Henri Lefebvre’e göre, her sosyal mekan o toplumdaki ilişkilerin yansımasıdır. Mekanı sosyal ilişkiler üretir; mekan da sosyal ilişkileri…
İsterseniz Marx’a, isterseniz Weber’e, isterseniz Hz. Ömer’e dayanarak bu tespitleri genişletebilirsiniz: inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınıza inanırsınız… İnancınızdan ötürü çok çalışıp, para biriktiriyor olabilirsiniz; ama bir zaman sonra o para sizi yönetmeye başlayabilir. Para sizin duygu, düşünce, akıl, kalp neyiniz varsa, yönetmeye başlar.
İstediğiniz kadar adına “sosyalizm” falan denmiş olsun; Sovyetler Birliği’nin üretim tapıncının yarattığı kentlerin hiçbir “sosyalist” özelliği olmadı…
Muhafazakar ve kendilerini çok otantik zanneden yönetici elit altında “kalkınan” bugünkü Türkiye kentleri dibine kadar kapitalist; bu mekanlarda Müslümanlar da kapitalistleşiyorlar.
Hiçbir sınıf kültürsüz konuşamaz. Ya da her kültür, sınıflarla ilişkisinde başkalaşır; iç içe olduğu sınıfı da anlatır. Ama bunun tersi de doğrudur: her sınıf kültürünü yaratır.
Düne kadar muhalefette olan; ceberrut devletin altında nefes almaya çalışan, modernleşmeci seçkin sınıflara karşı sosyal adalet mücadelesi veren, yönetimde pay sahibi olmaya çalışan sınıflar da kültürleriyle konuşmaya çalıştılar. Bu çoğunlukla dindarlık dairesi içinde oldu.
Ama bugün “Müslümanlık” paydası altında kendi seçkinlerini üreten ve başkalaşan sınıf, kuralı bozmadıve bu başkalaşımın kültürünü üretti.
Türkiye’deki hakim sınıf konumuna yükselen, adında “Müslümanlık” olan bir sınıfın dünyası, dünyanın herhangi bir bölgesinde görebileceğimiz toplumsal tezahürleri sunmaya başladı.
Bu dünya, “hesap-kitap-tüketim”üzerine kurulu bir dünya… Ve esas derdi gücünü korumak; sınıfsal üstünlüğünü, iktidarını korumak…
Ve bunun için “hiçbir şeyden” kaçınmamak…
Sadece bugüne mahsus da değil; tarihin çeşitli zamanlarında İbadullah örneğini görebileceğimiz sıradanlık söz konusu…
O kadar ki; Sultanahmet’te bomba patlayıp, onlarca insan ölüp, yaralanınca “Turizmimiz etkilenmeyecek , borsa düşmeyecek” diye demeç verebilen sınıfsal, insansız ve ruhsuz bir sıradanlık söz konusu…
Herşeye “yol, bina, kalkınma, para ve ‘ne işe yarar?’” diye bakabilen bir sınıfın kültürü…
Ve “barış isteyen akademisyenler”e dönük linç kampanyasına başladı bu tahakkümün propaganda araçları. Sultanahmet’te insanların daha cesetleri kaldırılmadan…
Evet, akademisyenlerin bildirisi sertti… O bildiride anlatılmak istenen her şey, siyaseten, daha başka şekilde de anlatılabilirdi. Şiddeti yeniden üreten herkese dönük bir şeyler söylenebilirdi.
İyi de… En tepedeki saraydan, avlusundaki kulübedekilere, bahçe duvarlarındaki bekçilere kadar “atalım, asalım, keselim!” diye bağıranların kendilerini bu memleketin patronu hissetmeleri; kolay hedef ilan edilen insanlara mafya destekli, aleni ölüm tehditleriyle varlıklarını sürdürme çabaları başka bir şey anlatıyor olmasın?
Bu ölçüde kendine güvensiz bir rejimin meşruiyet sorunu apaçık… Meşruiyeti eksildikçe, totalitarizme doğru koşusu hızlanıyor.
İşte bütün bu olup bitenler gayet sıradan… Sahip olduğu çıkar dünyası ve meşruiyeti çok kırılgan iktidar sahibi bütün sınıfların ve rejimlerinin gayet bildik yöntemleri…
Gözlüklü insanları bile el emeği ile çalışan insanlara karşı fazla seçkin olmakla suçlayıp, ölüm tarlalarında kurşuna dizdiren Pol Pot…
“Ya onlardan yanasın ya da bizden” diyen Stalin…
Müslüman Boşnakları “hain” ilan eden; etnik temizliğe karşı çıkan herkesi “ihanet”le suçlayan Miloseviç…
“Dışarıdaki tehlikeli düşmanlar” karşısında sürekli iç temizlik yapan Enver Hoca…
Üniversitelerde, sanat dünyasında komünist avına çıkan McCarthy…
Ya da biraz daha gerilerde, hani “biz medeniyetin timsaliyken”, Avrupa’nın geriliğini temsil eden “karanlık orta çağ”…
Hani engizisyonda insan avlayan, cadı avıyla var olabilen Hıristiyan kiliseleri…
Ne kadar benzer ve ne kadar sıradan…