Refik Durbaş’ın “Çırak aranıyor” adlı şiirinin[1] “Gurbet ne yana düşer usta/sıla ne yana/ Hasret hep bana/ bana mı düşer usta? dizelerindeki gibi hissemize hukuk ve adalete duyduğumuz hasret düşüyor hep. Hatta son birkaç aydır bu hasreti daha yoğun ve sert şekilde yaşıyoruz.
Hangi birini öncelikli sayalım? Meclis’in yeni döneme başlamasıyla sokak hayvanlarının katline yol açan devlet anlayışının ülkeyi “Hayırsız Ada” ya dönüştürmesini mi? İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasıyla hız kesmeden art arda işlenen kadın cinayetlerini mi? Çocuklara yönelik tecavüz ve cinayetlerdeki artışı mı? Durmayan kan kaybı gibi ormanlarımızla tarım arazilerinin şirketlere rant kazandırmak için parsel parsel teslim edilmesini mi? İstanbul/Esenyurt, Mardin Büyükşehir ve Batman/Halfeti’de seçilmişlerin özgürlüklerinden mahrum edilerek halkın iradesine el konulmasını mı?
Nedenlerini bu yazıda tartışmanın mümkün olmadığı bir tarihselliğe ve sosyopolitik arka plana temellenen Türkiye’deki demokrasi kapasitesinin daralmasında, neoliberal politikalar eşliğinde demokrasinin kurumlarının işlevselliğini tamamen yitirmesi ve ivmesi artan otoriterlik doğrultusunda sivil haklarla basın özgürlüğünün sınırlanması kuşkusuz en önemli etkenlerdir. Dünya genelinde 167 devletin karşılaştırıldığı Demokrasi Indeksi’nin 2023 yılı verileriyle hazırlanan rapora[2] göre Türkiye’nin son beş yıldır istikrarlı şekilde 103 ya da 102. sırada olması ise bu demokrasisizliğin 2016 yılında başlayan OHAL uygulamalarını 2018 yılı itibariyle yasal zemine çeken Cumhurbaşkanlığı Hükümet Siteminin ürünü olduğunu tesciller.
Bunlar daha ‘iyi günlerimiz’ mi?
Bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken, zaten neoliberal pratiklerle frenlenmiş olan toplumsal dinamik ve mekanizmaların AKP rejiminde karşılaştığı baskı ve zor araçlarıyla kuşatıldığı şartlarda nasıl bir direnişin örülebileceğidir. Ranciere‘in “Siyasetin pasifleşmesi, koşulların eşitliği denilen yeni toplumsallığa bağlıdır” ifadesine [3]karşılık gelen şekilde bu makale de 22 yıllık AKP iktidarının hegemonyasını inşa etmesini sağlayan kutuplaştırıcı, popülist ve manipülatif araçları bu kez daha da bozulan ekonomik koşullar ve kaybedilen yerel seçimler nedeniyle siyasal bekasını korumak için kullanacak olması bakımından ihtiyaç duyduğumuz yeni toplumsallığın inşasına katkı yapmayı amaçlıyor.
Bilhassa herkesin hak kaybına uğraması Ranciere’nin işaret ettiği koşullar eşitliğine karşılık geldiği üzere, yeni toplumsallık ancak ekoloji, kent hakkı, işçi ve emeklilik hakları, temsil hakkı, seçme ve seçilme hakkı, kadın hakları, çocuk hakları için gönüllü olarak yürütülen çeşitli mücadele dinamik ve öznelerinin meseleye ezilen sınıf gözlüğünden bakması ve birbirinin hakkını savunmasıyla inşa edilebilir. Zira en son ekim ayında TBMM Adalet Komisyonu‘nda “Etki ajanlığı” düzenlemesinin kabul edilmesi de sivil girişim, eylem ve etkinliklere suç isnat edilmesini kolaylaştırması bakımından zor uygulamalarının dozunu artıracağını ortaya koymuştur. Dolayısıyla “Bunlar daha iyi günleriniz” savının altını dolduran şekilde alt ve orta sınıflar için yoksulluk ve yoksunluk tırmandırılırken demokrasiye alan bırakmayan baskıcı müdahale ve zor uygulamalarıyla iktidarın bildiği yoldan ilerlemesi önümüzdeki süreçte hak ve adalete hasretin daha da büyüyeceğine, yani sınıfsal koşulların daha da eşitleneceğine işaret değil midir?
Bilindiği gibi son aylarda öne çıkan katliam projelerinden biri de Kazdağları’nda. En az üç köyü ortadan kaldırıp 55 köyün su kaynağını kurutarak 600 dönüm tarım arazisini yutması, binlerce belki de daha çok cana ev sahipliği de yapan 1 milyon ağacın kesilmesi devlet tarafından kabul gören ve desteklenen Cengiz Holding’e ait Halilağa Bakır/Altın Madeni projesi en acil toplumsal müdahale gerektiren sorunlarımızdan. Maden ya da enerji projeleri için milyonlarca ağacın kesilmesine yeterince tanıklık etmedik mi? Artık bildiğimiz mücadele yöntemlerinin ötesinde daha kitlesel ve uzun erimli bir direnişin başlaması gerekmiyor mu? Üstelik bu saldırılar AKP’nin yaygın uygulaması olan “ÇED gerekli değildir” varsayımıyla kolaylaştırılırken.
Bu bağlamda Kazdağlarındaki kesim için ÇED’in gerekli görülmediği projeye siyaseten verilen ÇED Olumlu Kararı’nın iptaline karşı Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Çan Çevre Derneği, Ayvalık Tabiat Derneği, Ege ve Marmara Çevreci Belediyeler Birliği ve 95 yurttaş tarafından Danıştay‘a taşınan dava devam ederken başlanması söz konusu. Bu durum da eğer ormanlarımızı vermeyeceksek yeni bir Akbelen Direnişinin başlamasının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Kaldı ki, iklim krizi koşullarında gerek doğal gerek rantsal nedenlerle yangınlarda kaybedilen ormanların aşırı kuraklık ve erozyonu önlemesi için korunması gerekirken, Kazdağları’nda fiziki kesimin yanı sıra yüzlerce binlerce yıl toprakta kalarak ekokırım nedeni olan kimyasal saldırıyı öngören kararın kendisi vatana ve gezegene ihanettir. Bu savı dava süreci kapsamında bilirkişilerin “kamu yararı yoktur ve gerçekleşmesi halinde yöreye geri dönüşsüz zararları olacaktır’’ tespiti de destekler.
Şimdi toplumsal direniş zamanı
Açıkçası gün, Erzincan İliç’teki siyanür faciasının bir benzerinin Kazdağları’nda yaşanmaması fakat bunun da öncesinde ormanların savunulması, kesilmemesi için direniş ağlarının hızlıca örülmesi gereken gündür. Ormanı savunmak için Türkiye’nin dört bir tarafından kafileler Kazdağlarında belki de aylarca yıllarca sürecek nöbete destek verirken İstanbul ve Ankara’da olduğu gibi eş zamanlı eylemler yapılmış olması bundandır. Ancak mücadele ağlarında yer alan geniş insan kitlelerine sahip siyasi partilerin, kamu kurumu niteliği haiz meslek örgütlerinin, yerel yönetimlerin ve sendikaların temsilci göndermek ya da ilçe örgütleri düzeyinde desteklemek dışında kitlesel dahlini beklemek gerçekçiliğe uzak düşebilir.
Ekoloji mücadelesinde “kurumların sessizliği” olarak yorumlanan ve tartışılan bu durumun doktora tezimin[4] bazı bulgularından yararlanarak 12 Eylül 1980 Askeri Darbesiyle Türkiye’de uygulamaya konulan neoliberal politikaların ürünü olduğunu söyleyebilirim. Zira kurumların yasal çerçeveden siyasal rejimle etkileşim içinde olması neoliberal dönüşümlerini tetiklemişken AKP rejiminin giderek artan otoriterliği de kurumları iktidarın kutuplaştırıcı ve popülist uygulamalarıyla doğrudan karşı karşıya getirmiştir. Bugün gelinen noktada siyasal iktidarın kanun hükmünde kararnamelerle iş kaybına yol açan müdahaleleri ve uyguladığı baskı neticesinde kurumlar azalan insan ve maddi kaynaklarını kamu yararından ziyade kuruluş nedenlerini teşkil eden üyeleriyle dayanışmaya yönlendirmek zorunda kalmış, kurumların ekoloji mücadelesine verdikleri destek de saldırının tsunami gibi geldiği şartlarda dahi temsilcilikle sınırlanmıştır.
Dünya genelinde özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalıştırmaya bağlı olarak güvencesizliğin yaygınlaştığı neoliberal uygulamalar sendika üye sayısının azalmasına dolayısıyla sendikaların üyelik aidatlarından yoksun kalmasına neden olmuş, siyasal iktidarın simbiyotik sendikacılığı etkinleştirmesi de sendikaların toplu pazarlık gücünü tüketen bir etki yapmıştır. Kurum kategorisine giren siyasi partiler ise ‘80lerden itibaren hazineden pay almak ve lider odaklı parti politikası izlemek suretiyle oligarşik yapıya bürünmüşken parti içi demokrasi tartışılır hale gelmiştir.
Anayasada kamu yararı için faaliyet gösteren kamu kurumu niteliği haiz meslek örgütleri de geçmişte toplumsal direniş ağlarında öne çıkarken OHAL itibariyle üyelerine yönelik şiddet ve meslekten soğutan uygulamalar neticesinde örgütsel kan kaybı yaşamakta olup kamu yararı gözeten faaliyetlerini de üyelik aidatlarından mahrum kaldıkları için gerçekleştirememektedir.
Ekoloji alanında görülen, geçmişte etkin ve etkili eylemler gerçekleştirmiş olan insan ve maddi kaynak sahibi bazı dernek ve sivil toplum kuruluşları ise ‘90lardan itibaren neoliberal politikalar çerçevesinde faaliyetlerini fon almak ve sermaye kesimleri ile iltisaklı olarak gerçekleştirdikleri gerekçesiyle eleştirilmiş, toplumsal güçler arası bu uyumsuzluk da zamanla güvensizlik ve kırılmalar şeklinde cereyan etmiştir. Bunun üstüne AKP iktidarının doğrudan hedef aldığı derneklerin zamanla eylemlerini azalttığı, ekoloji mücadelesine desteklerinin rapor ve araştırma sunmakla sınırlandığı dikkat çekicidir. Bilhassa OHAL dönemi itibariyle artan baskı ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilen süreçte “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun” üzerinden kurumsal derneklerin yasal olarak kontrol altında tutulmasını kolaylaştırması da bazı derneklerin ekoloji mücadelesindeki görünürlüklerini olumsuz etkilemiştir.
Sonuçta otoriterliği artan rejimde genel olarak faaliyet ve etkinlikleri yapısal olarak kısıtlanan kurumların ekoloji mücadelesindeki etkinlikleri de temsilcilik ve fikri takiple sınırlı kalmış görünmektedir. Kazdağları Savunması köylüler ve yereldeki ekoloji örgütleriyle direnişe destek veren bölgesel ve ulusal ölçekteki ekoloji ve hak mücadelesini üstlenmiş toplumsallığın direnişine dayanması bakımından Akbelen’in kardeşidir. Özetle yerel direniş ağlarına eklemlenen dayanışma ağları yani yeni toplumsallık demokrasiye alan bırakmayan siyasal iktidarın saldırılarına karşı yaşamı yeniden yeşertmek için izlenecek istikametin pusulası olacaktır.
*
[1] Durbaş, R. (2016). Çırak aranıyor. Islık Yayınları.
[2] Democracy Index (2023).https://www.eiu.com/n/campaigns/democracy-index-2023/
[3] Rancière, J. (2007). Siyasalın kıyısında. Metis Yayınları. S 34, çev: Kılıç, A. U.
[4] Demircan, P. (2023). Neoliberal politikalar bağlamında nükleer karşıtı hareketin dönüşümü: Mersin ve Sinop incelemesi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniv. Sosyoloji Anabilim dalı, yayımlanmamış doktora tezi