Ana Sayfa Blog Sayfa 859

Türkiye’de ilk maymun çiçeği vakası görüldü: Neler biliyoruz, endişelenmeli miyiz?

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Twitter hesabından Türkiye’de ilk kez maymun çiçeği (monkeypox) vakası görüldüğünü açıkladı.

Bakan Koca, hastanın 37 yaşında olduğu ve bağışıklık sistemi yetersizliği olduğu bilgilerini paylaştı.

Hastanın tecrit edildğini ve temaslı takibinde bir vakaya rastlanmadığıın söyleyen Koca, hastalığın solunum yoluyla değil, yakın fiziksel temasla bulaştığının da altını çizdi.

Afrika dışında nadiren tespit edilen bir viral hastalık olan maymun çiçeği, geçtiğimiz aylardaAfrika dışında en az 11 ülkede rapor edildi.

120’den fazla doğrulanmış veya şüphelenilen maymun çiçeği vakası karşısında bilim insanları, çiçek hastalığının daha az ölümcül bir akrabası olan bu virüsün neden dünya çapında yayıldığını anlamaya çalışıyor.

Virüsün genellikle görünmediği İspanya, Portekiz, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, İsveç, Kanada gibi yerlerde ortaya çıkması, bilim insanlarını alarma geçiren temel sebep.

Maymun çiçeği virüsü nedir, neler biliniyor?

Çiçek hastalığının (smallpox) bir varyasyonu olan maymun çiçeği (monkeypox) bir DNA virüs.

Araştırmacılar ilk olarak 1958’de laboratuvar maymunlarında tespit etttiği için bu adla anılsa da, kemirgenler gibi vahşi hayvanlardan veya enfekte insanlardan insanlara bulaştığı düşünülüyor.

Afrika’da bir yılda, tipik olarak kıtanın batı ve orta kesimlerinde ortalama birkaç bin vaka görülüyor.

Bu zamana kadar Afrika dışında görülen çok az sayıda vaka, Afrika’ya seyahatle veya enfekte hayvanların ithalatıyla ilişkilendirilebilmişti.

Fakat geçen hafta Afrika dışında tespit edilen vakaların sayısı – ki bu neredeyse kesin olarak artıyor – virüsün insanlarda hastalığa neden olduğu ilk kez keşfedildiği 1970 yılından bu yana, kıta dışında tespit edilen toplam vaka sayısını çoktan aştı. Bu hızlı yayılma, bilim insanlarını yüksek alarma geçirdi.

Yeni bir pandemi olabilir mi?

Nature dergisinden Max Kozlov‘un makalesine göre,  ABD Ordu Tıbbi Araştırma Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü‘nden virolog Jay Hooper, maymun çiçeğinin COVID-19 pandemisinden sorumlu virüs SARS-CoV-2 gibi olmadığını söylüyor.

Öncelikle maymun çiçeği, insandan insana kolayca bulaşmıyor. Ayrıca çiçek hastalığı virüsüyle ilgili olduğu için yayılmasını engellemek için halihazırda tedaviler ve aşılar elimizde mevcut.

Bu yüzden bilim insanları, yeni bir viral hareketlilik karşısında endişe duysa da, paniğe kapılmıyor.

Varyantları düzenli olarak aşılardan ve önceki enfeksiyondan bağışıklığı atlatan, hızla gelişen bir RNA virüsü olan SARS-CoV-2’nin aksine, maymun çiçeği virüsü nispeten büyük bir DNA virüs.

DNA virüsleri, mutasyonları tespit etme ve onarmada RNA virüslerinden daha iyi, bu da maymun çiçeği virüsünün aniden mutasyona uğrayarak insandan insana geçişte ustalaşmasının olası olmadığını gösteriyor.

Kaynak: ECDC

Nasıl bulaşır?

Aerosol adı verilen havadaki küçük damlacıklar yoluyla yayılan SARS-CoV-2’nin aksine maymun çiçeğinin, öksürükten gelen tükürük gibi vücut sıvılarıyla yakın temastan yayıldığı düşünülmektedir.

Yani maymun çiçeği, SARS-CoV-2’ye göre çok daha yakın temasla bulaşıyor.

Virüs enfekte bir kişi veya hayvanla yakın temas yoluyla veya virüs bulaşmış materyal ile bulaşabilir. Yine bir kişiden diğerine lezyonlar, vücut sıvıları, solunum damlacıkları ve yatak örtüsü gibi kontamine materyallerle yakın temas yoluyla bulaşır.

Portekiz‘deki araştırmacılar 19 Mayıs’ta , ülkede tespit edilen maymun çiçeği virüsünün ilk taslak genomunu oluşturdular, ancak New York‘taki Icahn Tıp Fakültesi‘nden virolog Gustavo Palacios, bunun hala çok erken bir taslak olduğunu vurguluyor ve kesin sonuçlara varılmadan önce daha fazla çalışma gerektiğini ekliyor.

Belirtileri neler, ölümcül mü?

Araştırmacıların ön genetik verilerden söyleyebildiği, Portekiz’de bulunan maymun çiçeği virüsünün türünün, ağırlıklı olarak Batı Afrika’da bulunan bir viral türle ilişkili olduğu. Bu suş, Orta Afrika’da dolaşanla karşılaştırıldığında daha hafif bir hastalığa neden oluyor ve daha düşük bir ölüm oranına (yoksul kırsal nüfuslarda yaklaşık yüzde 1) sahip.

Virüs, grip benzeri semptomlara neden olabiliyor, ayrıca genişlemiş lenf düğümleri oluşturarak  yüzde, ellerde ve ayaklarda belirgin sıvı dolu lezyonları tetikliyor.

Genelde çoğu insan, tedavi olmaksızın birkaç hafta içinde maymun çiçeği hastalığından kurtulur, fakat özellikle risk gruplarında ağır vakalar ortaya çıkabilir. Son zamanlarda vaka ölüm oranı yüzde 3ila 6 civarında oldu.

Maymun çiçeği belirtileri tipik olarak ateş, yoğun baş ağrısı, kas ağrıları, sırt ağrısı, düşük enerji, şişmiş lenf düğümleri ve deri döküntüsü veya lezyonlarıdır. Döküntü genellikle ateşin başlamasından sonraki bir ila üç gün içinde başlar. Lezyonlar düz veya hafif kabarık olabilir, daha sonra kabuklanabilir, kuruyabilir ve düşebilir. Bir kişideki lezyon sayısı birkaç ila birkaç bin arasında değişebilir. Döküntü yüz, avuç içi ve ayak tabanlarında yoğunlaşma eğilimindedir. Ayrıca ağızda, cinsel organlarda ve gözlerde de görülebilir.

Semptomlara neden olmadan yayılabilen SARS-CoV-2’nin aksine, maymun çiçeği, neden olduğu bu cilt lezyonları nedeniyle bir kişiye bulaştığında fark edilmemesi zordur.

Bilim insanları bunun virüsün izlenmesini kolaylaştırdığını söylüyor.

Mutasyon mu geçirdi?

Mevcut salgına neden olan türün, Batı Afrika’dakinden tam olarak ne kadar farklı olduğu ve çeşitli ülkelerde ortaya çıkan vakaların birbiriyle bağlantılı olup olmadığı bilinmiyor.

Avustralya’daki New South Wales Üniversitesi‘nde bulaşıcı hastalıklar epidemiyoloğu Raina MacIntyre, bu soruların yanıtlarının, vakalardaki ani artışın, maymun çiçeği hastalığının geçmişte olduğundan daha kolay bulaşmasına izin veren bir mutasyondan kaynaklanıp kaynaklanmadığını ve salgınların her birinin tek bir kökene kadar uzanıp dayanmadığını belirlemelerine yardımcı olabileceğini söylüyor.

Ne kadar endişe verici?

Yine de, birbirleriyle belirgin bir bağlantısı olmayan insanlarda maymun çiçeği tespit edilmesi, virüsün sessizce yayılıyor olabileceğini düşündürüyor. ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezlerinde çiçek hastalığı ekibine başkanlık eden epidemiyolog Andrea McCollum, durumu  “derinden endişe verici” olarak tanımlıyor.

Diğer bir bilmece de, vaka kümelerinin neredeyse tamamının, çoğu biseksüel veya homoeseküsel (MSM) 20-50 yaş arası erkeklerden oluşuyor olması. Rimoin, maymun çiçeğinin cinsel yolla bulaştığı kesinleşmese de cinsel aktivitenin kesinlikle yakın temas oluşturduğunu söylüyor.

MacIntyre, bu beklenmedik bulaşma modelinin en olası açıklamasının, virüsün tesadüfen bir MSM topluluğuna girmesi ve orada dolaşıma devam etmesi olduğunu söylüyor.

Bilim insanları, haftalarca sürebilen ve sıkı temas takibi gerektiren bir epidemiyolojik araştırma tamamlandığında, salgınların kökeni ve enfeksiyon için risk faktörleri hakkında daha iyi bir fikre sahip olacak.

1970’lerde kaybolan çiçek hastlığı ile yakından ilişkili bu virüs, o zamandan bu yana izlenyor. Çiçek hastalığı, dünya çapındaki aşılama sayesinde artık bir tehdit olmaktan çıktığında, halk sağlığı yetkilileri çiçek aşısını önermeyi bıraktı.

Bu yüzden çiçek hastalığının ortadan kaldırılmasından bu yana geçen her yıl, bu virüslere karşı bağışıklığı zayıflamış veya hiç bağışıklığı olmayan nüfus artıyor.

Kaynak: CDC

İlk salgın değil

O zamandan beri birkaç maymun çiçeği salgını yaşandı.

Örneğin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti on yıllardır virüsle boğuşuyor ve Nijerya, ülkenin ilk vakasını bildirdiği 2017’den bu yana 500’den fazla şüpheli ve 200’den fazla onaylanmış vakayla büyük bir salgın yaşıyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nde de 2003 yılında Gana’dan yapılan bir kemirgen sevkiyatının, virüsü Illinois‘deki evcil çayır köpeklerine yaydığı ve 70’den fazla kişinin enfekte olduğu bir salgın bildirilmişti.

Aşılama nasıl uygulanabilir?

Halk sağlığı sektörü maymun hastalığına karşı güçsüz değil.

Bir önlem olarak Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkeler, virüse karşı oldukça etkili olduğu düşünülen bir antiviral tedavinin yanı sıra çiçek hastalığı aşıları tedarik ediyor.

Bununla birlikte, McCollum, terapilerin muhtemelen maymun çiçeği ile mücadele etmek için büyük ölçekte uygulanmayacağını söylüyor:

“Sağlık çalışanları muhtemelen bunun yerine virüsün yayılmasını kontrol altına almak için “halka aşılama” adı verilen bir yöntem kullanacaklardır: Bu, önlem için maymun çiçeği bulaşmış kişilerin yakın temaslılarını aşılamak anlamına geliyor.”

Şimdiye kadar gördüğü verilere dayanarak McCollum, mevcut salgınların muhtemelen halka aşılamanın ötesinde sınırlama stratejileri gerektirmeyeceğini düşünüyor.

“Maymun çiçeğinin her gün görüldüğü bölgelerde bile, yine de nispeten nadir bir enfeksiyon.”

TTB siyanürün etkilerini anlattı: Yaşananlar kapitalist sistemin doğayı kâr için sömürüsünün sonucudur

Türk Tabipleri Birliği (TTB), Erzincan ve Manisa‘daki siyanür felaketlerine sessiz kalmadı.

Yaptıkları açıklamada hekimler, Erzincan İliç’te siyanür liçi yöntemi ile üretim yapılan altın madeninde 21 Haziran 2022 tarihinde meydana gelen siyanür sızıntısı ve Manisa’nın Yunusemre ilçesinde üç fabrikanın siyanür ve sülfürik asit atıklarını bölgedeki sulama kanallarına boşaltmasını, “Artık ülkemizde işlenen çevre suçlarının bir insanlık suçu boyutuna geldiğini gösteriyor” sözleriyle değerlendirdi.

1990’lardan bu yana her yıl, artan sayılarda düşük tenörlü altın madeninin, “siyanür liçi” yöntemi ile çalıştırıldığına dikkat çeken hekimler, bu yöntemin zararlarını şöyle anlattı:

“Bu madenler sadece cevherin çıkarıldığı maden işletmeleri değil; çıkarılan ve kırma işlemine tutulan cevherin siyanür liçi yöntemi ile işlendiği, elde edilen eriyikteki altın ve gümüşün kazanıldığı ve geride kalan ağır metallerden zengin tehlikeli atıkların depolandığı birer endüstriyel tesistir. Çıkarılan cevher, kırma işleminden sonra kapalı tank içinde veya açık alanda yığın liçi olmak üzere iki temel yöntem kullanılarak siyanür ile işlemden geçirilmektedir.

Başta Erzincan İliç ilçesindeki altın madeninde olmak üzere yığın liçi uygulanan altın madeni işletmelerinde, cevher 3 ile 15 metre kalınlıkta hazırlanarak üzerine %0,05-0,1’lik NaCN çözeltisi verilmektedir. Yığının dibinden toplanan çözeltideki altın ve gümüş rafine edilerek kazanılırken, bölgenin mineralojik yapısına bağlı olarak cevherde bulunan bakır (Cu), çinko (Zn), nikel (Ni), demir (Fe) ve kobalt (Co) gibi metalleri içeren mineraller de çözünerek, çeşitli siyanür-metal komplekslerini oluşturmaktadır.

Oluşan bu kompleksleri içeren atık siyanür çözeltileri ise bu işlemin sonunda atık havuzlarında toplanmaktadır. Bu atıklar çevre açısından çok tehlikelidir.

Atık havuzunda oluşabilecek herhangi bir yıkılma, deprem gibi afetlerle zarar görme veya atık havuzu altında geçirgenliği ortadan kaldırmak için kullanılan geomembran tabakanın delinmesi veya yırtılması sonucu doğaya karışması ile yer altı ve yer üstü su kaynakları, toprak ve hava kirlenmektedir.

Ağır metaller vücutta birkir ve atılamaz

Dünyada 1971-2015 yılları arasında siyanür liçi yöntemi ile çalışan altın madenlerinin neden olduğu 11 büyük çevre felaketi yaşandığını hatırlatan TTB, bu felaketler sonucu siyanürlü atıkların karıştığı göl ve nehirlerde yaygın balık ölümleri gerçekleştiğine, tarım alanlarının siyanür bileşikleri ve ağır metallerle kirlendiğine dikkat çekti:

“Atık havuzlarından sızıntı, başlangıçta yüksek siyanür derişimleri bozuluncaya kadar, akarsu ve göllerde balıkların, kuşların ve diğer canlıların ölümlerine neden olurken; yayılan ve yeraltı, yerüstü su kaynaklarını kirleten ağır metal bileşikleri de tarım ve hayvancılık yolu ile besin zincirine girerek insanlara ulaşmakta ve zaman içinde ortaya çıkan sağlık sorunlarına neden olmaktadır.

Ağır metaller; düşük derişimlerde bile toksik etki gösterebilen elementlerdir. İnsanlar tarafından ağız, solunum ve deri yolu ile alınır ve çoğu boşaltım yolları ile (böbrek, karaciğer, barsak, akciğer, deri) atılamazlar.

Bu nedenle ağır metallerin büyük bir bölümü, organizmada birikir. Birikim sonucu, yoğunlaşan bu metaller, etkili dozlara ulaştıklarında; endokrin hastalıklar, nörolojik hastalıklar, kanserler, otizm gibi ciddi hastalıklara neden olabilir.”

Açıklamada, İliç’te yaşananların Türkiye için bir ilk olmadığı vurgulanarak açıklamada 2011 yılında Kütahya’da, 2021’de Giresun Şebinkarahisar’da, Gördes’te yaşanan, birkaç gün önce Manisa’nın Yunusemre ilçesinde meydana gelen ve “kaza” diye nitelenen olaylar hatırlatıldı:

Üst üste gelen bu olaylar, kapitalist sistemin doğayı daha yüksek kâr için sömürüsünün ve canlı yaşamını hiçe saymasının sonucudur. Ülkemizde siyanür liçi yöntemi ile çalışan altın madenlerinin neden olduğu ekosistem yıkımları, bu yönüyle de değerlendirilmelidir.

Erzincan İliç’teki altın madeninde, 21 Haziran’da toprağa en az üç saat süren siyanür akışının da eğim nedeniyle akarsuya erişme olasılığı çok yüksek olduğunu belirten hekimler, “Siyanür toprakta bileşik halde bulunan ağır metallerin yapısını bozarak element formuna dönüştürüp ve yeni siyanür bileşikleri oluşturacak ve bunlar da akarsuya taşınacaktır” dedi

Bunun sonucunda  bu toksik kimyasalların Fırat Nehri tarafından taşınarak etkisinin yaygınlaşacağını belirten TTB, yayılımın nerelere ulaştığını bağımsız kurumlar tarafından alınacak örneklerin analizi ile ortaya konabileceğine dikkat çekti:

“Akarsuya karışan toksik kimyasalların akarsu ekosisteminde çok büyük tahribata neden olacağı, yörenin yüzey ve yer altı su kaynaklarının kirlenmesine neden olacağı, yörede besin döngüsüne katılacağı (tatlı su balıklarının, sulama nedeniyle tarımsal ürünlerin yapısına girerek), bunun da yörede halk sağlığını olumsuz etkileyeceği açıktır.

Bugüne kadar Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘nın bu analizleri yapmaması ve yaşanan olaydan sonra kamuoyu tepkisi ortaya çıkıncaya kadar sessiz kalmasını ‘büyük bir yanlış’ olarak niteleyen hekimler, gerçek durumun kamuoyu ile paylaşılabilmesi için Bakanlık çalışmalarınaa, ilgili meslek odaları temsilcilerinin de katılmasının şart olduğunu söyledi:

“Çöpler Altın Madeni İşletmesi’nin acilen kapatılması, atık baraj gölünde biriken binlerce ton tehlikeli atığın, liç yığınlarının, pasa dağlarının bilimsel yöntemlerle zararsız hale getirilmesinin en kısa zamanda sağlanması gereklidir.”

Kuşkusuz ülkemizde aynı tehlikeleri içeren diğer altın madeni işletmelerinde de benzer önlemlerin alınarak olası ekosistem yıkımlarının önlenmesi gereklidir.

Ülkemizi yönetenleri; tüm canlıların yaşamına ve ekosistemlere saygılı olmaya, ülkemizde siyanür liçi yöntemi ile madenciliği yasaklamaya davet ediyoruz.

 

Kentaro Yamamoto: We’re not in the same boat [Climate Generation-29]

Learning about the devastating impacts of development projects by Japanese corporations across the Global South, especially in Asia, he joined Fridays For Future Japan to change the system driven by profit that takes human lives and destroys the planet. He launched the Climate Justice Project along with other organizers of FFF Japan to form a movement that stands with workers, those marginalized, and the Global South to win climate justice in Asia and beyond.

During the course of the preparation of this interview Japan announced they will not fund the 2nd phase of Matarbari Power Plant in Bangladesh.

Talked to Kentaro about his story of being a climate activist and his work on climate justice.

Atlas Sarrafoğlu: Can you please tell us how you decided to become an activist? 

Kentaro Yamamoto: It was spring of 2021 that I decided to join the Fridays For Future movement. At the time, I was studying about various social issues with activists here in Tokyo. What led me to climate activism is the problem of colonialism and imperialism.

I joined FFF after learning about the devastating impacts of development projects Japanese corporations and the Japanese government have been carrying out in other Asian countries often in the name of international cooperation. As I began reading more and more books and watching documentaries about the topic, I encountered many similar stories of the destruction of the livelihoods of the local people and the environment across Asia: development projects sinking villages under water for mega-dam construction; cutting down tropical rainforests for cheap lumber used here; building Export Processing Zones that pollute air and water and put workers at risk; bulldozing fishing communities for building ports to export “cheap” goods; and you name it.

 Those projects only enriched Japanese corporations and the dominant class in those countries. The Japanese economy would not have grown that rapidly without exploiting and expropriating the others in Asia, which many here, including the ordinary people, have been long benefitting from.

As a result, although least responsible, the ordinary people of the so-called developing countries across Asia are bearing the burden of exacerbated impacts of climate change.

 So, I realized that climate change is not just about temperature rise but about livelihoods and survival of actual people, especially of those most oppressed.

 But climate change is often framed here in the language of “We are all in this together”, lacking the perspective of colonialism and imperialism. So, I joined FFF Japan to change this dominant narrative and the way we fight.

You are a member of FFF Japan? What do climate movements do in your country? How were your Global Climate Stikes in the past years?

In April of last year, with other activists of FFF Japan, I launched the Climate Justice Project to focus on issues that are not necessarily associated with the environment such as workers’ rights, racial justice, gender equality, and global justice, although they are actually intertwined with each other.

 The first action we organized was a joint action with union workers.

 Last July, we joined a strike organized by union workers who transport beverages and fill vending machines with them. They demanded shorter working hours and reduction in the number of vending machines to cut CO2 emissions in the industry. There are just too many vending machines in Japan; the number of vending machines per capita is about 400 times that of Europe, and the number of machines per area is about 15 times that of the United States.

 This excessive convenience has its costs as a huge amount of plastics are discarded and a huge amount of CO2 is emitted. Not only that, these are actual workers who are transporting and filling beverages and many of them are working on the verge of karoshi (death due to overwork). As our action demonstrated, workers and the planet are exploited for profit and put against each other.

 So, with the striking workers, we demanded shorter working hours with a living wage and reduction in the number of vending machines as a first step to achieve a system that prioritizes human lives and the planet, not profit. And degrowth in the Global North is crucial as we all know that eternal growth is made possible also by externalizing costs to the “others” in the Global South.

 The other big thing we did last year was the Global Climate Strikes on September 24th and October 22nd when we began collaborating with activists from Bangladesh.

Last fall, activists of Fridays For Future Bangladesh contacted our team and told us that Sumitomo Corporation, a trading giant headquartered in Tokyo and Japan International Cooperation Agency had been building the Matarbari Coal Power Plant in Bangladesh under the guise of international cooperation. Due to land acquisition and construction that altered the flow of the Kohelia River that local fisherfolks rely on, more than 20,000 people have already lost land, jobs, and homes. So, we decided to focus on this issue for the two successive Global Climate Strikes.

Activists in several cities in Japan held protest action in front of offices of Sumitomo Corporation and JICA to demand they would immediately halt the coal project.

How is the climate crisis affecting people’s lives and Japan in general? 

In this increasingly globalizing world, we cannot talk about impacts of climate change on a national scale only. And as the term MAPA (Most Affected People and Areas) tells us that those who are least responsible for climate change are bearing the most of the burden, our fight needs to focus on changing this disparity.

 The Matarbari Coal Power Project embodies that disparity.

 The plants being built under this project will cause environmental pollution that would not be tolerated in Japan. For example, they are expected to emit 21 times more sulfur dioxide than the average new coal-fired power plant in Japan. The Phase 1 project alone is estimated to cause up to 14,000 premature deaths during its operation.

 So, it is like saying the lives of the Bangladeshi are somewhat less worth than those of the Japanese. We cannot and should not accept that.

But this is not an isolated case. As I said in the beginning, Japan has a long history of putting the burden of environmental destruction onto the others in Asia.

In the period between 1960’s and 70’s when Japan was experiencing rapid economic growth, industrial pollution became a huge social issue. We are taught that those are things of the past that we overcame. But in reality, Japanese corporations at the time began moving the factories, in order to avoid production costs and environmental regulations, to the “developing” economies like Indonesia and the Philippines with dictators desperately seeking development. This was often done as part of development assistance.

Now that we cannot expect economic growth in Japan, Japanese corporations are aggressively seeking profit abroad, especially in those growing economies across Asia like Bangladesh. This is why we are seeing projects like the Matarbari Coal Power Plant.

So, this year activists from Bangladesh and Japan launched an international campaign to target Sumitomo Corporation and JICA. Activists across Asia and beyond are joining us.

The aim of the international campaign is to make a step forward to transform the unequal relationship between the Global North and the Global South by fighting against Sumitomo Corporation and JICA. Through this campaign, we are trying to change the movements in the Global North countries like Japan.

We have already seen positive results of our campaigning. On February 28th, Sumitomo Corp. announced that it would not participate in the expansion (Phase 2) of the Matarbari coal fired project, leaving JICA without a partner for the second phase. This change happened because people across the world have raised their voices together. Still, we need to stop the original Phase 1 project that Sumitomo Corp. and JICA are continuing. So, we need to raise even bigger voices collectively.

What is the perception of the government for climate activists like you? Are you in contact with decision makers for climate issues? What are your demands for them? 

I’m sure they don’t like people like us. But that’s okay because whether they like it or not, we will keep demanding justice and will become too big to ignore at some point.

 We demand cancellation of all debts that the countries of the Global South are supposed to owe to Japan because they were unfairly imposed upon them and those debts have worked to extract more wealth from the Global South. After all, it is the countries of the North that owe to them.

 We need to see the Japanese government immediately halt all fossil projects under the guise of international cooperation. Those big fossil projects like the Matarbari Coal Power Plant are centralized and undemocratic. Instead, Japan should begin supporting the countries like Bangladesh financially and technologically in the transition into renewables. It should be done in a way that technology will be in the hands of the ordinary people.

If you had a microphone to address the world leaders, what would you say to them about the climate crisis? 

I would say they have failed so many times that now is the time we become the ones who lead. As Greta said at the failing COP26, the true leaders are among us, not the so-called world leaders, we are the ones who transform the world.

Climate activism can be very consuming for young people, so how do you take care of yourself? Do you have any hobbies to take your mind off the climate crisis? 

I think it is important not to forget that activism is a creative process where people get together to envision another one, fundamentally different from what we have right now and put effort together to make it possible. It’s easy to get caught up in what we can immediately do and to forget to think about what we want to achieve in the long-term. What if we are free from hunger, poverty, and all forms of oppression?

But yes, sometimes you need to take a break. I find SNS in particular very consuming. So, I sometimes try not to touch my phone and laptop. So, I often take a long walk when I am a bit overwhelmed. It is good to move your body when you feel stuck. I usually get new ideas for activism when I take a walk.

What is your perception of the future in regards to the climate crisis? How do you envision yourself in 2030? 

We’ve already seen some of the worst effects of climate crisis in the Global South and increasingly in the Global North but still drastic measures to cut emissions are still not taken. Rather, the planet is consumed at an unprecedented rate. The multinational corporations are seeking profit ever more aggressively. We need to fight in global solidarity NOT because it’s a nice thing to do. But it is a necessary thing. The multinational corporations know no borders, moving their production rapidly to wherever they can easily exploit and expropriate labor and nature. If we are fragmented, we cannot win. That’s why we need to fight in global solidarity.

 With this situation, we need to begin transforming the movements of the Global North and organizing the collective struggle in solidarity with the movements of the Global South now.

Through organizing, we need to become a bigger force than now to overwhelm those in power and be able to actually lead the world in the future. Climate change is an immediate threat but organizing takes time. So, we need to begin organizing now.

 In 2030, I will be in my thirties like many of the Gen Zers. Honestly, I have no idea of what I will be doing then. But I think I will be organizing activists across the world, especially in Asia. It is important to connect activists across Asia because Asia is the region where institutions still invest a lot in fossil fuels, with the economies rapidly growing and Japanese corporations taking advantage of this situation. So, I will continue organizing to bring back power to the ordinary people so that we will end the system of eternal growth, driven by profit-making and made possible at the expense of the Global South.

*

Social media account: 

Twitter: https://twitter.com/K_Yamamoto97

 

‘Dezenformasyon yasa tasarısı’ bir sonraki yasama yılına ertelendi

Cumhur İttifakı tarafından Meclis’e getirilen, sosyal medya ve internet haber sitelerine dönük düzenlemeleri içeren Basın Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapan Kanun Teklifi‘nin Meclis Genel Kurulu’ndaki görüşmeleri ertelendi.

‘Yanıltıcı’ habere üç yıl hapis cezası öngörüyor

AKP’li kaynaklar, Meclis’in 7 Temmuz’da kapanacağını belirterek gündemdeki acil yasaların öncelikle görüşüleceğini, basın yasasına zaman kalmayacağını söyledi.

23 uluslararası örgütten Türkiye’ye çağrı: Dezenformasyon Yasası’nı geri çekin

Söz konusu maddeyle “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” olarak tanımlanacak suç kapsamında üç yıl hapis cezası öngörülüyor. “Suçun, failin gerçek kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde” denilerek cezasının yarı oranında artırılmasına yönelik ibare ise eleştirilerin ardından Adalet Komisyonu’nda değişmişti.

Dezenformasyon yasası’nın 14 maddesi daha geçti: Anayasa’ya aykırı, basın özgürlüğüne açıkça müdahale

Manisa’da siyanür saçan şirkete üç milyon TL para cezası

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Manisa’nın Yunusemre ilçesinde çevre kirliliğine neden olan firmaya 3 milyon 288 bin lira para cezası verdi ve faaliyetlerini durdurdu.

Geçtiğimiz günlere Bakanlık Erzincan, İliç’te Anagold Madencilik’in sahibi olduğu Çöpler Altın Maden tesisindeki borudan sızan siyanür nedeniyle Anagold’a 16 milyon 441 bin Türk lirası idari para cezası kesildiğini duyurmuştu. Para cezasının tutarı söz konusu şirketin kazancıyla karşılaştırılarak oldukça eleştirilmişti. 

Manisa Muradiye Orta Ölçekli Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren üç fabrika 24 Haziran’da Yunusemre ilçesine bağlı Karaali Köyü’nün tarımsal sulamada kullandıkları sulama kanalına siyanür ve sülfür atıklarını bırakmış ve kanalın yakınında faaliyet gösteren bir fabrikada sekiz işçi zehirlenerek hastaneye kaldırılmıştı.

Fotoğraf: DHA

Firmanın lisansı iptal edildi

Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamaya göre, Manisa’nın Yunusemre ilçesi Keçiliköy OSB Mahallesi’nde faaliyet gösteren firmanın, çevre kirliliğine yol açması üzerine yapılan incelemelerde altı bölgeden alınan numuneler, atıkların boyutunu gözler önüne serdi. Laboratuvardan çıkan sonuçlarla zehirli gaz ve su kirliliği iddialarının gerçek olduğu tespit edildi.

Firmanın lisansı iptal edilerek faaliyetine son verilirken,  ‘Türk Ceza Kanunu’ kapsamında, adli soruşturma yapılması için Cumhuriyet Başsavcılığı’na da suç duyurusunda bulunuldu. Bakanlık denetim ekipleri gözetiminde, bölgede temizleme çalışmaları başlatıldığı kaydedildi.

Ne olmuştu?

Vegazete’nin haberine göre; Manisa Muradiye Orta Ölçekli Organize Sanayi Bölgesi’ndeki 3 fabrika 24 Haziran’da akşam saatlerinde siyanür ve sülfür atıklarını Karaali Köyü içinden geçen sulama kanalına bırakmıştı.

Fotoğraf: vegazete

Karaali Köyü’nde tarım arazileri zehirlenen köylülerle birlikte sulama kanalı önünde basın açıklaması yapan İYİ Parti Yunusemre İlçe Başkanı Tufan Akan, şu ifadeleri kullanmıştı:

Demirköprü Barajı kapaklarının açılarak suyun akıtılmasını ve yağmurlu havaları fırsat bilen denetimsiz firmaların, bütün kirli atığı, zehiri suya akıttıklarını vurgulayan Akan, bu zehirli suyu içen hayvanların anında öldüğünü kaydederek,  “Suyun içinde hiçbir canlı yaşamıyor. AFAD buraya gelerek tüm alanı boşalttı. Burada şu an can riskimiz var, acillik olabilir bu havayı soluyanlar.”

‘Kanalda su değil, simsiyah bir sıvı akıyor’

İddialar üzerine CHP Manisa Milletvekili Ahmet Vehbi Bakırlıoğlu ve Manisa Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi Bülent Mersinli de bölgede incelemeler yapmıştı. 

Vatandaşın yıllardır yaptıkları şikayetlere sonuç alamadığı öğrenilirken, Bakırlıoğlu “Burasının sulama kanalı olmasında rağmen sanayi atıklarının buraya nasıl deşarj edildiğini anlamak mümkün değil. Buna nasıl izin veriliyor? Gördüğümüz manzara gerçekten çok vahim. Kanaldan su akmıyor. Simsiyah bir sıvı akıyor” demişti.

Fotoğraf: vegazete

Öte yandan bölgede özellikle gece yarısından sonra atıkların kanala boşaltıldığı ifade edilmişti. Bölge sakinleri 50 yıl önce tarımsal sulama amacıyla yapılan bu kanalda yüzdüklerinden, balık tuttuklarından, hayvanlarını burada suladıklarından, bağlarını bahçelerini bu suyla suladıklarından hatta içme suyu olarak kullandıklarından bahsetmişlerdi.

‘Bugüne kadar hiçbir önlem alınmamış’

Ağır koku ve yayılan gazlar nedeniyle kanala yaklaşmanın bile tehlikeli hale geldiğini belirten Bakırlıoğlu, “Gediz havzası tarımsal üretim açısında önemli bir bölge. Manisa’da çok ciddi bir çevre felaketiyle karşı karşıyayız. Maalesef bugüne kadar hiçbir önlem alınmamış. Burada sadece atık sularını kanala deşarj eden sanayi kuruluşları değil, kontrol ve denetimle görevli kamu kurumları da doğrudan sorumludurlar” diye konuşmuştu.

İHA’nın aktardığına göre; Yunusemre ilçesi Keçiliköy Mahallesi’nde bulunan Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nde bir fabrikanın çalışanları 24 Haziran’da gece mesaisi sırasında verilen molada fabrikanın yanından geçen sulama kanalından gelen gazla zehirlenmişti.

‘Ovaya acımıyorlarsa insanlara acısınlar’

Evrensel’in aktardığına göre; Karaali Köyü’nde çiftçilik yapan Suat Kabak, akşam saatlerinde köyde ağır bir kokunun yaşandığını ve kanala zehirli atıkların bırakıldığını belirterek, “Ovaya acımıyorlarsa insanlara acısınlar. Bağlarımızı sulamak zorundayız, bu su hem ürünleri kurutuyor hem de topraklarımızı zehirliyor. Yetkililerin ilgilenmesini istiyoruz” demişti. 

İşçilerin zehirli gazdan zehirlenerek hastaneye kaldırıldığı Başoğlu Kablo ve Profil San. Tic. AŞ Fabrikası’nın Müdürü Bülent Ozan ise, sabah 05:30’da AFAD ekiplerinin yaptığı gaz ölçümlerinin yasal limitlerin üzerinde, hidrojen sülfür gazıyla karşılaşıldığını bilgisini vermişti.

İliç’teki siyanür felaketini duyuran Sedat Cezayirlioğlu: Can güvenliğim yok!

Erzincan İliç’te siyanür sızıntısına yol açan Çöpler Altın Madeni’nin kapatılması için yapılan çağrılar devam ederken felaketi duyuran aktivist Sedat Cezayirlioğlu ise can güvenliğinin olmadığını söyledi.

Amerikalı ve Kanadalı Anagold Madencilik ile Çalık Holding‘in ortağı olduğu Erzincan’ın İliç ilçesinde faaliyet gösteren Çöpler Altın Madeni’nde 21 Haziran’da siyanürlü solüsyon boruları patlamış,  sızıntı sonucu 32 ton saf siyanürün Fırat Nehri’ne karıştığı iddia edilmişti.

Sızıntının sosyal medyaya yansıması sonrası Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı maden şirketine para cezası kesmiş, sonra da madenin faaliyetini geçici olarak durdurmuştu.

Anagold Madencilik, Erzincan İliç’teki siyanür sızıntısını doğruladı
Erzincan İliç’te siyanür sızıntısı olan madenin faaliyetleri durduruldu

Yaşananları kamuoyuna duyuran Cezayirlioğlu, daha sonra da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yetkilileri hakkında “görevi kötüye kullanma, suç delillerini gizleme, değiştirme veya yok etme”; Anagold Madencilik A.Ş. Yönetim Kurulu üyeleri hakkında “çevrenin kirletilmesi, içme suyuna zehirli madde katma, temel milli yararlara karşı faaliyette bulunmak üzere yarar sağlama” iddialarıyla suç duyurusunda bulunmuştu.

Çevreci avukat İsmail Hakkı Atal da Bakanlığın siyanürün aktığı dereye ‘kuru dere’ diyerek suç delillerini gizlediğini ileri sürmüştü.

En az 150 ton siyanür Fırat Nehrine karıştı

K2 TV‘de Barış Tınay’ın hazırlayıp sunduğu Yeşil Oda programına konuk olan Cezayirlioğlu ve Atal, yaşananları tüm boyutlarıyla anlattı.

Fırat Nehri’ne en az 150 ton siyanür karıştığını iddia eden Sedat Cezayirlioğlu, kamu görevlilerinin de şirketin tesiri altında kaldığını söyledi:

“Burada 200 milyar dolarlık ranttan bahsediyoruz. Bu yabancılar ve yerli ortak bölgemizi ve insanlarımızı zehirlediği gibi, kamu kurumlarını da zehirlemiş… Olay olduğu gece, Jandarma’nın tutanağına göre 2 saat 15 dakika siyanür sızıntısı olmuş. 20 metreküp yani 32 ton siyanür, 50-55 metre sonra Sabırlı Köy deresine karışarak, 350 metre aşağıdaki Fırat Nehir ve barajına aktı. Valilik de Bakanlık da maden şirketini savunur gibi açıklamalar yapıyor.”

Çevreyi, Çevre Bakanlığı’ndan koruyoruz. Bu siyanür borusunun çapı 2-2,5 metre, bu borudan 2 saat 15 dakikada, ne kadar siyanür aktığı tespit edilebilir. Ben şunu iddia ediyorum; en aşağı 150-200 ton siyanür, Fırat nehir ve barajına karıştı.

Evinden çıkma diyorlar

Can güvenliğinin olmadığını açıklayan Cezayirlioğlu, “Ben yedi buçuk yıldır, burası dünyanın ikinci Çernobil’i diye bas bas bağırıyorum” dedi:

“İliç’te 3 bin 500 kişi şu an işsiz, bana kin bileniyorlar. Bu saatten sonra can güvenliğimden İliç Kaymakamlığı, Erzincan Valiliği, İçişleri Bakanı, Türkiye Cumhuriyeti sorumludur. Şirket tarafından dolaylı olarak tehdit ediliyorum. Burada çaycı 9 bin 500 TL, ilkokul terk insanlar bile 23-24 bin TL maaş alıyor. Maden 24 saattir çalışmıyor. İliç’e gitme, Erzincan’daki evinden çıkma diyorlar. Buranın kesinlikle ve acil olarak kapatılması gerekiyor.”

Yaşananları “Felaketin ufağı geldi, uyardı” sözleriyle değerlendiren Cezayirlioğlu, “Daha büyük bir felaket yaşanmadan ülkenin iktidarı, muhalefeti, bilim insanları, hukukçuları burayı kapattırmak zorundalar” şeklinde konuştu.

Harran Ovası biter, Atatürk ve Keban Barajı zehirlenir

Cezayirlioğlu’nun avukatlığını gönüllü olarak üstlenen İsmail Hakkı Atal da bölgedeki deprem tehdidine dikkat çekti:

“Burada büyük bir deprem olur ve buranın siyanürü de Fırat Nehri’ne karışacak olursa, Türkiye biter… Harran Ovası biter; Keban Barajı, Atatürk Barajı zehirlenir.

Daha deprem olmadan siyanür borusu kendiliğinde patladı. Bir de burada büyük bir deprem olduğunu düşünün…”

Türkiye Cumhuriyeti devletini çökertebilecek ekolojik bir tehdidin üzerinde yaşıyoruz.

Hem altınımızı çalıyor, hem bizi kanser ediyorlar

Sağlık Bakanlığı’na İliç’teki kanser vakalarına ilişkin verileri paylaşması çağrısı da yapan Atal, “2016’dan beri kanser istatistiklerini yayınlamıyor. Herkes kanser oluyor şimdi orada, niye gizliyorlar? Bizi hem öldürüyorlar hem malımızı çalıyorlar; hem altınımızı götürüyorlar hem de bizi kanser edip ilacını satıyorlar. Bugün Türkiye Cumhuriyeti devleti sömürgeci devletlerin istilası altındadır” dedi. 

Atal, tarım topraklarını ve su kaynaklarını korumanın artık bir milli güvenlik meselesi olduğunu söyledi:

“Şu anda insanlar sokakta ekmek dilenir hale geldi. Çiftçiyi, köylüyü bitirdiler. Türk halkı madencinin, termikçinin, nükleercinin kapısında bekçi, uşak olmaya mecbur hale getirildi. Sonra da Sedat Cezayirlioğlu tehdit ediliyor, ‘sen bizim ekmeğimizle nasıl oynarsın’ diye… Bu insanlar 15 yıl önce tulum peyniri yapıyordu, buğday üretiyordu, geçimini sağlıyordu. Bu acilen düzeltilmeli, bu şekilde bu toplumun, bu ülkenin gidecek bir santimi kalmadı. Ekoloji mücadelesi artık bir yaşam hakkı mücadelesidir. Tarım topraklarımız ve su kaynaklarını korumak bir milli güvenlik meselesidir.

Bunu Cumhurbaşkanı da ifade ediyor ama bunlar hep sözde kalıyor, artık uygulama istiyoruz.”

 

Tıp fakültelerindeki ‘hekimlik andı’ birer birer değişiyor: Cinsel yönelim vurgusu yok, kürtaj karşıtlığı besleniyor

Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, öğrencilerin mezun olurken ettikleri hekimlik yemininden “cinsel kimlik, cinsel yönelim ayırt edilmemesi gerektiğine” yönelik maddeyi çıkarttı. Ayrıca, metinde kürtaj karşıtlığı iması da yapıldı.

Selçuk Üniversitesi, “Görevimle hastam arasına; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, irk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime…” kısmını, “Din, milliyet, ırk ve görüş farklılıklarının mesleğimle hastam arasına girmesine izin vermeyeceğim” olarak değiştirdi.

Yapılan bir diğer değişiklik ise kürtaj iması oldu. Hekimlik andına eklenen maddeyle insan hayatına “ana rahmine düştüğü andan itibaren saygı duyulması gerektiği” ibaresi konuldu. Hekimlik andına, “Meslektaşlarımı kardeş olarak göreceğim” kısmı da eklendi.

Ana rahmine düştüğü andan itibaren insan hayatına saygı

Selçuk Üniversitesi’nin andı şöyle:

Hekimlik mesleği üyeleri arasında katıldığım şu anda, kendimi insanlığın hizmetine adayacağıma söz veriyorum. Hocalarıma karşı duyduğum ve gösterdiğim saygıyı hayatım boyunca koruyacağım. Meslektaşlarımı kardeş olarak görerek, ilişkilerimde deontolojik kurallara bağlı kalacağım.

Sanatımı vicdani ölçüler içerisinde ve ağırbaşlılıkla yapacağım. Hekimlik mesleğinin geleneklerini ve şerefini titizlikle yaşatacağım. Hastamın sağlığı baş kaygım olacaktır. Hastalarımın sırlarını muhafaza edeceğim.

Din, milliyet, ırk ve görüş farklılıklarının mesleğimle hastam arasına girmesine izin vermeyeceğim.

İnsan hayatına, ana rahmine düştüğü andan itibaren kesin olarak saygı duyacağım. Tehdit altında bile olsam, mesleğimi insanlık aleyhine kullanmayacağım. Hiçbir baskı altında kalmadan, bütün bu söylediklerimi yapacağıma namusum ve şerefim üzerine and içerim.”

Daha önce de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Sakarya ve İnönü üniversiteleri tıp fakültelerinin hekimlik andından cinsel yönelim ibaresini çıkarmıştı. Cerrahpaşalı doktor adayları yemin töreninde, metinden çıkarılan ifadeyi hep birlikte bağırarak okumuştu.

Türk Tabipler Birliği (TTB) de Sakarya ve İnönü’deki değişiklikler üzerine bir açıklama yapmış; “Unutulmamalıdır ki, binlerce yıllık tarihsel süzgeçten geçerek evrensel kabul görmüş mesleki değerlerin belli bir anlayışın yaşam görüşü doğrultusunda değiştirilmesi olanaklı olmadığı gibi, bu tür girişimlerde bulunulması kabul edilemez. Hekimler şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da kişilerin var olan farklılıklarını dikkate almaksızın, herhangi bir ayrım yapmadan hastalarının ve toplumun acılarını dindirmeye devam edecektir” demişti.

TTB’nin de katkılarıyla 2017’de güncellenen Dünya Tabipler Birliği Cenevre Bildirgesi ve diğer üniversitelerde okunan Hekimlik Andı şöyle:

Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak;
Yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma,
Hastamın sağlığına ve esenliğine her zaman öncelik vereceğime,
Hastamın özerkliğine ve onuruna saygı göstereceğime,
İnsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime,
Görevimle hastam arasına; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime,
Hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağıma,
Mesleğimi vicdanımla, onurumla ve iyi hekimlik ilkelerini gözeterek uygulayacağıma,
Hekimlik mesleğinin onurunu ve saygın geleneklerini bütün gücümle koruyup geliştireceğime,
Mesleğimi bana öğretenlere, meslektaşlarıma ve öğrencilerime hak ettikleri saygıyı ve minnettarlığı göstereceğime,
Tıbbi bilgimi hastaların yararı ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için paylaşacağıma,
Hizmeti en yüksek düzeyde sunabilmek için kendi sağlığımı, esenliğimi ve mesleki yetkinliğimi korumaya dikkat edeceğime,
Tehdit ediliyor olsam bile, tıbbi bilgimi, insan haklarını ve bireysel özgürlükleri çiğnemek için kullanmayacağıma,
Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine,
Ant içerim.”

Bakan Soylu şikayet etti, Halk Tv, KRT ve Tele1’e ceza yağdı

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun şikâyeti üzerine RTÜK, Halk TV ve KRT’ye yüzde üç para cezası kesti.

İlhan Taşcı da söz konusu cezaları sosyal medya hesabından şöyle duyurdu:

“Sedat Peker’in açıklamalarının tartışılmasından rahatsız olan Süleyman Soylu’nun şikâyeti üzerine RTÜK rapor düzenledi; Halk TV ve KRT’ye %3 para cezası kesildi.

Oysa cezalandırılan yayınlarda Peker’in iddialarının araştırılmaması, soruşturulmaması eleştiriliyor.

RTÜK cezasını Sedat Peker’in açıklamalarının değerlendirildiği programlarda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “eleştiri sınırı ötesinde küçük düşürüldüğü” gerekçesine dayandırdı.

Kararlar oy çokluğuyla alındı.  Karara Sayın Konuralp ile birlikte karşı oy kullandık.”

‘Demans hastası Aysel Tuğluk’a zorla savunma yaptırmak işkencedir’

IŞİD’in Kobane’ye yönelik saldırıları üzerine 6-8 Ekim 2014’te gerçekleşen protesto eylemleri gerekçe gösterilerek 108 ismin yargılandığı Kobane Davası’nın 14’üncü duruşmasının ilk gününde mahkeme, demans hastası Aysel Tuğluk’un Kandıra Cezaevi’nden SEGBİS ile katılmasına karar verdi.

Avukatları refakatinde duruşmaya cezaevinden SEGBİS ile katılan ve duruşma sırasında konuşmakta ve kendisini ifade etmekte zorlanan Tuğluk, mahkeme başkanının “Savunmanız nedir savunmanıza başlayın” şeklindeki ısrarına karşı “Benim özel bir durumum var. Hasta olduğum için kendimi ifade edemiyorum. Bu hastalıktan dolayı savunmamı daha sonra yapacağım” demek zorunda kaldı.

Aysel Tuğluk İçin 1000 Kadın Platformu, bu karara “Demans hastalığı yetkili sağlık kurumları tarafından raporlarla ortaya konan  Aysel Tuğluk’un hastalığının tüm etkileri apaçık ortadayken, savunma yapmaya zorlanması işkencedir!” sözleriyle tepki gösterdi:

“Bugün, yine bir hukuk garabetine, yine bir insanlık dışı uygulamaya sahne oldu duruşma salonu.”

Yetkili sağlık kurumları ve bilim insanlarının defaatle Aysel Tuğluk’un hastalığının geri dönülemez biçimde ilerlemesinin engellenmesi ve insan haklarına uygun bir biçimde tedavi koşullarının sağlanması için derhal serbest bırakılması gerektiğini savunduğunu hatırlatan kadınlar, “Tuğluk’un cezaevinde geçirdiği her gün, hastalığının seyrini kötüleştiren her uygulama, sağlığını geri dönülemez biçimde bozan her muamele insanlık suçudur. Duruşmaya zorla katılma kararı da bu suçlardan biridir” açıklamasını yaptı.

Platform “Tuğluk’un sağlık durumu ortadayken ısrarla gereğini yerine getirmeyen, üstüne üstlük sağlığını daha da kötüye götürecek kararlara imza atılmasına seyirci kalan başta Adalet Bakanlığı olmak üzere tüm idari ve adli makamlar sorumludur” ifadelerini kullandığı açıklamada şunları söyledi:

Temel görevlerinden biri insan haklarının korunmasını sağlamak ve denetlemek olan Baroların, son dönemde sıkça gündeme gelen hasta mahpuslar ve hapishanelerdeki ölümler konusunda sessiz kalmalarını kabul etmiyoruz.

“Aysel Tuğluk’a yaşatılan bu hukuksuz süreçte imzası olan tüm yetkilileri bir kez daha hukuka, bilime ve vicdana uygun davranmaya çağırıyoruz. Tuğluk’un tedavisinin insanlık onuruna yaraşır bir şekilde sürdürülebilmesi için bir an önce özgürlüğüne kavuşması gerekiyor.

56 ülkeden 6 bini aşkın kadın olarak tekrar ediyoruz; Aysel Tuğluk ve tüm hasta mahpuslar için özgürlük istiyoruz.”

Deniz üstü rüzgar enerjisi, 21,1 GW’lık kapasite artışıyla rekor kırdı

Küresel Rüzgar Enerjisi Konseyi (GWEC) tarafından Birleşmiş Milletler Okyanus Konferansı ile aynı tarihte yayınlanan en son Küresel Deniz Üstü Rüzgar Raporu’na göre, açık deniz rüzgar endüstrisi 2021’de 21,1 GW yeni kapasite ile şebekeye bağlı en iyi yılını yaşadı.

Rapor, hükümetlerin rüzgar enerjisi teknolojisine yönelerek, enerji güvenliği ve uygun maliyet arayışlarında iddialı yeni hedefler belirlemesi ve yeni net sıfır emisyon hedeflerini karşılamaya çalışması, deniz üstü rüzgar endüstrisinin yeni bir çarpıcı büyüme çağına hazırlandığını gösteriyor. Bu geliştirilmiş hedeflerin uygulaması, 2025’ten itibaren çok daha fazla sayıda rekor kıran yıllar olmasını gerektiriyor.

2022 Küresel Deniz Üstü Rüzgar Raporu, hükümetlerin deniz üstü rüzgar konusunda daha istekli hale geldiğini gösteriyor. GWEC Market Intelligence, 2030 için görünümünü geçen yılki rapora göre 45,3 GW veya %16.7 oranında revize ediyor ve 2022-2030’da 260 GW’lık yeni deniz üstü rüzgar kapasitesinin eklenebileceğine ve toplam küresel deniz üstü rüzgar kapasitesinin 2030 yılına kadar 316 GW’a ulaşabileceğine inanıyor.

Lizbon’da, Birleşmiş Milletler Okyanus Konferansı’nda konuşan  GWEC CEO’su Ben Backwell şunları söyledi:

 “Deniz üstü rüzgar sektörü için şaşırtıcı bir yıl oldu. Dünyanın dört bir yanındaki hükümetler, artık, deniz üstü rüzgarın endüstriyel kalkınmayı ve istihdam yaratmayı teşvik ederken güvenli, uygun fiyatlı ve temiz enerji sağlayan, ömür boyu bir kez karşılaşılabilecek bir fırsatın farkına varıyor. Şimdi, sağlıklı ve “büyümeye uygun” bir küresel tedarik zinciri oluştururken, hedefleri hızla uygulamak için çalışmamız gerekiyor.

Aynı zamanda, dünyanın en önemli deniz temelli endüstrilerinden biri haline geldiğinden, rüzgar endüstrisinin sağlıklı bir Okyanus ekosisteminin kilit koruyucusu olarak yerini alması gerekiyor. Bütünsel iş birliği ve planlama sağlayacak ve biyolojik çeşitlilik ve koruma hedefleriyle en üst düzeyde uyumu sağlayacak şekilde ölçeği büyüttüğümüzden emin olmak için Okyanus alanındaki paydaşlar ve topluluklarla birlikte çalışmamız gerekiyor.

Birlikte çalışarak, dünyanın net sıfıra ulaşmasına yardımcı olurken, güç sağlayan temiz ve güvenli bir enerji sistemi sağlayabiliriz”.

Net sıfır için hayati önemde

Net sıfır hedefine yönelik siyasi taahhütler, deniz üstü rüzgar enerjisini net sıfıra ulaşmak için hayati bir konuma getiriyor. Enerji krizi ve Rusya‘nın Ukrayna‘yı işgali, hükümetlerin enerji kaynaklarını güvence altına almak için deniz üstü rüzgar hedeflerini daha da artırmasına neden oldu. 2022 Küresel Deniz Üstü Rüzgar Raporu, hükümetlerin hedeflerinin küresel kapasiteyi 2031 yılına kadar yaklaşık 370 GW kapasiteye çıkaracağını tahmin ediyor, bu GWEC/IRENA Deniz Üstü Rüzgar Enerjisi Sözleşmesi’nin 2030 yılına kadar 380 GW deniz üstü rüzgar kurulumu hedefine yaklaşıyor.

Hükümetlerin ve özel sektörün, büyümeyi karşılamak için önümüzdeki on yılda hızla genişleyebilen, iyi işleyen bir küresel tedarik zincirinin varlığını sağlamak için birlikte çalışması gerekiyor. Şu anda, tedarik zincirinin sağlığı, emtia ve lojistik fiyat artışlarından kaynaklanan enflasyonist baskının tehdidi altındayken, dibe doğru giden fiyatlandırmadan ve düzensiz talep büyümesinden mustarip.

Küresel deniz üstü rüzgür sektörünün kritik bir dönüm noktasında olduğunu belirten Ørsted Başkan Yardımcı Ulrik Stridbæk şöyle konuştu:

“Bir yandan siyasi hedeflerin katlanarak arttığını görüyoruz. Ancak diğer yandan sektör, artan maliyetler ve kesintiye uğramış tedarik zincirleriyle karşı karşıya kalıyor ve bu hedefleri gerçekleştirme konusundaki uzun vadeli kabiliyetini tehlikeye atıyor.

GWEC’in Küresel Deniz Üstü Rüzgar Raporu, bu zorlukların nasıl üstesinden gelineceğini tartışmak ve deniz üstü rüzgar enerjisinin 1,5 derece hedefini canlı tutmak için gereken rolü oynayabilmesi için gereken yatırımların önünü açmak üzere durumu değerlendirmeye ve sektörü bir araya getirmeye yönelik çok önemli bir andır.”

Veriler

  • 21.1 GW’lık yeni kurulumla küresel kapasiteyi 56 GW’a çıkararak, 2020’den 2021’e kadar dünya çapında şebeke bağlantısında üç kat artış oldu. Yıllık %58’lik büyüme, deniz üstü rüzgarın artık toplam küresel kümülatif kurulumların %7’sini temsil ettiği anlamına geliyor.
  • Veriler aynı zamanda iddialı hedeflerin ve eylemin neler sunabileceğinin açık bir kanıtını da içeriyor. Çin geçen yıl yeni deniz üstü kurulumunun %80’ine katkıda bulundu ve bu da 2021’i ülkenin yeni kapasite artışında dünyaya liderlik ettiği dördüncü yıl yapıyor. Vietnam‘ın proaktif yaklaşımı daha fazla kapasite sağladı ve 2022 Küresel Deniz Üstü Rüzgar Raporu, 2022’nin sonunda Asya’nın dünyanın en büyük deniz üstü piyasası olarak Avrupa‘nın yerini alacağını tahmin ediyor. Rapor, Avrupa’nın tacı yeniden kazanmasının, 2031 yılına kadar sürebileceğini öne sürüyor.

  • Bu yıl aynı zamanda, yüzer deniz üstü rüzgar türbinlerinin tanıtım aşamasını geçtiğini ve ticarileşme aşamasına geldiğini, 57 MW’lık yeni kurulumun küresel olarak toplam kapasiteyi 121,4 MW’a çıkardığını gösteren yıldı. Bu yeni kurulumların 48 MW’ı İngiltere’de, 5,5 MW’ı Çin’de ve 3,6 MW’ı Norveç‘te gerçekleşti.
  • 2022 Küresel Deniz Üstü Rüzgar Raporu, 2031 yılına kadar 315 GW’lık yeni deniz üstü rüzgar kapasitesinin ekleneceğini ve toplam kapasitenin 370 GW’a ulaşacağını tahmin ediyor – GWEC/IRENA‘nın net sıfır yol için 2030 yılına kadar 380 GW hedefine yaklaşıyor. Yıllık açık deniz rüzgar kurulumlarının hacminin 2021’de 21,1 GW’dan 2031’de 54,9 GW’a iki katından fazla artması beklenirken, deniz üstü rüzgarın yeni küresel rüzgar kurulumlarındaki payının 2021’de %23’ten 2031’de en az %30’a çıkması bekleniyor.
  • Birleşik Krallık‘ta artan yüzen deniz üstü rüzgar hedefini ve 120 GW’lık küresel yüzen deniz üstü rüzgar projeleri planlayan Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika‘daki hızlandırılmış yüzen deniz üstü rüzgar proje geliştirme faaliyetlerini göz önünde bulundurarak GWEC, 2030 küresel rüzgar tahminini geçen yıla göre %14 yükseltti. 18,9 GW’ın 2030 yılına kadar küresel olarak inşa edilmesinin muhtemel olduğunu ve bunun 11 GW’ının Avrupa’da, 5,5 GW’ın Asya’da ve geri kalanının Kuzey Amerika‘da olacağını tahmin ediyor.
  • GWEC Market Intelligence, 120 GW’ı yüzen  deniz üstü rüzgar olmak üzere, dünya çapında farklı gelişim aşamalarında olan 700 GW’dan fazla deniz üstü rüzgar projesi belirledi.
  • Şu anda 23 GW kapasiteli deniz üstü rüzgar projeleri yapım aşamasında. %49,5 pazar payı ile Avrupa şu anda deniz üstü rüzgar projesi kurulumlarında başı çekiyor, onu Asya (%46,4) ve ABD (%4,1) izliyor. Çin, yapım aşamasındaki 7,8 GW ile en aktif pazar ve onu İngiltere (5,6 GW), Hollanda (2,3 GW), Tayvan (2,1 GW), Fransa (1,4 GW) ve Almanya (1,1 GW) takip ediyor.

2022 Küresel Deniz Üstü Rüzgar Projeleri Raporu’nu ve ayrıca Küresel Deniz Üstü Rüzgar Raporunu  buradan indirebilirsiniz.

Veriler ve sürdürülebilirlik ile ilgili raporların önemli bilgilerinin bir dökümünü burada bulabilirsiniz.