunu da birlikte değerlendirildiğinde, ortaya çıkan pratik ile kamu görevlilerinin keyfi uygulamaları sonucunda meydana gelen insan hakları ihlallerinin meşru sayıldığı ve faillerin cezasızlık ile korunduğu görülmektedir” denildi.
Söz konusu hak ihlallerine, cezasızlık pratiğine ve ayrımcılığa çözüm sunan Diyarbakır Barosu bu sorunlardan kaynaklı ihlallerin son bulması için şu önerileri sıraladı:
Devlet Ottowa Sözleşmesi ile taahhüt ettiği mayın temizleme yükümlülüğünü ivedilikle yerine getirmelidir.
Mayın temizlemeye ilişkin yapılacak yasal düzenlemeler ve uygulamalar, mayının bir çevre ve insan hakları ihlali sorunu olduğu
kabulüyle gerçekleştirilmeli, bu sorun bir ihale ve arazi ıslahı sorununa indirgenmemelidir.
Mayın temizleme işlemleri planlı, ivedi ve kamuoyunun bilgisine ve denetime açık bir sürece yayılması gerekir.
Mayın temizleme süreci devam ederken mevcut mayınlardan dolayı oluşabilecek zararların önlenmesi için mayınlı bölgelerin
işaretlenmesi ve bu bölgelerin sivil geçişine kapatılması gerekir.
Mayınlı bölgelerin fazla olduğu veya mayınlı bölgelere yakın olan özellikle kırsal bölgelerdeki okullarda çocuklara mayın ve çatışma-savaş atıklarına ilişkin risklerden korunma eğitimleri verilmelidir.
Öncelikle Karayolları Trafik Yönetmeliğinde düzenleme yapılmak suretiyle zırhlı araçların şehir içi kullanımı yasaklanmalı, bu
mümkün değilse zırhlı araçların şehir içi kullanımı asgari düzeye indirilmeli ve bu durumda dahi zırhlı araçlar için belirlenmiş şehir
içi yasal hız limitlerine uyulması gerekir.
Zırhlı aracı kullanan kolluk görevlilerinin bu araçları kullanmak için gerekli olan ehliyet ve lisanslara sahip olması ve buna ilişkin
eğitimlerini tamamlamaları gerekir.
Kullanım amacı olarak değerlendirildiğinde aslında bir savaş ve çatışma aracı olan zırhlı araçları kullanan kolluk görevlilerinin
sosyal gerçeklikle bağlarının kopmaması için psikososyal destek çalışmaları ile desteklemeleri gerekmektedir.
Mayın, çatışma-savaş atığının yoğun olduğu bölgelerde bulunan sağlık merkezleri personel ve teçhizat bakımından desteklenmelidir.
Mayın, çatışma-savaş atığı ve zırhlı araç nedeniyle yaralanan çocuklar için protez ve rehabilitasyon merkezleri kurulmalıdır.
Hareketli ve sabit protezlerin takılma ve yenilenme işlemleri tamamen ücretsiz olmalı ve yenileme süresi çocukların gelişimlerinin hızlı olduğu kabulü ile belirli bir süreye değil ihtiyaca göre düzenlenmelidir.
Mayın, çatışma-savaş atığı ve zırhlı araçlardan zarar görmüş çocukların ekonomik ve sosyal destek ihtiyaçlarına cevap olacak
politikalar geliştirilmelidir.
Mayın, çatışma-savaş atığı ve zırhlı araçlar yüzünden yaşamını yitirmiş veya yaralanmış çocukların mağdur olduğu ceza dosyalarında fail hakkındaki soruşturma ve kovuşturma işlemlerinin etkin bir şekilde yürütülmesi ve yargının cezasızlık pratiğinden vazgeçmesi gerekir.
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, 20 Aralık 2013’teki 68. oturumunda, 1973’te Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme’nin (CITES) imzalandığı gün olan 3 Mart’ı, vahşi hayvan ve bitkiler hakkında farkındalık yaratmak ve bilinç oluşturmak amacıyla “Dünya Yaban Hayatı Günü” ilan etti.
Her yıl çeşitli etkinliklerle kutlanan Dünya Yaban Hayatı Günü’nün bu yılki teması, dünya çapında kritik düzeyde nesli tükenmekte olan yabani bitki ve hayvanların statüsüne dikkat çekmek ve onları korumak için çözümler tasarlamak ve uygulamak amacıyla “Ekosistemin Yenilenmesi için Kilit Türleri İyileştirmek” olarak belirlendi.
Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Konulu Hükümetler Arası Bilim-Politika Platformu’nun (IPBES) son raporu, çoğu 10 yıl içinde olmak üzere yaklaşık bir milyon hayvan ve bitki türünün nesli tükenme tehdidi altında olduğunu ortaya koydu.
Biyolojik çeşitlilik büyük zarar görüyor
AA’dan Emre Karaca’nın aktardığına göre; insanların ve diğer tüm türlerin bağımlı olduğu ekosistemlerin sağlığı her zamankinden daha hızlı kötüye gidiyor. Bunun da dünyanın dört bir yanındaki insanlar üzerinde ciddi etkiler yaratacağı öngörülüyor.
İnsanlardan kaynaklı tahribat nedeniyle biyolojik çeşitliliğin büyük zarar gördüğü vurgulanan raporda, endemik türlerin yok olmak tehlikesinin gittikçe büyüdüğü yer aldı. Araştırmada yer alan bulgular, dünya genelinde nesli tükenmekte olan tür sayısının giderek arttığını ortaya koyuyor.
‘Son 50 yıldaki tahribatın tarihte benzeri yok’
Özellikle insan nüfusunun ikiye katlandığı son 50 yıllık zaman dilimindeki tahribatın tarihte benzeri olmadığı kaydediliyor. Araştırmada, günümüzdeki nesli tükenmekte olan canlı türü oranının dünya üzerinde son 10 milyon yılda görülen oranın yüzlerce kat üzerinde olduğunun altını çiziyor.
Hayvanlar ve bitki grupları tehdit altında
Rapor, 2016’ya değin gıda ve tarım amacıyla evcilleştirilmiş 6 bin 190 memeli hayvandan 559’unun soyunun tükendiğini ve en az 1000’inin de tehdit altında olduğunu ortaya koydu. Yerli türlerin ortalama bolluğu, yerleşik habitatlarda 1900’den bu yana en az yüzde 20 azaldı. Amfibi türlerin yüzde 40’ından fazlası, resif oluşturan mercanların neredeyse yüzde 33’ü ve tüm deniz memelilerinin üçte birinden fazlası ise tehdit altında.
Böceklere ilişkin net verilere ulaşılmazken, mevcut veriler böcek türlerinin tahminen yüzde 10’unun tehlikede olduğuna işaret ediyor. Rapora göre, 16. yüzyıldan bu yana en az 680 omurgalı türünün nesli tükendi.
İnsan faaliyetleri denizlere de zarar veriyor
Rapor, su üzerinde devam eden ekosistemin de insan etkisi nedeniyle ciddi bir tahribata uğradığını ortaya koyuyor. Dünya üzerinde yer alan okyanusların yalnızca yüzde 3’lük kısmı insan etkisinden uzak kalabiliyor. Yaklaşık yüzde 66’lık kısmıysa insan etkisiyle zarar görüyor. Bu kısımlarda yaşayan deniz canlıları için yaşam daha da zorlaşıyor.
İklim krizi, tüketici tercihleri, kentleşme, demografinin değişmesi, arazi kullanımında değişiklikler, kirlilik, aşırı hasat ve istilacı türlerin yayılımı gibi unsurlar, biyolojik çeşitliliği olumsuz etkiliyor. Rapora göre, yerleşik çevrenin dörtte üçü insan eylemleri tarafından önemli ölçüde değiştirildi, sulak alanlarınsa yüzde 85’i yok oldu.
Ülke başına istilacı yabancı türlerin sayısı, ayrıntılı verilere sahip 21 ülkede 1970’ten bu yana yaklaşık yüzde 70 artış gösterdi. Raporda, karada yaşayan, uçamayan memelilerin neredeyse yarısının (yüzde 47) ve iklim değişikliğinden zaten olumsuz etkilenmiş olabilecek kuşların yüzde 23’ünün tehdit altında olduğu belirtiliyor. Ayrıca karada yaşayan, tatlı su ve deniz omurgalıları, omurgasızlar ile bitki gruplarının yüzde 25’i de nesli tükenme tehdidiyle karşı karşıya.
Öte yandan, habitat kaybı ve bozulmasının neden olduğu küresel karasal habitat bütünlüğü de yüzde 30 azaldı. Kıyı bölgelerinde yaşanan habitat kaybı ile mercan kayalarının yok olması nedeniyle 300 milyona yakın insanın yaşadığı bölgelerdeki sel ve fırtına riski artmış durumda.
‘İklim krizi için küresel uyum hedefleri yetersiz’
BM‘nin Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, Paris Anlaşması ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi gibi yol haritaları, doğanın yaşam örgüsünün ve biyolojik çeşitliliğin korunmasında çok önemli rol oynuyor.
IPBES‘e göre, doğayı koruma ve politikaları uygulama konusundaki ilerlemelere rağmen, doğayı korumak ve sürdürülebilirliği sağlamak için küresel hedefler mevcut yönergelerle karşılanamayabilir ve 2030 ve ötesindeki hedeflere ancak ekonomik, sosyal, politik ve teknolojik faktörlerdeki dönüştürücü değişikliklerle ulaşılabilir.
IPBES’in önceki raporları da iklim krizine işaret etmişti
IPBES’in 2019’daki raporunda da yeni rapora paralel olarak türlerin yok oluşunun hız kazandığı söylenmişti. Yine aynı raporda iklim krizine neden olan faaliyetler ile biyolojik çeşitliliği yok oluşa sürükleyen faaliyetler arasında önemli bir ilişki olduğu belirtilmişti. Bilim insanlarına göre, dünyanın gelecek kitlesel yok oluşunda bir milyona yakın tür tarihten silinme tehlikesiyle karşı karşıya.
Dünya Kaynakları Enstitüsü’nden (World Ressource Instıtute, WRI)Kelly Levin, Sophie Boehm, Rebecca Carter tarafından hazırlanan IPCC 6. Değerlendirme Raporu’nun (AR6) Çalışma Grubu II (WGII) katkılarıyla hazırlanan son halinin 6 başlıktaki bu özeti, Yeşil Gazete tarafından (özetlenerek) çevrilmiştir.
*
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) en yeni raporu rahatsız edici bir tablo çiziyor: İklim değişikliği şimdiden dünyanın her köşesini etkiliyor ve bu on yılda sera gazı emisyonlarını yarıya indiremezsek çok daha ciddi etkiler bizi bekliyor.
IPCC‘nin Altıncı Değerlendirme Raporu’nun ilk bölümünün ardından 2. Çalışma Grubu‘nun katkısıyla 28 Şubat 2022’de yayımlanan rapor, 67 ülkeden 270 yazar ve 34 bin araştırmadan oluşuyor.
IPCC2022, 2. Çalışma Grubu Raporu , özellikle kaynak açısından fakir ülkeler ve marjinal topluluklar için iklim değişikliğinin artan etkileri ve gelecekteki risklerin en kapsamlı incelemelerinden biri. Ayrıca hangi iklim uyum yaklaşımlarının en etkili ve en uygulanabilir olduğunu; hangi insan gruplarının ve ekosistemlerin savunmasız olduğunu da detaylandırıyor.
İklim etkileri şimdiden beklenenden daha yaygın ve şiddetli
İklim değişikliği halihazırda sadece 1,1 derece ısınmayla, dünyanın her bölgesinde yaygın bir bozulmaya neden oluyor.
Yıkıcı kuraklıklar, aşırı sıcaklıklar ve rekor düzeyde sel felaketleri şimdiden milyonlarca insanın gıda güvenliğini ve geçim kaynaklarını tehdit ediyor. 2008’den bu yana, yıkıcı sel ve fırtınalar her yıl 20 milyondan fazla insanı evlerinden etti. Afrika‘daki mahsul verimliliği artışı, iklim değişikliği nedeniyle 1961’den bu yana üçte bir oranında azaldı.
Bugün dünya nüfusunun yarısı yılda en az bir ay su güvencesizliği ile karşı karşıya.
Orman yangınları, birçok bölgede her zamankinden daha geniş alanları yakıyor ve bölgede geri dönüşü olmayan değişikliklere yol açıyor. Daha yüksek sıcaklıklar; Batı Nil virüsü, Lyme hastalığı ve sıtma gibi hastalıkların yanı sıra kolera gibi su kaynaklı hastalıkların yayılmasına da imkan veriyor.
İklim değişikliği aynı zamanda türlere ve tüm ekosistemlere zarar veriyor. Altın Kurbağa ve Bramble Cays Melomys (küçük bir kemirgen) gibi hayvanların soyu, ısınan dünya nedeniyle tükendi. Uçan tilki, deniz kuşları ve mercanlar gibi diğer hayvanlar toplu ölümler yaşarken, binlercesi daha yüksek enlemlere taşındı.
Yakın zamanda daha da kötü etkilerle karşı karşıya kalacağız
Dünya hızla karbondan arındırılsa bile, halihazırda atmosferde bulunan sera gazları ve mevcut emisyon trendleri, 2040’a kadar bazı çok önemli iklim etkilerini kaçınılmaz hale getirecek.
IPCC, yalnızca önümüzdeki on yılda iklim değişikliğinin 32-132 milyon arası insanı daha aşırı yoksulluğa sürükleyeceğini tahmin ediyor:
Küresel ısınma, gıda güvenliğini tehlikeye atacak ve ayrıca sıcaklıklara bağlı ölüm, kalp hastalığı ve zihinsel sağlık sorunlarının görülme sıklığı da artacak.
Örneğin yüksek emisyon senaryosunda, artan taşkın riski, 2030’da 15 yaş altı çocuklarda ishal nedeniyle 48 bin ek ölüme yol açabilir.
Türler ve ekosistemler; deniz seviyesinin yükselmesine karşı koyamayan mangrovlar, deniz buzuna bağımlı türlerdeki azalmalar ve büyük ölçekli ağaç ölümleri gibi dramatik değişikliklerle karşı karşıya kalacak.
Bir derecelik ilave ısınmanın her onda biri insanlara, türlere ve ekosistemlere yönelik tehditleri artıracak
Yüksek sıcaklıklarla birlikte riskler hızla artacak ve genellikle iklim değişikliğinin geri döndürülemez etkilerine neden olacak. Paris İklim Anlaşması‘nda küresel bir hedef olarak koyulan küresel ısınmayı 1,5ºC (2,7 derece F) ile sınırlamak bile herkes için yeterince güvenli değil.
Örneğin, sadece 1,5 derecelik küresel ısınma olsa bile dünyadaki birçok buzul ya tamamen yok olacak ya da kütlelerinin çoğunu kaybedecek, 2030’a kadar 350 milyon kişi daha su kıtlığı yaşayacak ve karasal türlerin yüzde 14’ü yüksek yok olma riskiyle karşı karşıya kalacak.
Benzer şekilde, ısınma 1.5 dereceyi aşarsa, geçici bile olsa, iklim değişikliğinin çok daha şiddetli, çoğu zaman geri döndürülemez etkileri ortaya çıkabilir; örneğin daha güçlü fırtınalar, daha uzun ısı dalgaları ve kuraklıklar; daha fazla aşırı yağış, hızlı deniz seviyesinin yükselmesi, Kuzey Kutbu deniz buzu ve buz tabakalarının kaybı, permafrostun (kutuplarda sürekli donmuş haldeki toprak) çözülmesi ve daha fazlası.
1,5 dereceyi aşmak ise şiddetli olayların olasılığını da artırabilir; kritik karbon yutaklarını karbon kaynaklarına dönüştürecek kitlesel orman kuruması gibi.
IPCC, aynı anda ve aynı bölgelerde birden fazla tehlike meydana geldiğinde bu risklerin birbirini artıracağını tahmin etmektedir.
Örneğin tropikal bölgelerde, ısı ve kuraklığın birleşik etkileri, tarımsal verimde ani ve önemli kayıpları tetikleyebilir. Aynı zamanda, işgücü verimliliği düşerken ısıya bağlı ölüm artacaktır. Böylece insanlar kuraklığa bağlı kayıpların üstesinden gelmek için daha fazla çalışamayacak hale geleceklerdir. Bu etkiler gıda fiyatlarını yükseltirken ailelerin de gelirlerini düşürür ve bu, gıda güvenliğini tehlikeye atan ve yetersiz beslenme gibi sağlık risklerini artıran yıkıcı bir kombinasyona dönüşür.
Fotoğraf: Amarjeet Kumar Singh/AA
Eşitsizlik, çatışma ve kalkınma zorlukları, iklim risklerine karşı kırılganlığı artırıyor
Şu anda, 3,3 milyar-3,6 milyar insan, iklim etkilerine karşı son derece savunmasız ülkelerde yaşıyor ve küresel sıcak noktalar gelişmekte olan küçük Ada Devletleri, Kuzey Kutbu, Güney Asya, Orta ve Güney Amerika ve Sahra altı Afrika‘nın büyük bölümünde yoğunlaşıyor.
Yoksulluk, zayıf yönetişim ve sağlık hizmetleri gibi temel hizmetlere sınırlı erişim gibi eşitsizlikler, yalnızca tehlikelere karşı kırılganlığı artırmakla kalmıyor, aynı zamanda toplulukların iklim değişikliklerine uyum sağlama kabiliyetini de sınırlıyor.
Örneğin, son derece savunmasız ülkelerde 2010-2020 yıllarında kuraklık, fırtına ve sel kaynaklı ölüm oranı, düşük kırılganlığa sahip ülkelere göre 15 kat daha fazlaydı.
IPCC’nin 2014’te Beşinci Değerlendirme Raporu‘nun yayınlanmasından bu yana şehirlerde iklim etkilerine maruz kalma oranı da çarpıcı bir şekilde arttı. Kentsel kırılganlıktaki en hızlı artışlar, güvencesiz konutların, temel hizmetlere yetersiz erişimin ve sınırlı kaynakların olduğu kayıt dışı yerleşimlerde meydana geldi. Bu zorluk, özellikle kentsel nüfusun yüzde 60’ının gayri resmi yerleşimlerde yaşadığı Sahraaltı Afrika’da ve 529 milyon insanın bu hassas bölgelerde yaşadığı Asya’da şiddetli.
Birçok kırsal topluluk, özellikle beyaz olmayan halklar ve geçim kaynakları tarım, balıkçılık ve turizm gibi doğrudan iklim risklerine maruz kalan sektörlere bağlı olanlar, artan iklim riskleriyle karşı karşıyadır. İklim etkileri yoğunlaştıkça, bazı hanelerin şehir merkezlerine taşınmaktan başka seçeneği kalmayabilir.
IPCC, 2030 yılına kadar Amazon‘daki aşırı kuraklıklar yüzünden yerli halkların ve geleneksel toplulukların şehirlere göçebileceğini tahmin ediyor.
Bu kentsel ve kırsal kalkınma modelleri, iklim tehlikelerinin eşitsiz deneyimlerini şekillendirmekle kalmıyor, ayrıca ekosistemleri iklim değişikliğine karşı daha savunmasız hale getiriyorlar. Arazi kullanımı değişikliği, habitatların tahrip edilmesi, kirlilik ve türlerin sömürülmesi, ekolojik direnci zayıflatıyor. Bu ekosistem kaybı da sırayla, insanların savunmasızlığını arttırıyor.
Örneğin kıyı sulak alanları boyunca genişleyen şehirler, kıyı şeridindeki mahalleleri deniz seviyesinin yükselmesinden, fırtına dalgalanmalarından ve kıyı taşkınlarından korumaya yardımcı olacak ekosistemleri bozuyor. Bu iklim tehlikeleri; sakinlerin sağlığı, gıda güvenliği, temiz suya erişim ve geçim kaynakları üzerinde kademeli ve katlanarak artan etkilere sahip olabilir ve bu da onları gelecekteki risklere karşı daha savunmasız hale getirir.
Uygulanabilir çözümler olsa da savunmasız topluluklara daha fazla destek gerekiyor
Adaptasyon çok önemli, en az 170 ülkenin iklim politikaları şu anda adaptasyonu içeriyor ancak birçoğu henüz planlama aşamasından uygulamaya geçmedi.
IPCC, günümüzdeki çabaların hala büyük ölçüde reaktif ve küçük ölçekli olduğuna ve çoğunun yalnızca mevcut etkilere veya kısa vadeli risklere odaklandığına işaret ediyor. Mevcut iklim değişikliğine uyum seviyeleri ve ihtiyaç duyulanlar arasındaki uçurum büyük ölçüde sınırlı mali destekten kaynaklanıyor.
IPCC, adaptasyon ihtiyaçlarının yalnızca gelişmekte olan ülkeler için sırasıyla 2030’da yılda 127 milyar dolara ve 2050’ye kadar da 295 milyar dolara ulaşacağını tahmin ediyor. Şu anda adaptasyon, 2017-2018’de toplam 579 milyar dolar olan iklim finansmanının sadece yüzde 4-8’ini oluşturuyor.
İyi haber şu ki, mevcut uyum seçenekleri, yeterince finanse edilirlerse ve daha hızlı uygulanırlarsa iklim risklerini azaltabilir. IPCC 2022 Altıncı Değerlendirme Raporu, çeşitli iklim uyum önlemlerinin fizibilitesini, etkinliğini, yoksulluğun azaltılması gibi ortak faydalar sağlama potansiyelini analiz ederek bir ilki gerçekleştiriyor.
Raporda değerlendirilen üç iklim değişikliğine adaptasyon yaklaşımı şunları içeriyor:
Eşitliği ve adaleti geliştiren sosyal programlar: Sosyal koruma programlarının (nakit transferleri, bayındırlık işleri programları ve sosyal güvenlik ağları gibi) yeniden yapılandırılması, kentsel ve kırsal toplulukların iklim risklerine karşı savunmasızlığını azaltabilir. Bu önlemler, altyapı, temiz su, sağlık hizmetleri gibi temel ihtiyaçlara erişimi iyileştirme çabalarıyla birleştiğinde özellikle etkili olacaktır. Hükümetler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör arasındaki ortaklıkların yanı sıra kapsayıcı, yerel olarak yönetilen karar alma süreçleri, bu hizmetlerin sağlanmasının hassas toplulukların iklim direncini artırmaya sağlamaya yardımcı olabilir.
Ekosistem temelli adaptasyon: Bu yaklaşım, ekosistemlerin korunması, restorasyonu ve sürdürülebilir yönetiminden, ağaçların çiftliklere entegre edilmesi, ürün çeşitliliğinin artırılması ve meralara ağaç dikilmesine kadar çok çeşitli stratejileri kapsar. Ekosistem tabanlı adaptasyon, birçok insanın halihazırda karşı karşıya olduğu kuraklık, aşırı sıcaklık, sel ve yangınlar dahil iklim risklerini azaltabilirken aynı zamanda biyolojik çeşitlilik, geçim kaynakları, sağlık, gıda güvenliği ve karbon tutuculuk için de ortak faydalar sağlayabilir. Beyaz olmayan halklar ve yerel topluluklarla anlamlı işbirliği, bu önlemlerin başarısının ayrılmaz bir parçasıdır.
Yeni teknolojiler ve altyapı: Bulgular, doğaya dayalı çözümlerin taşkın kontrol kanalları gibi mühendislik seçenekleriyle birleştirilmesinin, özellikle şehirlerde su ile ilgili ve kıyı risklerini azaltmaya yardımcı olabileceğini gösteriyor. Daha dayanıklı mahsul çeşitleri, gelişmiş hayvancılık veya güneş, rüzgar enerjisi gibi daha iyi teknolojilere erişim de adaptasyonun güçlendirilmesine yardımcı olabilir.
Bununla birlikte bu tasarılar yetersiz veya uygunsuz bir şekilde uygulanırsa zararlı olabilir. Örneğin, sulama sistemlerini genişletmek, kısa vadeli iklim risklerini eleyebilir ancak aynı zamanda kıt yeraltı suyu rezervlerini de boşaltabilir.
Dünyanın kayıp ve zararları ele almak için acil eyleme ihtiyacı var, hemen şimdi
Ancak iklim değişikliğinin bazı etkileri zaten uyum sağlamak için çok şiddetli. Halihazırda deneyimlenen 1,1 derecelik küresel ısınmayla birlikte, son derece savunmasız bazı insanlar ve ekosistemler, uyum sağlayabileceklerinin çok ötesine ulaştı. Bazı bölgelerde, bu sınırlar ‘yumuşak’ olsa da – yani etkili uyum önlemleri mevcut olsa da; finansmana sınırlı erişim gibi siyasi, ekonomik ve sosyal zorluklar uygulamayı engellemektedir.
Diğerlerinde ise, iklim etkilerinin çok şiddetli olduğu ve mevcut hiçbir adaptasyon önleminin kayıp ve zararları etkili önleyemediği durumlarda, insanlar ve ekosistemler ya adaptasyon için halihazırda ‘sert’ sınırlarla karşı karşıyadır ya da buna hızla yaklaşmaktadır. Örneğin, tropik bölgelerdeki bazı kıyı toplulukları, bir zamanlar gıda güvenliğini ve geçim kaynaklarını sürdürmelerine yardımcı olan tüm mercan kayalığı ekosistemlerini kaybetti. Diğerleri, deniz seviyeleri yükseldikçe alçak mahalleleri ve kültürel alanları terk etmek zorunda kaldı.
İklim adaptasyonunun yumuşak veya sert sınırlarıyla karşı karşıya kalsak da, topluluklar için sonuç yıkıcı ve çoğu zaman geri döndürülemez. Bu kayıplar ve zararlar da sadece küresel sıcaklıkların yükselmesiyle artacak.
Örneğin, dünya 1,5 derecenin üzerinde ısınırsa, buzullara bağımlı olan topluluklar, uyum sağlayamayacakları su kıtlığı ile karşı karşıya kalacaklardır. 2 derecede, önemli büyüme bölgelerinde mısır üretiminde eşzamanlı başarısızlık riski önemli ölçüde artacaktır. 3 derecenin üzerinde ise, Güney Avrupa‘nın bazı kısımları tehlikeli derecede yüksek yaz sıcaklıkları yaşayacaktır.
İklim eylemi için fırsat penceresi hızla kapanıyor
Bilim çok net: İklim değişikliği insanların ve gezegenin refahını tehlikeye atıyor. Gecikmiş eylemler iklim değişikliğinin etkilerini tetikleyerek dünyamızın tanınmaz hale gelecek kadar felaket yaşamasına sebep olacak.
Önümüzdeki birkaç yıl, herkes için sürdürülebilir, yaşanabilir bir geleceği gerçekleştirmek için dar bir pencere sunuyor. Rotayı değiştirmek, emisyonları azaltmak, direnç oluşturmak, ekosistemleri korumak ve uyum ve kayıp ve hasarı ele almak için finansmanı önemli ölçüde artırmak için acil, iddialı ve uyumlu çabalar gerektirecektir.
İklim kriziyle başa çıkmak kolay olmayacak. Hükümetler, sivil toplum ve özel sektör adımlarını atmalı. IPCC raporunun da açıkça ortaya koyduğu gibi, başka bir alternatif yok.
AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın Boğaziçi Üniversitesi’ne önce Melih Bulu‘yu, ardından Naci İnci‘yi atamasını protesto eden akademisyenlerin direnişinin 288. nöbeti bugün gerçekleştirildi. Akademisyenler haftanın her iş günü olduğu gibi bugün de #KabulEtmiyoruzVazgeçmiyoruz diyerek arkalarını 288. kez rektörlük binasına döndüler.
Direnişin 423. gününde akademisyenler girişlerine yüksek demir parmaklıkların yerleştirildiği, basının içeri alınmadığı, çevresinde polisin ağır silahlarla devriye gezdiği kampüsten seslendi. Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri haftanın her iş günü olduğu gibi bugün de #KabulEtmiyoruzVazgeçmiyoruz diyerek arkalarını 288. kez rektörlük binasına döndüler. Akademisyenler nöbet boyunca ellerinde “Kabul Etmiyoruz” “Vazgeçmiyoruz”, “Özerk, Özgür, Demokratik Üniversite” yazan dövizler, üzerlerinde #KabulEtmiyoruzVazgeçmiyoruz” yazan okulda derslerine devam etmesi engellenen akademisyen Can Candan ile Seda Binbaşgil fotoğrafları taşıdılar.
Fotoğraf: Nazım Çapkın
Marmara Üniversitesi’nden Boğaziçi’ne yerleşke devri
Marmara Üniversitesi’nin Anadolu Hisarı yerleşkesinin Boğaziçi Üniversitesi’ne devredilmesine ilişkin olarak da akademisyenler dün Marmara Üniversitesi mensupları ile her türlü dayanışmaya açık olduklarını duyurdu.
Fotoğraf: Nazım Çapkın
Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri kampüs devrine ilişkin olarak “18 Şubat 2022 tarihinde Naci İnci, kendi sosyal medya hesabı üzerinden Marmara Üniversitesi’nin Anadolu Hisarı Yerleşkesi’nin Boğaziçi Üniversitesi’ne devredildiğini duyurdu. Ertesi gün üniversitemizin Yabancı Diller Yüksek Okulu’nun bu yerleşkeye taşınacağını yine medyadan öğrendik. Üniversite kurul ve komisyonları bilgilendirilmeden, demokratik süreçler işletilmeden, öğretim elemanlarının, öğrencilerin ve çalışanların herhangi bir talebi veya onayı olmadan tepeden inme bir şekilde verilen bu kararlar, her zaman savunduğumuz, şeffaflık ve hesap verilebilirliği esas alan üniversite yönetim ilkelerine aykırıdır” açıklamasında bulundu. Duyuruda son olarak şu ifadeler kullanıldı:
“Kampüsler üniversitelerin tarih ve geleneklerini barındıran, bilim ve kültür üretilen sosyal yaşam alanlarıdır; pazarlık konusu edilecek, rant fırsatı olarak görülecek arazi ve binalardan ibaret değildir. Kamu kaynaklarının yönetim pozisyonlarında bulunanların keyfi kararlarıyla plansız ve kontrolsüz şekilde el değiştirmesi ve dağıtılmasına itiraz ediyoruz. Üniversitelerin maddi varlıklarının tepeden inme kararlarla alınıp verilme, değiştirilme, devredilme ve satılmaları kabul edilemez. Özgür, özerk ve demokratik üniversite talebimizi yineliyor, bu tür bir dayatmanın parçası olmayı reddediyoruz.”
Akdeniz Koruma Derneği (AKD) ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı iş birliğinde, teknelerin çapa atması sonucu yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan deniz çayırları ile ilgili Gökova Körfezi‘nde çalışma başlatıldı. AKD İzleme ve Koruma Çalışmaları Sorumlusu Vahit Alan, deniz çayırlarının Akdeniz‘e özgü bitki türü olduğunu hatırlatarak, “Su altında birçok tür, deniz çayırlarını üreme, yumurtlama, beslenme ve sığınak olarak kullanıyor” dedi.
Muğla‘nın Gökova Körfezi’nde ‘teknelerin çapa atması ve taraması’ nedeniyle dünyada en fazla karbon depolama özelliğine sahip bitkilerden biri olan deniz çayırlarının azalmasının önüne geçilmesi projesi hayata geçirdi. ‘Güneybatı Kıyıları Denizel Ekosistem Restorasyonu‘ isimli projede, tekne çapası zararının deniz çayırı üzerindeki tehdit boyutunun yanı sıra, küresel iklim değişimine karşı dayanıklılığının belirlenmesi için izleme çalışması yapıldığı bildirildi.
Deniz çayırlarının durumları kötüye gidiyor
DHA’dan Cavit Akgün’ün aktardığına göre; Vahit Alan, deniz çayırlarının Akdeniz’e özgü bitki türü olduğunu belirterek, “Önemli oranda oksijen üretiminin yanı sıra karbon ve depolama özelliğiyle küresel iklim değişimi ile mücadelede en önemli türler arasında yer alıyor. Su altında birçok tür, deniz çayırlarını üreme, yumurtlama, beslenme ve sığınak olarak kullanıyor” dedi.
Fotoğraf: AA
Gökova Körfezi’nde deniz çayırlarının mevcut durumlarının giderek kötüleştiğini ve yayılım alanlarının daraldığını ifade eden Alan, “Bunda en önemli etken ise insan faktörü. Karşılaştığımız sorunların başında teknelerin çayırların bulunduğu alanlara çapa atmaları geliyor. Problemlerin ortadan kaldırılması için Gökova koylarında şamandıralı bağlama sistemlerinin kurulması, deniz çayırı habitatlarının korunması için acildir. İzleme çalışmalarından elde edilecek bilgiler sayesinde alanda çalışan kamu-kurum ve kuruluşlarına türün koruma planlarıyla ilgili bilgi sağlanmış olacak” şeklinde konuştu.
Bölgede dalış yapmak yasak
Bölgede dalış yapmanın yasak olduğunu belirten Alan, “Bu alandaki su altı çalışmalarının hepsini özel izinle yapıyoruz. Gökova Körfezi, deniz çayırları açısından en önemli kıyılarımızı oluşturuyor. Körfezin hemen hemen her tarafında çayırları görmek mümkün. Güney sahillerinde daha yoğun gözleniyor” ifadelerini kullandı.
Bugün Dünya #DenizÇayırları Günü. 🌱Peki Deniz çayırları neden önemli? Akdeniz endemiği bir bitki türü olan Deniz çayırları (Posidonia oceanica), farklı yüzlerce omurgasız ve alg türüne ev sahipliği yapar. Sağlıklı Deniz çayırlarının varlığı ekolojik dengenin bir göstergesidir. pic.twitter.com/521icQ1rE8
— Akdeniz Koruma Derneği (@akdenizkoruma) March 1, 2022
Gökova Körfezi’nde uluslararası protokollere uygun olarak kurulduğu belirtilen izleme istasyonları, deniz çayırlarının son sınırlarına yerleştirilen işaretlerle belirlendi. Altı istasyonda uzman dalgıçlarca yılda bir kez çayırlar ile ilgili bilgiler toplanırken çalışmalar fotoğraflar ile belgelenmeye başlandı. Elde edilen verilerde deniz çayırlarının yoğunluğu, gelişimi ve sağlık durumlarının incelendiği belirtildi. 2023’te tamamlanacak çalışmaların ardından hazırlanacak raporun, ulusal ve uluslararası makalelerde yayımlanacağı söylendi.
Deniz çayırları COP26’da da gündemdeydi
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 26’ncı Taraflar Konferansı’nda (COP26) küresel ısınma ve sera gazı salım oranlarını azaltmak için ne yapılabileceği konusuyla ilgili İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi ve TÜDAV Başkanı Prof. Bayram Öztürk ve Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ergün Taşkın konuşma yapmış, iki bilim insanı Akdeniz’de endemik olan deniz çayırlarının korunmasının Türkiye’nin iklim krizi konusunda en etkin yol olduğunu vurgulamıştı.
İki bilim insanı da COP26’da Türkiye’nin iklim değişikliğine karşı en büyük silahı veya savunma aracının Akdeniz’de endemik bir tür olan deniz çayırları veya bazı bölgelerde “Deniz Eriştesi” olarak bilinen (Posidonia oceanica) çiçekli bitkiler olduğunu aktarmıştı.
COP26’da bu bitkilerin yayılımında özellikle son 30 yılda bir gerilemenin görüldüğü belirtilerek, deniz çayırlarının Türkiye kıyılarındaki azalma ve çekilmenin mutlaka durdurulması gerektiğinin altı çizilmişti.
Ek olarak ekolojik ve biyolojik özellikleri ile karadaki ormanlara eşdeğer kabul edilen deniz çayırlarının ekosisteme yıllık hektar başına 16 bin Euro ekonomik fayda sağladığı ve Türkiye’nin sahip olduğu 14 bin 486 hektarlık bir deniz çayırı alanını büyütmesi gerektiği ifade edildi.
Direnişleri haftalardır süren Yemeksepeti işçilerine, şirketin eski kurucu patronu Nevzat Aydın‘ın söylediği “Bana kalsaydı ilk işim, o işi yavaşlatan nankörlerin tamamını göndermek olurdu” sözleri gündem oldu.
Kopan yaygaranın sebebi ise; benim 3 yıl önce 'kuryeler de bunu hak ediyor' diyip 'onları da tıpkı hepimizin olduğu gibi kendi bordromuza alalım' diye ısrar etmemdir. Taşeron olarak hiçbir ekstra imkanları – mesela özel sağlık sigortası – olmadan çalıştırsak sorun yoktu.
İşçilerin yaptıkları açıklamada şu ifadeler kullanıldı:
“Nevzat Aydın’ın hakarete varan nankörlük suçlamasına cevabı, buradaki mücadeleyi daha da güçlendirerek vereceğiz. Aydın’a soruyoruz, 2000’lerin başında bu ‘başarı hkayesi’ni yazanlar gerçek anlamdakimlerdir? 2015’te Delivery Hero‘ya 589 milyon dolara şirketisattınız, buradaki büyük pay kimindir? Banabi depolarında çalışan işçilerin ve Yemeksepeti motokuryelerinindir.”
Yemeksepeti Genel Müdürlük önünde patron Nevzat Aydın’a seslenen işçi kardeşimizi dinleyelim:
“Sen kan emicisin! Mert Baki’nin yerinde olsam işten atardım diyerek aba altından sopa gösteriyorsun. Senden korkmuyoruz. Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın!”#NankörSensinNevzatAydınpic.twitter.com/7qhEiMyNbW
Aydına’a seslenen bir işçi, “Twitter‘da şirketle bağım yok diyorsun ama avukatlığına soyunuyorsun. Dün bu arkadaşlarla birlikte çalışıyordun. Bugün yanlarında olmak yerine hakaret edip Mert Baki‘ye ‘ben olsam işten atardım’ diyorsun. Buna aba altından sopa göstermek denir” ifadelerini kullandı.
Konuşma yapan diğer bir işçi ise “Yemeksepeti firmasının yüzde 90’ı hatta denebilir ki yüzde 95’i motokuryelerden oluşuyor. En son yılbaşında yapılan zamda yönetici ve depocular, süpervizörler ve müdürler çok güzel zam aldı, biz bir kuruş zam alamadık. Bu parayı paylaşmaktan neden kaçınıyorsunuz? Bizim bu büyümede zerre kadar payımız yok mu bize zerre kadar zam yapmıyorsunuz? Biz burada bunun isyanını dile getiriyoruz diye mi nankör olduk?” dedi.
Çevre aktivistleri dün Resmi Gazete‘de duyurularak yürürlüğe giren ‘Maden Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’e karşı ortak dava çağrısında bulunarak “Özel bir yasa ile korunan zeytinlikleri enerji ve maden projelerine açmak için bu kaçıncı hamle” diye sordu.
Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelikle birlikte tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlarında madencilik faaliyetlerinin önü açılmış, karar sosyal medyada yankı uyandırmıştı.
Ekoloji Birliği tarafından yapılan ortak açıklamada, zeytinlikleri enerji ve maden projelerine açan hamlelerin artık sayılamayacak kadar çok sayıya ulaştığının altı çizilerek yönetmelikle birlikte zeytinliklerin şirketlerin yıllardır süren yoğun baskılarıyla iktidar tarafından enerji ve maden projelerine, kömüre feda edilmek istendiği vurgulandı.
Ekoloji Birliği olarak tüm ekoloji örgütlerini, sektör örgütlerini, emek ve demokrasi güçlerini ve demokratik kitle örgütlerini söz konusu yönetmelik değişikliğine karşı ortak olarak mücadele etmeye ve yönetmeliğin iptali için yığınsal dava açmaya çağırıyoruz.#ZeytinimeDokunmapic.twitter.com/sCVEYhPfwj
Ekoloji Birliği tüm ekoloji örgütlerini, sektör örgütlerini, emek ve demokrasi güçlerini ve demokratik kitle örgütlerini söz konusu yönetmelik değişikliğine karşı ortak olarak mücadele etmeye ve yönetmeliğin iptali için yığınsal dava açmaya çağırdı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“1939’da kabul edilmiş bulunan ve bugüne kadar zeytinlikler için bir kalkan olan 3563 Sayılı ‘Zeytinciliğin Islahı ve Yenilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun’ı değiştirmeyi başaramayan şirketler bu kez de Maden Yönetmeliği’nin 115’inci maddesine ek fıkra koyarak amaçlarına ulaşmaya çalışıyor. Sözde kamu yararı… Gerçekte kimin yararı?”
Çevre aktivistleri zeytinliklerin ölüm fermanı olacak olan bu değişikliğin asla kabul edilemeyeceğinin altını çizerek “Kutsal ve ölümsüz zeytin ağacı kömüre, taş ocaklarına, madenlere kurban edilemez” ifadelerini kullandı.
Bu toprakların kadim zeytin ağaçlarını maden lobisine peşkeş çekmeye dönük yayımlanan yönetmelik iptal edilene kadar susmayacağız, SUSMAYALIM!
Bu yanlıştan dön ve yönetmeliği iptal et! @TCEnerji
— Kazdağları İstanbul Dayanışması (@kazdaglariist) March 2, 2022
‘Kutsal zeytin yoksulun ağacıdır’
“Kutsal Zeytin‘ yoksulun ağacıdır. Köylünün, çiftçinin geçim kaynağıdır. Köylüler zeytin geliri ile çocuklarını okutur, evlendirir” ifadelerinin kullanıldığı açıklamada şunlar aktarıldı:
“Ülkemizdeki yüzbinlerce çiftçinin yaşamı yalnızca zeytine bağlıdır. Bir zeytin ağacının büyümesi yıllar almaktadır. Yok edilen zeytinliklerin kısa sürede yerine getirilmesi mümkün değildir. Şirin görünmek için yönetmelikte ağaçların nakledileceğinin belirtilmesi ve Bakanlık tarafından ‘Zeytinlikler kesilmeyecek’ şeklinde yapılan açıklamalar ise hiç inandırıcı değildir. Ayrıca nakledilmesine de razı değiliz. Dokunmayın yeter.”
‘Zeytinliklerin yok edilmemesini sağlayan kanun AKP’yi her zaman rahatsız etmiştir’
Ekoloji Birliği’nin yanısıra Çiftçi-Sen de konuya ilişkin tepkilerini ortaya koydu. “Zeytin ağaçlarımızın büyük bir bölümü yüzyıllardır yaşamaktadır. Asırlık özellikleri ile mutlaka korunması gereken birer kıymetli tarihi eserdir, geleceğe mirastır” ifadelerinin kullanıldığı Çiftçi-Sen Genel Başkanı Ali Bülent Erdem ile Çiftçi-Sen Genel Örgütlenme Sekreteri Adnan Çobanoğlu tarafından yapılan açıklamada şunlar aktarıldı:
“AKP hükümeti zeytin yetiştiricilerinin aleyhine, sanayicinin, maden şirketlerinin ve enerji şirketlerinin lehine bir ayırımcılık yaptığını hiçbir zaman gizlememiştir. Onun için, yürürlükte olan “3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkındaki Kanun” zeytinliklerin yok edilmesini zaman zaman yasal olarak engellediğinden, AKP’yi her zaman rahatsız etmiştir.”
‘AKP toprağımıza dokunma’
Zeytinlik alanlarını ranta açabilmek için daha önce de 7 kez Meclise kanun tasarısı getirildiğine dikkat çeken Çiftçi-Sen açıklamasında şu ifadelere yer verildi:
“Çiftçilerin ve tarım arazilerinin lehine olan Yasaların yok sayılmasıkabul edilemez. Doğanın, tarım arazilerinin şirketlere peşkeş çekilmesine hayır! Demek zorundayız. Bu yönetmelik derhal geri çekilmelidir. Birlikte olduğumuzda güçlü olduğumuzu zeytinliklere yönelik her saldırıda gördük. Enerjimizi toplamalıyız. Ve ısrarla üreticiler, tüketiciler, ekolojistler, çevreciler olarak birlikte olmalıyız, bu yönetmeliğe karşı da mücadelemizi yükseltmeliyiz. AKP ve şirketler zeytinimize, toprağımıza, suyumuza, tohumumuza, otlak ve meralarımıza dokunma!”
Birçok çevre aktivisti ve derneği de #ZeytinimeDokunma ve #ZeytinİçinAdalet etiketleriyle yönetmeliğe tepkisini ortaya koydu:
Zeytinlik,olduğu ortamda zeytinliktir.zeytinliği taşıyacağınız yer yoktur.Varsa zaten orası da zeytinlik yapılmıştır. Madencilik faaliyetinin bitiminde,o alanın tekrar zeytinciliğe uygun hale gelemeyeceği çok açıktır.Kamuoyunu yanıltmak için konulmuş bir şartır. #ZeytinimeDokunmapic.twitter.com/UARu8XfOZB
— Türkiye Ormancılar Derneği (@ormancilarderne) March 2, 2022
— Doğanın Çocukları (@DogannCocuklari) March 2, 2022
Türkiye nin en önemli tarımsal ihracat ürünü fındık gibi zeytin de madene feda edilemez! Anayasa da tarım arazileri(md.45), çevre(md.56), tabiat varlıkları(md.63) ve ormanların korunması (md.169) açık.Fındık ve Zeytin bu ülkeye sizden daha fazla hizmet ediyor!#ZeytinimeDokunmapic.twitter.com/sdWoEE5nK5
— Fatsa Ünye Platformu (@FatsaUnyeDoga) March 1, 2022
— Muçep Bodrum #BırakınDoğalKalsın 🌾🌱🌊 (@MucepB) March 1, 2022
Ne olmuştu?
Resmi Gazete’de dün yayımlanan yönetmelikle birlikte tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlarında madencilik faaliyetlerinin önü açıldı. Yönetmelik İkizköy’deki Akbelen Ormanı‘nda açılmak istenen kömür ocağı için yapılan bilirkişi keşfi öncesinde değiştirildi.Maden ocağına ve keşif öncesinde zeytinlik alanlarda maden tesisi yapılmasının önünü açan yönetmeliğe karşı İkizköylüler ’Yuh yuh soyanlara’ diyerek Akbelen Ormanı’nda keşif heyetini karşılamıştı. İkizköylülerin avukatı Arif Ali Cangı yönetmelikle ilgili olarak “Sanki bizim keşfimizi bekler gibi yönetmelik değişti” demişti.
Yönetmelik zeytin sahasında madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine” Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından izin verilebilmesini sağlıyor.
Resmi Gazete’de yayınlanan ‘Maden Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’ şöyle:
“Ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlara denk gelmesi ve faaliyetlerin başka alanlarda yürütülmesinin mümkün olmaması durumunda madencilik faaliyeti yürütecek kişinin faaliyetlerin bitiminde sahayı rehabilite ederek eski hale getireceğini taahhüt etmesi şartıyla Genel Müdürlük tarafından belirlenen çalışma takvimi içerisinde zeytin sahasının madencilik faaliyeti yürütülecek kısmının taşınmasına, sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine kamu yararı dikkate alınarak Bakanlıkça izin verilebilir.”
Türkiye’de meyve üretiminin önemli bölgelerinden Antalya‘nın Korkuteli ilçesi Dereköy Mahallesi‘nde bir firmanın kömür ocağı açmak için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğüne yaptığı başvuruda, Toprak Koruma Kurulu‘nun kararı Tarım ve Orman Bakanlığı‘nca onaylanmadan verilen ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir’ kararı iptal edildi. Mahkeme, maden ocağının alanın doğal ve tarihi dokusuna tehdit olduğu gerekçesiyle ‘ÇED gerekli değildir’ kararının iptaline karar verdi.
Turkuaz Linyit Kömür İşletmeleri Anonim Şirketi’nin işletme yapmayı planladığı kömür ocağı projesi için verilen ‘ÇED gerekli değildir’ kararı Antalya 3’üncü İdare Mahkemesi tarafından iptal edildi.
Mahkemede ‘ÇED gerekli değildir’ kararının ÇED Yönetmeliğine göre sadece proje alanının büyüklüğüne veya yıllık üretim tonajına bakılarak ÇED kararı verilemeyeceği için hukuka aykırı olduğu belirtildi. Söz konusu sahanın Antalya’nın önemli üretim bölgelerinden biri olduğu ve kömür sahası olarak belirlenen alanın tarım toprağı olduğu, ruhsat sahasının 1792 hektar olmasına rağmen işletmecinin 40 hektar için işletme sahası gösterdiği belirtildi.
40 hektar alan için ‘ÇED gerekli değildir’ kararının alındığına vurgu yapılan mahkemede, bu projeden etkilenecek tarım arazilerinin ve halkın yok sayıldığı belirtildi. Aynı zamanda atık sahaları ve oluşan boşlukların rehabilitesinin proje dosyasında bulunmadığı, söz konusu dosyada meydana gelecek tozuma ile ilgili bilgi verilmediği de aktarıldı.
Ek olarak hava kirliliğinden de bahsedilmeyen dosyada bölgedeki SİT alanların proje sahasının tam ortasında kaldığı, maden ocağının faaliyete geçmesi halinde maden sahasının civarındaki alanda geri dönüşü imkansız olumsuzlukların yaşanacağı, su kaynaklarının kirleneceği, biyolojik canlılığın yok olacağı belirtilerek kararın iptali istendi.
Ne olmuştu?
Dereköy Mahallesi’nde açılmak istenen kömür ocağı için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğüne yapılan başvuruyla, Toprak Koruma Kurulu‘nun kararı Tarım ve Orman Bakanlığı‘nca onaylanmadan ‘ÇED gerekli değildir’ kararı verilmişti. 116 köylü ve Dereköy Toprak Sulama Kooperatifi tarafından açılan davada Dereköy Mahallesi’nde açılmak istenen kömür ocağına verilen ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararının iptali istenmişti.
Dava dilekçesinde, Dereköy ile yakınındaki Başpınar köylerinin meyve-sebze üretimi ve hayvancılıkla geçimini sağladığı, köyün yaylasında 3 bin 700 dönüm tarım arazisi bulunduğu belirtilmişti.
Toprak Koruma Kurulu’nun 16 Haziran 2020 tarihli kararı olumsuz iken, 16 Ekim 2020’de tarım sahalarının biraz küçültülmesi koşuluyla olumsuz görüşün ‘olur’a çevrildiği açıklanmıştı. Hukuka aykırı olduğu belirtilen bu kararın iptali için de dava açılmıştı.