Ana Sayfa Blog Sayfa 5458

Başbakan Suç İşliyor

189594Başbakan Erdoğan’ın Sağlık Bakanlığı’nın domuz gribine karşı yürüttüğü koruyucu hekimlik kampanyasına zarar verecek bir şekilde aşı karşıtı sözler etmesinin, üstelik bunu Sağlık Bakanı’nı açıkça bozacak şekilde kamuoyu önünde yapmasının ardından nasıl bir yorum yapmalı diye düşünüyordum. Başlangıçta olayın mizahını çıkarmak geldi içimden. Hatta ilk tepkim Başbakan Erdoğan’ın Yeşil Gazete’den fazla etkilendiği oldu. Aşıdan korktuğu söylenebilirdi ya da… Aşıdan kâr edecek ilaç şirketlerinin yöneticilerinin başlarından aşağı dökülen kaynar sular da gözlerimin önüne gelmedi değil…

Ama biraz daha düşünüp, Başbakan’ın sözünden ciddi biçimde etkilenen ve aşı yaptırmamaya karar veren (tabii hepsi de şu anda aşı olması gereken sağlık çalışanları olan) kişilerle konuştuktan sonra meselenin şaka kaldırır tarafı olmadığına, Başbakan Erdoğan’ın bu sözleriyle sorumsuzluk yaptığına, hatta suç işlediğine kanaat getirdim. Çünkü Başbakan’ın sözleri açıkça “aşı” karşıtı…

Başbakan Erdoğan’ın partisinin geçen Salı günkü grup toplantısında söylediği sözler şöyle:

“Aşı konusuna gelince, bu konuda Sağlık Bakanımla aynı düşünmüyorum, onu da söyleyeyim, kimseyi zorlayamazsın. Bu konuda vatandaş kendi isteğine bağlı olarak böyle bir yolu tercih ederse eyvallah, ama etmiyorsa muhakkak yaptırmanız gerekiyor diye böyle bir kampanyanın sürdürülmesi doğru değildir, yanlıştır. Çünkü otoriteler de bu konuda görüyorsunuz değişik kanaatler belirtiyor, kimisi olmalı kimisi olmamalı diyor. Öyleyse bizim yapacağımız şey, siyasi irade olarak bunu isteğe bağlı hale getirmektir. Niye? Yarın siyasi iradeye kimse faturasını kesmesin. Cebren bu iş olmaz, isteğe bağlı olarak olur ve isteğe bağlı olarak da biz hazırlıklarımızı yaptık, alt yapımız hazır. Biz tedbirlerimizi aldık. Bizim görevimiz de bu.”

Bu konuşmanın sonrasında aşı olmayacağını da açıklayan Erdoğan’ın (kaldı ki risk grubunda olmadığı için zaten olmaması gerekiyor) sözleri basına Başbakan aşıya karşı çıktı olarak yansıdı. İyi de aşı ne? Aşılamanın mantığı ne? Bu tartışmanın domuz gribi aşısını aşan bir sonucu olmayacağını söyleyebilir misiniz? Çünkü aşı karşıtlığı bütün dünyada etkili olan, kısmen doğal yaşam savunuculuğuyla ilgili, ama büyük ölçüde yeniçağ ideolojilerinin eseri olan, halk sağlığı açısından son derece problemli bir akım[1]. Türkiye gibi hala aşılama oranlarını yüzde yüzlere çıkartamamış bir ülkede bir de kulaktan dolma aşı karşıtlığı yayılırsa, özellikle bebek ve çocuk ölümleri ile çocuk felci, kızamık gibi çocukluk çağı hastalıkları açısından hiç iyi olmaz.

Dünyada her yıl aşıyla önlenebilir hastalıklardan (kızamık, boğmaca, yeni doğan tetanozu gibi…) ölen çocuk sayısı 2000 yılı rakamlarına göre 1,7 milyon. Bu sayı giderek azalıyor. Azalmasının nedenlerinden biri de çocukluk çağı aşılarının daha iyi yapılması. Sağlık Bakanlığı’nın verdiği rakama göre çocukluk aşıları sayesinde Türkiye’de her yıl 40-50.000 çocuğun ölmesi engelleniyor. Türkiye’de bebek ve çocuk ölüm hızındaki düşmede de aşılama oranlarının artmasının önemli rolü var. Ancak aşılama oranları hala %90’lara ulaşabilmiş değil, oysa aşılama devlet tarafından ücretsiz olarak yapılıyor ve maliyeti de son derece düşük. Bir çocuğun doğumundan 15 yaşına kadar yaptırması gereken bütün aşılarının maliyeti sadece 5 dolar.

Aşıyla önlenebilir hastalıklar arasında çocuk felci ve SSPE (kızamık komplikasyonu) gibi sakat bırakan ağır hastalıklar da var. O nedenle bilimsel olmaktan uzak bazı teorilere ve korkulara dayalı olarak aşılamanın da bir parçası olduğu koruyucu hekimlik ve halk sağlığı anlayışına zarar vermek son derece tehlikeli.

Bugün ülkemizde kimi bölgelerde kısırlık yapabileceği gibi gerçek payı olmayan söylentiler nedeniyle çocuklarına aşı yaptırmayan aileler var. Bir ailede bütün kız çocukların aşılandığı, kısır kalmasın diye aşılanmayan tek erkek çocuğun ise çocuk felci olduğu acı bir örneği bir doktor arkadaşımdan dinlemiştim. Bu tür saçma söylentiler ülkenin sağlık istatistiklerini bir yana bırakın, tek tek insanların hayatını karartıyor.

Başbakan Erdoğan’ın aşı karşıtı çıkışı gündeme oturunca bunları düşündüm. Kendi hükümetinin salgın kontrolu anlayışına karşı çıkan Başbakan, aslında toplumdaki koruyucu hekimlik bilincini torpilliyor. Koruyucu hekimliğin, yani hastalıkları ortaya çıkmadan önlemenin tedavi etmekten çok daha doğru ve tercih edilmesi gereken bir şey olduğu ilkesini çiğniyor. Her duyduğuna inanma eğilimindeki bazı insanların grip aşısı hedef alınarak söylenmiş sözleri bütün aşılara uygulayarak anlamayacağını nasıl garanti edebilirsiniz? Umarım böyle bir şey yaşanmaz. Ama tek bir çocuk bile Başbakanlarını dinleyip işi bütün aşılardan şüphe duymaya vardıran bir aile yüzünden aşılanmayıp hastalanırsa bunun sorumluluğunu kim alacak? Bu nedenle Başbakan halk sağlığına karşı sorumsuz davranıyor ve suç işliyor diyorum.

Geçen yazımda domuz gribi salgınını koruyucu hekimlik anlayışıyla, kararları bilimsel kurullara bırakarak ve kamusal bir şekilde yöneten Sağlık Bakanı’na açıkça teşekkür etmiştim. Görüyorum ki bilimsel bakış açısından pek fazla nasibini almamış bir Başbakan’la çalışmak zorunda Sağlık Bakanı. Bu açıdan da Sayın Akdağ’a ayrıca sabır dilemek gerekiyor sanırım…


[1] Mutlak aşı karşıtlarının argümanlarını bir başka yazıda detaylı olarak tartışabiliriz.

Sağduyu ve Şehir: Jaime Lerner Brezilyalı Yeşil Devrimci

Curitiba’nın Eski Belediye Başkanı Jaime Lerner az bir bütçe ve bolca bir yaratıcılıkla Dünya’nın en yeşil şehirlerinden birini oluşturdu.

Geçen akşam eski Curitiba Belediye Başkanlarından biri olan Jaime Lerner’ın British Film İnstitute’de yaptığı konuşma itiraf etmek gerekirse insanın hayatı boyunca yaşayabileceği ender güzel olaylardan biriydi. “Her şeyi basite almalı ve sadece çalışmaya başlamalısınız. Hayatınız boyunca birçok “zorluk satıcısı”yla karşılaşırsınız. Onların üzerine terlikle vurup önünüze çıkmalarını engellemelisiniz.” diyor Dünya’nın en çevre dostu şehirlerinden biri olan Curitiba’nın 70 yaşındaki eski belediye başkanı. Onda gırtlaktan gelen bir gülüşle yumuşamış eski bir boksörün bakışları var. Lerner, Giovanni Baz Del’in ilham verdiği filmi A Convenient Truth’u  izlemek için oradaydı. Convenient Truth, Lerner ve diğer başarılı belediye başkanlarının Güney Brezilya’daki 3 milyon nüfuslu bir şehir olan Curitiba’yı büyük bir yaratıcılık ve az bir bütçeyle nasıl da Dünya’nın en yaşanabilir şehirler biri yaptığını anlatıyor.

Lerner, “Bütçenden hiçbir şey alamadığın zaman yaratıcılık başlar.” diyor ve ekliyor “Fakat sürdürülebilirlik ancak hiçbir şeyin iki katını aldığında başlıyor. Diğer başka belediye başkanları bana bütçelerinin az olduğunu söylüyorlar. Bazı nedenlerden dolayı bizim hiç bütçemiz yoktu.”

Lerner ilk başarısını 1972’de bir haftasonu şehrin en önemli alışveriş caddesini trafiğe kapatarak elde etmiş.

Lerner bu olayı şu sözlerle anlatıyor: “Bir Cuma gecesi başladık ve pazartesi sabahı bitti. Eğer dursaydık ya da her zaman olan gibi çalışsaydık, başaramazdım ve işimi kaybedebilirdim. Bu riski göze aldık. Fakat pazartesi akşamı gördük ki işler düzgün bir şeklide ilerliyordu ve şehrin Ticaret Odası Başkanı yanıma gelerek bütün caddenin trafiğe kapatılma isteklerini bir dilekçeyle bildirdi.”

Lerner, şoförlerin kararı protesto etmek için araçlarıyla yeni kapatılan caddeye gireceklerini öğrenmiş ve yüzlerce çocuğu ellerinde boya fırçaları ve renkli resim kağıtlarıyla oynamaları için caddeye yerleştirmiş. Bu yüzden eylem hiçbir zaman hayata geçirilememiş.

Sadece otobüsler için ayrılmış hatlarda kullanılan üç bölümlü, esnek otobüslerle hergün hemen hemen yer altı ulaşımı kadar yolcu taşınması sağlanmış ve şehrin toplu ulaşımı bu sayede çok gelişmiş. (Günde 2 milyon kişi). Bilet fiyatlarının oldukça düşük olmasının yanı sıra otobüs durakları şehrin neresinde olursa olsun herhangi bir Curitibalının 400 metreden fazla yürümeyeceği şekilde yerleştirilmiş.

Lerner kısa bir süre sonra Dünya’nın en küçük arabaları olan Dock-Dockların (60 cm eninde ve 130 cm boyunda) kullanımına başlamayı umut ediyor. “İçine sığabilirim” diyor ve ekliyor “25 km’nin altındaki mesafelerde yaklaşık 50 km hızla kullanılacak bu araçlar. Fakat kimse onları sahiplenmeyecek.” Bu arabalar kamuya ait olacak ve toplu taşımayı kolaylaştırmak için kullanılacak. Lerner önümüzdeki hafta bu araçlarla Rio’da bir test sürüşü gerçekleştirecek.

Geri dönüşüm belki de Curitiba’da gerçekleştirilen en radikal reform. 1989 yılında şehrin dışındaki bir varoş mahallesinin sakinleri, herhangi bir toplanma olmadığı için çöplerini etraftaki dere ve tarlalara atıyorlarmış. Lerner haftanın belirli günleri burayı düzenli olarak ziyaret eden bir çöp kamyonu ayarlamış ve mahallede oturanların çöplerini otobüs, futbol ve çöp biletleriyle değiştirtmiş. Kısa bir süre sonra, mahallede yaşayanlar bu biletleri almak için derelere ve tarlalara attıkları çöpleri toplamaya başlamışlar. Ayrıca okul çocuklarının eski şişeleri, yeni oyuncaklar ve “Çöp, bu çöp değildir” yazılı çantalarla değiştirilmiş.

Organik ve organik olmayan atıkların ayrıştırılması da büyük yarar sağlamış. Geri dönüşüm tesislerinde evsizlere ve alkoliklere iş imkanı sağlanmış ve verilen meslek kurslarıyla bu kişilerin çöp tenekelerinden kurtulması amaçlanmış. Bunların dışında balıkçılar ücret karşılığında çöp avlamak için çalışmış.

Sel yatağındaki tüm alanlar satın alınarak şehrin dışında kalacak şekilde parklara ve botla gezintilerin yapılabileceği göllere dönüştürülmüş. Bu dereleri betonla doldurmaktan daha ucuz ve daha yaralı bir yöntem olmuş. Bu sayede 1960’da kişi başına 0,5 m2 yeşil alan düşerken, günümüzde bu oran 50 m2’ye kadar ulaşmış.

Yerleşimde de yine oldukça basit ve devrimsel bir yol izlenmiş. Elektrik şirketine ait arazinin yanındaki alanlara toplu konutlar yapılmış ve buralara yerleşenler, konutların içinin yeniden dizayn edilmesi konusunda teşvik edilmiş. Bu sayede de ev sahiplerinin mallarını daha çok sahiplenmeleri ve sevmeleri sağlanmış.

Lerner’ın meşhur yenilikleri insanların bütçesine de yarar sağlamış. Curitiba’da kişi başına düşen gelir Brezilya ortalamasının yüzde 60 üzerinde. Lerner ise tüm bunlarla ilgili son olarak şunları söylüyor “Bizim tamamen karşımızda duranlar zamanla en büyük destekçilerimiz oldular. Onların sadece sonuçları görmeye ihtiyacı vardı. Şimdi ise şehirleriyle gurur duyuyorlar.”

 

28. Yılında YÖK

1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile tüm yükseköğretim kurumlarını bir çatı altında toplayan cunta rejimi, 1982 Askeri Anayasası’nın 130 ve 131. maddelerindeki görev ve yetkileri ile Yükseköğretim Kurulu (YÖK)’nu üniversitelerin başına getirdi.

A(H1N1)’le Savaş ve Meslek Ahlakı

Bugün sözü edilen Pandemi, Influenza A (H1N1) virüsünün neden olduğudunya domuz, kuş ve insan gribi virüslerinin bir karışımı olarak ortaya çıkmış yeni bir grip türüdür.

Türkiye yazılı basınında ve televizyonlarda son zamanlarda özellikle kimi hekimler ve üniversite öğretim üyelerinin Pandemik Influenza A (H1N1) hakkında görüşlerini içeren haberler, ne yazık ki yol gösterici olmaktan uzak kalmıştır.

İzmir’in Kötü Yönetilmesinin Sebebi AKP’dir

Bir şehir düşünün, İzmir, şehirlileri düşünün İzmirliler. Mahkûmlar. Kendilerini mahkûm hissediyorlar. Peki, neye mahkûmlar? Kötü yerel yönetimlere… Arada kaçmaya çalışmışlar aslında. Bir seçimde tutmuşlar Genç Parti’ye vermişler oylarının büyük bölümünü. Fakat o hiç olmamış. Onlar da en iyi bildikleri yöntemi uygulamışlar son yerel seçimlerde. Bütün şehrin yerel yönetimini CHP’ye vermişler. Şehrin bu hale gelmesinden, İzmir’in son yıllarda yaşadığı “felaket”ten onlar mı sorumlu? Bence hayır! Bence tek sorumlu AKP! AKP olduğu için ve AKP’nin temsil ettiği değerlerden korkulduğu ve o değerlerden hoşlanılmadığı için insanlar gidiyorlar CHP’ye oy veriyorlar ve AKP olduğu sürece de bu böyle gidecek. Hiçbir değer yargısı işlemeyecek ve aslında bir seçim de olmayacak İzmir’de.

Kazara Ölümler

Ceylan’ın “Kazara” ölümünü unutmayacağım. Çünkü tırnak içi kazalar bizim konumuz. İş kazalarının çoğunluğu Ceylan’ın ölümüne, hangi iddia doğru olursa olsun, benzemekte. Ceylan’ın bir insan tarafından bilerek isteyerek taamüden öldürüldüğüne inanmıyorum, inanmak istemiyorum. Yüreğim bir insanın bir Ceylan’ı bilerek, hedef alarak taamüden öldürdüğüne inanmak istemiyor. O nedenle bir mermi ile de ölmüş olsa onu da “kazara” sınıfına sokmak istiyorum.

Peki tırnak içi kazara ne demek?

Tırnak içi kaza aslında kaza olmamış demek. Kaza beklenmeyen bişidir. Kaza diye nitelendirmeler de aslında bilinmeyen hastalıkların kanser sayılması gibi bilinmeyen nedenlerin kaza diye adlandırılmasıdır.

Bu ne demektir.

Kaza, birdenbire olan musibet veya beklenmedik bela. Bu durumda tırnak içi kaza beklenmediği kabul edilen ancak davet edilen bela veya kötü sonuçlardır. Örneğin 150-200 km gibi hızlarla giden araçlar olumsuz sonuca neden olursa bu kaza diye geçer. Oysa bu olma olasılığı artırılmış kötü sonuçlardır.

Bu nedenle kazaların önlenebilirliği iş güvenliğinde temel ilkedir. Önlenebilecek olanlar kazalar değildir aslında. Tırnak içi kazalardır. Bilerek veya bilmeden gözden kaçırılanlar ile davet edilen olumsuz sonuçlardır önlenecek olan.

Peki gerçekte kaza yokmudur? Vardır? Ama sanıldığı kadar çok değildir.

İş kazası dediğimiz iş yerinle olan olumsuz sonuçlu olayların çoğunluğu bu nedenle iş cinayeti olarak sayıldığında haksızlık yapılmış olmaz. Hiçbir önlem almadığınız iş yeri, eğitim verilmeyen çalıştıran veya çalışan, çalışan kapasitesinin çok üstünde veya dikkatinin artık kalmayacağı kadar yorgun düşürüldüğü hesapsız alışma saatleri veya çalışma şekli kazaya zemin hazırlar veya olumsuz sonuçların asıl nedenidir. Bunlar kısaca bile bile ladestir ve yeni Türk Ceza Kanunu bunlara “Bilinçli İhmal” diye yeni bir yer açmıştır.

Ben hukukçu ya da avukat olmadığım için bu kanunun varlığından öte sözler etmeyeceğim. Ama avukatlardan beklentim Ceylan’ın ölümü de dahil birçok “kazara” ölümü bu kanun ile ciddileştirmeleridir. Ciddileştirmesi cezaların ağırlaştırılması ve artık yasal insan öldürülmenin önüne geçilmesidir. 150 km hızla alkollü araç kullanan veya araçları ile yarış yapan insanların doğurduğu olumsuz sonuç yeni yasada bilinçli ihmal olarak ele alınmış ve cezalar artırılmıştır.

Yani tırnak içi kaza demek kanuni tanımı ile bilinçli ihmal veya bile bile ölüm, bile bile ladestir. Kısaca istenmese de beklenenin gerçekleşmesidir. Gerçekleşmemesi için bişilerin yapılmamış olması demektir.

Nasıl Olur bu Bile Bile Ölümler.

Artık konumuz iş güvenliği. İş yerlerinde tükenen yaşamlar. Bazıları için bir “kaza”ya kadar olan ömür bazıları için bir meslek hastalığı ile emekliliği görememek demektir.

İnsanlar tarihin başlarından beri yaşamak için işler yaptılar. Parayı icat ettiler. İşlerini iş amaçlı kullandıkları mekanlarda yapar oldular. Bu mekanlarda kendileri işleri yetiştiremeyince çalışanlar buldular. Çoğunlukla mülksüz veya az sayıda mülkü ile yaşayan ve aldığı para ile yaşamını sürdürdü bu çalışanlar. Çalışanlar ile çalıştıran bir statü ile ayrılıp işi veren ve işi yapan yani işçi oldular. İşçi kimliği “insan kimliğinin” dışında insanlara öylesine yapıştıki sadece bir geçici anlaşma ürünü olan işçilik, işi yapanın kaderi oldu.

İş-veren iş-çinin işi yapması için ancak geçineceği kadar para verdi ve sürekli borçlandırdı. Feodal dönemlerin yerini kapital toplumlarına bıraktığı ve artı değerin fazlalaştığı dönemlerde emek için verilen ücretler karın doyurmaktan daha fazla olmaya başladı. Kapitalizm, fazla para alan iş-çi için bu parasını da tüketerek sisteme daha sadık kalabilmesini sağladı. Zaten para merkezli yönetimin merkezini yani paranın gücünü koruması ancak böyle mümkün olabilecekti. Yoksa insanlık kutsal veya bilimsel bir başka ekonomik ve sosyal sistemi benimseyebilecekti. Böylece yaşamak için çalışmak yerine artık insan tüketmek için de çalışmak zorunda kaldı. Tüketme kapitalizmde bir var olma biçimi olarak yer aldığında kapitalizm de bir ekonomik biçimden yaşama biçimine dönüşmüş ve sosyal bir hal almış oldu.

Kapitalizmin sürdürülebilirliği çalışanın çalışma esnasında buna zorunlu olduğuna inanması ile mümkün olacaktır. Tüketim önemli bir çalışma zorunluluğu nedenidir.

Çalışanın parasının kendi ve ailesinin karnını doyurma ötesinde olduğundan söz ettik. Bunun gelişmiş veya orta ve büyük ekonomili ülkeler için olabildiğini belirtelim. Sömürü zincirinin son halkasındaki ülkeler için bunu söylememiz imkansız. Onlar açlık ile hep karşı karşıya kalacaklar ve tehdit ekonomisinin önemli yapıtaşları olacaklardır. Tehdit ekonomisi onların açlığında ve diğerlerinin onlar gibi olmamak isteğinde var olacaktır.

Sömüren ülkelerde çalışanın kapitalizme sadakati için ise karın doyurmak değil tüketmesi gerekli kılındı. İnsanın kapitalist toplumda görünür kılınmasının aracı tüketebilir olması olarak kabul gördü. Çünkü insan sosyal bir varlık ve bu varlık sosyal varlık kabulleri ile mümkün.

Tüketimin en önemli özelliği sınırının olmamasıdır. Açlığın sınırı var. Yenilir ve doyulur. Ama tüketip doyabilme olasılığı yok. Tükettikçe tüketesi gelir kapitalizmdeki “sosyal” insanın. Tükettikçe daha fazla tüketim bağımlısı olunur ve bu bağımlılık kişiyi iş yerine ve çalışmaya da bağlar. Sürekli tüketme isteği kapitalizmi var eden ana unsurlardan biridir.

İş yerlerinde insanlar işte bu motivasyon ile çalışır. İşveren de bu motivasyon ile çalışır. O da “büyü ya da öl” döngüsünde çırpınma modundan hiç çıkmaz. Bütün bunlar işin durumuna göre çalışma alanı tehlikelerinin oluşmalarına neden olur.

İlkel kapitalizme göre aslında çok da önemli değildir bu çalışma alanı tehlikeleri. Ölen bir kişi yeni bir istihdam demektir. Yılda 1500 kişi ölen Türkiye’de zaten fazla olan nüfus bunu fazla fazla karşılar. Ama yılda 8 milyar US dolar ekonomik kayıp azımsanmayacak kadar önemlidir. Eğitilmiş iş gücünün kaybı bu maddi kaybın önemli bir nedenidir. İş veren ve kapitalist sistem için ciddiye alınacak konu burdan başlar.

Kapilizm için değer paradır, daha fazla kar etmektir, sermaye birikimidir. Kapitalist için de doyum söz konusu değildir. Artık para kazanmak yanı sıra bir yıldan diğerine kar artırabilmek de kapitalizmin tüketim döngüsüdür. Çünkü para güçtür. Tahakküm için önemli bir araçtır. Paranın miktarı yanı sıra yıllık artış göstergesi de güçün kararlılığı ve sürekliliği açısından önemlidir.

1500 ölüm değil 8 milyar dolar kayıptır kapitalist için dikkat çekilecek nokta.

İnsanın da önemli olduğuna dair iddialar ile açılan iş güvenliği sektörü kapitalizm içinde var olur. Amaç işverenin iş gücü kaybının önüne geçilmesi, olası tazminatlar ile zararın önlenmesi ve bu suretle tabiki insan hayatının kaybının da önlenmesidir.

Bu arada ilginç bir şekilde iş güvenliği işçiden bile gereken desteği göremez. Önlem almayan işverenden maaş alan iş güvenlik elemanı işçiyi bile ikna edemez, önlemler etkinleştirilmez ve “kazara” ölümler kaçınılmaz olur.

Neden işgüvenliği için gereken önlemler bir türlü istenen şekilde alınamaz?

Kapitalizm korku imparatorluğudur. Yer yer polis ve askeri korkutmalar sürse dahi gelişmiş kapitalist ülkelerde bu korkunun yerini nesneden mahrum olma ve var olamama korkusu alır. Bu korku çerçevesinde de insan iş yerinde önlemi değil üretimi düşünür.

Acilen makine bakımı yapılacaktır ve kilitle etiketle gibi prosedür görmezden gelinir. Bakım için gecikme yerine aniden elektrik gelmesi ve ölüm riski seçilir.

Yüksekte çalışırken kemer almaz işveren. Bu büyük bir masraf. Kemer alırsa takmaz işçi bu büyük bir zahmet. Ancak zahmet olmasın diye kemer takmayan işçi günde 10 saat çalışmanın zahmetine aldırmaz.

Taşlamada maske takmaz ve yüzü kanlar içinde kalır. Kanlar temizlendiği anda unutur işçi hayatını tehdit eden çapakları ve koruyucu maskeyi.

Peki ama Neden?

Çalışma bakanlığının bir toplantısında işçi insandır dendi. Bu demek ki işçi diye mekanik bir şey yok. İşçi bir insan. İşçi bir işi yapmak üzere anlaşılmış kişi. İşçi oluşu bu kontrattan öte değil. Anlaşma hangi koşullarda yapılmış ve işçi hangi olanakların kesişiminde ikamet etmekte ve hayatı ne gibi koşullara bürünmüş ise işçi odur ve bunlar ışığında iş güvenliğini ciddiye alır ya da almaz.

Hayatına hiçbir alanda değer verilmeyen işçi insan olduğunu, değerli olduğunu unutursa kendi de kendine değer vermekten kaçınır. Düşük ücretlerle insana dair olmayan konaklama mekanlarında barınan, yemesi, el yıkaması insana yakışır olmayan işçi artık alınan önlemleri gereksiz bulur. Önlem onun için değil, işverenin korunması içindir aslında. İşçi önce kendini değersizleştirir veya önlemi işverenin kurtulması için alınmış kendisinin dışında bir şey olarak görür. Önleme ilgi göstermez.

Bu nedenledir ki yumurta ve tavuk ilişkisi başlar. Önlemi alsa dahi işçinin kullanmadığı iddiasında olan işveren işçi koşullarında iyileşme sağlamaz çünkü zaten bu kardan zarardır. Koşulları iyileşmeyen işçi ise önleme aldırmaz. Önlenmesi gereken onun insan olduğunun unutulma riskidir.

İnsan olduğu unutulan işçi artık “kazara” ölüme hazırdır. Gerekçelerde iş yerlerinde tükendi yazılmaz. Önlem alındı kullanmadı yazılır. Elindeki ile bombaya vurdu denilir. Kimse sormaz o bomba o tarlada bir Ceylan’ı neden bekledi?

Tabiki biliyoruz iş güvenliği değildir Ceylan’ın ölümü. “Kazara” ölümdür. Binlerce ceylan’ın babası işyerlerinde tarlalara bırakılmış başı boş bombalar nedeni ile  “kazara” ölümü beklemektedir. Kot işçileridir onlar, Tuzla tersane işçileridir.

İş yerlerinde tükenecek yaşamdır onlar.

Abdullah Anar

Domuz Gribi Oldum

Dünyayı sallayan bir virüse –ki laboratuar ortamında dünyanın kalabalıklaşan nüfusuna bir müdahale olarak yaratıldığını düşünüyorum- ben kapılmadım.

Bu koca virüs beni ele geçiremedi de gerçek bir domuzun kelimeleri sinir sistemimi felç etti. Hangisi gerçek virüs bilemiyorum;  bir faşistin dağa kaldırma sapıklığı mı daha hasta eder yoksa laboratuar ortamında yaratılan bir virüs mü?

Ben bir domuzun faşist kelimelerinden yayılan virüslerinden etkilenip domuz gribi oldum. Bunun tedavisi, birkaç tablet mizah değil. İçindeki sapıklığı öldürmeden, pişmanlık duymadan öylesine dilenmiş bir özür metni de değil. Uzun süre bu griple boğuşacağım çare yok…

Bir ırka –Kürtlere- bir isim üzerinden –Rojin- saldırmak, hakaret etmek, aşağılamak ve bunun adına kara mizah demek, faşizmin altında kendi alt değerleriyle çiftleşmek domuzluğundan öte bir şey değildir. Ve bu sapıklığı alkışlayan, hoş gören köşe yazarlarının kendi dünyalarında kadınlarına biçtikleri değeri düşünmeden edemiyor insan. Kaldı ki namus bilinci bir insanın en katı, dokunulmaz, mahrem değeridir.

Bir kesik baş ritüeli de Diyarbakır spor üzerinde denenmektedir. Irkçılığı her maçta adet edinen karşı takımlar bir amaca hizmet etmektedir. Ki bu amaç tamamen et kokan zihniyetin bir dışlama politikasıdır artık. Ligden çekilmeyi çare olarak gören yönetimin ise tüm bu isteyerek yaşatılan oyunlara gelmemeleri gerekir. Kabul görmediğim yerde kalmam mantığı doğru değil. İnadına inadına bu ligde kalmak zorunda Diyarbakır spor… Bu takıma emek veren milyonlarca insan var. Ve bu takımı bir savaş takımı olarak gören zihniyetin başına çorap geçirmek için kalmak zorunda bu ligde.

Ve Güler Zere ölürken… Mamayla bile artık beslenemeyen duyma ve işitme yetisini kaybeden o güzel gözlü kadın… Son hazırlanan adli tıp raporu kanser hastası Güler Zere için cezasının ertelenmesine gerek yok demiştir. Ve bu raporda bir onkoloğun imzası yok!

Güler Zere’yi öldürmeye çalışan sistem suç işlemeye devam ederken, bir baba umudunu yitirmeden bekliyor. Bir Dua ve Beddua arasında duran Güler Zere… Gülüşü resimlerde kalacak olan bir dua, bu gülüşü resimlerde bırakanlara bir beddua şekilleniyor artık.

Zere, güler iki parmağını kaldırarak dünyaya. Yaşam hakkı elinden alınan nicesiyle birlikte…

Ve o iki parmak gülüşüyle birlikte kırılır her sabah.

Vahşet, ellerinin çizdiği resmin üzerine kanar.

Güler Zere ölüyor!

Roda Uyanık.

Neden Yeşil Bir Parti

Eğer sizin ailenizde Türkiye’nin ilk valilerinden biri varsa, eğer sizin ailenizde 68 kuşağının sıkı devrimcilerinden biri varsa, eğer sizin ailenizde birileri kentinizin en uzun süreli milletvekilliğini yapmışsa, bu size şunları kazandırır. Birincisi farklı politik görüşlerde olsanız da birlikte yaşanabileceğini… İkincisi sorumluluklarının her daim bir yaşam biçimi olacağını… Ve üçüncüsü her daim istemeseniz de politikanın bir yaşam biçimi olacağı ve poltikanın hep içinde ama hep çok da uçlara kaymadan olabileceğiniz gerçeğidir.

Domuzlar ve Komploculuk

swine-flu-pigBizim ülkemizdeki kadar komplo teorilerine düşkünlük var mıdır bilmiyorum, ama bildiğim tek şey kuşkuculuk kadar kolayca inanmak gibi de güçlü bir dürtümüz olduğu… O yüzden biz kendimizi kuşkucu sanırken aslında çok salakça denecek bir kolaylıkla komploculuğa kendimizi bırakıyoruz. Nedeni bizim büyük ölçüde sözlü bir toplum olmamız, araştırmak, düşünmek, bilgilenmeye çalışmak için okumak yerine eşimizin dostumuzun fısıltı gazetesi ile yaydığına çabuk itibar etmemiz.

Şarlatanlar Pusuda Ayşe Teyze Ne Yapsın?

Korku ve kaygılar hem bireylerin hem de toplumların davranışlarınıgrip belirleyen en temel duygulardan sayılır. Ne yazik ki endüstriyalizm ve modernizm eleştirilerinin toplumca duyulabilmesi için ya bir biri ardına gelen iklim felaketlerini ya da domuz gribi gibi salgınları yaşamamız gerekiyor.