Köşe Yazıları

Domuzlar ve Komploculuk

0

swine-flu-pigBizim ülkemizdeki kadar komplo teorilerine düşkünlük var mıdır bilmiyorum, ama bildiğim tek şey kuşkuculuk kadar kolayca inanmak gibi de güçlü bir dürtümüz olduğu… O yüzden biz kendimizi kuşkucu sanırken aslında çok salakça denecek bir kolaylıkla komploculuğa kendimizi bırakıyoruz. Nedeni bizim büyük ölçüde sözlü bir toplum olmamız, araştırmak, düşünmek, bilgilenmeye çalışmak için okumak yerine eşimizin dostumuzun fısıltı gazetesi ile yaydığına çabuk itibar etmemiz.

Bir yanıyla sağlıklı olan bu durum, bir başka yönüyle çabuk gaza gelmemize hatta kendini bıçağa teslim eden koyundaki boyun eğmişlik ve teslimcilikle söyleneni hiç sorgulamadan doğru kabul etmemize neden oluyor. Televizyonda söylenenlere hemen itibar etmemiz ya da hiç itibar etmeyip bir başkasının söylediğini çabucak doğru olarak kabul edişimiz de bundan. Dolaysıyla tedbir almak, bilgiden nasiplenmek yerine bilgisiz bir direngenlikle uzmanerkine hem kolay teslim olup hem de onu hiç dikkate almayan çelişik bir davranış sergiliyoruz.

Şu anda yaygın adıyla Domuz Gribi, bilimsel adıyla ise H1N1 virüsü, karşısında da aynı şaşkınlık, kararsızlık ve bir o kadar da komploculuk halindeyiz.

Medya panik duygusunu estirirken diğer yandan da yaygın bir söylenti en muhalif olanlar da bile hemen karşılık buluyor. “Domuz Gribi laboratuarda üretildi”. “Amerika bunu ilaç satmak için icat etti”, “Yabancı güçler bizi kırmak için bu gribi yaydı” sözleri fısıltı gazetesi aracılığıyla çığ gibi artıyor.

Aynı anda WHO (Dünya Sağlık Örgütü) paniği daha da yayıyor, Sağlık Bakanı gibi uzman erkinin ellerine kendini teslim etmiş olanlar ise aşılama ile bir takım tröstlerin büyükçe bir insan grubunu denek haline sokuyor.

İyimserliğin Hatası

Doktor arkadaşlarım bunun bir gereklilik olduğunu söylüyorsa da, ben bu kadar iyimser değilim. Çünkü şirketlerin bu denli güçlü olduğu bir dünyada kimi zaman bilimden yana tavır koymak tam da şirketlerin ekmeğine yağ sürmek halini alabiliyor. O yüzden ben komploculuğu değil düşünsel kuşkuculuğu ayakta tutmayı yeğliyorum. Çünkü konu üzerine araştırma yaptıkça ortada bilimsel masumiyet adına bir şey kalmadığın görüyorum. Birçok kuşkucu bilim insanı bizim iyimser doktorlarımız yerine acele karar vermeyin demeyi tercih ediyor.

Dahası gribin nedenini deşelediğimizde bilimin günahlarının görüyoruz. Bilimsel masumluğun tam da bir şeylerin üzerini örtmek isteyen şirket demokrasisinin, şirketsel bilimi ile “birileri”nin yani asıl sorumluların istediği yerine gelmesine verilse olduğu da bir gerçeklik ne yazık. Dahası hekim sorumluğu gibi son derece doğru ve iyi niyetli bir çaba bile ne yazık ki ilaç tekellerinin ellerini oğuşturmalarına neden oluyor. O yüzden hekimler burada çifte sorumluluk düştüğü kanısındayım; hem halk sağlığını gözetmek, hem de ilaç şirketlerinin değirmenine su taşımamak.

Risk Paniği

Domuz gribi bir hastalık olarak yeni moda pandemilerden (salgın halindeki bulaşıcı hastalık) birisi olarak endüstriyalizmin korku kültürünün bir parçası haline geldi. Malum, korku kültürü insanları risklerle yüzleşmek yerine, insanları riskler karşısında pasifize etmeye dayalı bir olgu. Medya, bu konuda bu kültürün en güçlü taşıyıcısı olarak sürekli panik duygusunu yayıyor.

Batı’nın politik bağışıklık sistemi, kendi bünyesindeki virüsler nedeniyle tehdit altındadır. Sömürgecilikten bu yana, farklı olan ve “öteki”ni yok etmiş olan Batı, artık “aynı”nın aynasında, kendi kendinden üreyen ve türeyen cinsiyet ve zihniyetleriyle birbirinin kopyası olan bireylerin dünyasıdır

Bu aynılık meselesi önemli. Çünkü Batının aynının evreninde ötekini kurban etmeye dayanan ontolojik emperyalizminin en büyük nesnesi başta hayvanlar. Baudrillard’ın deyimi ile her şeyi insanlaştıran bir antropolojinin yasası içinde hayvanlar, ancak kayıp gönderge olarak fark edilemeyen etlere dönüştüler. Malum kayıp gönderge etin pornografisinin yazarı Carol J. Adams’a ait bir kavram. Bir olgunun nedenleri ile sonuçları arasındaki bağlantının kopması sonucu bizim o olgunun dayandığı nedeni bilmeyişimiz olarak da anlaşılabilir.

Domuz gribinin de ardında hem felaket kapitalizmini hem de onun daha derininde uygarlık dediğimiz sosyal düzeni görmek mümkün. Felaket kapitalizmi dedim, çünkü bu salgın sayesinde uluslar arası ilaç şirketlerinin ilaçlarının satışları tavan yapıyor. Bu ilaçların yol açtığı son derece olumsuz yan etkenler göz ardı edilip, bizim felaketimiz onların cebini dolduruyor. Noami Klein’in ifade ettiği felaket kapitalizmi de bu zaten. Birilerinin, bir başkalarının yıkımından para kazanması, bunu kâra dönüştürmesi. Domuz gribi de kimi şirketler için kazanç anlamına geliyor.

Virüsün Zekâsı

Salgın hastalıkların tarihi yeni değil. İnsanoğlu bitkileri ve hayvanları evcilleştirdikten hemen sonra başladı, kentler kurulduktan sonra da hızlı bir biçimde yayıldı. Ancak salgınların bu denli çok gündeme gelmesi biraz da mevcut hayat tarzımızın hastalık ve hayat algısı ile yakından ilgili. Hastalığı yapan mikropları düşman sayan zihniyet, doğayı egemenliği altına alan zihniyet. Aydınlanmanın vaadi insanlar için hastalık ve ölümün olmadığı, belirsizlik alanı olan doğanın öngörülebilir ve idare edilebilir bir şeye dönüşmesiydi. Ancak bastırılan her semptomun bir başka yerden uç vermesi gibi hastalık da aslında tam da doğayı öngörülebilir, idare edilebilir yani üzerinde tam bir egemenlik kurmada büyük başarılar elde ettiğimiz bir dönemde salgınlar şeklinde bize karşı direnç kazanıyor.

Antropolog Jack Weatherford, Vahşiler, Barbarlar ve Uygarlık’ta “ İnsanların hayvanları evcilleştirmesinden sonraki birkaç bin yıl boyunca hayvan kaynaklı hastalıklar hiç durmadan insan nüfusunu kırdı” diye yazar. Hâlâ da kırmaya devam ediyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre yaşanan salgın hastalıkların yüzde yetmişe yakını hayvanlardan kaynaklanıyor.

Kimilerini evcilleştiriyoruz, kimilerinin ise hayat alanlarına giderek, onlarla yoğun temasa geçerek onların dışkılarının ya da başka atıklarının sulara, toprağa ve elbette yiyeceklerimize karışmasına olanak sağlıyoruz. Kimi zaman bir rüzgâr, toprakta biriken atık kaynaklı virüs ya da mikropların insanlara geçmesine neden oluyor. İnsanlar toplu yaşadıkları için de doğal olarak kapılan virüs ya da mikrop kaynaklı hastalık insandan insana bulaşarak salgına dönüşüyor.

1992’de üçüncüsü yapılan Dünya Büyük Kentler Doruğunun kapanışında Tokyo Belediye Başkanı “20. yüzyıl, kentleşmenin yüzyılı oldu. 21. yüzyıl ise megapollerin yüzyılı olacak” demişti. 1995 yılında dünyada sadece 14 mega kent vardı. Bu sayının 2015 yılına kadar 21 olacağı düşünülüyor. Bu şehirlerin her birinin nüfusu 10 milyon ve üzeri ve müthiş bir kaynak tüketiyorlar. Megapoller her şey gibi hayvanları da ete dönüştüren bir devasa mideye dönüşmüş halde.

Geçmişte et bir arzu nesnesi, bir lüks tüketim ürünü, kudret ve zenginliğin sahip olduğu bir ayrıcalıktı. Ama onlar için yani egemenler için bile bugünkü ölçülerde et tüketimi söz konusu değildi. Et iktisadi bir ifade ile “kıt kaynaktı” ve her kıt kaynak gibi de pahalıydı.

Ancak modern demokrasinin liberal eşitlik ruhu ile biz eti de demokratikleştirdik. Böylece hayvanlarla olan ilişkimizi kökten dönüştürecek endüstriyel çiftçilik ve şirket tarımı için uygun bir zemin oluşmuş oldu. Sorunun bir yanında da bu yatıyor. Yani etsel demokrasinin eşitlik ruhu.

Bu kentler barındırdığı nüfus yoğunluğu bakımından salgın hastalıklar için de en büyük risk alanı. Yoğun nüfusun zorunlu kıldığı bir arada yaşam nedeni ile insanlar yakın temas içerisindeler. Bir arada çalışılan bürolar, fabrikalar, toplu konut alanları, kreşler, metro vb ulaşım araçları, eğlence yerleri salgın hastalıkların hızlı yayılmasına en elverişli bölgeler.

Elbette hastalıkların yayılmasında seyahatin de büyük payı var. Ortaçağ Avrupa’sında çok büyük bir nüfus kaybına yol açan veba ve çiçek salgınların kaynağı gemiler ve gemicilerdi. Gemilerden yayılan fareler yolu ile hastalık kapan gemicilerden kente yayılan mikrop toplu ölümlere neden oldu.

Günümüzde de hava yolu taşımacılığı bir başka salgın riski. Yıllık 1 milyarın üzerinde insanın seyahat ettiğini düşünürsek havalimanları hergün kalkıp inen uçaklar ile ciddi bir hastalık yayılım kapısı.

Kimi yazarlar son domuz gribi salgını için “NAFTA Gribi” adını veriyorlar, çünkü serbest ticaret anlaşmaları ile endüstriyel hayvancılık tesisleri daha ucuz maliyetleri olan yerlere taşınıyor, üstelik buraların çevre standartları da daha düşük ve bu yatırımcıları çevre yatırımları denen mali yükten kurtarmış oluyor.

Küreselleşme dediğimiz olgu ve hız salgınların da kürselleşmesine ve hızlı yayılımına olanak veriyor. Domuz gribi denilen olgunun nedenleri arasında tüm bunlar sayılsa da asıl sorumlu bir bütün olarak mega kentlerin doyurulması için yığınsal üretim mantığı ile işleyen hayvancılık endüstrisi.

Oysa bu grip tamamı ile endüstriyel ve bu süreçten en çok kazanç sağlayan da hastalığın nedeni olanlar. Bunu derken bu virüs ilaç tekelleri tarafından icat edildi demiyorum. Dediğim şey endüstriyel tıbbın koruyucu hekimlik, doğal bağışıklığı güçlendirmek gibi halka sağlığı yanlısı önlemler almak yerine hastalık icad edip, ilaç şirketlerinin kasasını doldurması.  Ha keza virüsün mucidi olduğu artık nerede ise kesinleşen hayvancılık endüstrisi ise bize hastalık bulaştırmaya devam ediyor.

Hayvanların Başına Ne Gelirse…

Endüstriyel (kapitalist) çiftliklerde toplanan hayvanlar yeterli havalandırması olmayan ve hücre cezasını andıran (hiç hareket etmemesi için) hareketi neredeyse tamamı ile iptal edilen kafeslerde, çoğu kez gün ışığı görmeden yaşıyor. Bu koşullar virüsler için karıştırma kabı işlevini görüyor. Dar alanlarda, sıkışık bir şekilde yaşayan bu hayvanlarda bulunan virüsler, kolayca birinden diğerine geçerek hızla mutasyona uğruyorlar. Hayvanların kısa sürede büyümeleri için, dahası sıkı sık hastalık koşulları eksik olmadığı için hayvanlara antibiyotik yapılıyor. Aşırı antibiyotik kullanımı ise hayvanları doğal bağışıklığını (tıpkı insanlarda olduğu gibi), hastalıklara yol açan dirençli mikroplar yaratıyor. Çiftlikler, çöp ve dışkılarla çevrili. Çiftliklerin çevresinde yaşayan insanlarda da çeşitli hastalıklar görülüyor. Örneğin salgının ilk çıkış yeri olan Meksika’da, Veracruz eyaletinin Perote belediyesine bağlı La Gloria kasabasında, 2009’un 9 Mart’ında ne rastlantı ise domuz gribine benzer belirtileri olan ilk ciddi solunum hastalığı vakaları patlak veriyor. Dünyanın en büyük tarım gıda şirketlerinden biri olan ve özellikle dünya domuz eti üretiminde nerdeyse kökten tekel konumunda olan Smithfield Foods şirketi burada bulunuyor.

Bulunma nedeni ise ABD Çevre ve İlaç Kurumu EPA tarafından bu çiftliğin atıklarının nehirleri kirletmesi nedeni ile yüklü ceza kesilmesi. Hastalığın bundan sonraki serüveniniyse bir sonraki yazımda ele alacağım.

Yeşil Gazete’de Domuz Gribi:

Domuz Gribinde Halka İkinci Sınıf Aşı

Kapitalizm Grip Olmuş, Bakanlık Aşılayacak

Sağlık Bakanı’na Açık Teşekkür

Domuz Gribi’nin İlk Kazananı!!!

Bakan’ın Tarif Ettiği Ölüm Gerçekleşti Mi?

Domuz Gribi Aşısı Olmaktansa Yapacağım On Şey

Sterilizasyon İlacı Domuz Gribi Kadar Tehlikeli

Şarlatanlar Pusuda Ayşe Teyze Ne Yapsın?

İşte Yeni Cahit Aral!!

You may also like

Comments

Comments are closed.