Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eşsözcüsü Arif Ali Cangı‘nın 24 Mart Pazar günü İzmir Tepekule Sergi Sarayı’nda gerçekleşen Barış ve Anayasa Paneli‘ndeki konuşmasının tam metnini yayınlıyoruz
* * *
Kürt meselesinin çözümü yolunda önemli bir sürecin yaşandığı bu günlerde, barış ve anayasa birbirini tamamlayan kavramlar halini aldı. Öyle ki barış olmadan yeni bir anayasa yapmanın koşulları yok, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik ve ekolojik bir anayasa yapmadan da barışın sürekli olma şansı yok.
Kürt Meselesinin Çözümü ve Barış Süreci;
Öncelikle başlatılan sürece ilişkin görüşlerimizi paylaşmak istiyorum. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak, başlatılan süreci önemsiyoruz, Türkiye’de barışın sağlanması sürecinin önemli bir evresinde bulunduğumuzu, Kürt meselesinin barışçı ve demokratik çözümü için diyalogun gerekli olduğunu, ancak müzakerelerle kalıcı ve anlamlı bir sonuç alınacağını düşünüyoruz.
Yıllardır süren bu savaşın sona erdirilmesi için hızlı sonuç alacak bir müzakere sürecinin işletilmesi, daha fazla can kaybının ve toplumsal hasarın önlenmesi için hayati önemdedir.
Bu nedenle üç gün önce Diyarbakır’daki muhteşem Newroz buluşması ve Abdullah Öcalan’ın barış sürecine ilişkin yaptığı çağrı önemsenmelidir. Artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş durumdayız.. Şimdi herkesin bu yolda kaza yapmama, sürecin sabote edilmemesi için çaba harcama sorumluluğu var.
Diğer yandan sözlerin, çağrıların hayata geçirilmesi, uygulanması için de azami çaba harcanmalıdır. Örneğin Öcalan’ın çağrısında geçen PKK’nin silahlı unsurlarının sınır ötesine çekilmesinin gerçekleşmesi için bunun güvenli ve güvenceli yollarının açılması gerekir. Mecliste bunu denetleyecek bir komisyon oluşturmalı, gereken yasal düzenlemeler ivedilikle çıkartılmalıdır.
Çekilen gruplara müdahale edilmemelidir, yapılacak en ufak bir müdahalenin şiddeti ve çatışmayı geri getireceği unutulmamalıdır.
Kürt meselesinin çözümü için sadece çatışmaları durdurmak da yetmeyecektir. Kürt halkının haklı taleplerinin demokratik ve sivil zeminde tartışılmalı ve karşılanmalıdır.
İlk iş olarak, anayasa, yasalar ve kurumlar ‘gönüllü yurttaşlık’ zeminini güçlendirecek; toplumdaki farklı dilleri, kültürleri ve kimlikleri güvence altına alacak eşitlikçi bir zemine uygun demokratik bir içeriğe kavuşturulmalıdır.
Yapılması gereken öncelikli işlerden birisi de faili meçhulleri, hak ihlallerini araştıracak bir ‘Hakikatler Komisyonu‘nun kurulmasıdır. Diğer yandan çatışma ortamının yarattığı güvensizliğin ve önyargıların giderilmesi için kültürlerarası etkileşimin yaygınlaşması önlemler alınmalı, eşit koşullarda bir arada yaşama ortamı güçlendirilmelidir. Ortak ve eşit yaşam kültürünün sağlanması açısından, bugüne kadar çatışmalarda hayatlarını kaybeden insanların hepsi hakkında saygılı bir dil kullanmak, özellikle kayıp yakınlarının yasına saygılı davranmak, siyasal olduğu kadar insani bir gerekliliktir.
KCK davalarındaki hiç bir silahlı eyleme katılmadığı halde tutuklu bulunan siyasetçiler, avukatlar, gazeteciler ve diğer sanıklar hemen salıverilmelidir.
Bunun yanı sıra doğrudan toplumu ve halkları ilgilendiren sivil toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin, sendikaların, aydın, yazar, akademisyen çevrelerin ve siyasal partilerin toplumda barış ortamını geliştirecek çalışmaları kolaylaştırılmalıdır. Bu kapsamda iyi seçilmiş “akil insanlar” grubu oluşturulması barış ortamının hazırlanmasına katkısı olabilecektir.
Kürt meselesinde çözümün Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü açacağı akıldan çıkarılmadan, genel siyasi af gündeme alınmalıdır.
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak barış ve demokratik çözüm sürecinde üzerimize düşen bütün adımları atmak; eşitlik, gönüllü birlik ve şiddetsiz çözüm adımlarını geliştirmek için imkanlarımızı sunmakta kararlıyız.
Barışın Anayasası;
Bugün Türkiye’de barışın sağlanmasının yanı sıra gerçek bir demokratikleşme için en acil ihtiyaç, 12 Eylül düzeninden kurtulmaktır. Bunun başlangıcı da yapılan onlarca değişikliğe rağmen hala otoriter, baskıcı ve yasakçı bir nitelik taşımaya devam eden Anayasa’nın temelden değiştirilmesi; özgürlükçü, eşitlikçi, ekolojik, sosyal ve demokratik, yepyeni bir Anayasa yapılmasıdır.
Demokratik, şeffaf ve sürekli katılıma açık bir yöntemle yazılmayan, bu doğrultuda herkes için ifade özgürlüğünü güvence altına alacak yasal düzenlemeleri yapmadan hazırlanan bir anayasayla hedeflenen demokratikleşmeye ulaşılamaz. Mecliste yürütülen çalışmalar demokratiklik, şeffaflık ve katılımcılıktan uzaktır. Anayasa çalışmaları meclisteki siyasi partilerin kırmızı çizgileriyle restleştikleri, zaman zaman Başbakan’ın “bizimle uzlaşmazsanız, biz de kendi anayasamızı yaparız” tehditleriyle geçiyor. Öncelikle bu sürecin normalleşmeye ihtiyacı vardır.
Barışı sağlayacak ve sağlamlaştıracak yeni anayasa toplumsal adaleti sağlamalıdır. Toplumsal adalet, özgürlükçü, eşitlikçi, ekolojist ve demokrat bir siyasetin yön verici ve düzenleyici ilkesidir. Küresel ve yerel düzeyde özgürlük ve eşitlik, ancak adalet ilkeleriyle tamamlandığında, demokratik toplumsal ortak yaşamın taşıyıcı öğeleri olur.
Biz, toplumsal adaletin gerçekleşmesi için. iktisadi adalet, tanınma adaleti, çevre ve iklim adaleti, katılım adaleti diye adlandırdığımız dört alanda adaletin sağlanması gerektiğini düşünüyoruz
TANINMA ADALETİ;
Bir ülkede herhangi bir etnik, dinsel ve cinsel farklı kimlik dışlanıyorsa, aşağılanıyorsa, yok sayılıyorsa tanınma adaleti yoktur.
Biz birbirimizden farklıyız. Müslümanız, Hıristiyanız, Sünniyiz, Aleviyiz, ateistiz, yeşiliz, sosyalistiz, demokratız, Kürdüz, Ermeniyiz, Rumuz, Çerkeziz, Lazız, Türküz, Azeriyiz, Gürcüyüz, Pomakız, kadınız, erkeğiz, LGBT bireyleriz, Hemşinliyiz, Süryaniyiz, Arabız, Türkmeniz, Tatarız, Yahudiyiz, Romanız, Boşnakız, Nusayriyiz, Ezidiyiz..
Biz biliyoruz ki, aynı zamanda, aynı coğrafyada ortak bir yaşamı paylaşanların hiçbiri diğerlerinden üstün değildir ve olmamalıdır.
Biz, bu ülkede yaşayan her farklı etnik ve inanç grubunun, her halkın, farklı cinsiyet kimliklerine sahip her bireyin “anayasal yurttaşlık” çerçevesinde, eşit olmasını istiyoruz.
Tanınma adaletinin sağlanabilmesi için farklı kimlikler ve kültürler anayasal güvence altına alınmalıdır.
Herkesin kendi anadilini geliştirmesi, eğitim ve öğrenimini kendi ana-dilinde yapması hakkı güvence altına alınmalı, çok dilli kamu hizmetini de içeren yerinden yönetim uygulamaları geliştirilmelidir.
Bize göre yeni anayasada yurttaşlık yaklaşımımızın temelinde yatan anlayış, ortak bir zamanda, ortak bir mekanda, ortak bir yaşamı paylaşan eşit ve özgür insanların gönüllü birlikteliği olmalıdır.
Bunun için vatandaşlık tanımında Türklük vurgusu yerine, Türkiye vatandaşlığı ve ulusal vurgu yerine ortak insani değerler öne çıkarılmalıdır.
“Türkiye Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, hangi dilsel, etnik, dinsel, mezhepsel ve cinsiyet kimliğinden olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” düzenlemesiyle tanınma adaleti sağlanabilecektir.
Katılım adaletini sağlayacak bir diğer düzenleme de ayrımsız tüm ibadet mekanlarına eşit hukuki güvence sağlanmalı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır.
KATILIM ADALETİ;
Bir ülkede siyasal alanın çoğulculuğunun önünde yasal, fiili ve kültürel engeller varsa, demokratik işleyiş gerçekleşmiyorsa, siyasal katılım eşitsizliği yaşanıyorsa katılım adaleti yoktur.
Katılım adaleti, “ortak bir zamanda ve mekânda ortak bir yaşamı paylaşan insanların bu yaşamı düzenleyen ortak kararların alınmasında eşit söz sahibi olması”dır. Bu da ancak demokratik bir siyasal düzende gerçekleşebilir.
“Siyaset yapmak”; ortak sorunlarımıza ortak çözümler üretmektir, aynı coğrafyayı paylaştığımız eşit ve özgür insanlar arasında, sorunları anlamak, yorumlamak ve geleceğin nasıl olmasını istediğimizi belirlemektir, ortak görüş ve irade oluşturmak için çaba göstermek, emek harcamaktır.
Katılım adaleti, demokratik düzenin bir gereğidir. Yeni anayasanın demokratik olabilmesi, katılım adaletini sağlamasına bağlıdır.
Bunun için öncelikle, temsilde adaleti sağlayacak siyasal alanı demokratikleştirecek düzenlemelere ihtiyacımız vardır..
Kadınların, LGBT Bireylerinin, gençlerin, engellilerin temsil edilmediği bir yerde katılım adaletinden söz edilmez.
Yeni anayasa, karar alma mekanizmalarına toplumun tüm kesimlerinin eşit katılımını sağlayacak düzenlemeler içermelidir.
ÇEVRE VE İKLİM ADALETİ;
Kapitalist ve endüstriyel kalkınma ve büyüme anlayışı, enerji oburluğu, tüketimcilik, doğa ve canlı yaşamının tahribatı, küresel iklim değişikliği ve ekosistemde yıkımlar varsa çevre ve iklim adaleti yoktur.
Çevre sorunları ve iklim değişikliğinden hepimiz etkileniyoruz. Sağlıklı suya ve gıdaya erişim ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının, gelecek kuşakların ve nihayet doğanın haklarının ihlal edildiği, ekosistemin tahrip edildiği, iklim değişikliğinin hız kazandığı bir dünyada yaşıyoruz.
Yeni anayasada doğa bir hak öznesi olarak yer almalıdır. İnsanın doğanın efendisi değil, onun uyumlu bir parçası olduğu anlayışıyla dünya üzerindeki yaşamın bir bütün olarak algılandığı belirtilmeli, doğanın bir hammadde kaynağı olarak görülmesine son verilmeli ve hayvan hakları tam olarak tanınmalıdır. Bu bağlamda ekolojik yıkım yaratan endüstriyel faaliyetin engellenmesi için gerekli tedbirler yeni anayasaya yerleştirilmeli, ekonomik kararlar doğanın dengesi gözetilerek ve insanın gelecek kuşakların emanetçisi olduğu anlayışı çerçevesinde ele alınmalıdır.
Yaşam alanlarıyla ilgili olarak halkın, yerel karar alma mekanizmalarına katılımının güçlendirilmesi için yeni anayasa adem-i merkeziyetçi bir yönetim anlayışını benimsemeli ve anayasada yurttaşların karar alma mekanizmalarına doğrudan ve etkin katılımını sağlayacak yöntemler/kurumlar geliştirilmelidir.
İKTİSADİ ADALET;
Kapitalist ve endüstriyel sömürü, yoksulluk, gelir eşitsizliği, işsizlik ve bölgesel eşitsizlik varsa iktisadi adalet yoktur.
İktisadi adalet gerçekleşmeden onurlu, insanca ve sürdürülebilir bir yaşam mümkün değildir.
Bugün ülkedeki en önemli adaletsizliklerin başında ekonomik eşitsizlikler gelmektedir. Geçmişe göre kişi başına gelirden tutun çeşitli ölçüler bakımından ülkenin ekonomik olarak daha geliştiğinden söz edilse de, çok açıktır ki, istatistiklerde görülen iyileşmelere karşın bugün hala insanlara “kimseye muhtaç olmadan yaşamak” imkanı sağlanmış değildir. Eşitsizlik uçurumu azalmamış, Türkiye büyüyen ekonomi olmasına rağmen, dünya toplumsal kalkınma endeksi sıralamasında gerilemiştir.
Biz insanların kendi hayatlarıyla ilgili kararlarda kendi söyleyeceklerinin etkili olduğu bir düzen kurmak gerektiğini düşünüyoruz. Toplumda varolan ve kapitalizmin büyüttüğü eşitsizliklerin kendilerini yeniden üretip hayatı daha da çekilmez hale getirmemesi için ortak mülkiyet alanlarının tanınması, katılımcı bir ekonomi yaratılması gerektiğine inanıyoruz. Parası olanın satın alabildiği, diğerlerinin yararlanamadığı kamusal hizmetler yerine, paranın geçmeyeceği yeni kamusal alanlar yaratarak sermaye egemenliğinin geriletilmesi gerektiğine inanıyoruz. Kooperatiflerin yeniden ele alınmasının, asgari gelir hakkının her vatandaş için sağlanmasının, kısacası katılımcı bir ekonomik iklimin ve emek sürecinin yaratılmasının ekonomik eşitsizliklerin giderilmesinde önemli ve vazgeçilmez bir adım olduğunu düşünüyoruz.
Diğer yandan tüm çalışanların, işsizlerin emeklilerin grevli ve toplu görüşmeli sendikal hakkı güvence altına alınmalıdır.
Yeni anayasayla, eğitimin herkes için ‘insan olmaktan kaynaklı’ temel bir hak olduğu düşüncesinden hareketle, tüm yurttaşlara ayrım gözetmeksizin her düzeyde eşit, nitelikli ve parasız eğitim olanağı sağlanmalıdır. Devlet eğitim ve öğretimin her aşamasında fırsat eşitliği ilkesine ve sosyal adalete uygun düzenlemeleri yapmakla yükümlü olmalı, her yurttaşın kendi anadilinde eğitim alma hakkı sağlanmalıdır.
Yeni anayasa, herkese eşit, ulaşılabilir, nitelikli, ücretsiz sağlık hizmeti sağlayacak düzenlemeler içermeli, insan onuruna yaraşır biçimde yaşamını sürdürebilmesini sağlayacak barınma hakkı güvence altına almalıdır.
Kısaca yeni anayasa, sosyal devlet ilkesine uygun düzenlemeler içermelidir.
BAŞKANLIK SİSTEMİ
Yeni anayasa tartışmasının odağını AKP’nin önerdiği Başkanlık Sistemi oluşturmaktadır.
Öncelikle yeni anayasanın ve hatta Kürt meselesinin çözümünün başkanlık sistemi şartına bağlanmasını da kabul etmiyoruz.
Başkanlık sistemine kategorik olarak karşı çıkmıyoruz, ancak AKP’nin önerdiği, Başkana parlamentoyu feshetme, yargı organı üyelerini atama ve tek başına kararnameler çıkarma yetkisi tanıyan sistemin demokrasi getirmeyeceğini şimdiden belirtmek istiyoruz.
Başkanlık sistemi tartışmasında, toptan bir sistem değişikliğinin zorlukları ve sakıncaları gözden kaçırılmamalıdır. Parlamenter sistemle oluşmuş geleneğin sonlandırılıp, sıfırdan yeni bir sistem oluşturmaya çalışmanın yaratacağı belirsizlikler ve duygusal kopuş atlanmamalıdır. Kürt meselesinin çözümü sürecinde, belirsizlikler ve toplumdaki cepheleşmeler barışı kolaylaştırmayacaktır.
Diğer yandan federatif bir yapı ya da güçlendirilmiş yerel yönetimler oluşturulmadan getirilecek başkanlık sisteminin, son derece otoriter ve merkezileşmiş bir sisteme yol açma riski vardır. Türkiye’nin sorunu zaten merkezileşme ve yerele olan güvensizlikken, sorunun derinleşmesine yol açılmamalıdır. Merkezileşmiş, yerele güvensiz bir sistemde Kürt meselesinin ve diğer meselelerin çözümü mümkün değildir. Bu yönden de öngörülen başkanlık sistemi barışa hizmet etmeyecektir.
Bize göre Türkiye’nin her şeyden önce yurttaşların ihtiyaçlarını yerelden karşılayacak, demokratik adem-i merkeziyetçi bir düzene ihtiyacı vardır.
Türkiye’nin iki yüz yıldır sırtında taşıdığı aşırı merkeziyetçi idari yapı, bölgesel eşitsizliklerin, etnik çatışmaların, doğa tahribatının ve ülkenin yönetilemez hale gelmesinin en önemli nedenleri arasındadır. İnsana yakın, tanınabilir, kolay yönetilebilir ve demokratik bir idari yapı siyasi olduğu kadar yönetsel açıdan da artık bir zorunluluktur.
Merkeziyetçi yapının güçlendirilmesi bölünme paranoyasına dayandırılsa da, asıl amacın siyasi iktidarın bütçenin kontrolünü tek elde, tek partide toplama niyeti olduğu açıktır. Merkezileşme eğilimi, otoriterleşme eğilimiyle el ele gidiyor.
Türkiye boyutlarında bir ülkenin tek merkezden yönetilmesi, merkezi eğilimlerin giderek artması hatta erkin bir kişide toplanması, mevcut yerel yönetimlerin sadece belediyelerden ibaret olması, belediyelerin de merkezle mali ve siyasi kulluk ilişkisine hapsolması siyasi ve yönetsel açıdan yetersiz ve sakıncalıdır.
Bunun için yerelin ve halkların kendi kendini yönetmesine imkan verecek idari ve siyasi yapılar oluşturulmalıdır. Adem-i merkeziyetçilik sadece Kürt meselesinin çözümü için önerilen, belli bir bölgeye özgü sınırlı bir çözüm olarak görülmemelidir. Tüm Türkiye’de, tek merkezden ve otoriter bir anlayış ile yürütülen bir sistem yerine, halkın katılımının sağlandığı, bölgelerin sosyo-ekonomik koşullarına göre kararların yerinden alındığı; demokratik ve eşitlikçi bir yönetim sisteminin oluşturulması için gereklidir
Ülkemizde çeperi güçlendirerek merkezi dengeleyecek, yönetimi iyileştirerek yurttaşa daha yakın hale getirecek, yurttaşların ihtiyaçlarını yerelden karşılayacak, özerk, belediye dışında yeni merkez dışı yapılara, örneğin bölge yönetimlerine ihtiyaç vardır.
Bu ihtiyaçlar ortadayken, her şeyi Başkanlık Sistemine bağlamayı doğru bulmuyoruz.
Arif Ali Cangı
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş Sözcüsü
24.03.2013 – İzmir