Yazarlar

Başka bir Dünya mümkün – Mehmet Fırat Pürselim

0

“TARİHTE GÜÇSÜZLERİN YARARINA OLACAK ŞEKİLDE

GÜCÜNDEN GÖNÜLLÜ OLARAK FERAGAT EDEN

HİÇBİR GÜÇLÜ ÖRNEĞİ GÖRÜLMEMİŞTİR.”

Ekonominin Gerçek Yüzü, “Güç ve Açgözlülükten Şefkat ve Ortak Faydaya” alt başlığıyla Yeni İnsan Yayınevi’nin Yeşil Politika kitapları serisinden çıkan ekonomiye farklı bir gözle bakmamızı öneren bir kitap. Fizikçi Philip Barlett Smith ile ekonomist Manfred Max-Neef arasındaki uzun süreli diyalogun ürünü olarak sunulmakta. Ekoloji ve sürdürülebilir yaşam konularında aktivist olan İlknur Urkun Kelso kitabın çevirmeni. Yeşil bir zemin üzerine ana akım ekonomiyi simgeleyen çarkların arasına alternatifi temsilen ayçiçeği konularak Cem Doruk Timur tarafından hazırlanan kapak tasarımı, bence orijinalinden daha başarılı.

Genellikle arka kapak yazıları içerikten uzak biçimde -bir futbol terimiyle söyleyecek olursak- takımdan ayrı düz koşu yaparken, burada kitabın başarılı bir özetini ve amacını sunmakta: “Bir toplumun ne kadar adil olduğunu, ekonomik ve mali gücün dağılımı belirler. Bu güç ne kadar yoğunlaşmışsa o toplumdaki adalet o kadar azdır. Bu temel ilişki özellikle denetimsiz piyasayı yücelten neoliberal ekonominin ekonomik paradigması ile ilgilidir. Denetimsiz (sözde ‘serbest’) piyasanın daima ekonomik gücün yoğunlaşmasına, yani adaletsizliğe yol açtığı göz önüne alındığında, ideale daha yakın, daha iyi bir toplum inşa etmek için piyasa paradigmasına eleştirel gözle bakılmalı ve bunun yerine daha insancıl bir alternatif konup konamayacağı sorgulanmalıdır. Bu kitabın esas amacı budur…”  Kitabın önsöz ve giriş bölümlerini arka kapağın genişletilmiş hali olarak okumak mümkün.

Kitap için getirebilecek en önemli eleştiri; tashihe yeterince özen gösterilmemiş olması. Arka kapak yazısı hatta içindekiler bölümü de dâhil olmak üzere yazım yanlışları göze batmakta, bunların dikkatli bir okumayla ikinci basımda giderilmesini dilerim.

On üç bölümden oluşan kitap, Bilgi yerine anlayış’la açılıyor. “Anlamak bütünleşmenin sonucudur, bilgi ise ayrışmanın. Anlamak bütüncüldür, bilgi ise parçacıl,” denilerek, örnekler verilerek, bilgi yerine anlayışın konulması halinde daha adil bir dünyaya ulaşılabileceği açıklanıyor.

Ekonominin toplumdaki işlevi isimli ikinci bölümde, ekonominin yoksulların açlığının doğal olduğu ve bunu ortadan kaldırmaya çalışmanın doğaya aykırı olup düzeni bozacağını göstermek için gerekli savlardan doğduğu anlatılıyor. Bu statükonun devamını sağlamak üzere hukukun yanı sıra bir başka kurum olarak ekonomi disiplinin ortaya çıkışı ve Aristo’nun ‘ev geçindirme sanatı’ olarak adlandırdığı ekonominin zamanla nasıl ‘servet edinme sanatına’ dönüştüğü tarihsel kesiti içinde kısaca açıklanıyor.

Keynesçilik: yükselişi ve çöküşü kısmında, 1929 krizinden sonra Keynes’in önerdiği güçlü devlet müdahalesi ve bayındırlık çalışmaları şeklindeki çözüm anlatılıyor. İki Dünya Savaşı ve Sovyetler Birliği’nin doğuşunun dönemin dinamikleri olduğu, Batılı demokrasilerde halkın topyekûn savaşa desteğini sağlamak için her türlü eşitlikçi ilkenin -daha adil bir toplum yaratmaya niyetleri olmasa da- yöneticiler tarafından kullanıldıktan sonra halkın bunları savaş bittiğinde unutmadığı ve elde etmeye çalıştığı, kapitalizmin karşısındaki ‘komünizm tehlikesini’ bertaraf etmek için bir takım sosyal hakları kabul etmesine dikkat çekiliyor. Bu dönemde hükümetin ekonomik sistemin işleyişine acil müdahalesi, sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerinin ciddi oranda toplumsallaşması ile ilk etapta sağlanan nispi toplumsal adalet durumunun 70’lerden itibaren geriye gidişi, Keynesçiliğin ve daha adil bir dünya umudunun sona erişi anlatılıyor. Yazarların, rekabet ve verimliliğe yönelik dikkat çekici iki tespitini alıntılayarak bu bölümü kapatalım:

“Rekabet ekonomik liberallerin düşüncelerinin kökeninde -liberalizm felsefesinin kaynağında- vardır. Rekabet terazinin diğer kefesinde yer alması gereken işbirliğinden ayrı ele alındığında esasen şiddet içeren bir davranış biçimidir. Kendi haline bırakıldığında tüm silahların çıkarıldığı yıkıcı bir çatışmaya dönüşecektir.” (Kaldı ki ilerleyen sayfalarda büyük şirketler/ekonomilerin küçükleri ezerek, bünyesinde eriterek yok edip, tüm piyasaya egemen olmaları neticesinde rekabeti ortadan kaldırmalarından kaynaklanan çelişkiler de dile getirilmektedir.)

“…hükümeti toplumun refahını sağlama sorumluluğundan arındırma yolunda bir sonraki adım özelleştirmedir. Bunun ardında yatan düşünce hükümetin ilkesel olarak verimsiz olduğu ve özel sektördeki kâr güdüsünün otomatik olarak verimlilik getireceğidir. Burada “verimlilik” kelimesini yalın, araçsal anlamında kullandık. Uygulamaya döküldüğünde ise bunun anlamı bundan böyle verimli demiryollarının ana yol üstünde olmayan kentlerde istasyonu olmayacağı ve postanın ücra bölgelere artık gitmeyeceğidir.”

Dürüstlük ve öncül değerler isimli kısımda, ana akım ekonominin kendi öncül değerleri doğrultusunda ekonomik gerçekliği nasıl manipüle ettiği örneklerle anlatılıyor.

Müspet bilimler hem sosyal bilimlere ve ahlak kurallarına göre toplumca daha bilimsel bulunmakta hem de objektif ve mutlak doğru olarak kabul edilmektedir. Ana akım ekonomistler de müspet bilimleri taklit ederek, toplum gözünde mutlak gerçek olmaya çalışmaktadır. Ancak toplum bilimleri ya da özelinde ekonomiyi atom çekirdeğini inceleyerek geçerli sonuçlar elde eden fizik gibi düşünmek mümkün değildir, çünkü bu bilimler insan davranışlarına dayanmaktadır. İnsanı yok sayarak ekonomi normları ortaya konulursa bunların reel gerçeklerle örtüşmeyeceği, Müspet bilimlerin taklit edilmesi: indirgemecilik, matematiksel modeller ve Pareto bölümünde işleniyor.

Ekonomik büyümenin iyi hatta zaruri olduğuna, herkese zenginlik ve mutluluk getireceğine yönelik yaygın kanının yanlış olduğu, Ekonomik büyüme isimli bölümde ele alınıyor:

“Ekonomik büyümeden dünya nüfusunun sadece küçük bir bölümü yararlanabiliyorken büyümenin yıkıcı etkileri dünya çapında hissedilmektedir. Özetle ekonomik büyüme:

  • Bazı son derece kalıcı etkilere sahip olup temel yaşamsal süreçleri tehdit eden kirleticiler aracılığıyla biyosferi hızla zehirlemektedir.
  • Doğanın Dünya’da yaşayan varlıklara bahşettiği büyük hammadde kaynaklarını tüketmektedir… Bu tükenme tehdidi ise kalan kaynakların kontrolü için savaşlara yol açmaktadır.
  • Aslan payının zaten zengin ve güçlüler tarafından elde edildiği, sürekli artan bir servet akışı yaratmaktadır. Bu akışın çok küçük bir bölümü yoksullara damlamaktadır.
  • Nüfus büyümesi ile birlikte bizimle aynı biyosferi paylaşan diğer türlerin habitatına zarar vermekte, zamanla yaşamın tamamının yoksullaşmasına neden olacak soy tükenmesi hızını artırmaktadır.

Buradan çıkartılabilecek tek sonuç, ekonomik büyümenin herkesin barış içinde ve güvenli bir şekilde yaşayabileceği bir dünyanın yaratılmasına yönelik çabaları engellediği ve engellemeye devam edeceğidir.”

Bu bölümle ilgili sözlerimizi, reklamcılığa yönelik tespitleri alıntılayarak bitirelim: “Reklam endüstrisi neredeyse bir bütün olarak insanların ihtiyaç duymadıkları şeyleri istemelerini sağlamak için çalışmaktadır… Eşyaya sahip olmanın hayata anlam kattığı kurgusunu sürekli vurgulayarak ve maddi şeylere bol bol sahip olunmadığında yaşamın anlamını kaybettiğini ima ederek, reklamcılık yaşamın kendisini alçaltmaktadır.”

Kitap yedinci bölüm olan Küreselleşme ile daha çarpıcı bir anlatıma ulaşmaktadır. Hem verilen bilgiler hem de ortaya çıkan durum karşısında okur sarsılmaktadır.

“Ekonomik özerklik bağımsızlık yolunda etkisi kanıtlanmış bir yöntem olmasına rağmen, modern kalkınmacı söylemde kötü bir söz haline gelmiş; kalkınmadaki etkisi deneysel olarak kanıtlanmış olan yerel endüstrinin korunması ihtiyacının yerini tamamen hayal ürünü olan doğrudan yabancı yatırımın teşvik edilmesi ihtiyacı almıştır. Bu söylemde serbest ticaret ekonomik olarak zayıf ülkelerin “dünya ekonomisine eklemlenmesini” sağladığı için “iyi”dir; gözlemlenebilir gerçeklerin aksine bu eklemlenmenin gelecekteki refah için bir ön koşul olduğu ima edilmektedir. Mevcut uzlaşmacı kalkınma söyleminin diğer bir öğesi ise kalkınmanın GSMH artışı ile eş anlamlı olduğu ve yoksul ülkeler için en iyi kalkınma yolunun kendi sınırları içinde bir sanayi temeli oluşturmak yerine hammadde ve tarımsal ürün ihracatını arttırmak olduğudur… Mevcut söylemin uygulamalarıyla gelişmekte olan ülkelerin nasıl ebedi bir esaret altında tut(tuğu), sonra da bu ülkelerin doğal kaynaklarını -sürdürülebilir bir geleceğe ulaşması için ihtiyaç duyulacak olan kaynakları, tabii eğer ödenmesi mümkün olmayan borçlarla zaten ulaşılamaz hale getirilmediyse- yok etme eğiliminde olduğu (gösterilmektedir.)”

Endüstrileşme ancak endüstrinin ihtiyaç duyduğu (teknik) eğitim, altyapı ve teknolojilerin yerelden kontrol edilmesi ile mümkündür. Bunların kontrolü yabancı şirketlerin elinde ise burada endüstrileşme değil olsa olsa yeni-sömürgecilik vardır; çünkü bu durumda ülke halkının tek rolü ucuz işgücü sağlamak olup, üretilen kazanç yatırımcı şirketin bulunduğu metropole aktarılmaktadır. Şu haliyle neoliberal modelin kendini yeniden üretebilmesi için yoksulluğun bir sine qua non olduğu açıktır.” (Tarafımca altı çizildi.)

“…yeni sömürgeciliğin kurumsal omurgasını Dünya Bankası ve IMF oluşturmaktadır. 1968’de(n) … sonra yoksul ülkelere verilen borçlar akıl almaz düzeyde artmıştır. Bu borçlar geniş kapsamlı ve devasa projeler için sağlanmış, kimi zaman borçlar zorla verilmiştir… Bolluk vaadiyle onları büyük borçlar almaya ikna etmek ve diğer yandan dünya pazarlarının temelini sarsarak bu borçların asla ödenmemesini sağlamak şeklinde iki koldan ilerleyen bu taktik ile yoksul ülkeleri ele geçirmek ve ezmek daha kolaydır. Bu taktikler ulusal muhalefetle karşılaşmayacak ve asker kaybettirmeyecek şekilde, yönetim kurulu toplantı salonlarında gizlice planlanmıştır. Kaçınılmaz şekilde, bir sonraki mantıksal adım da gelmiştir. Borçlu ülkeler zengin ülkelerde imal edilen ithal mallara kapılarını açmaya zorlanmıştır. Bunun iki sonucu olmuştur. Birincisi satışlardan elde edilen kâr, ikincisi ise zaten çok büyük olan borçların daha da büyümesi ve ödenmesinin daha da zorlaşmasıdır.”

“Yoksul ülkeleri düşük bir refah ve bağımsızlık seviyesinde tutma politikası, en az Kraliçe Viktorya döneminde hanımefendilerin hak eden yoksullara verdiği sadakalar kadar rahatsız edicidir. İkisinin de örtülü amacı aynıdır: Yoksulları yoksul kalmaya ve sadaka ile yaşamaya teşvik ederek statükoyu korumak, bu örnekte yoksul ülkelerin asla sağlam bir endüstriyel temel oluşturamamalarını ve kendilerini yoksulluktan çıkamamalarını sağlamak(tır). Durumu daha da kötüleştiren şey ise ihracat ürünlerinin düşük ücretli işçiler tarafından, modern endüstriyel tarım yöntemleri kullanılarak ve genellikle metropoldeki şirketler tarafından satın alınmış çok geniş verimli arazilerde üretilmesidir. Yerel gıda üretimi fiilen kenara -yamaçlardaki verimsiz topraklara- itilmiş olup, bu sırada endüstrileşmiş tarım faaliyetlerinden elde edilen kârın büyük bölümü kırsal nüfusa bırakılmadan metropole gönderilmektedir. 30 yıl önce Yapısal Uyum Programları’nın ön ayak olduğu bu sistemde ülkeler kendi halklarını beslemek için yeteri miktarda ürettikleri temel gıda maddelerini ithal etmeye zorlamıştır.”

“Bunun çarpıcı bir örneği Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) nedeniyle Meksika’nın içinde bulunduğu durumdur. Meksika mısırın anavatanıdır. Mısır Meksika’nın kırsal ekonomisinin önemli bir öğesi olmakla kalmayıp Mayalardan ve hatta daha öncelerden beri halk kültüründe derin bir ruhani öneme sahiptir. Bugün NAFTA nedeniyle Meksika’da tüketilen mısırın yarısı ABD’den ithal edilmektedir. Bu ithal mısırın tamamı devlet teşvikiyle üretilmekte ve büyük bölümü gen aktarımlı, yani genetiği değiştirilmiştir. Bunun sonucu binlerce köylünün büyük kentsel alanlarda olmayan işlerde çalışmak umuduyla arazilerini terk etmesi olmuştur. Ayrıca gen aktarımlı çeşitlerle çapraz tozlaşma nedeniyle bazı yerel mısır çeşitleri ciddi zarar görmüş ya da yok olmuştur. Ancak Meksika’nın GSMH’sı birkaç puan artmıştır ve neoliberal öğretiye göre önemli olan tek şey budur.” (Tarafımca altı çizildi.) (Meksika örneği kadar çarpıcı bir diğer örnek de sanırım Türkiye’dir. Kısa süre öncesine kadar ders kitaplarında, dünyanın kendi kendini besleyen yedi ülkesinden biri olarak anlatılan Türkiye için de durum maalesef benzer biçimde vaki olmuştur.)

Bu bölüm öylesine çarpıcı ki, aradan çekilerek kitaptan alıntılarla devam edelim.

“Küreselleşme yoksul ülkeler için kötü sonuçları olan bir politika olmakla kalmayıp eski moda sömürgecilikten farksızdır. ‘Beyaz adamın esmer tenli yükü’nü barbarlığın lanetinden kurtarıp bizim medeniyet seviyemize yükseltme görevinin kutsallığı ile -Hristiyanlık’la ilişkilendirerek- övünenlerin torunları bugün bu ülkelerin dünya piyasasına entegre edilmesine yardım etmemiz gerektiğini söylemektedir. Bu sayede bu ülkelerin vatandaşları; para biriktirmeyi dert etmelerine gerek kalmayacak kadar düşük maaşlarla, çalışma koşullarının iyileştirilmesine kafa yormalarına gerek kalmasın diye sendikalaşma hakkından mahrum oldukları, uymaları gereken sinir bozucu iş güvenliği kuralları bulunmadığı, bir kaza geçirirlerse sayfalarca form doldurmak zorunda kalmasınlar diye tazminatın adının bile duyulmadığı metropol şirketlerine ait fabrika ya da endüstriyel çiftliklerde çalışma ayrıcalığına sahip olabilecektir.”

Bu bölümde ayrıca küreselleşme Kosta Rika örneği üzerinden incelenmiştir. “SA’nın (Yapısal Uyum) Kosta Rika halkını dilenci durumuna düşürmekle kalmayıp gelecekte sürdürülebilir bir Kosta Rika yaratma olanaklarını da ortadan kaldırdığını söylemek hiç de abartılı değildir. Küresel ekonomi trenine bir kez binenin bir daha inemediği görülmektedir. Bu ülkeler borçlarını ödeyebilmek için ihracatı arttırmaya ve sosyal harcamalarını azaltmaya devam etmek zorundadır. Zenginlerin milli gelirden aldığı pay gittikçe büyümekte ve bu pay dışarıdan gelen -…elitin yaşam tarzına katkıda bulunan- lüks tüketim mallarına harcanmaktadır. Bu düşüş çizgisi bir türlü durdurulamamaktadır; çünkü ülke tamamen kredilere bağımlı hale gelmiştir ve ekonomisi tamamen çökmediği sürece bu kısır döngüden çıkması mümkün değildir. Bu sırada ülkenin kaynakları öylesine tüketilmektedir ki, çok uzak gelecekte bile olsa sürdürülebilirlik bir sorunsal haline gelmektedir. Bir ülke yapısal uyuma bir kez boyun eğdi mi bir daha yakasını kurtaramamaktadır.” Tümevarım yöntemiyle, küreselleşmenin Kosta Rika için tespit edilen sonuçlarının diğer ülkeler için de benzer olduğunu söylemek sanırım çok yanlış olmayacaktır.   

Şefkat’in hemen başında böyle bir bölüme yer verme sebeplerini, “…ekonomi disiplininin, kuramda ve uygulamada, kendini toplumumuzdaki adaletsizlikleri, özellikle de, dünya topluluğun daha az talihli üyelerinin yaşamları bakımından tüm insanlık dışı sonuçları ile yoksul-zengin ayrımını savunmaya adamış…” olmaları şeklinde açıklamışlardır. De Sismondi’nin 1819 yılında basılan Siyaset Ekonomisinin Yeni İlkeleri’nin yazarlar ve insanlar için esin kaynağı olmayı sürdürdüğünden dem vurarak bu kitaptan bolca alıntı yapmışlardır: “Devlet yönetimi bir toplum olarak bir araya gelmiş insanların mutluluğunu hedefler, ya da bunun hedeflemelidir. Yönetim bu insanlara tabiatlarına uygun olan en yüksek refahı sağlamanın ve aynı zamanda bu refahtan mümkün olan en yüksek sayıda bireyin pay almasının yöntemlerini arar… Yönetici aynı anda hem toplumsal örgütlenme sayesinde insanlığın ulaşabileceği hak seviyesini, hem de bu mutluluğa herkesin eşitlikçi bir biçimde katılmasını gözetmelidir. Herkesin eşit derecede mutlu olabilmesi için bazı özel bireylerin gelişimi engeller, kişilerin akranları arasından yükselmesine izin vermez ve insanlığa örnek ve herkesin yararına olacak keşiflere rehber olarak kimseyi sunmazsa bu görevini yerine getirmiş sayılmaz. Ancak, bu üstün yetenekli kişilerin gelişimi dışında bir sebep olmadan, diğer vatandaşların acı çekmesi ve düşkünlüğü pahasına küçük bir grubu onlardan üstte tutuyorsa yine bu amaca ulaşmış olmaz… Üst sınıflarda en yüksek mutluluk seviyelerine ulaşılmış, tüm yetenekleri gelişmiş, tüm haklar korunmuş, tüm zevkleri sağlanmış başarılı bireyler bulunsa bile büyük insan kitlelerinin mahrumiyette, varoluş ile ilgili endişelere, iradesini bastıracak, ahlakını bozacak, kişiliğini zedeleyecek herhangi bir şeye sürekli olarak maruz kaldığı bir ulus köleleşmiştir.”

Dünya üzerinde 1 milyar aç insan bulunmaktayken ve bu hayatların kurtulması için 30 milyar $ yeterliyken, gelişmiş ülkeler göstermelik birkaç tedbir dışında kılını kıpırdatmamaktadır. Oysaki özel bankaları kurtarmak için altı büyük merkez bankası kısa süre içinde 17 trilyon $ kaynak aktarabilmektedir. Kitabın yazarları bu durum karşısında hayatları mı yoksa bankaları mı kurtarmamız konusunda nasıl bir seçim yapmamız gerektiğini, Çarpışmaya giden dünya ve yeni bir ekonomi ihtiyacı isimli bölümde tartışmaktadır. Egemen modeli ayakta tutan efsaneleri,

1-      Kalkınmanın tek etkili yolu küreselleşmedir

2-      Dünya ekonomisine daha iyi eklemlenmek yoksullar için iyidir

3-      Karşılaştırmalı üstünlük başarılı bir dünya yaratmak için en etkili yoldur

4-      Daha fazla kürselleşme daha fazla istihdam demektir

5-      Dünya Ticaret Örgütü demokratik ve hesap verebilir

6-      Küreselleşme kaçılmazdır, olarak sıraladıktan sonra bunları tek tek çürütmektedirler.

Kurtuluşun insan ölçekli bir ekonomide olduğunu söyledikten sonra kısa bir kurtuluş reçetesi de sunulmaktadır:

1-      Paranın mümkün olduğunca ortaya çıktığı yerde akması ve dolaşımı için yerel para birimlerinin kullanılması. Paranın ortaya çıktığı yerde en az beş kez dolaşımı ile küçük bir ekonomik patlama yaratılabileceği ekonomik modellerle ortaya konulabilmektedir.

2-      Tüketimi piyasaya yaklaştırmak için mal ve hizmetlerin mümkün olduğu kadar yerel ve bölgesel olarak üretilmesi.

3-      Tarife ve kotalar aracılığıyla yerel ekonomilerin korunması.

4-      Tekelleşmeden kaçınmak için yerel işbirlikleri kurulması.

5-      Enerji, kirlilik ve diğer olumsuz etkiler için ekolojik vergiler.

6-      Yerel ekonomilere geçiş sürecinde verimliliği ve eşitliği sağlamak için daha fazla demokratik kararlılık.

Onuncu bölümde, 21. yüzyıla uygun insancıl bir ekonomi başlığı altında, yaşadığımız sorunlar ve çözümü için yapılabilecekler sıralanmıştır:

1-      İnsanlar ekonomiye değil, ekonomi insanlara hizmet etmelidir.

2-      Kalkınma nesnelerle değil insanlarla olur.

3-      Büyüme ile kalkınma aynı şey değildir ve kalkınma için büyüme şart değildir.

4-      Ekosistemin sunduğu hizmetler olmaksızın ekonomi mümkün değildir.

5-      Ekonomi daha büyük ve sonlu bir sistem olan biyosferin alt sistemidir; bu yüzden kalıcı büyüme mümkün değildir.

ABD: yetersiz gelişen bir ulus, bölümünde dünyanın en zengin ve en gelişmiş ülkesi olduğu iddia edilen ABD’nin aslında yetersiz gelişen -iyiden kötüye doğru giden- bir ülke olduğu ortaya konulmaktadır. Dünyanın en zenginlerinin yaşadığı ABD’de aynı zamanda dünyanın yoksul ülkelerindeki en savunmasız insanlar kadar acı çeken milyonlarca insanın yaşadığı bilimsel verilerle ortaya konulmaktadır. Öyle ki işçinin kazandığı 1 $’a karşılık CEO’nun geliri 500 $’ı bulmaktadır. En zengin 400 Amerikalının serveti nüfusun %50’sininkinden fazladır. Yani ABD’de 400 kişi 155 milyondan daha ağır basmaktadır.

Zehirsiz ekonomi eğitimi bölümünde, güçlü lobileri sayesinde üniversitelerde ağırlıklı olarak ana akım ekonomilerin okutularak, alternatif ekonomilerin yok sayılması eleştirilmektedir.

Son bölüm olan, Uygulama: köylerden küresel bir düzene doğru’da gerçekleşmiş örnekleriyle insancıl bir ekonominin yaratılmasının ve bunun köylerden küresel bir düzene yayılmasının mümkün olduğu ortaya konulmaktadır. Kolombiya’da Minga Asoryarcocha adlı birliğin önderliğinde oluşan inisiyatif ve İskandinav ekobelediyelerin başarıları incelenmektedir.

Bu kitapta ekonominin gerçek yüzü tüm çirkinliğiyle ortaya konulurken alternatifi de sunulmaktadır ve hepimiz inanırsak başarabiliriz denilmektedir: “Elimizde iki paralel dünya var. Biri siyasetle, rekabetle, aç gözlülükle ve güçle ilgilenen ve her şeyin kontrol altında olduğu izlenimi veren dünya; diğeri ise eşitlik, refah, yaşama saygı ve dayanışma ile ilgilenen ve hiçbir şeyi kontrol altına almayan, ama durdurulamaz bir sivil toplum yer altı hareketi olarak büyüyen ve genişleyen dünya. Bunların ilki, ezici gücü ve varlığına rağmen, gittikçe derinleşen krizlerinden de anlaşıldığı gibi katılığı, dogmatizmi ve büyüme fetişizmi yüzünden savunmasız ve sürdürülebilir olmayan bir dünyadır. İkincisinin ise dağınıklığı, çeşitliliği, son derece güçlü bir şekilde bağımsız olması ve kaotik yapısı sayesinde ne boynunun vurulması ne de çökertilmesi mümkün(dür). Bu paralel dünyaların varlığı güç ve bireyselliğin dünyasından dayanışma ve topluluklar dünyasına doğru hareket ettiğimizi, ya da en azından hareket etmeye niyetlendiğimizi göstermektedir. Çevre felaketlerine ve insanların çektiği tüm acılara karşı tepkiler her yerde yükselmektedir. Hareketin tüm bileşenlerinin temelinde egemen ekonomik modelin kökünden değişmesi gerekliliği yatmaktadır.” Doğaya, insanlara, yaşama saygılı başka bir dünya umudunu sıcak tutan Ekonominin Gerçek Yüzü ve benzeri kitapların çoğalması, çoğalırken de bir şeyleri değiştirmesi umuduyla yazıyı bitirirken bir dilek fenerini gökyüzüne salıyorum.

MAYIS – 2013

Ekonominin Gerçek Yüzü, Philip Barlett Smith – Manfred Max-Neef, Yeni İnsan Yayınları, Yeşil Politika, 264 Sayfa.

 

Mehmet Fırat Pürselim

More in Yazarlar

You may also like

Comments

Comments are closed.