Yeşeriyorum

Kınayan Benlik

0

Her kültürün içinde derinden akan bir metafizik gelenek vardır. Bu gelenek aslında anaerkil toplumsal ilişkilerden kopmak istemeyen bütüncül düşünme çabasının bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Bu Gelenek çeşitli adlarla anılsa da onu üç temel ögesinden ayırd edebiliriz. Dişil bir yapı taşır, yani şefkat, bağlanma, teslimiyet, sabır vb ahlaki ögelerin ve dahası Tanrı kavrayışının kökeninde anacıl duygular taşır, bir anlamda uygarlık öncesi ana soylu toplumların kokusu, izi ya da anısıdır bu. Bu öğretide bilinç durumu aktif, yargılayıcı, ayır edici değil senkretik yani bağdaştırmacı, pasif ve alıcı bir zihin durumu eksenlidir.

Değerler büyük oranda kişinin kendi insani sınırların özellikle de dürtüsel yanlarını aşma, ondan doğan enerjiyi dönüştürüp farklı bilinç durumlarına ve bilinç durumlarından devşirilmiş bilgiyi rasyonel bilgiye tercih etme halidir. Bu anlamda bu bilgi anlayışında bilgi sezgilere, deneyime dayalıdır. Diğer yandan ahlak biçimi de bu aşma haline dönüktür, bir anlamda kişinin varlığını yeryüzünde karınca adımları ile dolaşmak olarak özetleyebiliriz. Ahlakın temeli kişinin dürtüsel bilinçten gelenlere kulak vermek yerine vicdanından geleni merkeze koymaktır. Bunun tezahürü de kişinin içinde yaşadığı toplumda insanlara ve diğer varlıklara zarar vermemesidir. Haa bu gelenek tamamen barışçıl da değildir. Şiddeti bir değer olarak benimsemese de şiddeti ehlileştirerek onu zorunluluk için kullanmak esastır.

Mesela Çin’deki ünlü Şaolin tapınağında kişiye estetize edilmiş en incelikli şiddet sanatı öğretilir daha doğrusu şiddet bir sanata dönüştürülerek evcilleştirilir. Kişi bir yandan şiddet eğitimi alırken diğer yandan içinden gelen saldırganlık duygularına da egemen olmayı onu kontrol edip yönlendirmeyi öğrenir. Bu gelenek seksi de aynı biçime sokar, seks bir sanata dönüşür salt teknik bir olgu olmaktan çok kişinin cinsel enerjiyi aşkın bilinç durumuna dönüştürmek için kullandığı bir araçtır cinsellik. Ama bunu yaparken de hazzın en yoğunu yaşanır. Bu yolla haz ve ondan doğabilecek çeşitli riskler evcilleştirilmiş ve ondan doğan enerji daha aşkın bir amaç için yararlanılan bir şey olur. Deyim yerindeyse uzak doğu geleneği mistik bilgi ile ya da o geleneğe özgü gnosiş yani sezgisel bilgiyle şiddeti de seksi de yani yaşam ve ölümün doğurduğu gücü kontrol altına alıp onu kişinin kendini aşmasında kendini dönüştürmesinde bir taşıyıcıya dönüştürür.

Bu anlayış egemen olsaydı eğer cinselliği ve şiddeti bu biçimde evcilleştirmeyi öğrenebilseydik dünyada ne cinayetler yaşanırdı, ne tecavüz gibi yapanı da yapılanı da korkunç derece de kirleten, iğrenç bir arzu tatmin yöntemi olanaklı olurdu.

Bir kadının tecavüze dair yaptığı bir değerlendirmeyi okuduğumdan beridir konuya daha çok cinsellik eksenli bakıyorum. Bir kadın hazzı anlık algılayan ve cinselliği organlara indirgeyen cinselliğin erkeksi, bunu yapmayan cinselliğin yani ruh ve bedeni birlikte hazza çağıran bütünsel bir doyumu ise kadınsı olarak yorumluyor ve erkeklerin cinselliği anlık birleşmeye ve hemen boşalmaya indirgediği için cinsellikte bütünsel tatmini umursamayıp kadının içine girip boşalmayı yeterli gördüğünü söylemişti.

Açıkçası o günden beridir bu konuyu düşünüyorum ve cinsellik, saldırganlık ekseninde kadınlığı erkekliği düşünüyorum. Bunları düşünürken de sezgisel bilgiyi eksene alan gnostik gelenekleri onların cinselliği ele alışlarını, kadınlığı ya da dişil olanı yüceltişlerini düşünüyorum. Ama daha önemlisi bu geleneğin kendini kınamak üzerine kurulu insanları yargılamadan önce kendine dönmeyi kendi kusurlarını yetersizliklerini görerek kendini merkeze koyan egoist mantığı düşünüyorum. İşte bilgelik yolu kişinin öncelikle kendine yönelmesini, kendi kusurlarını gidermesini amaçlayan bir söylem alanı kurarak bu kendini merkez alma hamlesine son verir. Çünkü bu öğretide merkez yoktur, merkez de herşeye hüküm veren, herkesi hizaya çeken bir kral benlik yoktur. Bu öğretiye göre yeryüzündeki tüm olumsuzluklar aslında bu tür bir benlik biçiminden kaynaklanır. İnsan bunu aşmak için öncelikle kendi benliğini dönüştürüp, herşeye tahakküm etmeye neden olan erk tarzına neden olan sahip olma, kendine kibir üretme ama asıl olarak da zevk veren herşeye büyük bir tutku ile sahip olma, ona bağlanmadan vazgeçmeyi, bu vazgeçişi yapabilirsek o zaman merkezcil bir benlik ve onun hükmetme arzusuna da son verebilmemizi önerir. O yüzden şiddette, cinselikte amaç değil araçtır. İşte bu bakıştan dolayı cinsellik ve saldırganlık olgusuna dönük batılı mantıkla, doğulu mantığın kökten farklılaştığını düşünüyorum. Bu meseleyi başka bir yazıda ele almayı düşündüğümden konuya bu kadarlık bir değinmekle yetineyim. Ve asıl eleştirime neden olan İtalya’dan çıktığı barış yolculuğu sırasında Türkiye’deyken tecavüze uğrayıp öldürülen sanatçı Pippa Baca ve onun ardından başlayan feminist mantığa eğilmek istiyorum.

Kınamayı Kınamak

Pippa Bacca’nın uğradığı ve insanı gerçekten öfkeye garkeden olay karşısında iki tür tavır gösterildi. Birisi tecavüzü özsel bir erkeklikle özdeş kılan hatta bir feministimsi bu konuda erkekleri hayvan olarak görecek kadar özcü bir tutum takındı.

Özcü sözünü kullandığımız zaman değişmez, mutlak bir öze gönderme yapmış oluruz.

Felsefe ve sosyolojide özcülük dendiğinde anlaşılan Sosyal düşünsel görünümlerin anlaşılmasının anahtarını şeylerin gerçek tabiatını/mahiyetini (özünü) idrak etmede gören ve bu özün şeylerin dışsal yansımasının ardında yatan esas neden olduğuna inanan bir felsefi, sosyolojik anlayışı anlıyoruz demektir. Türkiye’deki feminist ideoloji de ne yazık ki ikici dediğimiz zihniyet biçiminden ve erkekliği değişmez, sabit bir öz olarak görme hatasından korunaklı değiller. Bu nedenle bir kimlik siyaseti olarak feminizmin bazı biçimleri yarı dinsel bir bakışla erkekliği bir tür sosyal felaket, sosyal bir kötülük olarak konumlandırmak gibi bir hata ile maluller.

Oysaki erkeklik ile ataerkillik bir cinsiyet düzeni simgesi olsalar da bütünü ile aynı değildir. Çünkü tıpkı bir kapitalistin kendi iradesine rağmen uymak zorunda olduğu bir kapitalist düzen olarak ataerkillik erkekleri aşan bir yapıya sahiptir. Kurduğu kültürel toplumsal düzen olarak kadın erkek ikiliğini bozan erkeklere karşı bir hizaya getirici olarak iş gören baskı mekanizması olarak çalışır. Bu bakımdan erkeklik bir toplumsal cinsiyet kimliği olmakla birlikte özsel olarak ataerkini içermez. Bu söz konusu sosyal model içinde kurulan rol modeli ile benimsetilir. Erkeklik rolü çoğu kez kadınlar tarafından beslenerek inşa edilir. Ve bu rol modeli küçük yaştan benimsetildiğinden çoğu kez rasyonel olarak bu modelle araya mesafe konsa bile bir yerlerden yine de patlak verir.

Elbette erkekliğin aşılamaz bir yük olduğunu erkekliğin her zaman aynı sonucu vereceği gibi bir tür sosyal felsefi kadercilik savunuyor değilim. Ancak kimlik ve rol modelinin bilişsel olarak farkına varılabilerek önemli ölçüde aşılabilmesi mümkün, ama onu besleyen kültürel yapılar oldukça da aşılması bir hayli zor olacak bir toplumsal bilinçdışı nitelikte taşıdığını göz önüne alıyorum. Bu nedenle kimi erkeklerin kendilerin sorgulamaları, ya da erkeklerin kadın bakışı ile kendilerini yargılamaları sosyal bir olgu olarak ataerkilliği ortadan kaldırmaz.

Ataerkillik ancak besinsiz kaldığında onu benimseyenleri o ağdan dışarı çıkaracak sosyal dönüşümlerle ortadan kaldırılır. Bu nedenle feminizmin her erkeği ataerkinin suç ortağı gören anlayışı sonuç verici olmaktan çok bir kimlik inşasıdır aslında.

Bu nedenle bizdeki feminist yansıma ucu lezbiyenliğe varabilecek radikal ve ayrılıkçı bir feminizm ve onun kurban siyaseti üzerine kuruludur. Bu mantığa göre kadınlar ataerkil sistemin suç ortakları değil, onun kurbanları ve mağdurlarıdır. Bu nedenle de onlar erkeğin yoldaşı değil hasmıdır. Marksizm’in sınıf mücadeleci anlayışını içerecek biçimde kadının kurtuluşu erkekle mücadele vermesinden ve erkekleri hasım ilan etmesinden geçer.

Ayrılıkçı feminizm kadın ve erkek arasındaki cinsel farklılıkların giderilemeyeceği inancına bağlı olarak heteroseksüel ilişkileri desteklemeyen bir feminizm türüdür. Ayrılıkçı feministler, genellikle, erkeklerin feminist harekete katkı yapamayacağına ve iyi niyetli erkeklerin dahi ataerkilliğin dinamiklerini birebir kopya ettiklerine inanırlar. Ayrılıkçı feministler, enerjilerini kullanmayı ve diğer kadınlarla olan bağlarını kuvvetlendirmeyi ataerkil çerçevenin dışından dolaşarak gerçekleştirmeye çalışırlar. Bu durum, çok tipik olarak politik ve sosyal hedefleri elde etmek için yalnızca kadınlarla çalışmayı, sadece kadınları içeren yaşam alanları ve aileler oluşturmayı, çalışma yaşamında ise erkekler için/erkeklerle birlikte çalışmamayı ve erkek çalışan tutulmamasını içerir.

Hatta bunda öylesine aşırılığa varılır ki Julie McCrossin gibi feministler “ölü adamlar tecavüz edemez” ve “onları kümeslerinde öldürün” cümlelerinin aşırı lezbiyen ayrılıkçılığının sloganları olduğunu söyler. Ayrılıkçı feminist Valerie Solanas’ın SCUM Manifesto’su “erkek cinsini yok etme”nin dişilerin görevi olduğunu gündeme getirse de Solanas daha sonra manifestosunun “yalnızca edebi bir araç” olduğunu söylemiştir. Bazı aşırı ayrılıkçı feministler erkeklerin evrim, cinayet veya kürtaj yoluyla zayi edilmesinin savunuculuğunu yaparlar.1

Hiç kuşku yok Türkiye’deki genel feminist söylem erkek karşıtlığını, kimliksel inşa da ötekini dışlama pratiklerini bu kadar aşırı noktalara vardırmamıştır-zaten ayrılıkçı feminizm de ana feminist akım içinde bir azınlık sayılır-ama bu söylemin ayrımcı yanlarını içeren bir söyleyiş biçimi geliştirmişlerdir.

İşte kınamayı kınamak da burada başlar. Nasıl ataerkillik eleştirmeni erkekler kendilerini de ezdiğini düşündüğü egemen erkeklik modeline kafa tutuyor ve bunu yaparken de kendilerinin suç ortaklığını ciddi biçimde ele alıyorsa feministler de kadınların da iktidardan pay aldığını ve doğrudan ya da dolaylı olarak ataerkinin yani erkeksi iktidarı beslediklerini dikkate almalıdır.

Bunu yapmadıkça cinsiyetler arası ilişki bir siyasal-toplumsal sorunu gidermekten çok o siyasal-toplumsal sorun etrafında düşman kamplar oluşturmak ve bu düşmanlık ilişkisinden siyasal fayda devşirmek olacaktır. Bu tür bir mücadelenin ise ne ataerkini ortadan kaldırmak, ne de kadınların bu sistem içindeki mağduriyetini ortadan kaldırmak olanaklı olmayacaktır.

Söze gnostisizm ve onu tezahürleri ile başladık o zaman onunla son bulduralım. Mevlana derki “Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” Umarım bu bilgenin sözleri yolumuzu aydınlatan bir ilke olur.

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.