Ana Sayfa Blog Sayfa 5459

Kadınların Düşünme Felcine Uğradığı "Cadde"

Eril düşünce, tarih öncesi çağlardan bu yana erkeğe ait alanın sınırlarını koyu çizgilerle çizdi ve kadını bu sınırların dışında tutmanın farklı yollarını bulmayı başardı. Kadını eve kapatmak ve özel alanına hapsetmek bunun en kolay yoludur mesela… Bu duruma uygun bir şekilde ve nihai sonuç olarak kadın sosyal, politik, düşünsel ve sanatsal alandan hep uzak tutuldu; böyle kalması da sıkı sıkıya tembihlendi. Peki ya tembihlere kulak asmayanlar? Tarih onların cadı ilen edilmesine, yakılmasına şahit oldu. Bunun sonucunda da kalanlar daha çok içine kapandı, sindi. Patriarkal yapı amacına ulaştı.aaamilliyet

“Cadde’de “Kürt Açılımı” yok, sosyetedeki yeni aşk açılımları var.”

Kadınların aklen eksik, ahlaken aşağı olduğu söylendi. Kütüphanelerin, üniversitelerin kapısı yüzüne kapatıldı. Bunları yazarken aklıma Virginia Woolf geldi. Diğer kadınlara oranla babasının edebiyattaki aktif rolü sayesinde kısmen daha şanslı bir kadın olan Virginia Woolf, değerli eseri Kendine Ait Bir Oda‘da kadınların akademik alandan dışlanmalarını nefretle anlatır. Kadınların erkeklerle aynı kalitede eğitim almaları hayalken, derslere giren akademisyenler bile kadın öğrencileri aşağılamaktadır. Woolf’un çağdaşı E.M. Forster bu farkın çıkan yemeklerde bile kendini gösterdiğini söyler. İşin en kötü tarafı da toplumda kimi erkeklerin hala bu farkın varlığına kanıtlar aramaları diye düşünüyorum. Burada da aklıma İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi geliyor. Bildiğimiz gibi Berlusconi canlı yayında dokunulmazlığının kaldırılmasıyla ilgili konuşan muhalif partiden bir kadın milletvekiline “zeki olmaktan ziyade güzeldir” demişti. Bu da aynı hastalıklı düşüncenin günümüze yansımış halidir.

“Cadde’de “Bitirme planı” yok, ucuz ve kaliteli alışveriş planları var.”

Kısacası kadına elinin hamuruyla düşünmek yasaklanmıştır bir anlamda. Kadın yazarların takma erkek isimleriyle yazmasının sebebi budur. Çünkü toplum kadını, erkeğin annesi, karısı, namusu, ilham perisi olarak konumlayarak pasifleştirmiştir ve salt bedene indirgemiştir. Fakat kimi zaman kendi bedeni üzerindeki hakkını da elinden almıştır ki bu aklın almadığı paradoksal bir durumdur.

“Cadde’de “Ergenekon Savcıları” yok, TV dünyasının ünlü isimleri var.”

Yıllar ilerledikçe kadını düşünsel aktivitelerden uzak tutma görevini farklı tekeller devralmıştır. İlk akla gelen, medya… Kadının bedeniyle kandırılmasına şahit olduk, oluyoruz. Defileler, makyajlar, saç stilleri, magazin… Evet, medya bunları dayatıyor kadınlara. “Saçına makyajına saatler ayır, düşünme! Bak dizilere, güzel kadınlar zengin ve başarılı erkeklerle evlenip evde oturuyor ve ne kadar harika giyiniyorlar, sen de öyle ol, modaya uygun giyin, düşünme! Sana bunları anlatan magazin dergileri çıkardık, programlar yaptık. Sabahtan akşama kadar televizyona kilitlen, düşünme! Bak şarkıcılara, mankenlere hepsi sıfır beden. Hemen kilo ver. Bir yığın sağlıksız ürün var bunu yapman için onları ye, iç, düşünme!” Böyle böyle uzaklaştırılmak istendi kadın bilimsel, düşünsel ve elbette siyasal alandan. Tabii ailelerin bu duruma katkısına değinmeden de geçemeyiz. Çocuklarının apolitikliğiyle övünen ailelerin… “Benim kızım hiç bilmez öyle siyaset falan. Anlamaz bu işlerden” diye övünen ailelerin…

“Cadde’de “İmralı, Silivri” yok, Bebek, Nişantaşı, Beyoğlu, Bodrum var.”

Paragraf aralarında yazdıklarıma gelirsek eğer bu cümleler büyük bir gazetenin bugün yarın çıkacak olan ekinin reklam cümleleri… Hepimizin bildiği gibi ülke gündemi bu aralar bir hayli yoğun: Kürt açılımı, Ergenekon davası, barış grupları, irtica raporu, domuz gribi… Ve tam bu esnada medyanın kadınlar üzerindeki rolünü layıkıyla oynayacağını yaptığı reklamlarla açık bir şeklide gösteren, özellikle kadınlara yönelik bir ek çıkıyor. Bunda kasıt olduğunu düşünmemek ise elde değil. Ülkede, bırakın ülkeyi Dünya’da durum böyleyken işi halkı bilgilendirmek olan bir yayın organı bunu nasıl yapar, nasıl “Ergenekon yerine, TV dünyasını, Kürt açılımı yerine modayı, bitirme planı yerine alışverişi düşünün” der bunu gerçekten aklım almıyor.

“Cadde’de “ya bıktık bunlardan” diyebileceğiniz hiçbir şey yok, hayat var.”

Baştan beri saydığımız “kadınları düşünmekten alı koyma planı” bugüne kadar birçok kadının sağlığına mal oldu. Bulimia, anoreksi ve farklı psikolojik sorunlar bunlardan en çok karşılaştıklarımız. Bunlar kadar önemli diğer bir sorun var ki bunların en sinsisi: Düşünme felcine uğramak. Evet, gereksiz ne kadar şey varsa onlarla meşgul olmamızı, başka bir şeyi düşünmememizi isteyen; bunu da korkunç bir şeklide “insanları rahatlatmak” kisvesi altında yapan; en inanılmaz olanı da buna “hayat” diyen bir yayın daha hayatımıza giriyor. Renkli sayfalarla olabildiğince cıvıl cıvıl ve insanları nasıl kandıracağını bilen, bunu iş edinmiş bir şeklide… Tabii ki bunları söylerken iğneyi biraz da kendimize batırmak gerekir. Bunların hızla çoğalmasının sebebi biraz da okur değil mi? Kadınlar gerçekten bunları okumayı reddetse hala bu misyonu, yani düşünme felcine uğratma misyonunu devam ettirebilirler mi? Hayır! Şimdi ise biraz durup DÜŞÜNME zamanı… Bu gerçekler bizim. Eğer biz bunlar üzerine düşünmeyi, kafa yormayı, kimi zaman onaylamayı, kimi zaman eleştirmeyi, tepki göstermeyi, birleşmeyi reddedersek, bu işlerden çıkar sağlayacak birileri bu ülkede istediğini yapar ve sonuçlarına hep beraber katlanmak zorunda kalırız. Bunun da bedeli çok ağır olur. Şimdi ise çağrım tüm kadınlara, yüksek sesle şunları söyleyelim: “Ben bu yapay hayatı reddediyorum, gerçeklerimle yüzleşmekten mutluyum ve düşünmekten vazgeçmiyorum, her şeye rağmen…

Aşı Tuttu: Kârlar Hızla Yükseliyor

Türkiye’de ve Dünya’da domuz gribi ve domuz gribi aşısının çevresinde dönen tartışmalar devam ederken, aşının ilk faydasının şirketlere dokunduğu ve aşının hiç olmazsa kârlar adına tuttuğu anlaşılmakta.

image-4-for-swine-flu-masks-gallery-997776666pig_mask__code-1swine-flu-mask

Artık Ğadir Hum Bayramı Günü Tatil Olmalıdır.

Artık Ğadir Hum Bayramı Günü Tatil Olmalıdır.

Mevlüt Oruç*

Çiçek bahçesi misali etnik ve inanç mozaiğinden yansıyan renk armonisi ülkemizin zenginliğidir. Etnik, inanç veya yöresel bayramlar bu zenginliğin meyveleridir. Fakat maalesef hala yiyenin ülkemiz cennetinden kovulduğu; yasak, saklanması gereken bir özür, suç gibi bayramlarımızı yaşamak zorunda kalıyoruz. Kör olma da gör beni dediğimiz bayramlarımızdan birisi de Arap Alevilerinin en büyük inanç bayramı olan Ğadir Hum Bayramı’dır. İnanç özgürlüğünün güvence altında olması ihtiyacını en çok hissettiğimiz günlerden birisi de Ğadir Hum Bayramı günüdür.

Çağdaşlık, uygarlık, gelişmişlik ölçülerinden birisi de demokrasinin temel taşlarından olan inanç özgürlüğünün ne düzeyde yaşanabildiğidir. Tek din, tek mezhebe endeksli politikaların laiklik olarak tanıtılması ve hala yürütülüyor olması ülkemize özgü ucube bir vaka olarak tarihe geçebilir. Farklı inanç ve etnik yapıları görmeme, yok sayma, tanımama ısrarı bizleri bayramlarımızda da sıkıntıya sokmaktadır.

Bir yandan inancımıza karşı görevlerimiz, diğer yandan kamuya ait görevlerimiz arasında sıkışıyoruz. Yaklaşık 1,5 milyon nüfusa sahip olan Türkiyeli Arap Alevilerin yarısı Antakya ve ilçelerinde yaşıyor. Ğadir Hum Bayramımız bu yıl miladi 4 Aralık 2009 (Şemsi, 21 Teşrin Ahir 1389-Kameri, 18 zilhicce 1430) Cuma günü kutlanacaktır. Arap Alevi inancına göre, Ğadir Hum Bayramı günü çalışmak veya herhangi bir iş yapmak haramdır. Antakya yöresinde Arap Alevi inancına dayanan bir bayram olmasına rağmen her yıl Kurban Bayramı’ndan bir hafta sonra kutlanan Ğadir Bayramı günü hangi inançtan olursa olsun, ötekine saygı gereği bütün vatandaşlar tatil yapar. Esnaf işyerini açmaz, işçi, işveren, köylü, çiftçi vs. iş, çalışma yaşamı durur. Fakat Ğadir Bayramı günü okul ve diğer resmi dairelerin açık olması nedeniyle, vatandaş inancını ve bayramını yaşamakta sıkıntı ile karşılaşıyor. Vatandaş kendisi için en kutsal ve en büyük bayramda inancının gereğini yerine getirme veya çocuğunu okula yollama, zorunlu resmi işini yerine getirme vb. arasında kalıyor. Antakya, Samandağ vb. yerlerde halk bayramlaşırken, okul ve diğer devlet dairelerinin normal mesailerine devam etmeleri gerçekliğe aykırı olduğu gibi, vatandaşı da sorunlu bir durumla baş başa bırakıyor. Ğadir Bayramı gününde büyüklerimizle, küçüklerimizle, ibadetimizle, kurbanlık, ziyaret, Hıdır, dua, namaz ve Hrisimiz’le (yöresel yemek) sadece bayramlaşmak istiyoruz. Demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından olan laiklik ve inanç özgürlüğünün, inançlar arasında var olan saygı, sevgi ve hoşgörünün gereği olarak Ğadir Bayramı gününün idari tatil yapılmasını talep ediyoruz.

Valilik ve kaymakamlıkların inisiyatifinde olan idari tatil uygulamasının bu yıl ve her yıl Antakya, Samandağ ve talebi olan diğer yerlerde Ğadir Bayramı günü için uygulanmasının ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.

Hatay Valiliği, il genel meclisi, Samandağ ve İskenderun Kaymakamlıkları sağlık gibi zorunlu hizmetler hariç tatil ilan etmelidir. Antakya, Samandağ, İskenderun belediyelerini temizlik, itfaiye vb. zorunlu hizmetler hariç resmi tatil kararı almaya davet ediyoruz.

Ğadir Bayramı gününün Antakya, Samandağ ve talep eden diğer yerler için idari tatil uygulaması talebimizin, Hatay Valiliği’ne, Samandağ Kaymakamlığı’na ve TC Başbakanlığı’na bu talebimizle ilgili ilettiğimiz dilekçelerimizin olumlu değerlendirilmesini, çok doğal ve insani ihtiyacımızın bu yıl karşılanmasını bekliyoruz.

*Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu Üyesi

Samandağ Hatay

Suyun Ticarileşmesi ve Sonuçları (3)

SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNİN SONUÇLARI

Erhan İçöz

Yukarıdan beri anlatılanlar, suyumuza göz dikildiğini açıkça göstermekte. Bu güne dek kısmen özelleşmiş, metalaşmış olan su, giderek tümüyle bir “mal”  haline dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Dünya su devi şirketler, Dünya Su Forumlarının baş katılımcılarıdır. Neden? İnsanları çok mu seviyorlar. Halka ücretsiz hizmet mi etmek istiyorlar. Kapitalizmin mantığı, daha fazla kar olduğuna göre, özelleşecek suları, daha ucuza mı satacaklar. Yoksa, ipotek edilen tarlaların çok ucuza kapatılması ile, endüstriyel tarımın altyapısının da oluşturulmasına mı çalışılıyor. Şimdiden, ülkemizde binlerce dönümlük çiftlikler kurulmakta. Ödeme güçlüğü içerisindeki çiftçilerin elinden tarlaları birer birer alınarak dev çiftlikler oluşturulmaktadır. Yani, ortada sadece suyun özelleştirilmesi değil, aynı zamanda tarımsal üretimin de tekellerin eline geçme oyunu var. Sulama suyuna sayaçlar takılmaya başlandı. Yani çiftçi, sulamada kullanacağı suya peşin ödeme yapacak. Su satın almazsa verimi düşecek, güç durumda kalacak. Parası yoksa, bankalar ne güne duruyor, alırsın krediyi, sularsın tarlanı. Su satın alıp da ödeyemezse, ipotek ettiği tarlası, bankanın eline dolayısıyla da tekellere geçer. Oyun bu kadar açık oynanıyor.

Kentlerdeki durum ise daha farklı bir yönde gelişiyor. Su tekellerinin ve dolayısıyla DSF nun öngörüsüne göre, aşırı büyüyen kentler, susuzluk baskısı altında. Yerel yönetimler, oy kaygısı ile suyu ucuza vermek durumunda kalıyor. Bu da su hizmetlerinin aksaması demektir. Çözüm olarak da tabii özelleştirme öneriliyor. Devlet yerine özel sektör suyu sağlayacak, suyu satabilmek için de temiz ve bol su sağlamak zorunda olacak. İddia bu. Ya fiyat ne olacak. Maliyetlerdeki artışlar bahane edilerek su fiyatları arttırılacaktır. Zaten gerekçelerinde de ucuz su verildiği için hizmetin aksadığı savı var. susuz yaşanamayacağına göre, kentliler özel sektörün insafına kalacak.

NE YAPMALI

Suyun metalaşmasına karşı mücadeleler yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü:

a) kamusal su talebini savunmamalıdır, çünkü bugün suyun metalaşmasında en fazla başvurulan yöntem kamu-özel işbirliğidir.

b) su kaynaklarının mülkiyetinin devlette kalması da savunulacak bir durum değildir, çünkü bu yönde stratejiler geliştirilmektedir

c) su kaynaklarının mülkiyeti devlette kalsa ve hatta devlet, suyu kamu malı gibi veriyor olsa bile sorun devam ediyor olacaktır. Çünkü su kıtlığı yalnızca bir retorik değil bir gerçektir. Ve suyun en yoğun tüketildiği alanlar evsel kullanım değil kapitalist sanayi ve tarım üretimidir. Dolayısıyla su kamusal olarak verilse bile sanayi ve tarımın kar amaçlı su tüketimi artarak devam edecektir, çünkü kapitalist isletmeler de suyu kamusal bir mal olarak almaya devam edecektir.

d) sonuç olarak suyun metalaşmasına karşı mücadeleler mutlaka anti-kapitalist bir perspektiften yürütülmesi gerekir ve suyun sadece kullanım değerlerinin üretimine ve evsel kullanıma tahsisi savunulmalıdır. Bu talep, kapitalizmi aşan bir taleptir, çünkü kapitalizmde kullanım değerleri değil değişim değerleri üretilir.

Toplum olarak suyumuza, yaşamımıza sahip çıkmak zorundayız. Bunun yolu, suyun ticari bir mal olmasını önleyecek örgütlenmelerden geçer. Anayasanın, uluslar arası sözleşmelerin, Helsinki Yurttaşlar Sözleşmesinin ve nihayet sivil itaatsizliğin tüm yollarını, meşruiyet sınırlarında kullanmak zorundayız.

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu (STHP), yayınladığı bildirge ile suyun ticarileşmesine neden karşı olduklarını kamuoyuna aşağıdaki şekilde duyurmuştur. Kamuoyunu, bu mücadeleye davet ediyoruz.

  • Yapılacak her çeşit su yapılaşmasının gereklilik ve yararlarının açık olarak tartışılması, etkilenecek halk kesimlerinin görüşünün çoğunluk görüşü olarak alınması, çevresel, kültürel ve toplumsal etki değerlendirmelerinin yapılması, su yapılaşmalarının kapitalist yapı ve finans sektörünün çıkarlarına göre değil tüm canlı yaşamın ve doğanın sürdürülebilirliği temelinde projelendirilmesi ve yer seçimlerinin bu kriterlere göre belirlenmesi,
  • Suya erişimi olmayanların suya kavuşturulması ve evsel suyun parasız olarak sağlanması için suyun meta üretimi yapan firmalara piyasa fiyatıyla satılması ancak sanayinin kendi arıtma tesisini kurarak üretimlerinde ihtiyaç duydukları suyun en az yarısını arıtılmış suyla karşılamaları
  • Tarımsal sulamada, geçimlik tarım üretimi yapanlara suyun parasız temin edilmesi
  • Tarımsal üretimde verimliliğin insan sağlığına katkısının ön planda tutulacak şekilde yeniden değerlendirilmesi,
  • Tarımda büyük toprak sahipliğinin, kapitalist tarımın aşılması, su ve toprağı koruyacak yenileştirilmiş geleneksel tekniklerin geliştirilmesi,
  • Su havzaları üzerindeki kapitalist baskıların (yapılaşma ve rant) tamamen kaldırılması ve böylece su kıtlığı ve verimlilik arttırma baskılarının önlenmesi,
  • Su havzalarının kısa, orta, uzun mesafe koruma bölgelerine göre değil tamamının koşulsuz korunması ve denetiminin yerel halk tarafından kurulan komitelerle yapılması,
  • Su havzalarında maden arama izinlerini öngören yasaların ve verilen izinlerin iptal edilmesi,
  • Sanayinin yeraltından ve yüzeysel sulardan kaçak su çekmesinin engellenmesi ve kullandıkları suyu arıtarak tekrar kullanıma sokmalarının denetlenmesi, fosil akiferlerden su kullanımına izin verilmemesi,
  • “Sürdürülebilir kalkınma” stratejileri ile değil “doğal dengenin sürdürülebilirliği” ne göre sulak sistemlerin, havzaların korunması,
  • Mera ve orman alanlarının korunması ve geliştirilmesi,
  • Tarımsal faaliyetlerle, sanayi ve evsel atıklarla su havzalarının kirletilmesinin önlenmesi,
  • Biyoçeşitliliği tehdit eden genetiği değiştirilmiş tohumlarla üretimin ülkemizde ve tüm dünyada yasaklanması,
  • Şirketlerin coğrafi koşullar gözetilmeksizin geliştirdiği hibrit tohumlar yerine bulunduğu coğrafyaya daha iyi adapte olmuş, daha az su ve besin maddesi tüketen yerel çeşitlere ağırlık verilmesi,
  • Baraj yapımı ve Hidroelektrik santral (HES) ile akarsulara müdahalelerin ile tarihi, kültürel ve doğal dokuların yok edilmesini hedefleyen, göçlere zorlayan her türlü girişime müdahale edilmesi,
  • Enerji üretiminde fosil yakıtlara dayalı uygulamalara son verilip, rüzgar ve güneş başta olmak üzere yenilenebilir enerji üretimine geçilmesi,
  • Enerji üretiminin uzak mesafelerden yapılması yerine olabildiğince gereksinilen yörelerde yapılması, kapitalist üretimin enerji gereksinimindeki artışa göre değil kaynakların yenilenebilirliğine göre planlama yapılması,
  • Yerel düzeyde su paylaşımına ilişkin muhtemel politika ve senaryoların yakından izlenmesi,
  • Su ile ilgili yasaların oluşum sürecine halkın müdahale etmesinin sağlanması,
  • Gerek İtalya ve Hindistan’da gerekse Türkiye’de Su şirketlerine kendi özel güvenlik örgütlerini kurma izni veren yasal düzenlemelerin derhal iptal edilmesi için girişimlerin başlatılması,
  • Su ve toprak yönetiminde üretenlerin söz sahibi olduğu politikaların uygulanması,
  • Su hizmetleri ve bağlantılı işlerde çalışanların tam güvenceyle, özgürce, insana yakışır ücretlerle çalışabileceği çalışma ortamlarının yaratılması
  • Emek örgütlerinin mücadeleyi içselleştirmesi için stratejilerin geliştirilmesi, güçlü bir toplumsal muhalefetin yaratılması,
  • Herkesin içilebilir ve temiz suya erişiminin eşit ve parasız olarak sağlanması
  • Herhangi bir ülkede su kaynaklarının verimliliğinin artması komşu ülke halkları ve çalışan kesimlerinin suya erişimini kısıtlayacağı ve dolayısıyla ücretlerinin satın alma gücünü azaltacağı için “verimlilik arttırma” çabaları karşısında komşu ülkelerin emekçileriyle ortak örgütlenmeye gidilmesi
  • Şirket ya da devletlerin su politika ve uygulamalarının tüm dünyaya duyurulması ve aynı tip uygulamaya maruz kalan ülke, bölge ve yörelerin mücadele deneyimlerinin aktarılmasının çok önemli olduğu ulusal ve uluslar arası iletişim kanallarının acilen yaratılması gerekliliği konusunda ortaklaşılması
  • Uluslararası mücadelelerin izlenmesi, suyun ticarileştirilmesi süreçlerinde saldırılara karşı üretilen yerel direnişleri, mücadele deneyimlerini birbiriyle paylaşan, bunları ortak zeminlerde bütünlüklü bir direnişe dönüştürebilen, uluslar arası bilgi paylaşımı ile dünya halklarının ortak hareket etmesinin sağlanması,
  • Su mücadelesinde taleplerin dünya ölçeğinde ortaklaştırılmasında dünyada en zor koşulda yaşayan yerel toplulukların çıkarlarından hareket edilmesi ve onların taleplerinin dünya talebi haline getirilmesi,
  • Dünya ölçeğinde örgütlenme/dayanışma ağları oluşturulurken yerel tarihsel ve kültürel tüm farklıkların göz önüne alınması
  • Dünya Bankası başta olmak üzere uluslar arası kredi kurumları ile hükümetlerin yaptıkları kredi anlaşmalarından suyun ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesinin derhal çıkarılması ve bir daha önerilememesi için dünya halklarının ortak bir tavır alması konusunda girişimlerin başlatılması,
  • Sanatçıların da başta su hakkı demokrasi ve haktan, emekten yana ürünler yaratması, yayınlaması, gösterime sunması, örgütlü mücadeleye kendi çalışmalarıyla katkı vermesi

Uzun dönemde:

Ortak görüşlerimizin yaşama geçmesi konusundaki kararlılığımız “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu”nun programlı örgütlü mücadelesine güç verecektir.

Bizler hiçbir ekonomik değerin insanın kültürel ve tarihi geçmişinden, doğal dengenin ve canlı yaşamın en küçük parçasından daha değerli olamayacağını düşünmekteyiz.

Su yaşamın kendisidir. Suyun ticarileştirilmesi sadece insanlar için değil tüm doğa ve diğer canlılar için de kabul edilemez.

Suyun kendisini kullanım değeri olarak talep etmek ve suyun sadece kullanım değerlerinin üretiminde kullanılabileceğini savunuyoruz.

Bilim ve teknolojideki gelişmelerin insanlık yararına kullanıldığı, sömürüsüz ve özgür bir dünya talebimizi ete kemiğe büründürüyoruz.

Kısaca, Toprağımızın, ekmeğimizin, emeğimizin ve SUYUMUZUN kullanım değerine sahip çıkıyoruz bunun anlamı bütün üretimin yalnızca toplum yararına odaklanması demektir

Kürt Sorununa Dair.

Kürt sorununa dair.

Veysi Berda


İnsan mutsuz olduktan sonra Kürt olmuş Türk olmuş ya da başka bir ırktan olmuş ne önemi var. Yıllarca bu ülkede Kürt meselesi din kardeşliği ekseninde çözülmeye çalışıldı. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki din kardeşliği söylemi bu akan kanın durmasına yetmemiştir.
Tutmadığı gibi, bu din kardeşliği üzerinden Türk ve Kürt ırkçılığı da yapılmıştır.İslamiyetin ırkçılığı, kavimciliği yasaklamış olması da bu iklim üzerinden yapılan ırkçılığı önlemeye yetmemiştir.Benim edindiğim izlenim; Kürt sorunun da, Türkçülüğün de her zaman dinden daha önemli bir alan ve yerde bulduğudur.
Son yıllarda artan Türk ırkçılığı, beraberinde ırkçı ve şovenist bir kısım sol kesim daha yaratmıştır.Bütün siyasi argümanlarını Kürt halkını görmezden gelen bir poltikaya dayayan CHP, ısrarla ve inatla “Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür” diyerek bu ülkede yaşayan ve Türk ırkından olmayan halkları aşağılıyor..

Türk kimliğinin özünde siyasi bir kimlik olduğu tezi ile fikirler üretip ırk temelinde Kürtlerin ırkçılık yaptığını bile söyleyebiliyorlar. MHP ,CHP’yi de yanına olarak hatta MHP nin iki adım ötesine geçerek devlet partisi kavramının ötesinde ülkeyi kaosa sürüklemek isteyen bir Ergenekon Partisi ve sözcüsü konumuna gelmiştir.

Bu temelde ki yaklaşımlar her zaman olmuştur. Bu yaklaşımların sonucu olarak da 80 yılda gerek siyasi gerkse de sosyolojik bakımdan onlarca Kürt isyanı yaşanmıştır. Çözüme dayanmayan, Türk ırkçılığı temelindeki bu yaklaşımlar, tarih boyunca çözüm olmamış tam aksine süre gelen Kürt isyanlarına başka büyük isyanlar katmıştır.

Birlikte yaşam konusunda Kürtlerin her zaman daha yapıcı olmaları da malum faşist kesimleri mutlu kılmamıştır. Yıllarca bölgede komutanlık yapmış bir parti lideri,  Kurtuluş Savaşı’nda Kürtlerin verdiği kayıplarla ilgili akla, fikre ziyan olan komik rakamlar telaffuz ettmiştir. Bölgede komutanlık yapmış olan bu şahısa şunu sormak gerekiyor: Urfa neden Şanlıurfa adını almıştır, Antep neden Gaziantep ünvanını almıştır. Urfa’da, Antep’te, Bitlis’te düşmanla göğüs göğüse savaşmış olanlarda mı bu malum zatın dedeleri..?

Bu ülkede din eksenli Türk ırkçılığı, Kürt düşmalığı ile daha da pekiştirilmiştir.Kürt ırkçılığına sürekli karşı çıkan bazı kesim dinciler ve sözde solcular şiddetli karşı duruş sergilerken Türk ırkçılığına ve Türk milliyetçiliğine sürekli sessiz kalmayı yeğlemişlerdir.

Bu gün eğer bir Kürt milliyetciğinden söz ediyorsak bunun tek sebebi Türkiye’de sağı ile solu birleştirmiş olan; büyük kitleleleri peşinde koşturan Türk ırkçılığı ve milliyetciliğinden başka bir şey değildir. Çaldıran’da, Malazgirt’te, Kurtuluş Savaşı’nda Türklerle kol kola savaşmış bu halka kimse leke ya da kara çalamaz, çalma hakkıda yoktur. Lozan’da, Kürtlere istenirse ayrılmaları ve kendi kaderlerini tayin etme hakkı verildiği de unutulmamalıdır. Buna rağmen Kürtler, Türklerle ayrılma ayrışma fikrine karşı çıkıp birlikte yaşamı savunmuşlardır.

Bu gün Ak parti, eğer bu denli ülkede oy alabiliyorsa, yıllardır bu ülkede halklara dayatılan Kemalist, milliyetçi tek tip ırk zorlamasından kaynaklıdır.  MHP ve CHP, etnik Türk milliyetçiğini dayatmanın ve halkları ötekileştirmenin dışında ne yapıyorlar? Bu ulusun Türklük temellerine dayalı olması bu temelde siyaset yapan bir çok parti kurum ve kuruluşların elini güçlendirmektedir.

Hükümetin başlatmış olduğu bu barış sürecini hepimizin önemli bir başlangıç olarak görmesi gerekmekttedir. Hiç kimsenin bu süreci karalamaya ya da küçük görmeye hakkı olduğunu sanmıyorum. Bu süreçte belki de Kürtlerin onurlu bir hayata kavuşmasıını en çok sosyalistlerin desteklemesi gerekiyor. Sosyalist ilkelerin dışına çıkıp Stalinist bir bakış açısı ile Kürt sorununa yaklaşılmamalıdır.

Kürt sorunu her şeyden önce bir vicdan sorunudur. Barışın arkasında ve önünde kimlerin olduğunun hiç bir önemi yoktur.
Hepimizin çocukları var.Çocuklarımızı yarınlarda faşist diktatörlere kurban vermek istemiyorsak, hepimizin çok ama çok daha barış adına çaba göstermesi gerekecek.

Veysi.

 

 

 

 

 

BARIŞ PEYDA OLACAK
I.
Bir sabah

Bir sevda

yükselecek

İkimizin arasında

Ve kızıl ışıklarıyla

Bir yıldız

çizecek gökyüzünde.

Eli kanlı katiller

Vurmak isteyecek

barış adına(?!)

II:

Ve o sabah

Sevdalar

vurulmayacak.

Yeni filizler

büyüyecek

Kıraç topraklarda inadına.

Ve gökyüzünde

Sevgi parlayan

yıldızlar

üreyecek.

III.

Ve bir sabah sevdalım,

Bir sevda

peyda olacak

Ülkemin topraklarında.

Ve egemen olacak

barış,

Sevgi hüküm sürecek.

Ve yasak sevdam

faili firar

olmayacak!

BÜLENT TEKİN

 

 

 

Serdar Turgut’a Davetimdir

SERDAR TURGUT’A DAVETİMDİR
Hüseyin Güngör

Serdar Turgut’un aksam gazetesindeki ‘’terörist olmadığıma pişmanım’’ yazısına İnci Hekimoglu çok güzel cevap yazmış. Terorist olma rehberiyle Serdar Turgut’un bu treni kaçırdığını yazmış Hekimoglu. 1naePye1wEMBende düşündüm tasındım genel yayın yönetmenlerine yağ dökmekten ve şehri İstanbul’da ki ‘’dağ adamlarından’’ çektiği ezadan kurtulması için Serdar Turgut’a yardımcı olunması gerektiğine karar verdim. Yardım derken hani dağ koşullarına alışması anlamında, yanlış anlasılmasın.

Bu değerli şahsiyete tavsiyem su olacak; Kandil’i Mandil’i bilmem ama bizim koyun koşullarında adaptasyon denemesi yapabilir kendisi. Zira Anadolu’nun birçok dağ köyünde olduğu gibi bizim köyde de doğa koşullarıyla mücadele ederek yasamak için gerçek bir survivor olmak gerek. Bu konuda kendisine eşlik ederek yardımcı olacağıma dair söz veriyorum hem de istediği zamanda.

Bizim koy Dersim yani senin anlayacağın Tunceli il merkezine 25 km mesafede, Pülümür Vadisi üzerine konuşlanmış yalçın dağların eteğinde kurulu Dizik adında şirin bir koydur, daha doğrusu köy idi.90’lı yıllarda güvenlik gerekçesiyle boşaltıldığı için simdi kimseler yasamıyor ama olsun derme çatma yarısı yıkık bir iki ev ayakta duruyor hala.Manzarası,havası,suyu eşsizdir. İste orada bir adaptasyon denemesi yapabilir. Gerçi köy olmaktan cıkmış bu virane yerde yasamak dağda mağara ya da kovuklarda yasamanın yanında Hilton gibi lüks kalır ama olsun çok istekli olan Serdar’a bu torpili geçmek te sakınca yok sanırım.

Bizim köye çıkmak için ilk olarak vadinin en altında yer alan karayolundan köye doğru S seklinde ki zikzaklar ve ucurumlarla dolu patika yoldan 1 saat yürüyüş yapmak gerek. Bizler çocukluk yıllarında henüz orada yasıyorken, oyun havası içinde bir tazı gibi defalarca çıkıp inebiliyorduk. Ama bu yıl gittiğimizde köye çıkıp inmek abartısız 5 saatimizi aldı. Öyle ki özellikle çıkışta bacakların kopar gibi oluyor insanın. Çünkü yol hem dik hem de dar olduğu kadar sivri taslar, diken ve ağaçlarla kaplı.Serdarcıgım bilesin ki her iniş-çıkışta bir pabucun saftı kayıveriyor. Senin için durum biraz daha zorlaşıyor tabi. Yumuşacık, tonton ayakçıklarını korumak için 5-10 çift sağlam timberland ayakkabı ve bol miktarda çorap almanı öneririm. Kazara şort falan giyeyim deme bacakların, ayakların yarık çiziklerle haritaya döner. Tabi bizim bölgede karasal iklim hakim olduğundan öğlen vakti güneş altında yürümemek için sabah erkenden henüz güneş dogmadan yola çıkmak gerek, aksi durumda hiç sakası yok güneş altında pancara dönersin valla. Zınk diye yolun ortasında kalıverirsin inan ki,oyle yardıma koşacak 112 acil servis falan da yok bilesin. Görünüşüne bakılırsa kıç ve göbekten biraz yağlı olduğundan 60 derecelik eğimde daha çok zorlanacaksın eminim ama gerekirse dayımların eşeğini senin için getirebiliriz. Gerçi senin gibi şehirli tontişlerden pek hoşlanmaz ama olsun. Eğer inatçılığı tutarsa katır kiralarız, o da inatçılık yaparsa ne yapacağımızı ben de bilmiyorum doğrusu.

Serdarcığım bizim orada yürüyüşlerde öyle aşırı terliyorsun ki hemen susayıveriyorsun. İlginçtir her ceşme basında kana kana su içmene rağmen akşama kadar küçük tuvalete gitme isteği bile duymuyorsun. Terin hemen buharlaştığından cildin kupkuru oluyor.İlk zamanlar hem rakımdan, hem oksijen fazlalığından, hem de havadaki nem oranının düşüklüğünden burnun, yüzün, gözün de yanma, kuruluk, kasınma hissedersin. Bir hafta sonra alışıyorsun artık. Sinekler öyle bir üşüşüyor ki hem de binlercesi inan abartmıyorum olumu bile tercih eder hale geliyorsun bazen. Hele senin gibi besililere bayılıyorlar. Bir gün içinde vücudun kıpkırmızı beneklerle doluveriyor. Hatta bizim köylülerin bununla ilgili uydurdukları bir söz vardır.’’Bıra name tayi Dızıke, mordem kenu vızıke’’.(Buranın adı Diziktir adamı vızıldatır mealinden)

Köyde ve dağda yürürken bastığın her yere dikkat etmelisin her an dev bir yılan, akrep vs önüne çıkabilir. Özellikle su kaynaklarının olduğu yere. Buralar hem hayvanların su ihtiyacını giderdikleri yerdir hem de av sahalarıdır. Öyle İstanbul sokaklarındaki gibi kaykıla kaykıla mesela ceşme basına su içmeye gidersen, vallahi olmaz olmaz deme bir gün mutlak bir yılan seni sokuverir. O yüzden köye 100 mt uzakta olan çeşmeye her gittiğinde önceden mutlaka bağır çağır yani ben âdemoğlu suya geliyorum mesajı ver ki civarda bulunan yılanlar mutlaka uzaklaşsın.

Bastığın yerlere dikkat et. Hep aynı hat üzerinde yürümelisin. Eskiden yoktu malum simdi bir de bölgemizde nur topu gibi mayın sorunu var bilesin. Her kesin kafasına göre gömdüğü ama yerini bilemediği.

Kösende her konuya bodoslama daldığın gibi öyle ormanlık alanlara canın her istediğinde dalma sakın. Oralar da domuz, ayı, kurt doludur. Gerçi zavallı hayvanların yasam alanlarıdır buralar onları tehdit etmediğin surece sana karışmazlar ama yine de belli olmaz acemice atacağın bir adım seni onlarla karsı karsıya getirebilir. Bu yüzden dağ koşullarının raconuna uymalısın mutlaka. Ama kısa zamanda alışırsın bunlara.

Çeşmeden suyu kendin taşıyıp ihtiyacını karşılıyorsun. Isıtmak için gerekli odunu da.Temizlige düskünsen eger her gun duslu banyo yok bilesin neyse ki havası cok temiz oldugundan haftada bir banyo yetecektir sana. Öyle cafe restoran falan da yok, yalnız koy meydanında adını rest cafe koyduğumuz karşılıklı iki ceviz kütüğü ile genişçe bir sal tasından teşkil ettiğimiz harika manzarası olan bir mekânımız var ama servis yok.Sadece oturup dinleniyorsun ama olsun yorgunluktan sonra burada oturmanın verdiği keyfi inan ki Reina’da bile almıyorsun.

Köyde tuvalet falan yok tabi, yumuşak poponu koyacak alafranga klozet bekleme sakın. Oturarak gazete, dergi okuma fantezin varsa onu da unut gitsin. Şehir yaşamındaki gibi iki isi bir arada çıkaramıyorsun ne yazık ki. Tuvalet ihtiyacın için kıçını ya derelere ya da bir kaya kovuğuna vurmak zorundasındır. Eskiden koyun ortak bir tuvaleti vardı ama simdi yerleşim olmadığından buna mecbursun. Zaten fazla yeme içme olmadığından öyle İstanbul’daki gibi sık tuvalet ihtiyacı duyacağını sanmıyorum. Bir de tuvaletin gelirse sakın ha geceye bırakma, çünkü zifiri karanlıkta evlerin iki adım ötesine gitmektense altına yapmayı tercih edersin. Ha bu arada geceleri köy ayılarla domuzlarındır bunu da bilmen de yarar var. Ayrıca bizim oraların Temmuz Agustus aylarında gündüz 40 derece sıcaklık olurken geceleri öylesine soğuktur ki parkalarla oturmak, kalın yorganlara sarılarak yatmak zorundasındır. Yaz gecelerinde bile öyle bir soğuk yersin ki yüzün gözün daima sis ve yanık görünür canım ciğerim.

Bütün Serhat illerine Keban’dan gecen elektrik direkleri koyumuzun tam karsısındadır ama elektrik-melektrik bizim oralara 30 yıl sonra tam gelmeye başlamışken köylerimiz boşaltıldı.nasiplenemedik anlayacagın. Belki senin sayende köyümüze elektrik gelir de bu vasıtayla senin de yararın dokunmuş olur.

Koyun civarında ki yollar öyle asfalt ve düz değil,daracık patikadır hepsi s seklinde kıvrılarak tırmanır ya da iner. Bu yüzden eğer iki ya da daha fazla kişi yürüyorsanız özellikle dere yataklarında bulunan bolca taslar yuvarlanıp aşağıdaki kişiyi öldürebilir ya da sakat bırakabilir. Çok sakat insan vardır bizim oralarda zaten dikkatini çekecektir bu durum ve tabi sen bunun nedenini soracaksındır.İste sebeplerinden biri budur Serdarcığım. Dağda yaşama fantezini bozmak istemem ama inanı ki absurd görünen her şey sonuna kadar gerçektir. Bizim oranın deyimiyle hem vallahi, hem billahi…

Ha bu arada cinsel fantezinle ilgili duydum ki Rojin seni mahkemeye vermiş. Haklı tabi. Buralarda sakın öyle bir şey ne söyle ne de yanlış davranışta bulun. Hani nasıl söylerler adamın kestanesini anında çizerler inan. Soylentiler yüzünden dahi çok insanın kurban gittiği pek sık yaşanmıştır buralarda. O yüzden c..kune sahip olmanı öneririm.

Sevgili Serdarcığım bütün bu yazdıklarım yaz koşullarının gerçeğidir. Kısın da 2-3 metre kar yağar, sık sık çığ düşer. Çok insan çığ altında kalmıştır bizim oralarda. Kışa hazırlık için yaz boyu odun toplamak, hayvanların kışlıklarını hazırlamak için yaprak kesmek zorundasındır ve bunlar aylar alır. Öyle İstanbul’daki gibi genel yayın yönetmenlerine methiyeler düzmekle yaşanılmıyor oralarda. Araba giremediği için her şeyi kendin taşımak zorundasındır. Geçmişte yokluktan insanların bir kışı palamut ve helige denilen bitkiyi yiyerek yasayabildikleri dönemler çok olmuştur.

Umarım dağda yasama fantezini kursağında bırakmamışımdır. Ama gelmeye karar verirsen emin ol ki orada doğayla kurduğun birebir temas fiziken fazla kilolarından kurtulmanı ve tığ gibi bir delikanlıya dönüsmeni saglayacaktır.. Ciğerlerin açılacak, eklemlerindeki paslar sökülecektir. Tabi beynindeki yanlış yazılımlardan da sıyrılarak özgürleseceksin inan.Dersim’in bu şirin koyu sana apayrı ruh ve karakter verecek hayata bakısın değişecek. Türk, Kurt ya da baska bir şey olmaktan ziyade bir insan olduğunu hatırlatacaktır.Savaşın dili yerine barışın dilini kullanmaya baslayacaksın eminim. Yapamaz da donmeye karar verirsen, senin deyiminle şehirdeki ‘’dağ adamları’’ için olmasa da düşünen insan için okunması gereksiz uyduruk yazılardan vazgeçip adam gibi durusu olan ciddi yazılar yazmaya baslarsın belki. Bu durumda seni de adam yerine koymaya başlarlar herhalde.

Yazılacak daha nice sey var köye dair satırlara sığmayan, artık onları da yuz yuze anlatırım sana.

Sevgili Serdarım Turgutum yazdıklarımda ve davetimde çok ciddiyim yeter ki sen gelmeye karar ver.

Ezen-Ezilen İlişkisi ve Demokrasi Sorunumuz

Hayatını ezilenlerin eğitimine adayan, eğitimin yöntemleri ve araçları için bir özgürleşme siyaseti öneren Paulo Freire, “Ezilenlerin Pedagojisi” adını verdiği kitapta öncelikle ezen-ezilen ilişkisine dair görüşlerini ve tanımlarını paylaşır. Bu görüşlere geçmeden önce Freire için siyasetin, kelimenin en geniş anlamıyla bir eğitim süreci olduğunu belirtmekte de yarar var.

“Ezen-ezilen ilişkisinde, ezilenin düzene olan tepkisi, o düzene olan karşıtlığı, aslında doğrudan düzenin kendisine değildir. Ezilenin düzendeki konumunadır. Ezilen, ezen konumuna geçmeyi amaçlar. Ezilen, ezen konumuna geçmeyi, özgürleşme olarak algılar. Birçok durumda, ezilmenin acısını çıkarmak için ezen olmak gerektiğini düşünür. Bu bağlamda kısır bir döngü oluşur, kişiler değişir, ama düzen değişmez, ezen-ezilen ilişkisi baki kalır”

Bu karmaşık olabilecek durumu bizim eğitim düzenimizden bir örneklemle açıklamaya çalışayım:

İl Milli Eğitim Müdürü, okul müdürleri üzerinde tahakküm kurar onları ezer.  Bu durumda milli eğitim müdürü ezen okul müdürü ise ezilendir. Bu durumdan rahatsız olan düzenden her ortamda şikayetçi olduğunu ortaya koyan müdür ise, okulda ezen konumuna geçer ve öğretmeni ezer.  Ezilen ve mutsuz olan öğretmen öğrencisini ezer. Öğrenci de bir gün, öğretmen olup özgürleşmeyi, öğrencileri ezmeyi veya doktor vs. olup toplumda öğretmenden daha yüksek bir konumda olmayı, ezen olmayı düşler, hedefler.

Bu örnek günlük hayattan binlerce milyonlarca örnekle genişletilebilir. Hepimiz ezen-ezilen ilişkisinde, bazen ezen, bazense ezileniz.  Bu ilişki her zaman bir rekabet de yaratır, ezenin yerine geçmek için çabalar, özgürleşeceğimizi düşünürüz, ama özgürleşmeyiz, ezdiklerimizin sayısı artar sadece.  Hep bir ezen vardır üstümüzde. O yüzden, Freire der ki, kendini sürekli devam ettiren ve hep baki kalan bu kısır döngüden çıkış, sadece sistemin ve düzenin ezmek ve ezilmek üzerine kurulu olan yapısını kökten değiştirmekle olur.

Demokrasi sorunumuzu ve Kürtlerin karşı karşıya kaldığı ayrımcılıkları, ezilmelerini düşündüğümde ve bazı Kürtlerin milliyetçi reaksiyonlarını gözümün önüne getirdiğinde, hep Freire’nin görüşleri aklıma gelir. Derim ki, acaba bu ülkede çoğunluk ve tahakkümü elinde bulunduran grup Kürtler olsaydı Türkler de şu anda Kürtlerin yaşadıklarını yaşarlar mıydı?

Belki yanlışım ama ne yazık ki cevabım evet!

İşte bu cevaptır beni korkutan.  Ne yazık ki birçok Kürt ve birçok muhalif hareket, düzenin değişmesinden çok sistemdeki yerinin değişmesi için çaba sarf ediyor. Kürt hareketindeki şiddetseverler,  kendini sol tanımlayan ırkçı gruplar, milliyetçi cepheler, sosyal demokrat geçinen Kemalistler… Hepsi sistemdeki yerleri değişsin diye çaba sarf ediyorlar. Ezen konumuna geçip “sözde özgürleşmek” istiyorlar.  Böylece, düzenin parçası olup, düzenin çarklarına hizmet ediyorlar.

Aslında hepimiz, bazen aynısını yapıyoruz. Bu düzen, bu ezen-ezilen ilişkisi, o kadar içimize işlemiş ki, eğitimle, siyasetle bu durumu o kadar kanıksamışız ki,  içgüdü olarak tanımlar hale gelmişiz bunları.

Bu yüzden, kafamızı kaldırıp, düzenin ve çarkın bütününe bakmak gerek.  Çünkü gerçekten de büyük veya küçük dişli olmak pek fark etmiyor.

Demokrasi sorunumuzu, bu bağlamda değerlendirmemiz, onun ezen-ezilen çarkıyla dönen düzenin bir parçası olduğunu idrak etmemiz gerekiyor. Mücadelemizi bu eksende kurmak, düzeni temelden değiştirmek temel hedef olmalı. Böyle ancak, hep beraber özgürleşebiliriz.

Paulo Freire bunları sadece yazmakla kalmadı, bu döngüden çıkış yolunu Brezilya’da köylerde, topraksızlarla beraber yaptığı eğitim faaliyetleri ile buldu. Meraklısına: kendisinin son olarak Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı kitabı öneririm.

TMK Çocukları ve Onat Kutlar

TMK Çocukları ve Onat Kutlar

Roda Uyanık

Terörle mücadele kanununda çocuklara özel yapılan maddelerin değiştirilmesi gündemde.

Çocuklar için adalet çağırıcılarının aylardır süren çabalarına, son TBMM’de ki partilerle olan görüşmesinde alınan sözle birlikte TMK’daki 2.5.7/2.9.13.17. TCK 220/6. ve TCYK 33-c. Maddeleri değiştirilecek. Kürt çocuklarının üzerindeki bu kara bulutun geçmesi halinde üç binden fazla çocuk ailesine, okuluna ve en önemlisi özgürlüğüne kavuşacak. Yasanın değiştirilmesi yönünde meclis tarafından verilen sözün reele ne kadar yakın durduğuna inanmak ise bireyin kendi otonom inancı ile ilgili. Zira barış sürecinde somut adımların atıldığı bugünlerde çocuklar tutuklanıp aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği cezalar almaya devam ediyor.
18 Ekim 2009’da Urfa’da DTP kadın meclis üyelerinin gerçekleştirdiği –yol haritasının açıklanması ve ceylan önkol’u anma- yürüyüşünde, 15 ve 17 yaşındaki iki çocuk tutuklanarak cezaevine kondu. 23 Ekim 2009 tarihinde ise Adana’da tutuklu bulunan iki çocuğa örgüt üyesi suçlamasıyla ceza verildi. Ve sadece Adana’da 103 çocuğa toplam 475 yıl hapis cezası geçti kayıtlara bugüne kadar.
Umudun siyah rengini açmak için tutuklu çocuklara bir el de Filiz Kutlar tarafından uzatıldı. Onat Kutlar’ın kütüphanesini çocuklara bırakmak istediğini belirtti. Onat Kutlar Türkiye’nin en özgün yazarlarındandı. Edebiyat, felsefe ve sinema alanlarında eserler bırakmış ve Kürtlerin yakın bir duygudaşı olmuştur. Ne yazık ki 1994 yılında, değerlerini koruyamayan bir ülkede, hain bir bombalı saldırıda hayatını kaybetmişti. Özel ve anlamlı, duygu yüklü bu bağış için, tutuklu çocuklar olgun bir fikir ortaya attılar. Dediler ki; dışarıda bizden daha çok insan var, sadece içeridekilerin değil herkesin yararlanabileceği bir yerde olsun kütüphane. Bu küçük çocukların büyüklerinden daha büyük olgunlukları ve samimiyetine duygulanmamak ve içten isyan etmemek elde değil.
Çocukların isteği üzerine Onat Kutlar Kütüphanesi, şimdi Diyarbakır’da kuruluyor. İki katlı, etkinlikler için geniş bir salonu da olan antik bir Diyarbakır evi restore edildi. Sur semtinde olan bu kütüphaneye zorunlu göçle gelmiş, imkânları olmayan çocuklar için özellikle düşünülmüş bir etüt odası da olacak. Buraya gelecek çocukların derslerinde yardımcı olacak gönüllü üniversite öğrencilerine de ihtiyaç var.
Çocuklara biçilen yaşamı değiştirmek herkesin görevi aslında… Herkesin her bir çocuk için yapacağı birçok şey var. Yüzünüzü çocuklara çevirin! Kana bulanmış, bir bıçak üzerinde yürümeye zorlanan bu çocuklar için elinizi uzatın!
Umudumuzun açılan rengine tüm yüreğimle bir resim çiziyorum.
Umarım o avlu, TMK yasasının değiştirilip özgür bırakılan çocuklarıyla dolup taşar. Herkesin faydalansın deyip kabul etmedikleri o kitaplara, bu eve gelip de el sürerler umarım… Onat Kutlar Kütüphanesi, TMK mağduru çocuklarımızı bekleyecek…

Turçep Toplantısından Notlar

TURÇEP hafta sonu Ankara’da sessiz sedasız bir toplantı yaptı. Toplantının başlığı “Kirli Teknoloji Zirvesi” idi. Zirve çağrısı TURÇEP’in 3 gün önce Ankara’da yapılan Yürütme Kurulu toplantısında alınmıştı. Daha önce 9-11 Ekim tarihleri arası planan etkinlik daha sonra bu tarihe alınmıştı.

TURÇEP yada uzun adıyla Türkiye Çevre Platformu kendi dışındaki bileşenlere bir çağrı yapmış, bu çağrıda , gelin sorunlarınızı anlatın demişti. Birlikte neler yapabilirizi düşünelim karar verelim. Çağrıya TURÇEP dışındaki bileşenler ses verdi ve Alakır, Palovit, EGEÇEP, GDO’ya Hayır Platformu, Mersin NKP, Derelerin Kardeşliği, Çiftçi Sen, Munzur, Çamlıhemşin vb. bir çok ekolojik hareket destek vererek ve hiçbir beklenti altına girmeden Ankara’da Genel İş Toplantı Salonunda 24-25 Ekim’de biraraya geldiler.

Bu toplantıda evet bir çok ilk yaşandı. Sıralarsak:

1: Hiç biraraya gelemez denen kişi ve kurumlar biraraya geldi; yetmedi birlikte olmaktan keyif aldılar.

2: Türkiye’de belkide ilk defa bu kadar kapsamlı bir ekoloji hareketi biraraya geldi.

3: Türkiye’de farklı siyasi oluşumlardan katılımlar vardı ve ne güzel ki kavga gürültü yaşanmadı.

2 gün boyunca Türkiye’nin sorunları tartışıldı. Neler yapılacağına dair fikir tartışmaları yaşandı.

Sonuç olarak tüm bu bildirilerin ve sunumların belgesellerin yer aldığı bir kitap ve cd çıkarılması için dökümantasyon çalışma grubuna görev verildi.

Ortak alanlarda örneğin Ulukışla’da, örneğin NKP’de tek yürek olarak hareket etme kararı çıktı bu da şunu gösterdi, istenirse çevre heraketleri beraber hareket edebilir ve etmelidir.

Gece tabiiki EMO da yaşanan dostluk gecesi de bunun en tipik örneğiydi. Sadece TURÇEP değil diğer katılımcılarda yemeğe katılarak harika bir gecenin ortağı olarak çalıp söylediler. Munzur’dan  girip, Erzurum’dan çıktılar. Ama tüm türküler mutlaka TURÇEP yollarından geçti

İstenirse olabileceğinin görüldüğü, herkesin saygı çerçevesinden hareket ettiği bu etkinliğin Türkiye için çok faydalı olacağına inanıyorum.

Ayrıca notlar yayınladığında herkesin evinde olması gereken çok ciddi verilerde cabası. Örneğin nükleerin tükettiğinin 3’te birini ürettiği gerçeği gibi. Örneğin kuzuların altın aramalarından sonra nasıl doğduru gibi.

Ben sözlerimi bu toplantı öncesi katıldığım TMMOB İlk Başkanın sözlerini uyarlayarak noktalamak istiyorum: şimdilik o bize “ İşçsisin işçi kalma mühendis iktidar ol  dedi, ben de diyorum ki çevre sorunları var çevreci ama sen aldırma yürü.”

Davetemizi kırmayıp gelen herkese sonsuz teşekkürlerimle. 3 ay sonra yeni gelenlerle yeniden görüşmek üzere.

Suyun Ticarileşmesi ve Sonuçları (2)

SU DOĞAL BİR HAKTIR

Erhan İçöz

Anayasa‘nın 56. maddesine göre ;”… Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.

Yine Anayasa’nın 168 Maddesi, “Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir. Devlet bu hakkını belli bir süre için, gerçek ve tüzelkişilere devredebilir. Hangi tabii servet ve kaynağın arama ve işletmesinin, Devletin gerçek ve tüzelkişilerle ortak olarak veya doğrudan gerçek ve tüzelkişiler eliyle yapılması, kanunun açık iznine bağlıdır. Bu durumda gerçek ve tüzelkişilerin uyması gereken şartlar ve Devletçe yapılacak gözetim, denetim usul ve esasları ve müeyyideler kanunda gösterilir.” Demektedir.

Anayasa‘nın 17‘nci maddesine göre de; “Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir…”

Bu Anayasa maddeleri, çevremize sahip çıkmamızı, yaşamı korumamızı emretmektedir. Tabii servetler kapsamındaki “su” da devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bu Anayasa maddelerinde tek karşı çıkılacak yan, bu tabii servetlerin aranma ve işletilme hakkının devredilebilir oluşudur. Oysa, “bu tabii servetler, yalnız kamu çıkarları için kullanılması koşuluyla” denmesi gerekirdi.

Suya kamu değeri haricinde piyasa malı bakışının yüklenmesi ile su hakkının yanında aynı zamanda sağlık hakkının da ihlali gündeme gelmektedir.

Temiz sudan yararlanma bir insan hakkı/kamusal bir hak iken, ancak bedelini ödeyebilenin “hakkı” haline gelmiştir ve artık su kullanıcısı, su satan firmaların müşterisidir. Suyun ticarileştirilmesi, özelleştirilmesi, metalaştırılması çabaları yalnızca yoksul­ların temiz suya erişim hakkını tehdit etmekle kalmamakta, yeni baraj ve santral inşaatları yüzünden dünya halklarını ve gelecek nesilleri mevcut su havzalarının tümüyle kaybedilmesi, havzalardaki canlı yaşamın ve gen kaynaklarının tahrip edilerek ekosistemlerin sona ermesi, tarihi ve kültürel mirasın yok edilmesi gibi telafisi mümkün olmayan tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır. Oysa, su mutabakatında ne diyordu “biyolojik çeşitliliğin korunması”.

Temiz suya ulaşılamadığı zaman suyla ilişkili hastalıklardan bahsetmek gerekir. Suyla ilişkili hastalıklar suyun sağlıklı ve güvenli olmadığı, suyun organik (benzen, akrilamid, vb) ya da inorganik (arsenik, kurşun, nitrat, vb) maddeler, insan ya da hayvan dışkısıyla kirlendiği durumlarda ortaya çıkar. Bu hastalıklar kısa, orta ve uzun vadede görülebilir. Gerek Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün yıllar önce ifade ettiği gibi, gerekse Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında sosyal devlet anlayışının da bir uzantısı olarak her birey için eşit, ulaşılabilir ve ücretsiz olarak sağlanması öngörü­len sağlık hizmetlerinin arasında “sağlıklı ve güvenli su” kavramı da yer almaktadır. Satılabilir ve denetlenemeyen bir gereksinim haline dönüştüğünde su; her birey için ulaştırılması gereken bir hak olmaktan uzaklaşır. O zaman da herkes için sağlık hedefinin birinci adımı en önemli gereksinim üzerinden sağlanamamış olur. Yine, 5. Dünya Su Forumu sonuç bildirgesi ve İstanbul Su Mutabakatı’nda, sağlığın korunmasına verilecek önem vurgulanmaktayken sağlıklı ve temiz suya erişimi yoksul halk için kolaylaştırmaktan başka bir vaat yer almamaktadır. Ücretsiz erişimin ise yanından bile geçilmiyor.

Kavramsal açıdan bakıldığında suya erişim hakkının insan haklarından biri olduğu açıktır. Çünkü insanca yaşamak için gerekli en temel koşuldur. Sosyal adaletin sağlanması temelinde su, kamunun kullanacağı ve denetleyeceği kamusal bir sudur. Öncelikle insan hakkı ve kamusal su bağlamında kurgular oluş­turulmalıdır. Bu kodlama içinde su ele alındığında, ulusal devletlerin kamu hizmeti anlayışında yurttaşları için yeterli, temiz ve ulaşılabilir bir su miktarını sağlayacak hizmetleri yerine getirmesi gerekmektedir.

Su haktır! Bir yaşam hakkıdır. Ücretini ödeyemeyenlerin elinden alınabilecek ticari bir mala dönüştürülemez. Çokuluslu şirketlerin eline bırakılamaz. Dünya literatüründe bir kişinin minimum su ihtiyacı olarak belirlenen değer baz alınmalı ve bu miktar kadar su yurttaşlara ücretsiz verilmelidir. Sularımız şirketlerin eline bırakılmamalıdır.

Mevcut kanun ve yönetmeliklerin gücünü kullanamayan kurumlar yeni yasaları kurtuluş olarak görmektedirler. Oysa her yeni yasa suyun ticarileştiril­mesi için gerekli yapıları oluşturmaktadır.

Her şeye karşın devlet yurttaşların anayasal hakkını çiğner ve yükümlülüklerini yerine getirmezse, toplum çareyi 1793 Yurttaşlık Hakları Bildirgesinin 35. maddesinde yer alan; “hükümet toplumun bir kısmının ya da tamamının aleyhine karar alırsa halk, haklarını korur” hükmünde bulacaktır.

DÜNYA SU PAZARI VE DEVLET

AB, DB ve IMF, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde yapılması gereken su ve kanalizasyon işleri için kredi verme koşulu olarak, bu işlerin özelleştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Su sektöründe kamu ve özel sektörün rollerinin belirlenmesine yönelik müzakereler, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Hizmetlerin Mübadelesine İlişkin Genel Anlaş­ması (GATS) çerçevesinde sürmektedir.

Bugün dünya su pazarını üç Avrupa şirketi kontrol altına almıştır. Bunlar Suez, Vivendi ve RWE dir. Bu şirketler, bütün dünya ülkelerinde kentlerin su ve kanali­zasyon işlerinin özelleştirilmesinden aslan payını almışlardır ve almaktadırlar.

Dünya nüfusunun henüz %5’inin suyunu uluslararası şirketlerden aldığı ve su satışlarından elde edilen gelirin şimdiden petrol gelirlerinin yarısına ulaştığı gö­rüldüğünde, bu alanda ne kadar büyük bir kâr potansiyeli olduğu anlaşılabilir. Bu şirketler suyu yaşam için gerekli sosyal bir varlık olarak değil, pazar mekanizmalarıyla yönetilecek ekonomik bir kaynak olarak görmektedirler.

Bu süreçte, kamu yönetimlerine ise su sektörüne yatırım yapacak şirketlerin kârlarını garanti altına alma ve karşılarına çıkabilecek riskleri en aza indirme, yani garantörlük görevi verilmektedir. Örneğin Şili, DB’nın koyduğu bir koşul olarak Suez Lyonnaise des Eaux şirketine %33 kâr payı garantilemiştir. IMF, AB, DB, BM, su şirketleri ve hükümetler arasındaki işbirliği bu şirketlerin hükümet politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda etkilemelerine neden olmaktadır. Yurttaşlar ise bir kalkan olarak şirketlerin önüne atılmakta ve zamlarla boğuşmaktadır.

Son 20 yıllık süreçte gelişen ve suyu metalaştıran küresel politikalar sonunda dünya nüfusunun yaklaşık %5’inin kullandığı suyun yönetimi uluslar arası şirketlere geçmiştir. 2000’li yılların başlarında dünyadaki su piyasasına hakim iki su şirketin yıllık gelirleri VİVENDİ’nin su ile ilgili bölümünün 12.9 milyar Eouro, SUEZ’de 1.9 milyar Eouro’dur.

Su hizmetlerinin yanı sıra paketlenmiş su sektörüde hızlı bir gelişme göstermektedir. Şebeke suyunun sağlıksız olması durumunda paketlenmiş su sektörünün gelişiminin de önü açılmaktadır. Ülkemizde paketlenmiş su tüketiminin % 48’i Marmara, % 19’u Ege, % 14’ü İç Anadolu, % 12’si Akdeniz, % 4’ü Karadeniz ve % 3’ü de Doğu Anadolu’da gerçekleşmektedir

Paketle taşınan suların yanı sıra tarımsal sulama içinde geniş bir hacim oluşturan sulama suyunun ticareti de ekonomik anlamda önemli yer tutacağının farkına varılmış durumdadır. Paketle taşınan suların yanı sıra tarımsal sulama içinde geniş bir hacim oluşturan sulama suyunun ticareti de ekonomik anlamda önemli yer tutacağının farkına varılmış durumdadır. Bunun anlamı, artık sulama suyuna da sayaç takılarak ücretlendirileceğidir. Kısaca, parası olmayan .,ftçi sulama yapamayacak ya da kredi alacaktır. Son dönemlerde, banka reklamlarında çiftçilerimize yönelik reklamlardaki artış dikkatlerden kaçmamıştır. Kredisini ödeyemeyen çiftçinin yapabileceği tek şey, ipotek ettirdiği tarlasından vazgeçmektir. TMMOB Su Raporunda, bu durum çok güzel vurgulanmaktadır.

Türkiye’nin 1980’li yıllarla birlikte yeni liberal politikalara eklemlenme süreci kendini tarım sektöründe de belirgin bir şekilde hissettirmiştir. Sulama alanında bu etkiler DB’nın kredileri vasıtasıyla sulama tesislerinin kullanıcılarına devri şeklinde kendini göstermiştir.

Drenaj ve tarla içi geliştirme projesi kapsamında 1986’da DB’ndan 255 milyon dolarlık bir kredi alınmıştır. DSİ ve kapatılan KHGM tesislerinin devrini kapsayan proje sonunda DB durumu şöyle değerlendirmiştir: “Tesis edilmiş bulunan işlerle ilgili maliyetlerin geri ödenmesi kredinin bir ön şartı olmasına rağmen, bu amaca yönelik çok az sonuç alınabilmiştir. Bu, DB için kabul edilebilir bir durum değildir ve ilerideki projeler için başka bir yaklaşım izlenmesi zorunludur. Dolayısıyla, tarla içi geliştirme çalışmalarının gelecekteki uygulamasında çiftçilerin mali katılımının ve sorumlulukları paylaşmasının zorunlu olduğuna inanılmaktadır. Sonuç, çiftçilere daha fazla işletme ve bakım sorumlu­luğunun verilmesi gereğidir.”

Proje 1986-1992 sürecini kapsıyordu. 1992’de bitmesi gereken projenin uzaması ve biraz para kalması üzerine DB yetkilileri: “Sulama tesislerinin işletme, bakım ve yatırım ücretlerinin tahsilatına ilişkin tedbirler, Haziran 1993’e kadar yürürlüğe konmasa dahi, özellikle tesislerin işletiminin su kullanıcı birliklerine devri ve diğer hususların incelenerek gelecekteki uygulamalara yönelik tedbirler konusunda ça­lışmalara başlanabilmesi halinde, kredi kapanması önlenecektir.” Notunu düşmüş ve böylece projenin devamı için bir esneklik sağlanmıştır.

DSİ kurulduğu 1953’ten 1993’e kadar inşa ettiği tesislerden yalnızca işletme bi­rimlerinden uzakta olan veya işletme tesisi kurulması güç olan ve ekonomik olmayan küçük çaplı gölet ve sulama tesislerinin işletmesini devrediyordu. 1993’ten itibaren ise herhangi bir kıstas ve ilke konmadan, yeterli çalışma ve araştırma yapılmadan, bütün tesislerin devri amaçlanmaya başlanmış ve gerekçe olarak da DB tavsiyesi ile özelleştirme uygulamaları gösterilmiştir.

Dönemin, DSİ Genel Müdürü’nün 12 Ocak 1999 tarihinde Zaman Gazetesine projelerle ilgili verdiği demeç; “DSİ özelleştirme uygulamasında bugün %83’lük bir seviyeye ulaştı. Bugün ülkemizde 300’e yakın sulama birliği var. Yenileri de kuruluyor. Mevcudun %83’ü çiftçilerimize devredildi. Böylece Türkiye’nin en büyük gizli özelleştir­melerinden birini gerçekleştirdik. Hedefimiz, 2000 yılına kadar tüm alanların işletmesinin devredilmesi. DSİ’nin bu çalışması dolayısıyla DB, Türkiye’yi örnek ülke olarak gösterdi.” şeklindedir. bu ifade projelerle ilgili çok şeyi ifade etmektedir.

Yapılan bu projenin gerçek amacı, DSİ ve KHGM’nün işletmecilikten sonra plan­lama ve yatırımları gerçekleştirme alanından da çekilmesi, tarifelerin pahalılaşması, su gibi temel bir hizmetten yoksul kesimlerin yararlanamamasıdır.

SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNİ SAĞLAYAN ALTYAPININ OLUŞTURULMASI

1- Herhangi bir urunun değerinin piyasada belirlenmesi için öncelikle bir arzın ve talebin yaratılması gerekir. Çünkü piyasadaki değer bu arz ve talebin kesiştiği noktada oluşur. Suya olan talep bellidir: evsel, tarımsal ve sanayi. Ancak bu talebin karşısında bir arzın da yaratılması gerekir ki suyun metalaşmasında en büyük tehlike bununla ilgilidir. Çünkü kendi halinde akan bir nehir  ya da göl veya yer altındaki büyük su rezervleri ekonomik anlamda bir “arz”ı temsil edemezler. Ta ki bu su kaynaklarına bir sermaye ve canlı emek ilavesi olana kadar… Suyun metalaşmasını izleyen dönemde pek çok tekil kapitalist, bu sektöre yatırım yapacağı ve her biri doğal halindeki kaynaklara bentler, barajlar, depolar, rezervuarlarla müdahale ederek kaynakların belirli bölümlerini kendi mülkiyetleri altına alacağı için zaman içinde su çevrimi (hidrolojik çevrim) süreleri uzayacak ve kaynaklar kendilerini yenileyemez hale gelecektir. Dolayısıyla suyun metalaşması su kıtlığını önleyecek bir çare değil, tam tersi, su kıtlığını hızla kronikleştirecek bir gelişmedir.

2- Temiz su kıtlığının artması suyun piyasa fiyatlarını arttıracak, bu da en fazla işçi sınıfını vuracaktır.

3- Suya erişim yüksek piyasa fiyatları yüzünden azaldıkça toplum sağlığı açısından riskler giderek büyüyecek ve salgın hastalıklar hızla yayılacaktır.

“Bunları önlemenin yolu ise özelleştirmedir” anlayışı yerleştirilmeye çalışılmaktadır. 5. Dünya Su Forumu sonuç bildirgesindeki ve İstanbul Su Mutabakatı’nda vurgulanan bazı maddelerin anlamı budur.

HUKUK

Uluslararası anlaşmalar ile de su hukukunda değişimlerin yaşanacağı bilinmeli­dir. Ayrıca uluslararası şirketler kendi amaçlarına ulaşmada ülkelerin yasalarında ve anayasalarında gördükleri kısıtları aşmak için, ülkelerin anayasalarını dahi kendi talepleri doğrultusunda değiştirtmektedirler. Bu durumda hukukun ne şekilde de­ğiştirilebileceğinin de işaretlerini vermektedir.

Temiz ve içilebilir su, insanın sağlıklı ve insanca yaşamının en temel koşuludur. Bu nedenle suya erişim hakkı ya da kısaca su hakkı yaşam hakkının zorunlu bir unsurudur.  Bu kapsamda, su hakkı İnsan Hakları Bildirgelerinde ve diğer uluslar arası sözleşmelerde ve iç hukuk metinlerinde bu başlık altında düzenlenmemiş olmasına karşın yaşam hakkını düzenleyen tüm hukuk metinlerinin aynı zamanda su hakkını da güvence altına aldığının kabulü gerekmektedir.

İnsan hakları konusunda kafa yoran bilim insanlarının, araştırmacıların, düşünürlerin hemen tamamı su olgusunu yaşama hakkı içerisinde değerlendirmişler ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 3.Maddesinde yer alan “Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır” ibaresinin suya erişim hakkını da içerdiğini belirtmişlerdir. 1994 Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı Eylem Programında herkesin yeterli standartlarda yaşama hakkı içinde su ve sağlığın korunması da yer almıştır. 1999’da Genel Toplantı Kararı (53/175) temiz suya erişimi temel insan haklarından biri olarak tanımıştır. Yine Uluslararası Tüketici Örgütünün önerisiyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 9 Nisan 1985 tarihinde oy birliği ve 39/248 nolu Genel Kurul kararı ile kabul edilen Tüketicinin Korunmasına İlişkin Temel Esasların (United Nations Guidelines On Consumers Protection)  40.maddesi kapsamında, “Hükümetler, Uluslararası İçme Suyu İkmali ve Temizlik On Yılı için belirlenen amaçlar ve hedefler dahilinde, içme sularının ikmali, dağıtımı ve kalitesini iyileştirecek ulusal politikaları oluşturmalı veya güçlendirmelidir. Uygun seviyelerde hizmet, kalite ve teknoloji, eğitim programları ihtiyacı ve toplum katılımının önemi gibi seçeneklere önem verilmelidir.” denilmektedir.

Dünya Sağlık Örgütü de temiz suyun bütün koşullardan bağımsız olarak bireye mutlaka ulaştırılması gereken bir sağlık hizmeti olduğunu ifade etmiştir. Yine evrensel tüketici haklarının başında tüketicilerin en temel gereksinmesi olan yeterli ve sağlıklı suya erişim hakkı vardır.

Su hakkının yasal temelini oluşturabilecek en önemli uluslararası hukuk metni,  B.M. EKONOMİK, SOSYAL VE KÜLTÜREL HAKLAR ULUSLARARASI SÖZLEŞMESİ’NİN 11. ve 12. maddeleri düzenlemeleri  ile 2002’de BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi tarafından yayınlanan 15 nolu Genel Yorumdur. Bu belge Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Konusunda Uluslararası Anlaşmasının bir yorumudur (EK-4: B.M. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, EK-5: 15 Nolu Genel Yorum; Su Hakkı).

Bilindiği gibi B.M. Ekonomik,Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, B.M. Genel Kurulu’nun 16 Aralık 1966 tarihli ve 2200 A (XXI) sayılı kararıyla kabul edilmiş imzaya, onaya ve katılmaya açılmış ve 3 Ocak 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye, sözleşmeyi 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamış, 4 Haziran 2003 tarihinde TBMM’de onaylanmış, 17 Haziran 2003 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onandıktan sonra Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.

Sözleşmenin bu düzenlemelerini yorumlayan  15 Nolu Genel Yorum’un girişinde açıkça; “Suyun, hayat ve sağlığın esası olan kısıtlı bir doğal kaynak ve bir kamu malı” olduğu kabul edilmiş  “Bir insan hakkı olarak su hakkının insanlık onuruna uygun bir hayat sürdürülebilmesi için zorunlu” olduğu belirtilmiş ve “su hakkının, diğer insan haklarının gerçekleştirilmesinin bir önkoşulu olduğu” vurgusu yapılmıştır.

“Su hakkının hukuki temelleri” başlığı altında  “…Su hakkının özellikle hayatı idame için en temel koşullardan biri olması sebebiyle, bu hakkın yeterli bir yaşam standardının sağlanması için güvence altına alınan haklar arasında bulunduğu Sözleşmenin 11. Maddesinin 1. Paragrafı düzenlemesine göre su hakkının bir insan hakkı olduğu, su hakkının aynı zamanda, mümkün olan en yüksek seviyedeki sağlık standartlarına sahip olma hakkı  ve yeterli beslenme ve barınma hakkı  ile ayrılmaz bir ilişki içinde olduğu bu nedenle Su hakkının, başta yaşam hakkı ve insanlık onuru olmak üzere Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesinde belirtilen diğer haklarla da birlikte düşünülmesi gerektiği…” belirtilmiştir.

15 Nolu Genel Yoruma göre;

Bir insan hakkı olarak su hakkı, herkesin yeterli, güvenli, kabul edilebilir, fiziksel olarak erişilebilir ve karşılanabilir suya hakkı vardır. Yeterli miktarda güvenli su, susuzluktan kaynaklanan ölümleri önlemek, su ile ilgili hastalıkların riskini azaltmak ve her türlü tüketim, yemek pişirme, kişisel veya ev içi sağlık gereksinimlerini karşılamak için gereklidir

“Su hakkı, hakları ve özgürlükleri içeren bir haktır. Su hakkı için gerekli olan mevcut su kaynaklarına devamlı olarak erişebilme hakkı ile keyfi su kesintileri ya da keyfi biçimde su kaynaklarının kirlenmesine maruz kalmama hakkı dahil müdahale edilmeme hakkı da özgürlükler arasında yer almaktadır. Bunun yanı sıra, ilgili haklar, insanların su hakkını kullanabilmelerinde fırsat eşitliği sağlayacak bir su kaynakları sistemi ve yönetimine sahip olma hakkını içermektedir”

Yorumda; taraf Devletlerin yargı alanı dahilinde, su ve suyla ilgili tesis ve hizmetlerin hiçbir ayırım gözetmeksizin herkes tarafından erişilebilir olması zorunlu” olduğu belirtilmekte,. “Ekonomik erişilebilirlik olarak da; Su ve suyla ilgili tesis ve hizmetler herkes tarafından karşılanabilir olması, suyun güvenliğinin sağlanması ile ilgili doğrudan ve dolaylı masraf ve ücretlerin ödenebilir olması ve Sözleşmede yer alan diğer hakların gerçekleştirilmesini tehlikeye atmaması veya tehdit etmemesi gerektiği” vurgulanmaktadır.

Belgede; “Hiçbir hane, konut veya arsanın durumuna bağlı olarak su hakkından mahrum bırakılmaması gerektiği” açıkça belirtilmekte, Taraf Devletlere  “…suyun maddi olarak karşılanabilir olmasını sağlamak için, gerekli birtakım tedbirleri alması, uygun ve düşük maliyetli bir dizi tekniklerin ve teknolojilerin kullanılması;  bu kapsamda ücretsiz veya düşük maliyetli su temini gibi uygun ücret politikaları uygulaması,; görece daha yoksul hane halkları üzerine su giderlerinin oransız bir yük olarak binmemesi için gereken önlemleri alması...” yükümlülüklerini anımsatılmaktadır.