Ana Sayfa Blog Sayfa 5281

Zeynep Arıkanlı: “Şimdi korkma sırası diğerlerinde”

Son üç haftadır dünya sanki durdu, gözler kulaklar Mısır’a çevrildi. Ha gitti ha gidecek derken 21. yüzyıl bir diktatörün daha devrilmesine şahit oldu. Bir yandan Tahrir Meydanı’ndan dakika dakika “tweet”ler yağdı, bir yandan muhabirler gözaltına alındı, internet kesildi, haberleşmeye sekte vurulmaya çalışıldı. Devrim, bu çağın yüksek teknoloji koşullarıyla gerçekleşti, sosyal medya en temel mecra oldu ama bir yandan da bu bilgi akışı içinde olan biteni soğukkanlılıkla yorumlama ihtiyacı başgösterdi. Bunun için sorularımızı bölgeyi uzun süredir takip eden bir akademisyene, Galatasaray Üniversitesi’nden Zeynep Arıkanlı’ya yönelttik. Mübarek’in “devrilmesinin” ardından, Arkanlı’ya göre, “şimdi korkma sırası diğerlerinde”.

“Mısır devrimine “isyan,” demek olanı azımsamaktır”

Mısır’da olanları nasıl okumak gerekiyor? Sizce bu bir devrim mi?

Evet. Başlarda bu şekilde adlandırmaya daha temkinli yaklaşıyordum; hareketleri yaftalamak, daha da doğrusu sıradanlaştırmak konusundaki aceleci tavır düşündürücüydü. Ayrıca, “akademik soğukluk” yahut “devlet adamı aklı” diyebileceğim bu soğukkanlılıkta, yüceltilen “analitik mesafe”deki ideolojik tavrı görmek gerekiyor. Bu tavır, hareketin devrimci niteliğini sıfırlamaya yönelik bir tavır bence. Tunus ve Cezayir’de başlayarak –farklı taleplerle de olsa- Mısır’a yayılan bu halk hareketi siyasi devrim niteliğinde. Çıkış noktasının ne olduğu, nasıl patlak verdiği kadar, hangi noktaya ulaştığını, neye dönüştüğünü de görmek gerekiyor. Burada, yaşam koşullarının iyileştirilmesini aşan, hayatın tüm alanlarına yayılan bir dönüşüm talebi var. Sapla samanı birbirine karıştırıyor görünmek pahasına, bu bana Rosa Parks’ı hatırlatıyor mesela.

Bunun dışında, Mısır’daki hareketi devrim(ci)leştiren unsurların başında, Mübarek’in şahsında somutlaşan iktidar/yönetim örgütlenme biçiminin, yapılanmasının kökten değişmesi talebi geliyor. Dolayısıyla, üretim araçlarının mülkiyetiyle ilgili olmaması, örgütlenme biçimi ve elbette içindeki İslam unsuru bu konuda bir kafa karışıklığı, hatta korku yaratıyor olsa da, yönetim/iktidar yapısının yekten değişmesi talebi, bu hareketi devrimcileştiriyor. Zira bu, her şeyden önce, ekonomik zenginliğin nasıl dağıtılacağını, nasıl kullanılacağını, toplumsal örgütlenmenin nerelerden inşa edileceğini yeniden tarif ediyor.

Sözünü ettiğim kafa karışıklığında ise, hareketlerin büyüklüğü, ciddiyeti, dönüştürücü etkisi artık inkâr edilemez noktaya geldiğinde, Batı’nın hareketleri yaftalamak konusundaki o temkinli,  “bekleyip görelim”ci dilin, yaklaşımın rolü olduğunu görmek lazım. Bu, “sömürgeci kibiri” diyebileceğim bir tavrın, aslen de muktedirin dili. Bu dili üreten muktedir tavrının içinde, ilk bakışta “diğerkâmcı”, Tunus, Cezayir ve Mısır halklarıyla dayanışma içinde gibi gözükenler de var, ki aslen de gerçekten dayanışma içinde görüyorlar kendilerini. Ama somut bir dayanışmaya dönüşmeyen, bir tahayyül ortaklaşmasına gidilmeyen, dahil olmayı buralarda kurmayan hayranlık da, “bir Tunus kadar olamadık” da, sözünü ettiğim dili kuşanmış olmakla ilgili.

Burada muktedirden kastım, sadece devletler değil; siyasetçisinden akademisyenine, gazetecisine, hadiselere paye biçme, kendinde harekete isim koyma hakkını görenler. Tunus, Cezayir ve Mısır devrimlerini “isyan,” “galeyan” vs. şekilde tanımlamak, aslında bunları azımsamak anlamına geliyor. Devletlerin, daha geniş ifadeyle de dünyanın gidişatına karar ve yön verenlerin tavrı, bu devrimi bildik paradigmalarla kuşatmak, İslam korkusuyla beslemek ve kategoriler içine tıkıştırmaktan yana… O yüzden, Tunus, Cezayir ve Mısır sokaklarından yükselen “bu bizim devrimimiz” ısrarını sahiplenmek; buradaki dönüştürücülüğün hakkını teslim etmekte inatçı davranmak gerekiyor.

Mısır’da ve Ortadoğu ülkelerinde Mübarek döneminin bitişi nasıl bir yere oturuyor? Lidersiz halk hareketiyle sürecin bu noktaya gelmesi ne anlama geliyor?

Mübarek, yani 30 yıllık diktatörlük döneminin bitişiyle “lidersiz” halk hareketinin birbiriyle doğrudan ilgili olduğunu düşünüyorum. Biraz önce dediğim gibi, Mübarek’in gitmesi talebi, aslen iktidar yapılanmasının baştan aşağı değişmesi talebidir. Gerek hareketlerin gelişim seyri, gerek talepler, gerekse varılan nokta, her şeyden önce, böylesi bir iktidar yapısının reddi anlamına geliyor. Dolayısıyla, hareketin sadece gelişim seyri bile, aslen neyin murat edildiğinin bir işareti. Bunun dışında, lidersizlik, muhalif hareketlerin örgütlenme biçimine dair de bir değişimin ifadesi. Mübarek’in gidişinin Ortadoğu halkları üzerindeki etkisi buradan değerlendirilebilir. Yönetimler açısındansa, son zamanlarda sıkça dile getirilen klişe ifadeyle, “şimdi korkma sırası onlarda.”

“Zengin şişko kedicikler için oy kulanmak”…

Ortadoğu’da bir dinamo etkisinden söz edeceksek eğer tablo nasıl değişecek? Orta vadede Ortadoğu Batılı anlamda bir demoktratik yönetimlere kavuşacak mı?

En başından beri anlatmaya çalıştığım gibi, burada da kullanılan dile dikkat etmek gerekiyor: Konu Ortadoğu olduğunda, “geçiş dönemi” nitelendirmesi yapmak neredeyse bir refleks. İşe, bu jargonun reddiyle başlamak lazım. Bunun dışında, Batılı anlamda demokratik yönetimlerden ne anlaşıldığının netleştirilmesi de gerekli. Demokrasiden anladığımız seçimlerse, buna Kenny Arkana tarzında itirazım var: “Seçimler özgürlük getirseydi şu ana kadar çoktan yasaklanmış olurdu.”

Sistemle sandık başında değil, sokakta hesaplaşılır. Bu noktada gazeteci Hossam el-Hamalwy’den alıntı yapmak isterim: “Ben yolumuzun doğrudan demokrasiye çıkmasını umuyorum; liberal demokrasiye değil. Doğrudan demokrasi halihazırda mahallelerde doğmakta olan, umarım kısa süre sonra da fabrikalarda doğacak olan komitelere üzerinden kolektif karar oluşturmaya dayanır. Liberal demokrasiyse beş yılda bir zengin şişko kedicikler için oy kullanmaktır.” Bu sürecin şişko kediciklerin demokrasisiyle sonuçlanmaması temel dert olmalı.

Yaşananlar farklı kesimlerde farklı tepkilere yol açtı. Bir kesim Müslüman Kardeşler’in güçlenmesinden endişe duyuyor. Bu güçlü ihtimali ve endişeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu değerlendirme için, öncelikle kimlerin endişe duyduğuna bakmak gerekiyor. Müslüman Kardeşler’e gelmeden evvel, genel olarak Mısır’a dair bir endişeden bahsetmek lazım. Mısır’ın Tunus ve Cezayir’den daha fazla ses getirmesi, “endişelendirmesi” ülkenin Ortadoğu’daki kilit rolünden kaynaklanıyor. 1979 (aslında miladı 1973’tür biliyorsunuz) öncesi Mısır olma ihtimali var, ki bence asıl endişe tam da burada. Böylesi bir döneme Mısır içinde ve dışında güçlerin hâkim olmakta aceleci davranması doğal elbette. Ayrıca, tüm halk isyanlarının türlü gruplar tarafından sahiplenilmeye çalışılması da bu sürecin bir parçası.

Bu süreçte Müslüman Kardeşler’in nasıl bir rol olabileceğine gelince: Biliyorsunuz, Müslüman Kardeşler kendilerini Mübarek’e karşı bir alternatif olmaya talip olmadılar. Müslüman Kardeşler Mısır’daki en köklü ve oturmuş örgütlerden bir tanesi ve bu haliyle bile yeterince güçlü. Bu gücü, sadece hareket üzerindeki etkisi üzerinden değil, bu harekete, sokağa nasıl katkıda bulunduğu üzerinde anlamak mümkün. Tanık olduğumuz süreçte, Müslüman Kardeşler yönetimi temkinli bir yaklaşım sergilerken, aşağıda hareketin devamlılığını sağlayacak lojistik desteği sağlıyor. Meydanlardaki insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaktan iletişim ağlarını kurmaya ve korumaya kadar varan ve “sokak dayanışması ve örgütlenmesi” denilebilecek bir mevcudiyeti var. Bu mevcudiyetin neye evrileceği ise bugünün en temel meselesi işte. Hangi aktörün bu sürece nasıl katkıda bulunacağı önemli.

Burada “içerden” birisinin, Neval El Saadavi’nin sözlerinden alıntıyla cevap vermek isterim: “Bizi Müslüman Kardeşler’le korkutuyorlar; yıllarca bize şunu demeye çalıştılar: ‘Sizi Humeyni ve Irak gibi fundamentalist rejimlerden kim koruyor? Mübarek koruyor.’ Biliyorsunuz, bu doğru değil. Bu devrim, bu devrimi başlatan ve korumayı sürdüren genç insanlar siyasi değiller, sıradan genç adamlar ve kadınlar. Sağcı ya da solcu ya da Müslüman değiller. Sokaklarda tek bir dini slogan atılmıyor. Bir tane bile. Adalet, eşitlik, özgürlük için bağırıyorlar; Mübarek ve rejiminin gitmesi gerektiğini haykırıyorlar. Sistemi değiştirmemiz, dürüst olanları iş başına getirmemiz gerekiyor. Mısır yolsuzluk ve şaibeli seçimlerle yaşıyor; kadınlar ve genç insanlar eziliyor; işsizlik var. İşte böylece devrim geldi; çok geç oldu. Bu devrim çok geç kaldı; ama yine de geldi…”

Tabii “sağcı ya da solcu değiller” vurgusu benim açımdan rahatsızlık verici; bu, devrimi omurgasızlaştıran bir vurgu.

“Zalimlere karşı birlikte yürümek”…

Yine bir başka kesimin endişesi de, süreç içerisinde ordunun daha aktif bir seyir alması ve “lidersiz” bu hareketi kontrolü altına alıp siyasi gücünü arttırması. Bu bir endişe kaynağı mı?

Bu sorunuz bana Jean Tardieu’yü hatırlattı: Tardieu, insan elinden çıkmış her şeyin –sanatın, bilimin, teknolojinin, vs.- insanın bilinmezlik karşısındaki endişesinin ürünü olduğunu söylemiştir vaktiyle. Bütün bu kalıplar, hâkim olamadığımız bir boşluğu/bilinmezliği çerçevelemek içindir. Bugün Mısır’a ve genel olarak Ortadoğu’ya dair duyulan endişeler bana bunu hatırlatıyor biraz. Böylesi bir hareketin otoriter bir yapılanmayla çerçevelenmesi yahut devrimci unsurların otoriterleşmesi beklenebilecek bir sonuç ve bu çerçeveyi çizeceklerin başında ordu geliyor. Bu noktada, elbette türlü endişeleri dikkate alarak, ama nasıl bir hayat istendiğinde ısrarcı ve inatçı davranmak ve dayanışma örgütlemek gerekiyor. Bir Kahireli’nin avaz avaz bağırdığı gibi: “Müslüman, Hıristiyan, dinsiz, zengin, fakir fark etmez! Bu zalimlere karşı hep birlikte yürümemiz gerekiyor! Biz buradayız ve onlar gidinceye kadar da yerimizden kıpırdamayacağız!”

Muhammed el Baradey nasıl bir siyasi figür? Arap coğrafyasında nasıl algılanır? Geçiş dönemi için doğru bir isim mi? Kehanette değil de, öngörüde bulunmak gerekirse gerçek bir lidere dönüşme potansiyeli var mı?

Baradey’in nasıl bir siyasi figür olduğundan çok, buradaki “geçiş dönemi” vurgusu önemli. Daha önce de dediğim gibi –sürecin adı bu olsa da- bu vurgu beni hep rahatsız ediyor. Hukuksuzluğun, şiddetin, sözlerin yerine getirilmeyişinin meşrulaştırılmasına, “geçiş dönemi” bahanesiyle hasıraltı edilmesine yarıyor gibime geliyor hep. Baradey’in “reform yanlısı” bir figür oluşu, reformculuğunun öne çıkarılışı devrimin gücünü hafifleteceği endişesi uyandırıyor bende. Obama’nın gelişiyle, yani şiddeti sonuna kadar körükleyen Bush politikaları sonrası tatlı-sert siyasete geçişle örtüşen bir figür Baradey.

Kendisi son konuşmalarından bir tanesinde, “sokak isterse kalıcı iktidara geçmeye de hazırız” dedi. Bu dil, sokakla mesafesini koymuş bir liderin dili. Bunun dışında, kariyeri, ama en çok da Uluslararası Atom Enerjisi Başkanı oluşu, bana biraz Kemal Derviş’in “kurtarıcı” taltifiyle getirilişini hatırlatıyor ve neo-liberal bir tebessüm görüyorum onun suretinde. O yüzden de yüzüm, gözüm, kulağım hâlâ meydanlarda; yani bu sürecin halihazırdaki öznelerinde.

Erdoğan’ın “aferinine” temkinli yaklaşım

Türkiye’de komplo teorileri çok sevilir: Yaşananlarda ABD’nin ve/veya Batı’nın rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu tür değerlendirmelerden, az önce dile getirdiğim sebeplerden ötürü pek haz etmiyorum. Bu rolü öne çıkardığınızda, halk hareketinin gücünü, kudretini azaltmış, önemsizleştirmiş ve bu dünyada büyük güçlerin icazet vermediği hiçbir hareketin sonuca varmayacağını söylemiş oluyorsunuz ister istemez. Gerek ABD, gerekse AB Ortadoğu’daki devrimlere temkinli yaklaşmayı tercih etti elbette. Hareketin inkâr edilemeyecek bir güce sahip olduğu/ulaştığı berraklaşınca da, tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi, “halka kulak verilmesi gerektiği” yönünde telkinler başladı. Bu telkinler, hareketin gücünün kanıtı olduğu gibi –başbakanın Cumartesi Anneleri’ni kabul etmesinin kendisinin iyi niyetinden çok, aslen bu eylemin bir başarısı olması gibi- bu gücü süratle kontrol altına alma arzusunun da bir yansıması.

ABD’nin 1918’de, Milletler Cemiyeti’nin de 1920’lerde Sovyetler Birliği’ne “size her türlü yardıma hazırız” demesi türünden telkin ve desteklerdir bunlar. Amaç, sisteme dahil etmek ve muhalif de olsalar, o sistemin sınırları içinde, bildik paradigmalara muhalif kalmalarını sağlamaktır. 1950’lerde İngiltere’nin beton atmosferine düşen göktaşı etkisi yaratan rock’n’roll’un, Simon Reynolds’ın deyişiyle “Elvis Presley’lerle bir enerji boşalması” sonucu içinin boşaltılması, gelişmemesi, normalleştirilmesi gibi… Büyük güçlerin, devletlerin aldıkları yahut almaya talip oldukları rolü buradan okuyorum. Dolayısıyla devrime değil, mesela bir  Merkel’in Mübarek’in gidişi dolayısıyla halkın sevincini kutlamasına, Obama’nın sevincine, Recep Tayyip Erdoğan’ın “aferin”ine, İsrail’in “Mısır’la iyi ilişkilerimizin sürmesini diliyoruz” beyanına temkinli yaklaşıyorum.

Röportaj: Işıl Sarıyüce – Yeşil Gazete

Devrim! Halk kazandı

Mısır’da halk yetkilerinin bir kısmını devrettiğini açıklayan Devlet Başkanı Mübarek’in açıklamalarından tatmin olmadı. Sonunda beklenen oldu: Mübarek Devlet Başkanlığı’nı bıraktı.

Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in istifa ettiğini açıklayan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ömer Süleyman, TV’den yaptığı açıklamada, Mübarek’in, devleti yönetme konusunda, Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’ni “görevlendirdiğini” söyledi.
Süleyman, “ülkemizin geçmekte olduğu, güçlüklerle dolu gelişmeler çerçevesinde Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, bu makamından istifa etmeye karar verdi” dedi.

PARLEMONTO FESH EDİLECEK Mısır Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nin, parlamentoyu, kabineyi feshedeceği ve ülkenin Yüksek Anayasa Mahkemesi Başkanı ile yönetileceği öne sürüldü

BARADEY: ÜLKE KURTULDU

Süleyman, Mübarek’in, “devletin idaresi konusunda Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’ni görevlendirdiğini” kaydetti.
Muhalif liderlerden Muhammed El Baradey ise yaptığı açıklamada, “Bu benim hayatımın en mutlu günü. Ülkemiz on yıllar süren baskıların ardından kurtuluşa erişti” dedi. Baradey bundan sonra iktidarın iyi koşullarda devrinin söz konusu olacağını ifade etti.

ÜLKE KUTLUYOR

Mübarek’in gitmesi için Mısır halkı, Kahire’nin yanısıra başka kentlerde de sokağa döküldü. İskenderiye kentinde yüzbinler cuma namazından sonra sokağa dökülürken, İsmailiye, Suveyş, Mahala ve Tanta’da da halk Mübarek’in istifası talebiyle meydanlarda toplandı. Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda toplanan onbinler Mübarek’in istifa karararının açıklanmasıyla çılgına döndü.  Başkente Kahire’nin yanı sıra ikinci büyük kent İskenderiye’de de halk Mübarek’in gidişini havai fişeklerle kutladı, şehir merkezlerinde konvoylar oluşturan halk “Başardık” sloganları attı. 18 günlük gergin bekleyişin yerini sevince bırakmasının ardından Kahire’nin diğer yerlerinde de gösteri yapan protestocular da kutlamalara katılmak için Tahrir meydanına akın etti. Uluslararası medya kuruluşları Mübarek’in istifasını flaş haber olarak geçerken, Mısır’da istifasının ardından Mübarek’in ülkeyi terkedip terk etmeyeceği ve konumunun ne olacağı tartışılmaya başlandı. Mısır’ın devlet televizyonu Nil TV ve Egypt Radyo TV Union 1 (Ertu1) da, süreçle ilgili ordu ve sivil yetkililerden bazı önemli açıklamaların gelebileceğini duyurdu.

KAHİRE’DEN AYRILDI

Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ailesiyle birlikte başkent Kahire’yı terk etti. Hükümete yakın bir kaynak, sokağa dökülen halkın baskısıyla yetkilerini yardımcısı Ömer Süleyman’a devreden Mübarek’in Kahire’den ayrılarak bilinmeyen bir yere gittiğini açıkladı. Herhangi bir kaynak belirtmeden Mübarek’in Kahire’den ayrıldığını duyuran El Arabiye televizyonu da, Cumhurbaşkanının Kızıl Deniz’deki tatil beldesi Şarm Eşşeyh’e gittiğini iddia etti. Mübarek’in sık sık Şarm Eşşeyh’e gittiği ve burada konuklarını ağırladığı belirtiliyor.

BBC Kahire muhabiri Jon Leyne, istifanın herkes için sürpriz olduğunu, çok sayıda kişinin arabalarıyla sevinç turu attığını ve havaya ateş açtığını söylüyor.D

Yönetimin orduya devredilmesinin daha çok bir darbe görüntüsü verdiğini vurgulayan muhabir, anayasaya göre devlet başkanının istifası halinde yerine meclis başkanının gelmesi gerektiğine dikkat çekti.

(Ntv, BBC ve Radikal’den derlenmiştir.)

Yeşil Gazete

Mısır Mübarek’ten kurtuldu

Mısır halkının isyanı sonunda meyvesini vermeye başladı. İsyanların 18. gününde cumhurbaşkanı yardımcısı Ömer Süleyman Hüsnü Mübarek’in istifa ettiğini duyurdu. Mübarek yetkilerini Yüksek Ordu Konseyi’ne devretti.

Mısır halkında sevince neden olan bu istifa, ordunun verdiği karışık mesajlarla gölgelendi. Öğle saatlerinde devlet televizyonunda yapılan açıklamada ordunun 30 yıldır yürürlükte olan olağan üstü hal yasalarını “mevcut durum sona erer ermez” kaldıracağı belirtildi.

Ordu açıklamasında anayasa değişikliklerini ve adil bir seçimi garantiledi fakat bir yandan da gösterilerin sona ermesi çağrısında da bulundu.

Tahrir meydanındaki protestocuların ordunun bu açıklamasından hayal kırıklığı yaşadıkları ve eylemleri “son ve nihai bir aşamaya” taşımaya and içtikleri bildirildi.

(Al Jazeera)

EGEÇEP kurultayı 19-20 Şubat’ta toplanıyor

EGEÇEP kurultayı 19-20 Şubat tarihlerinde İzmir’de toplanıyor.

EGEÇEP (Ege Çevre ve Kültür Platformu), çevre gönüllüsü, doğal ve kültürel varlıkların korunması konusunda duyarlı sivil toplum kuruluşları ile bireysel katılımcılar tarafından 25 Aralık 2005 tarihinde kuruldu. Kuruluş temasına uygun alanlardaki çalışmalarını kuruluş tarihinden bu yana etkin olarak sürdüren Egeçep’in bu yıl düzenlediği kurultayın teması; “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Siyaseti” olacak.

Egeçep yürütme kurulunun verdiği bilgiye göre, Egeçep Bileşenlerinin yanısıra, bilim insanları, hukukçular, köylüler ve Türkiye’nin başka bölgelerinin çevre örgütlerinin bir arada olacağı toplantılarda aynı zamanda ”Egeçep Yaşam Savunucusu Ödülleri” de sahiplerini bulacak.

Yapılacak Panel – Forumlarda bilimsel, hukuki ve toplumsal yanlarıyla Tabiatı veBiyoçeşitliliği Koruma Yasası ve siyaseti tartışılacak.

TBMM Çevre Komisyonu üyesi milletvekillerinin de çağrılı olduğu kurultayda, Tabiatın ve Biyoçeşitliliğin nasıl korunacağı/korunmayacağı sorulacak.

Yaşamı savunan tüm kişi ve kuruluşları, hareketleri, platformları, girişimleri kurultaya katılmaya davet eden Egeçep yürütme kurulu çağrılarını bu davetle tüm kamuoyu ile paylaştılar.

Toplantı Yer ve Tarihi:
EGEÇEP / Ege Çevre ve Kültür Platformu/
4. BİLEŞENLER KURULTAYI
Tarih: 19 – 20 Şubat 2011
Yer : TEPEKULE SERGİ ve KONGRE MERKEZİ – EGE SALONU
Saat: 10.00 – 18.00

Pınar Selek’e beraat kararına itiraz

Mısır Çarşısı patlamasının faili olarak yargılanan Pınar Selek ve Abdülmecit Öztürk hakkında verilen 3’üncü beraat kararına, Cumhuriyet Savcısı Nuri Ahmet Saraç itiraz etti.

İtiraz dilekçesini sunan Savcı Saraç, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin gerekçeli kararını da talep etti. Savcı Saraç’ın gerekçeli kararın kendisine ulaşmasının ardından, itiraz gerekçelerini de açıklayacağı öğrenildi.

Yargıtay 9. Dairesi, Selek hakkındaki beraat kararını bozarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yargılanmasına karar vermişti. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 9 Şubat’ta görülen ilk duruşmada ‘beraat kararına’ ısrar etmişti. Savcı Saraç, mahkemenin kararını temyiz ettiğini bildiren dilekçesini dün akşam mahkemeye bildirdi. İtiraz dilekçesini sunan Savcı Saraç, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin gerekçeli kararını da talep etti. Savcı Saraç’ın gerekçeli kararın kendisine ulaşmasının ardından, itiraz gerekçelerini de açıklayacağı öğrenildi. Savcının kararı temyiz etmesi nedeniyle Selek ve Öztürk hakkındaki dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na önümüzdeki günlerde gönderilecek.

22 üyeden oluşan Yargıtay Ceza Genel Kurulu, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen direnme kararını inceleyecek. Genel Kurul, yerel mahkemenin verdiği ‘beraat kararını’ onaylarsa Selek ve Öztürk’ün beraat kararı kesinleşmiş olacak. Ancak Genel Kurul, yerel mahkemenin kararını bozarsa, Selek ve Öztürk yargılanmasına yeniden başlanacak. Yerel mahkemenin, Genel Kurul’un bu kararına ‘direnme hakkı’ bulunmuyor. Yerel mahkeme 4’üncü yargılama sürecinden sonra kararını açıklayacak. (t24)

Çevre hareketi KTÜ öğrencilerine polis şiddetini kınadı

Çevre Bakanı Eroğlu’nun üniversiteye gelişi sırasında HES karşıtı eylem yapan KTÜ’lü öğrencilere yapılan sert polis müdahalesi, Karadenizli örgütlerce kınandı. Fındıklı Dereleri Koruma Platformu’ndan Acar “Görüşlerini dile getirmek isteyenler şiddetle susturuluyor; bu bizleri asla yıldıramayacak” dedi.

Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde (KTÜ) düzenlenen bir sempozyuma katılmak üzere Çevre Bakanı Veysel Eroğlu‘nun geldiği sırada, hidroelektrik santrallerine (HES) karşı eylem yapan öğrencilere polis ve özel güvenlik birimlerinin sert müdahalesi Karadenizli örgütler ve HES karşıtı mücadele eden platformlardan tepki gördü.

Derelerin Kardeşliği Platformu yürütmesi adına yapılan yazılı açıklamada, dün (10 Şubat) yaşanan olaylarda polis ve ÖGB’lerin öğrencileri yerlerde sürüklemesi, sert darbelerle kafalarına ayaklarıyla basarak gözaltına almaları kınanırken, “yaşam alanlarımızda verdiğimiz mücadelede yanımızda olan gençlerimize karşı yapılan bu saldırılar bir an önce son bulmadılır; sorumlulardan hesap sorulmalıdır” denildi.

Karadeniz İsyandadır Platformu da “İktidarların tercihinin halklardan, yaşamdan, bilimden değil de, ekonomik çıkar gruplarından yana olduğunu biliyoruz” dediği yazılı açıklamasında şunlara değindi:

“Sempozyumda bakanın fütursuzca vadilerimizi nasıl sattığını dile getirme gafletinde bulunması tüm yaşam savunucularının sabrını zorlamıştır. Öğrenci Kolektifi üyesi öğrencilere yapılan müdahale, yaşadığımız coğrafyada yaşamımızı savunmanın ne kadar zor olduğunun göstergesidir. Biliyoruz ki yükselen muhalefet yüzünden birilerinin huzuru kaçtı; ama bizler doğru taraftayız.”

Acar: Bu saldırı, tüm yöre halkına yapılmıştır

Rize’ye bağlı Viçe ilçesinde HES’lere karşı mücadele eden Fındıklı Derelerini Koruma Platformu’ndan Hüseyin Acar da saldırıları kınayarak “Halk yok sayılıyor, görüşlerini dile getirmek isteyenler yine şiddetle susturuluyor. Bu saldırı tüm halkımıza yapılmış bir saldırı olarak görüyoruz; ama bizleri asla yıldıramayacaktır” diye konuştu.

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun (STHP) meclisten geçirilen ve Cumhurbaşkanlığı’nca kabul edilen “Yenilenebilir Enerji Kanunu”na karşı dün İstanbul Galatasaray Meydanı’nda düzenlediği “Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir! Doğayı talan yasalarını uygulatmayacağız” başlıklı basın açıklamasında da Trabzon’daki saldırıya değinildi.

Platformun açıklaması öncesi konuşma yapan Özge Ozan, polisin öğrencilere saldırısını kınayarak, “Karadeniz’in sermaye için talan edilmesine göz yummayacağız” dedi.

Öğrenciler “zorunlu bağış”lara karşı da günlerdir eylemde

Üniversitede “zorunlu bağış” adı altında toplanan harçlara karşı da yaklaşık bir haftadır rektörlük binasında oturma eylemi yapan KTÜ’lü öğrenciler, bakan Eroğlu’nun üniversiteye gelişiyle birlikte HES projelerine karşı tepkilerini dile getirmek istemiş; talepleri reddedilen öğrencilere polis ve ÖGB’ler sert müdahale etmişti.

Bakan Eroğlu’nun katıldığı “Doğu Karadeniz Bölgesi Taşkınları Sempozyumu” başlıklı sempozyuma katılım da “güvenlik gerekçesiyle” kısıtlanmış, üniversitede düzenlenen etkinliğe üniversite öğrencilerin alınmaları engellenmişti. (Bia)

KTÜ öğrencilerine polis minibüsünde işkence!

Trabzon’da Çevre Bakanı’na karşı HES protestosu düzenleyen üniversite öğrencileri, basına yansıyan sert müdahale sonrası alındıkları polis minibüslerinde “daha da ağır” biçimde darp edildiklerini, dört öğrencinin ciddi biçimde yaralandığını söyledi.

Bir sempozyuma katılmak üzere Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne (KTÜ) gelen Çevre Bakanı Veysel Eroğlu‘na öğrencilerin yaptığı hidroelektrik santral (HES) karşıtı protestodaki müdahale sonrası öğrenciler, müdahale sırasında daha sert biçimde polis şiddetine maruz kaldıklarını söyledi; dört öğrencinin ağır biçimde darp edildiği öğrenildi.

Dün (10 Şubat) bakan Eroğlu üniversiteye geldiği sırada, 700’den fazlası Karadeniz vadilerinde olmak üzere yapımı planlanan 2 binden fazla HES’e karşı tepkilerini dile getirmek isteyen, fakat polis şiddetiyle karşılaşan KTÜ öğrencilerinden Volkan Bilgin bianet’e konuştu:

“HES’lere karşı, bakana tepkimizi gösterecektik; fakat basına da yansıyan görüntülerdeki gibi saldırıya uğradık. Fakat asıl müdahale, polis minibüslerinin içerisinde yaşandı. Dört arkadaşımız ağır biçimde darp edildi.”

“Kapıları açıldı, polisler girdi; tek tek dövüldük”

Katılımın serbest olduğu duyurulan “Doğu Karadeniz Bölgesi Taşkınları Sempozyumu”nun olduğu salona doğru yürüyüşe geçen, önleri güvenlik kuvvetlerince kesilen öğrencilere yapılan sert müdahale basına yansımış ve HES karşıtı ve Karadenizli örgütlerden tepki görmüştü.

Bilgin sabah saatlerinde gerçekleştirmek istedikleri eylem sırasında müdahale sonrası götürüldükleri polis minibüslerinde tek tek darp edildiklerini açıkladı:

“Bizi otobüslere aldılar ve içerisindeyken kapıları kapadılar. Ardından kapılar açıldı ve içeri polisler girdi. Asıl büyük saldırı burada, otobüs içerisinde oldu. Teke tek herkesi dövdüler. Dört arkadaşımız baya bir yaralandı.”

Yara “iki günde iyileşir”se hastaneden darp raporu yok!

Gözaltına alındıkları sabah saat 11’den akşam 6’ya kadar gözaltında tutulduklarını; ifade vermediklerini, yalnızca bekletildiklerini söyleyen Bilgin götürüldükleri hastanede kendilerine darp raporu verilmediğini de değinerek “Bizlere “iki gün içerisinde iyileşirsiniz” dediler; rapor verilecek bir durum olmadığını söylediler” diye konuştu.

“Karadeniz halkının yanında olacağız; öğrenciler de söz sahibi”

Karadeniz halkının her zaman yanında olacaklarını ekleyen Bilgin “Bu topraklardaki tüm sorunlara karşı üniversite öğrencilerinin de söz sahibi olduğunu düşünüyoruz” diyerek eylemlerini sürdüreceklerini belirtti. (Emir Çelik/Bia)

Mısır’da tansiyon yükseliyor

0
Bu sabah Tahrir meydanı

Mısır’da gösterilerin başlamasından sonraki üçüncü Cuma günü, sokaklar önceki gece diktatör Hüsnü Mübarek’in görevinin başında olduğunu açıklamasının ardından giderek ısınıyor. Göstericiler bugüne “Veda Cuması” adını verdiler.

18 gündür Mısır’ın her yerinde, ama en çok da Tahrir meydanında biriken göstericiler bugün öğle saatlerinde Başkanlık Sarayı’nın ve devlet televizyonunun çevresini kuşattılar. Halen sarayı koruyan ordu birlikleri ile göstericiler arasında gergin anlar yaşanıyor.

Bu arada Mübarek’in Kahire’yi terk ettiği ve Kızıldeniz kıyısındaki Şarm el Şeyh’e gittiği haberleri geliyor. Ancak gösteriler başladığından bu yana bu tür haberler sürekli yayıldığı için temkinli yaklaşmak gerekiyor.

Sadece Kahire’de değil, Mansura’da, Assuit’de, İskenderiye’de ve Süveyş’te de çok sayıda gösterici meydanlarda.

(Yeşil Gazete)

AlJazeera, AlArabiya ve The Guardian’dan derlenmiştir.

Biraz da tarih: Mısır’da devrim, BBC’de huzursuzluk

İngiltere’nin Mısır’ı sömürgeleştirmesi ibretlik bir hikayedir. Nasıl başladığı da yarı mizah şaheseri.

Bilindiği gibi Mısır 19. yüzyıl boyunca harita üzerinde Osmanlı İmparatorluğu’nun bir eyaletidir, ama fiiliyatta ayrı bir hanedan tarafından yönetilir. Kavalalı Türk asıllı bir Osmanlı ayan ailesinden olan Mehmed Ali, Mısır’ı Napolyon’un ordularından kurtarmak için gelen Osmanlı-İngiliz ortak gücünün küçük rütbeli bir subayıyken, Mısır’ın bugünkü deyimle “kanaat önderleriyle”, yani ulemayla geliştirdiği iyi ilişkiler sayesinde 1805 yılında kendini Mısır valisi olarak bulmuştur. Ardından Mısır’da sanayileşmeyi ve modern devlet sistemini (biraz da payitahtındaki eş zamanlı II. Mahmut dönemine benzer şekilde) başlatarak modern Mısır’ın temellerini atar.

Mehmed Ali’nin 1849’da ölümünün ardından “valilik” babadan oğula geçmeye başlar ve oğulları  Mehmed Ali’nin ölümünden 20 yıl sonra, yani Süveyş kanalının açılmasının ardından başlayarak, Farsça’da hükümdar anlamına gelen “hidiv” ünvanını kullanmaya başlarlar. Aradan on yıl geçmeden ise Mısır Avrupa ülkelerinden aldığı borçlar nedeniyle iflas noktasına gelecektir.

İşte bu ekonomik kriz döneminin ardından, Hidiv Tevfik zamanında, ülkede ilk kez Batılı anlamda muhalefet grupları oluşmaya başlar. Muhalefetin liderlerinden biri olan Albay Ahmed Urabî’nin öncülüğünde 1881’de başlayan ayaklanma nedeniyle Hidiv Tevfik muhalefetin sesine kulak veriyormuş gibi yaparak  önce göstermelik bir meclis kuracak (yani II. Abdülhamid’in benzer hamlesinden sadece 5 yıl sonra!), hemen ardından da muhalefeti bastırmak için hazırlıklara girişecektir.

İşte tam bu sırada “Düvel-i Muazzama” Mısır’da hidivin iktidarının sürmesi gerektiğine dair bir nota verir, hemen ardından da İngiliz ve Fransız donanmaları İskenderiye açıklarına demirler. Bu askeri tehdit nedeniyle huzursuzlanan kentte kısa süre sonra şiddet olayları patlak verir. Çok sayıda insan öldürülür, İskenderiye yağmalanır ve ateşe verilir. Albay Urabî, İskenderiye’ye gidip ayaklanmayı bastırdığı sırada gizlice müttefik donanmasıyla irtibat kuran Hidiv, tahtını devrimcilerden kurtarması için gemilerin kenti ve limanı bombalamasını önerir.

Davet üzerine işgal

Fransızlar bu teklifi geri çevirirler, ama Süveyş kanalının hisselerini yavaş yavaş ele geçirmekte olan “üzerinde güneş batmayan imparatorluğun” donanma komutanı Sir Beauchamp Seymour, Mısırlıların kentin doğusunda, limanın öteki yakasında tahkimat yaptıkları gibi bir bahane uydurup kenti bombalamaya başlar. Fikrini hayata geçirmeyi başaran Hidiv Tevfik ise kriz üzerine toplanan Bakanlar Kurulu toplantısında ordunun “son nefer sağ kalana kadar İngilizlere direnmesi gerektiğini” söylemektedir. Bu sırada Hidiv ve isyancı Urabî birbirlerini hain ilan ederler. Hidiv bir İngiliz savaş gemisine sığınırken, Urabî orduyu İngiliz istilasına direnmek üzere harekete geçirir.

Bundan sonra olanlar tam bir “kurtarıcıdan kurtulma” hikayesidir. İngilizler Mısır’ı kurtarmak için (kimden?) ülkeyi işgal ederler. Süveyş kanalının hemen aşağısında bulunan İsmailiye yakınlarında bulunan Tel el-Kebir’de Mısır ordusunu yenilgiye uğratırlar. Urabî sürgüne gönderilir, Hidiv ise İngilizlerin ülkesini işgal etmesini sağlayarak tahtını kurtarmış olur. Hidiv Tevfik, İngilizlere teşekkür edip, ülkeden ayrılmalarını rica edecek, ancak İngiliz işgali 1954’e kadar sürecektir.

İşgalin ardından Mehmed Ali’nin kurduğu hanedanın mirasçıları tahtlarını korusalar da, ülke fiilen İngiltere’nin gönderdiği valiler tarafından yönetilmeye başlayacaktır. Ancak Tevfik’in oğlu Abbas Hilmi 1892’de tahta geçtiği zaman İngiliz valilerin ilki ve en güçlüsü olan Lord Cromer’e karşı muhalefeti desteklemeye başlar. Bunun ardından 18 yaşında bir öğrenci olan Mustafa Kâmil’in liderliğindeki genç bir kitle tarafından Mısır’ı İngiliz işgalinden kurtarmayı amaçlayan güçlü bir hareket başlatılır.

Burada Marsot’tan biraz alıntı yapalım[1]:

“O zamana kadar İngiliz hükümeti Mısır’dan çıkacağına dair yüzü aşkın söz vermiş, ama her geçen gün biraz daha sağlam yerleşmişti. Cromer dünyaya bir Mısır ulusu olmadığını kanıtlamaya gayret ediyordu; zira Mısır’ın dokuz milyon yerlinin yanında, ülkenin servetinin büyük bölümüne sahip olan bir milyondan az yabancı nüfusuna sahip olmasına karşın, kendi anlayışına göre, Mısırlılar aslında sayılmıyordu. Öte yandan Kâmil de Mısırlıların anayasal yönetimi talep eden bir millet olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Cromer bu milliyetçi davaya içindekileri döken önemsiz bir delikanlı tarafından uydurulduğu kanısıyla pek az önem verdi. Hem zaten seçkinler arasında İngiliz varlığıyla işbirliği yapmaya ve Örtülü Himaye’yi sürdürmeye istekli bir dizi Mısırlı da bulmuştu.”

Tahrir meydanına selam!

Ama Cromer’in küçümsemesi göstericileri durduramaz. İngiliz işgaline karşı hareketler ülkenin siyasal yaşamında seslerini iyice yükseltmeye başlarlar. Ülkede sık sık grevler ve gösteriler düzenlenmeye başlanır. Marsot şu yorumu yapıyor: “Grevler ve kitlesel gösteriler o gün bu gündür Mısır ulusal yaşamının değişmez bir özelliği haline gelmiştir”.

İngilizler 1922’de göstermelik olarak Mısır’ın bağımsızlığını kabul etseler de, Mısır’da cumhuriyetin ilanı 1953’e kadar gerçekleşmedi, işgal ise 1954’e dek sürdü. Sonrası başka bir hikaye.

Peki ben bütün bunları neden hatırlatma ihtiyacı duydum?

Dün gece, Tahrir meydanını dolduran milyonlar, diktatör Hüsnü Mübarek’in görevden ayrıldığını söyleyeceğini umdukları konuşmayı beklerken, ben de haber kanallarını dolaşıyordum.

Mısır’da devrim başlayalı 17 gün olmuştu. Bütün haber kanalları son dakika yayınındaydı. BBC’de olayları kaygılı yüzlerle anlatan sunucu ve yorumcuların altından geçen altyazı ise “Egypt in Crisis” diyordu (Mısır krizde).

Mısır’ın milyonların katıldığı kitlesel gösterilerle sarsıldığı, genel grevin yayıldığı, devletin yüzlerce insanı öldürdüğü, tankların sokakları doldurduğu, yönetimin bütün meşruiyetini yitirdiği, diktatörün en yakın müttefiki ABD tarafından bile terk edildiği 17 gün boyunca BBC’nin Mısır olaylarıyla ilgili kullandığı başlık ise “Unrest in Egypt” idi (Mısır’da huzursuzluk).

Dün gece El Cezire Mübarek’in gideceği umuduyla “The Revolution” (Devrim) manşetini atmaya başlamıştı mesela… BBC içinse Mübarek gitme sinyali verince huzursuzluk krize dönüşmüştü demek ki.

Sonuçta hem zorba, hem de pişkin bir diktatör olduğu anlaşılan Mübarek, halkı yine anlamazlıktan geldi, çekip gitmek yerine göstericilere nasihat vermeyi tercih etti ve iktidarına son bir hevesle iyice yapıştı. Mısır halkı ise hâlâ ayakta, bugün milyonlar yine sokaklarda. Mısır yüz küsur yıl önce olduğu gibi gösterilerle sarsılıyor, devrim rüzgarı yayılıyor.

Sonuçta Mısır halkı kazanacak, bir diktatör daha devrilecek.

Ama benim bu garip merakım da devam edecek. “Biz Mısır’da bunları çok gördük, boş işler bunlar” havasıyla Mısır’da süren devrime huzursuzluk diyen BBC, acaba o zaman ne diyecek?

Mısır’ı önce “kurtarıp” sonra 73 sene işgal altında tutan ve tarihte başka bir ülkede görülmemiş bir biçimde sömürgeleştiren “Büyük İngiliz İmparatorluğu”nun, yayıncılığın medarı iftiharı televizyon kanalı BBC için, devrim neye deniyor ya da?


[1] Bu yazıdaki tarih bilgilerinin ve (biraz kısaltılarak yapılan) alıntıların kaynağı Kaliforniya Üniversitesi fahri profesörlerinden Mısırlı tarihçi Araf Lutfi Al-Sayyid Marsot’un çevirisi ilk kez geçen yıl Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından yayınlanan “Arapların Fethinden Bugüne Mısır Tarihi” başlıklı kitabıdır. (Çeviren: Gül Çağalı Güven). Aynı dönemle ilgili bir diğer önemli kaynak İletişim Yayınları’ndan çıkan Timothy Mitchell’in “Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi” dir.

Küresel bir devrimin başlangıcına mı şahit oluyoruz? -Andrew Gavin Marshall

Kuzey Afrika ve Küresel Politik Uyanış,
Birinci Bölüm

İnsanlık tarihinde ilk defa hemen hemen tüm insanlar politik olarak bilinçli, birbiriyle iletişimli ve hareket halinde… Ortaya çıkan bu küresel eylemcilik, kişisel onur, kültürel saygınlık ve ekonomik fırsat arayışı içinde, yüzyıllarca süregelen gerek sömürgeleştirme, gerekse emperialist yoldan baskı altında tutulmanın anılarıyla acı bir şekilde zedelenmiş bir dünyada bir dalgalanma yaratmaktadır… İnsan onuruna dünya çapındaki özlem, bu küresel politik uyanış olgusunun doğasındaki önde gelen meydan okumalardan birisidir. O uyanış sosyal olarak oldukça büyüktür ve politik olarak radikalleştirmektedir… Neredeyse tüm dünyada radyoya ve televizyona, giderek artan oranda da internete ulaşma olanağı, ortak algılamalar ve politik ya da dini demagojik tutkuların canlandırdığı ve kanalize ettiği bir imrentiler topluluğu yaratmaktadır. Bu tür enerjiler egemen sınırları aşmakta ve en üstte Amerika’nın hâlâ tünemiş durumunda olduğu mevcut küresel hiyerarşiye olduğu kadar mevcut devletlere de engeller ortaya çıkarmaktadır.

Üçüncü Dünya gençliği özellikle hareketli ve kızgındır. Somutlaştırdıkları demografik devrim aynı zamanda bir politik zaman-bombasıdır… Onların potansiyel devrimci öncüleri, muhtemelen gelişmekte olan ülkelerin entelektüel seviyesi şüpheli, ‘yüksek’ eğitim kurumlarında yoğunlaşan milyonlarca öğrenci arasından ortaya çıkacaktır. Yüksek eğitim seviyesi tarifine bağlı olarak, halen tüm dünyada 80 ile 130 milyon ‘üniversite’ öğrencisi vardır. Tipik olarak sosyal güveni olmayan ortanın altı sınıftan gelen ve sosyal kızgınlık hisleriyle alevlenmiş bu milyonlarca öğrenci, büyük cemaatler içinde yarı-seferber, internetle birbirine bağlı ve yıllarca önce Meksika Şehri’ni veya Tiananmen Meydanı’nı ortaya çıkaran nedenleri daha geniş bir ölçekte yeniden oynamaya hazır, pozisyonlarını almış ve bekleyen-devrimcilerdir. Fiziksel enerjileri ve duygusal hoşnutsuzlukları bir nedenle yada bir inanışla ya da bir kinle tetiklenmeye hazır beklemektedir.

Dünya’nın başta gelen, eski ve yeni güçleri de, bir gerçeklikle karşı karşıyalar: Askeri güçleri her zamankinden daha büyük düzeye ulaşmışken dünyanın politik olarak uyanmış kitleleri üzerinde kontrol kurmaları tarihsel olarak en düşük düzeydedir. Açık söylemek gerekirse: Önceleri bir milyon kişiyi kontrol etmek, bir milyon kişiyi fiziksel olarak öldürmekten daha kolaydı. Bugün, bir milyon kişiyi öldürmek, bir milyon kişiyi kontrol etmekten son derece daha kolaydır. [1]

Zbigniew Brzezinski
Eski Amerikan Milli Güvenlik Danışmanı
Üçlü Komisyon Kurucularından
Stratejik ve Uluslararası Araştırma Merkezi
Yönetim Kurulu Üyesi

Tunus’taki ayaklanma ülkenin 23 yıllık Başkan Ben Ali diktatörlüğünün yıkılmasına önderlik etti. Yeni “geçici” hükümet kuruldu fakat önceki zorba hükümetin kalıntılarından arınmış, tamamen yeni bir hükümet isteyen protestolar devam etti. Cezayir’de yükselen yiyecek fiyatlarına, yolsuzluğa ve devlet baskısına karşı öfkeli protestolar haftalarca devam etti. Ürdün’de protestolar Kral’ı, tanklarla şehirleri kuşatmak ve kontrol noktaları kurmak için orduyu çağırmaya zorladı. Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık diktatörlüğüne son verilmesini isteyen on binlerce protestocu Kahire’de sokaklara döküldü. Yemen’in başkentinde binlerce eylemci, muhalefet liderleri, öğrenciler, 1978’den beri süren Başkan Saleh’in yozlaşmış diktatörlüğüne karşı yürüyüş yaptılar. Saleh, Amerikan askeri yardımlarıyla kuzeydeki isyancı hareketi ve güneydeki büyümekte olan ve “Güney Hareketi” denilen büyük çapta ayrılıkçı hareketi ezmeye çalışmaktaydı. Bolivya’daki yükselen yiyecek fiyatlarına karşı yapılan protestolar, Evo Morales’in halkçı hükümetinin devlet yardımlarını kısma planlarını geri almasına neden oldu. Şili’de patlayan protestolarda göstericiler yükselen petrol fiyatlarına karşı itiraz ettiler. Arnavutluk’ta patlak veren hükümet karşıtı gösteriler, birkaç göstericinin ölümüyle sonuçlandı.

Sanki Dünya yeni bir devrimci çağa giriyor: “Küresel Politik Uyanış” çağı. Bu kitlesel “uyanış” değişik yörelerde, değişik ülkelerde değişik koşullar altında ortaya çıkarken aynı zamanda geniş çapta küresel şartlardan geniş çapta etkilenmiş durumda. Büyük Batılı güçler ve öncelikle Amerika tarafından son 65 yıldır, daha da geniş çapta, asırlarca baskı altında tutulmak, bir dönüm noktasına geldi. Dünya halkları huzursuz, küskün ve çileden çıkmış durumda. Değişim, öyle görünüyor ki, havada kaldı. Brzezinski’den yukarda yapılan alıntılarda belirtildiği gibi dünyadaki bu gelişme, küresel güç yapılanmasına ve dünya egemenliğine radikal ve potansiyel olarak tehlikeli bir tehdittir. Bu değişim, sadece protestoların yükseldiği ve değişiklik aradığı ülkelere değil, daha büyük çapta, bu ülkelerin baskıcı rejimlerine silah, destek ve kâr sağlayan egemen Batılı güçlere, milletlerarası kuruluşlara, çokuluslu şirketlere ve bankalara tehdittir. Yani, Amerika ve Batı, heybetli bir stratejik güçlükle karşı karşıyalar: Bu Küresel Politik Uyanışı durdurmak için ne yapmalı? Zbigniew Brzezinski, Amerikan Dış Politikasının yaratıcılarından ve bazılarına göre küreselleşme sisteminin entelektüel öncülerinden birisidir. Zbigniew Brzezinski, Küresel Politik Uyanış üzerine yaptığı uyarılarda onun egemen küresel hiyerarşiye tehdit olma doğasına doğrudan referans verir. Bu nedenle ‘Uyanış’ı insanlık için büyük bir umut olarak görmeliyiz. Tabii ki başarısızlıklar, problemler ve geri çekilmeler olacaktır fakat ‘Uyanış’ başlamıştır, devamlıdır ve çoğu kişinin düşünebileceği gibi öyle kolayca etkisizleştirilemez ve kontrol altına alınamaz.

Egemen güçlerden gelen bu refleks tepki, baskıcı rejimlere verilen silah ve desteğin olduğu kadar gizli operasyonlar ya da açık savaşlarla (Yemen’de yapıldığı gibi) istikrarsızlığı örgütleme potansiyelinin de artırılmasıdır. Buna alternatif, bu bölgelerde ve milletlerde, Batılı STK’ları (Non-Governmental Organizations –Devletten Bağımsız Sivil Toplum Kuruluşlarını), yardım kurumlarını ve sivil toplum örgütlerini içeren “demokratikleştirme” stratejisini üstlenmek, yerli sivil toplumla güçlü ilişkiler ve bağlantılar kurmaktır. Bu stratejinin amacı yerli sivil toplumun, Batıya benzer şekilde bir demokratik sistem kurma çabalarının yönlendirilmesini örgütleyerek, parasal ve diğer şekillerde yardım ederek uluslararası hiyerarşideki devamlılığı korumaktır. Aslında “demokratikleştirme” projesi bir demokratik devletin dışarıdan görünen yapılanmalarını (çok-partili seçimler, aktif sivil toplum, “bağımsız” basın vb.) yaratmak ve de Dünya Bankası’na, IMF’ye, çok uluslu şirketlere ve Batılı güçlere hizmet etme devamlılığını sağlamaktır.

Görünüşe göre bu iki strateji de Arap dünyasının üzerinde aynı anda uygulanmaktadır: devlet baskısını uygulamak ve desteklemek ve sivil toplum örgütleriyle bağlar kurmak. Oysa ki Batı için problem bölgenin büyük bir kısmında henüz sivil toplum örgütleriyle güçlü ve bağımlı bir ilişki kurmayı başaramamış olmaları, destekledikleri baskıcı rejimlerin hiç şaşırtmayan şekilde bu önlemlere karşı koymalarıdır. Bu anlamda, bu protestoları ve başkaldırmaları, Batı’nın kışkırtması olarak bir kenara atmamalıyız aksine doğal olarak ortaya çıktıkları ve Batı’nın bu gelişmekte olan hareketleri etkisizleştirme ve kontrol altına alma çabası olarak görmeliyiz.

Bu yazının Birinci Bölümü bu protesto hareketlerinin ve ayaklanmaların acilliği üzerinde odaklanmakta, bunları Küresel Politik Uyanış bağlamında ele almaktadır. İkinci bölüm, Batı’nın stratejisi “demokratik emperyalizm”i ‘Uyanış’ı etkisizleştirme ve “dost” hükümetler kurmak metodu olarak inceleyecektir.

Tunus Kıvılcımı
Temmuz 2009’da Tunus Amerikan Elçiliği’nden gönderilen bir rapora göre “birçok Tunuslu politik özgürlükleri olmadığından şikayetçi, Devlet Başkanı ve ailesinin yolsuzluklarından, yüksek işsizlik oranından ve yöresel eşitsizliklerden dolayı da kızgın. Aşırı uçlar daima tehdit etme durumunda” ve bununla “rejimin uzun süreli dengede olmasının riski giderek artmakta.”[2]

14 Ocak 2011, cuma günü, Amerika’nın desteklediği Tunus başkanı Ben Ali’nin 23 yıllık diktatörlüğü sona erdi. Bundan birkaç hafta önce, Tunus halkı yükselen yiyecek fiyatlarını protesto amacıyla muazzam ve giderek de artan memnuniyetsizliğin alevlendirmesi ve Tunusluların çoğunun gördüğü Başkan’ın ailesinin açık yolsuzluklarını kanıtlayan WikiLeaks dokümanlarının tetiklemesiyle ayaklandı. Öyle görünüyor ki olayı ateşleyen kıvılcım, 26 yaşındaki işsiz bir gencin protesto için Aralığın 17’sinde kendisini ateşe vermesiydi.

Aralık 17’de 26 yaşındaki gencin kendisini yakmasıyla kıvılcımlanan protestolar dalgasıyla, Tunus hükümeti tüm gücüyle protestoculara saldırdı. Tahminler değişmekte fakat kabaca 100 kişi çarpışmalarda öldürüldü. Tunus’un 10 milyon nüfusunun yarısı 25 yaşın altında olduğundan, bunlar tek diktatörün idaresi altındaki yaşamdan başka bir yaşam görmemişlerdir. 1956’da Fransız’lardan bağımsızlıklarını kazandıklarından beri Tunus sadece iki lider gördü: Habib Burguiba ve Ben Ali[3].Tunus halkı birçok büyük şeye karşı ayaklanıyor: Geniş çapta bilgi ve internet sansürü kullanan baskıcı diktatörlük, yükselen yiyecek fiyatları ve enflasyon, yolsuz idareciler ve aileleri, eğitimli gençliğin iş bulamaması ve genel anlamda sömürü, baskı ve insanlık onuruna saygısızlık.

Ben Ali’nin atılmasının arkasından, Başbakan Muhammet Gannuçi başkanlık görevini üstlendi ve “geçici hükümet” ilan etti. Bu Ben Ali’nin ve tüm hükümetin istifasını isteyen protestoları daha da canlandırdı. İşçi sendikaları protestolarda halkı harekete geçirmekte önemli rol oynarken avukatlar sendikası özellikle protestoların başlangıcında aktifti.[4]

Tunus’ta toplumsal medya ve internet, halkı harekete geçirmekte büyük rol oynadılar, fakat en sonunda Ben Ali’nin istifasına neden olan olay halkın doğrudan protestoları ve eylemleridir. Bu nedenle Tunus’a “Twitter Devrimi” demek samimi bir davranış değildir.

Twitter, WikiLeaks, Facebook, Youtube forumları ve blogları da protestolarda rol oynadılar. Bunlar “toplu olarak Arap bilgi çevresini dönüştürmek ve otoriter rejimlerin bilgi, resim, fikir akışını kontrol etme gücünü parçalama” yeteneğini yansıtırlar.[5][Yayımcının Notu: Amerika merkezli vakıf Freedom House, bazı Orta Doğu Kuzey Afrika FaceBook ve Twitter blogcularını teşvik etme ve eğitme işine karışmıştı. (Freedom House’a bakınız.) M.C.]

Şunu da aklımızdan çıkarmamalıyız ki, toplumsal medya sadece eylemcilik ve bilgiyi halk tabanı düzeyinde harekete geçirmenin önemli bir kaynağı haline gelmemiş, aynı zamanda hükümetlerin ve çeşitli güç yapılanmalarının bilgi akışını idare etme arayışında da etkili bir araç haline gelmiştir. Bu durum, toplumsal medyanın önemli bir açılım haline geldiği 2009 İran protestolarında belirgindi, ki bu yolla Batı ülkeleri, İran hükümetini sarsmak için, sözde ‘Yeşil Devrim’i destekleme stratejilerini geliştirdiler. Böylece toplumsal medya, siyah ya da beyaz olmayan, içinde ‘Uyanış’ sürecinin ya ilerletilebileceği ya da yönünün kontrol altında tutulabileceği yeni bir güç biçimi tanıttı.

Amerika, 2009’un yaz aylarında, toplumsal medyaya ulaşımı kestiği (ya da kesmeye teşebbüs ettiği) için İran’ı açıktan açığa kınarken (Batı medyasının genelde görmezden geldiği) Tunus protestolarının ilk birkaç haftasında Amerika ve Batı sansüre sessiz kaldı.[6] Seçkin Amerikan danışmanları olan Dış İlişkiler Konseyi için yazan Steven Cook, Ben Ali’nin istifasının öncesi, Tunus protestosunun ilk birkaç haftasında protestolara ilgi gösterilmemesinden şikayet etti. Birçok kişinin yaptığı gibi, Arap “diktatörler” sistemlerinin her zaman olduğu gibi iktidarlarını koruyacaklarını varsaymanın hata olduğunu anlattı. “Ben Ali’nin veya Mübarek’in ya da herhangi bir Ortadoğu diktatörünün son günleri olmayabilir fakat şu açıktır ki yörede bir şeyler olmaktadır” dedi. Oysa ki Ben Ali’nin sonuydu ve “açıktı ki yörede bir şeyler olmaktaydı.”[7]

Fransa Başkanı Sarkozy “Tunus halkının kızgınlığını ve Zeynel Abidin Ben Ali’yi yerinden eden protesto hareketinin önemini hafife aldığını” itiraf etti. Tunus’taki protestoların ilk haftalarında birkaç Fransız hükümet görevlisi açık açık diktatörlüğü savunurken Fransız Dış İşleri Bakanı, Ben Ali’nin düzenini koruması için Fransa polisinin “teknik bilgiler” verebileceklerini belirtti.[8]

Ben Ali’nin kovulmasından birkaç gün önce, Hillary Clinton bir röportajda, Amerika’nın “huzursuzluk ve dengesizlikten” ne kadar endişeli olduğunu açıklamış ve “taraf tutmuyoruz fakat umarız barışsever bir çözüm olur diyoruz. Ve umarım Tunus hükümeti bunu gerçekleştirebilir” demiş ve hüznünü belirten “Bu bölge ile ilgili en büyük endişem birçok genç insan kendi ülkelerinde ekonomik olanaksızlıklarla yaşamaktadır” demiştir.[9] Endişeleri tabii ki insancıl bir düşünceden ortaya çıkmaktan çok, özünde egemen bir değerlendirmeden gelmektedir: Kısacası dünyada eylemlerin, başkaldırıların ve devrimlerin patlak verdiği bir bölgeyi kontrol etmek giderek zorlaşmaktadır.

Kıvılcım alevlendi
Tunus, adalet, demokrasi, sorumluluk, ekonomik istikrar ve özgürlük aramakta Arap dünyasının halkına örnek oldu. Tunus protestoları tüm hızıyla sürerken, Cezayir’de, genelde yükselen uluslararası yiyecek fiyatlarının sonucu olarak fakat aynı zamanda da demokratik sorumluluk, yolsuzluk ve özgürlük gibi Tunuslu protestocuların sorunlarına tepki olarak kitlesel protestolar, ayaklanmalar olmaktaydı. Eski bir Cezayirli diplomat Ocak ayı başlarında El-Cezire’ye “Bu 50 yıldır, oldukça zengin bir ülkede, ev, iş ve doğru dürüst bir yaşam bekleyen ezilmiş halkların ayaklanması, muhtemelen bir devrim” diyordu.[10]

Ocak ortasında benzeri protestolar Ürdün’de patlak verdi ve binlerce kişi yükselen yiyecek fiyatlarını ve işsizliği protesto için, hükümet karşıtı sloganlar atarak sokaklara döküldü. Ürdün Kralı II. Abdullah sarayında, tanklarla kargaşanın artmasını önlemeye çalışmak için askeri ve istihbarat görevlilerini de içeren, özel görev güçleri kurarak belli başlı şehirleri tanklarla kuşatıp kontrol noktaları kurdu.[11]

Arap dünyasının en fakir ülkesi Yemen, 1978’den beri aynı diktatör tarafından idare edilen kendi halkına karşı Amerika’nın desteklediği bir savaş başlattı ve binlerce insan diktatör Ali Abdullah Saleh’in hükümetten istifasını isteyen protestolar düzenlediler. Başkent Sanaa’da binlerce öğrenci, eylemci ve muhalif gruplar “Defol, defol Ali. Dostun Ben Ali’ye katı!” diye sloganlar attılar.[12] Yemen son senelerde güneyde “Güney Hareketi” denilen ve 2007’den beri özgürlük savaşı veren büyük ayrımcı gruplarla olduğu kadar, 2004’te ortaya çıkan ve hükümete karşı savaşmakta olan kuzeydeki isyancı gruplardan dolayı büyük bir kargaşa yaşamakta. Financial Times’ta anlatıldığı gibi:

Yemen’i yakından takip edenlerin birçoğu, şu anda güneyde patlayan kızgınlığın ve ayrımcılığın, ülkenin düzenine olan tehlikesinin, basında daha çok yer verilen el Kaide mücadelesinden daha büyük olduğunu ve giderek kötüye gitmekte olan ülke ekonomisinin bu gerginliği artırdığını düşünürler.

İşsizlik, özellikle gençler arasında çok artmıştır. Aden’deki Hükümet istatistik büroları bile işsizliği 20-24 yaşları arasındaki erkekler arasında %40 olarak belirtmektedir.[13]

21 Ocak’ta Arnavutluk’ta sosyalist muhalefetin yönlendirdiği on binlerce kişinin sokaklara döküldüğü protestolar sırasında polisle protestocular arasında çıkan korkunç çatışmalar üç kişinin ölümüyle sonlandı. Arnavutluk’ta protestolar, geniş çapta karşı çıkılan 2009 seçimlerinden beri dağınıktı fakat Tunus’un etkisiyle yeni bir düzeye sıçradı.[14]

İsrail Başbakan Yardımcısı Silvan Shalom, “Arap dünyasının yeni ve çok kritik bir dönemiyle karşı karşıyayız” diyerek Arap dünyasının devrimci yaklaşımlarından duyduğu endişeyi dile getirdi. Tunus’un “başka ülkelerde de tekrarlanabilecek bir örnek yaratabileceğinden ve bunun muhtemelen bizim sistemin istikrarını sarsabileceğinden” korkuyor.[15] İsrail’in liderleri kendileri gibi Amerika’ya aracılık yapan Arap ülkeleri ile güvenlik anlaşması imzaladığından bu ülkelerdeki demokrasiden korkmaktadır. İsrail, Arap soyluları ve diktatörleriyle –sakin olmasa da- medeni bir ilişki sürdürmektedir. Arap devletler açıktan açığa İsrail’i eleştirirken, süper güç Amerika’ya karşı koymuş olmamak için, kapalı kapılar arkasında sessizce İsrail’in askeri gücünü ve savaşa susamışlığını kabul etmek zorundadırlar. Ancak Arap dünyasında kamuoyu son derece İsrail aleyhine, Amerikan aleyhine ve İran lehinedir.

Temmuz 2010’da Arap kamuoyu ile ilgili, Mısır, Suudi Arabistan, Fas, Ürdün, Lübnan ve Birleşik Arap Cumhuriyetleri’nde yapılan önemli bir uluslararası anket yayınlandı. Sonuçlar arasında dikkate değer birkaçı şöyleydi: Başkanlığının ilk zamanlarında Obama iyi karşılanırken 2009 ilkbaharında katılanların yüzde 51’i Amerikan politikası hakkında umutlu olduklarını ifade etmişti. 2010 yaz aylarında ancak yüzde 16 umutlu olduğunu ifade etti. 2009’da yüzde 29, nükleer-silahlı İran’ın bölge için olumlu olduğunu belirtti. 2010’da bu oran yüzde 57’ye fırlarken, halkların hükümetlerinden tamamen farklı bir bakış açısına sahip olduklarını ifade ettiler. [16]

Amerika, İsrail ve Arap dünyasının liderleri, İran’ın Ortadoğu’daki barış ve istikrara en büyük tehlike olduğunu iddia ederken, Arap halkı aynı fikirde değildi. İki ülkeden hangisinin bölgeye en büyük tehlike arz ettiği konusunda açık bir soruya yüzde 88 İsrail diye cevap verirken yüzde 77 Amerika, yüzde 10 İran diye cevap verdiler.

Arap ekonomik zirvesinde, toplantılara ilk defa katılmayan Tunus Başkanı Ben Ali’nin devrilmesinden kısa bir süre sonra, Tunus ayaklanması ağırlığını hissettirmekteydi. Arap birliği lideri Amr Musa, zirvedeki açılış konuşmasında “Tunus devrimi çok uzağımızda değil” dedi ve “Arap vatandaşlar eşi görülmemiş bir kızgınlık ve memnuniyetsizlik içindedirler” diyerek “yoksulluk, işsizlik ve genel ekonomik kriz Arap ruhunu bozdu” dedi. Bunun Arap liderlere getirdiği “tehlike”nin önemi küçümsenemez. Aşağı yukarı 353 milyon Arap’tan 190 milyonu 24 yaşın altında ve bunların neredeyse dörtte üçü işsiz. Çoğunlukla “bu gençlerin elde ettikleri eğitim bir işlerine yaramıyor çünkü eğitildikleri alanda iş yok”.[18]

İsrail’in entelektüel gazetesi Ha’aretz’de “İsrail belki de bir devrimin arifesinde” diyen bir yazı bile vardı. Yazar şöyle açıkladı:

İsrail sivil toplum örgütleri yıllar boyunca oldukça büyük güç topladılar; sadece solcu denilen örgütler değil, yoksulluk, işçi hakları, kadınlara ve çocuklara karşı şiddet gibi konularla uğraşanlar da bunların içindedir. Hepsi, başkalarının üstüne aldığı bu sorunlardan uzaklaştığına çok memnun olan devlet tarafından bırakılan boşlukları doldurmak için kurulmuştu. İhmal o kadar muazzamdır ki İsrail’in üçüncü sektörü –Sivil Toplum Örgütleri, yardım dernekleri ve gönüllü örgütleri– dünyanın en büyükleri arasındadır. Böyle olunca da, bunlar önemli bir ölçüde güce de sahiptir. [19]

Şu anda İsrail Knesset’i (Meclisi) ve hükümeti bu gücü geri almak istiyor, fakat yazar, “bu grupları güçlendiren nedenleri göz ardı etmekteler” diyor, şöyle ki:

Onların güç kaynağı olan boşluk, son 40 yıldır İsrail hükümetlerinin uyguladıkları kanunsuz politikalardır. Güç kaynakları, vatandaşlarına bakmak ve işgali bırakma görevlerinden kaçan hükümet ve hükümeti eleştirmek yerine destekleyen Knesset’tir.[20]

STK’lara karşı bir manevrayla İsrail Knesset’i İsrailli insan hakları örgütlerinin gelirlerini incelemek üzere bir soruşturma açtı. Ancak bir İsrailli profesörün Ha’aretz’de yazdığı gibi, bu gruplar gerçekte –ister istemez- “işgalin yerleşmesinde” rol oynuyorlar. Yazarın açıkladığı gibi:

Sol grupların amacı her ne kadar Filistinlilerin haklarını korumaksa da, onların eylemlerinin amaçlanmayan sonucu işgalin devamının sağlanmasıdır. Ordunun eylemlerinin kısıtlanması ve ılımlı hale getirilmesi ona daha bir insancıl ve kanuni maske vermektedir. Filistin halkının direnç potansiyelinin yumuşatılmasının yanında uluslararası örgütlerin baskısının azaltılması, uzun zaman zarfında ordunun bu kontrol modelini devam ettirmesine olanak sağlamaktadır.[21]

Böylece, eğer İsrail Meclisi Knesset güçlü STK’lardan başarıyla sıyrılırsa işgal altındaki topraklar üzerindeki basınç sübabını da ortadan kaldırmanın tohumlarını atmış olacaktır. Bu durumda İsrail’in içinden sol protestoların ya da işgal altındaki topraklarda yeni bir İntifada’nın olanağı da o zaman iyice artmış olacaktır. İsrail ve Batı, bölgede demokrasiye ne kadar karşı olduklarını göstermişlerdir. 2006’da Gazze demokratik seçim yaparak Amerika ve İsrail tarafından “yanlış” seçim olarak kabul edilen Hamas’ı seçtiğinde, İsrail Gazze üzerine acımasız bir ambargo koydu. Filistin Bölgesinde İnsan Hakları Araştırma Komisyonu’nun eski Birleşmiş Milletler Yüksek Komiseri Richard Falk, El-Cezire’ye yazdığı bir makalede bu ambargoyu anlatıyordu:

Kanuna karşı olarak ancak yaşamlarını zar zor sürdürebilecek kadar, hatta daha da az olarak, gıda, ilaç ve akaryakıt gelişi sınırlandırılmıştır. Bu ambargo halen, bugüne kadar da sürdürülmektedir ve bu yüzden Gazze halkını bu dünyanın en büyük açık cezaevinde, saldırgan bir işgal ve savaş tarihinin en gaddar şekillerinden birinin altında kurban olarak mahpus tutmaktadır.[22]

İşgal altındaki topraklardaki durum, yakınlarda, Filistin Yönetimi’nin görüşmelerdeki zayıf konumunu açıklayan yirmi yıllık İsrail-Filistin anlaşmalarının, “Filistin Dokümanları” adıyla yayınlanmasıyla daha bir gergin hale gelmiştir. Dokümanlar büyük çapta Filistin Yönetimi’nin, “Filistin mültecilerinin geri dönüşü konusunda, toprak tavizinde ve İsrail’i tanıma” konularında ödün vermeye hazır olduğunu ortaya koymuştur. Açıklanan gizli belgelerde, Filistin delegesinin, gizliden, Doğu Kudüs’ün neredeyse hepsini İsrail’e vermeyi kabul ettiği vardır. Daha da öte, Filistin Başkanı, (Hamas’a karşıt olarak Amerika ve İsrail’in beğenisini almış olan) Mahmut Abbas, 1000’den fazla Filistinlinin ölümüne neden olan 2008’in Aralık ve 2009’un Ocak ayındaki İsrail’in Gazze’ye saldırısı olan Kurşun Dökümü Operasyonundan bir gece önce yüksek rütbeli bir İsrail yetkilisi tarafından kişisel olarak bu operasyonla ilgili bilgilendirilmiştir: “İsrail ve Filistin yetkilileri, bildirildiğine göre, Hamas ve İslamcı Cihad eylemcilerinin Gazze’de hedeflenip suikastla öldürülmelerini konuşmuşlardır.” [23]

Hamas bundan sonra Filistin mültecilerini “geri dönme hakkı” konusunda verilen ödünleri protesto etmeye çağırmıştır. Bu ödünler içinde, bu haktan yararlanabilecek 5 milyon kişi yerine ancak 100,000 kişinin İsrail’e dönüşüne izin verilecektir.[24] Eskiden İsrail ve Mısır’da elçilik yapmış olan bir ABD diplomatı, hüzün içinde, “Bunun ilerleme üzerine daha fazla sorun yaratacağı kaygısı vardır” demiştir.[25] Ancak, “barış süreci”nin ilerlemesini engellemekle suçlansa da, dokümanların gösterdiği bu “barış sürecinin” kendisinin ciddi olmadığıdır. Filistin Yönetiminin gücü kendisine İsrail’in bahşettiği kadar gücün türevidir. Bu da, Filistin içindeki elit zümreyle görüşmek için sahneye konmuştur ki, zaten sömürge güçlerinin hep yaptıklarının aynen bir tekrarıdır. Böylece Filistin Dokümanları, Filistin “Yönetimi”nin nasıl gerçekte Filistin halkı için konuşmadığını ve onların çıkarı için çalışmadığını açıklamaktadır. Bu her ne kadar Hamas’la Filistin Yönetimi’nin arasını açacaksa da, bu iki örgütün arası zaten derinlemesine açıktı. Bu şüphesiz “barış süreci”ne sorun yaratacaktır ama bu da sürecin ‘barış’ süreci olduğu varsayımına dayanmaktadır.

Mısır devrimin eşiğinde mi?
Huzursuzluk, 1981’den beri başta olan, ABD’nin desteklediği ve silahlandırdığı diktatör Hüsnü Mübarek’in kişisel oyun alanı Mısır’a bile yayılmaya başlamıştır. Mısır, ABD’nin Kuzey Afrika’daki temel müttefiki olup, yüzyıllardır, ilk olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun, daha sonra İngiliz ve daha da sonra Amerika’nın en önemli emperyal mücevheratlarından biri olmuştur. İşsizlerin yüzde 90’ını teşkil eden ve nüfusun yüzde 60’ını oluşturan 30 yaşın altındaki 80 milyonluk nüfusuyla, Tunus’ta olanların burada da tekrarı için, Mısır olgun durumdadır.[26]

25 Ocak 2011’de Mısır “gazap günü”nü yaşadı. O gün, on binlerce gösterici sokaklara dökülerek yükselen fiyatları, yolsuzlukları ve 30 yıldır altında yaşadıkları diktatörlüğü protesto etti. Gösteriler Twitter ve Facebook gibi sosyal medya aracılığıyla örgütlendi. Tıpkı, diktatörlüğü yıkan gösterilerin ilk günlerinde Tunus hükümetinin yaptığı gibi burada da hükümet bu sosyal medyaya ulaşımı kapattı. Bir yorumcunun Guardian gazetesine söylediği gibi:

Mısır Tunus değildir. Çok daha büyüktür. 10 milyonla karşılaştırılırsa 80 milyon nüfusu vardır. Coğrafya olarak, siyasî olarak, stratejik olarak bambaşka bir kesimdedir Mısır. Arap dünyasının doğal lideri ve onların içindeki en büyük nüfusa sahiptir. Ama sokaktaki anlaşmazlıkların çoğu Tunus’la aynıdır. Tunus’la Kahire arasındaki tek fark büyüklüklerindedir. Bu yüzden, Mısır patlayacak olursa, patlama da çok büyük olacaktır. [27]

Mısır’da, “öğrenciler, işsiz gençler, kol emekçileri, entelektüeller, futbol taraftarları ve kadınlar, Twitter ve Facebook gibi sosyal medyayla bağlanarak 6 ya da daha fazla şehirde hızla hareket eden, çabucak yer değiştiren bir dizi gösteri düzenleyebildiler.” Polis şiddetle karşı koydu ve üç gösterici öldürüldü. Başkan Mübarek’in tüm 30 yıllık idaresi sırasında değilse bile sokağa dökülen on binlerce göstericiyle on yıllardır Mısır’da görülen en büyük gösteri oldu bunlar. Mısır bir devrimin eşiğinde mi? Bunu söylemek için çok erken gibi geliyor. Anımsamak gerekir ki, Mısır (İsrail’den sonra) dünyada en fazla ABD askerî yardımını alan ikinci ülke ve bu yüzden, askerî ve devlet aygıtı Tunus’unkinden daha gelişmiş ve güvenlikli. Ancak, açıkça bir şeylerin değiştiği belli oluyor. Gösterilerin olduğu gece Hillary Clinton’un dediği gibi, “Bizim görüşümüze göre Mısır hükümeti sağlam olup, Mısır halkının meşru isteklerine ve çıkarlarına yanıt vermenin yollarını aramaktadır.”[28] Başka bir şekilde söylenecek olursa, “Demokrasi ve özgürlük yerine zorbalık ve diktatörlüğü desteklemeye devam edeceğiz.” Eski tas eski hamam.

Bazı tahminlere göre, Kahire, İskenderiye, Süveyş ve öteki Mısır şehirlerinde 50 binden fazla kişi gösterilere katılmıştır.[29] Göstericiler olağan şiddete maruz kalmışlardır: dayak, göz yaşartıcı bombalar ve basınçlı su. Mısır’dan görüntüler ve videolar çıkmaya başlayınca, “televizyonda göstericilerin polisi yan sokaklara kovaladığı görülmüştür. Bir gösterici bir itfaiye arabasına tırmanmış ve onu kullanarak uzaklaştırmıştır.”[30] Gösterilerin olduğu gece geç vakitlerde dedikodular ve doğrulanamayan kaynaklardan önce Mübarek’in ardılı olacağı sanılan oğlunun ve daha sonra da Mısır başkanının eşi Suzan Mübarek’in Mısır’dan kaçıp Londra’ya gittiği haberleri yayılıyordu.[31]

Bir Küresel Devrime doğru mu gidiyoruz?
Küresel ekonomik krizin ilk safhasında, 2008’in Aralık ayında, IMF, hükümetleri “sokakta şiddetli huzursuzluklar” olabileceği hakkında uyardı. IMF başkanının uyarısı, “malî sistemde küçük seçkin bir kesimin çıkarı yerine herkesin çıkarını gözeten bir yeniden yapılanma olmadıkça dünya çapında ülkelerde şiddet içeren protestolar olabilir” şeklindeydi. [32]

2009’un Ocak ayında, o sırada Obama’nın Ulusal İstihbarat Direktörü olan Dennis Blair, Senato İstihbarat Komitesi’ne ABD’nin ulusal güvenliğine en büyük tehdidin terörizm olmayıp küresel bir ekonomik kriz olduğunu söylüyordu:

Eğer yüzyıllar olmasa bile on yılların en büyüğü olarak gözüktüğü için küresel ekonomik krizle başlamak istiyorum. Ekonomik krizler eğer bir ya da iki yıl uzarlarsa rejimleri tehdit eden istikrarsızlık risklerini artırırlar… Ve istikrarsızlık gelişmekte olan pek çok ülkedeki kırılgan kanun ve nizamı gevşetebilir, bu ise tehlikeli bir biçimde uluslararası topluma sıçrayabilir.[33]

2007’de gelecek 30 yıl içindeki küresel eğilimleri değerlendiren bir İngiliz Savunma Bakanlığı raporu yayınlandı. Rapor, “Küresel Eşitsizliği” değerlendirirken gelecek 30 yıl içinde:

Zengin ve yoksullar arasındaki uçurum muhtemelen artacak ve mutlak yoksulluk küresel bir sorun olarak kalacaktır… Bu yüzden, varlık ve avantajdaki eşitsizlik ve bunlara bağlı olan şikâyet ve kızgınlık, sayıları giderek artan, hatta babalarından ve dedelerinden maddî olarak daha zengin olması muhtemel insanlar arasında bile giderek daha belirgin olacaktır. Mutlak yoksulluk ve göreceli dezavantajlı olanlar, beklentileri yerine gelmeyenler arasında haksızlık olduğu görüşünü körükleyecek, hem toplum içinde hem de toplumlar arasında kargaşa, suç, terörizm ve ayaklanma şeklinde sonuçlanacak biçimde kendini gösterecek gerginliği ve kararsızlığı arttıracaklardır. Bunlar aynı zamanda, salt muhtemelen dinî, anarşist ya da nihilist hareketlerle ilişkili kapitalizm karşıtı fikirlerin yeniden çıkmasına neden olmakla kalmayacak, aynı zamanda popülizmin ve Marksizm’in dirilişine neden olacaktır.[34]

Daha sonra, rapor hoşnutsuz orta sınıflardan gelecek bir devrim tehlikesine karşı yerleşik iktidarları uyarmaktadır:

Orta sınıflar, Marks’ın proletaryada gördüğü rolü üstlenerek devrimci bir sınıfa dönüşebilir. Emek pazarlarının küreselleşmesi, ulusal refah koşullarının ve istihdamın azalması bazı devletler için halkın bağlılığını kaybetmek anlamına gelecektir.

Alınan borçların ağırlığı ve emekli maaşlarını karşılama yükü kendini göstermeye başladığında, giderek büyüyen kentli alt-sınıflar toplumsal düzene ve istikrara giderek büyüyen olası bir tehdit oluşturur ve az sayıda ama çok bariz süper zengin kişilerle kendileri arasındaki giderek derinleşen uçurum, yeteneğe bağlı yer edinmeye inançsızlığı körükleyebilir.

Bu ikiz zorlukla karşılaşan dünyanın orta sınıfları, bilgiye, kaynaklara ve beceriye ulaşımlarını kullanarak ulus ötesi süreçleri kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanmak amacıyla birleşebilir. [35]

Artık küresel krizin ikinci yılını doldurma noktasını geçmiş bulunuyoruz. Bu krizin sonuçlarına ve bunlara karşı koordineli tepkinin sonuçlarının yarattığı küresel toplumsal geri-tepkileri hissetmeye başlıyoruz. Küresel ekonomik kriz en fazla ‘Üçüncü Dünya’ya çarptığı için toplumsal ve politik sonuçlar başta orada hissedilecektir. Şu anda yiyecek fiyatlarında rekor seviyede görülen artışlar bağlamında aynı, ekonomik krizin çıkmasından hemen önce 2007-2008’de olduğu gibi, dünyada gıda ayaklanmaları yayılacaktır. Ancak bu kez durum ekonomik olarak çok daha kötü, toplumsal olarak daha umutsuz ve siyasî olarak daha baskıcıdır.

Büyüyen hoşnutsuzluk gelişmekte olan ülkelerden bizim Batı’daki evlerimizin rahat ortamına kadar gelecektir. Ekonominin ‘iyileşmekte’ değil de tam aksine çöküntü içinde olduğu haşin gerçeği yerleşmeye başladığında ve Batı’daki hükümetlerimiz demokratik görünümlerden vazgeçip hakları ve özgürlükleri birer birer parçalamaya başladığında, gözetlemeyi ve ‘kontrol’leri artırdıklarında ve (dünya çapında yaşanan küresel uyanışları ezmek için) dünya çapında savaş çığlıkları atan dış siyasetlerini giderek zorladıklarında, Batı’daki bizler de, ‘Hepimiz Tunusluyuz’ sözünün gerçek olduğunu anlayacağız.

1967’de meşhur “Vietnam’ın Ötesi” nutkunda Martin Luther King şunları söylüyordu:

İnanıyorum ki, eğer dünya devriminin doğru tarafında yer alacaksak, bir ulus olarak biz köklü bir değerler devriminden geçmek zorundayız. Hızla, bir “şeylere-yönelmiş” toplumdan bir “insanlara-yönelmiş” topluma geçişe başlamalıyız. Ne zaman ki makinalar, bilgisayarlar, kâr güdüsü ve mülk hakları insanlardan daha önemli sayılır; o zaman, ırkçılık, para düşkünlüğü ve militarizmin dev üçlüsünü zapt etmek mümkün değildir.[36]

Bu “Kuzey Afrika ve Küresel Uyanış” yazısının 1. bölümü idi. Bu bölümde özellikle Kuzey Afrika’da ve Arap dünyasındaki protesto hareketlerinin daha geniş ‘Küresel Uyanış’ bağlamında oluşumuna odaklanıldı. Bu yazının 2. bölümünde Batı’nın bu bölgedeki ‘Uyanış’a reaksiyonuna ve özellikle bir taraftan baskıcı rejimleri desteklerken diğer taraftan da “demokratik emperyalizm” büyük projesi içindeki “demokratikleşme” ikili stratejisine odaklanılacaktır.

Andrew Gavin Marshall, Center for Research on Globalization’da (Küreselleşme Üzerine Araştırma Merkezi) bir araştırma üyesidir. Michel Chossudovsky ile ortaklaşa “The Global Economic Crisis: XXI yüzyılın Büyük Çöküşü” kitabının editörüdür. Kitap globalresearch.ca adresinden temin edilebilir. Halen “Küresel Hükümet” üzerine bir kitap üzerinde çalışmaktadır.

Dipnotlar
[1] Zbigniew Brzezinski, The Global Political Awakening. The New York Times: December 16, 2008: http://www.nytimes.com/2008/12/16/opinion/16iht-YEbrzezinski.1.18730411.html; “Major Foreign Policy Challenges for the Next US President,” International Affairs, 85: 1, (2009); The Dilemma of the Last Sovereign. The American Interest Magazine, Autumn 2005: http://www.the-american-interest.com/article.cfm?piece=56; The Choice: Global Domination or Global Leadership. Speech at the Carnegie Council: March 25, 2004: http://www.cceia.org/resources/transcripts/4424.html; America’s Geopolitical Dilemmas. Speech at the Canadian International Council and Montreal Council on Foreign Relations: April 23, 2010: http://www.onlinecic.org/resourcece/multimedia/americasgeopoliticaldilemmas
[2] Embassy Tunis, TROUBLED TUNISIA: WHAT SHOULD WE DO?, WikiLeaks Cables, 17 July 2009: http://www.wikileaks.ch/cable/2009/07/09TUNIS492.html
[3] Mona Eltahawy, Tunisia’s Jasmine Revolution, The Washington Post, 15 January 2011: http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2011/01/14/AR2011011405084.html
[4] Eileen Byrne, Protesters make the case for peaceful change, The Financial Times, 15 January 2011: http://www.ft.com/cms/s/0/82293e38-20ae-11e0-a877-00144feab49a.html#axzz1C08RDtxu
[5] Marc Lynch, Tunisia and the New Arab Media Space, Foreign Policy, 15 January 2011: http://lynch.foreignpolicy.com/posts/2011/01/15/tunisia_and_the_new_arab_media_space
[6] Jillian York, Activist crackdown: Tunisia vs Iran, Al-Jazeera, 9 January 2011: http://english.aljazeera.net/indepth/opinion/2011/01/20111981222719974.html
[7] Steven Cook, The Last Days of Ben Ali? The Council on Foreign Relations, 6 January 2011: http://blogs.cfr.org/cook/2011/01/06/the-last-days-of-ben-ali/
[8] Angelique Chrisafis, Sarkozy admits France made mistakes over Tunisia, The Guardian, 24 January 2011: http://www.guardian.co.uk/world/2011/jan/24/nicolas-sarkozy-tunisia-protests
[9] Hillary Rodham Clinton, Interview With Taher Barake of Al Arabiya, U.S. Department of State, 11 January 2011: http://www.state.gov/secretary/rm/2011/01/154295.htm
[10] Algeria set for crisis talks, Al-Jazeera, 8 January 2011: http://aljazeera.co.uk/news/africa/2011/01/2011187476735721.html
[11] Alexandra Sandels, JORDAN: Thousands of demonstrators protest food prices, denounce government, Los Angeles Times Blog, 15 January 2011: http://latimesblogs.latimes.com/babylonbeyond/2011/01/jordan-protests-food-prices-muslim-brotherhood-tunisia-strike-thousands-government.html
[12] AP, Thousands demand ouster of Yemen’s president, Associated Press, 22 January 2011: http://www.google.com/hostednews/ap/article/ALeqM5g3b2emEy39Bn52Z_haypKxNPGMSw?docId=d324160638a74e84b874baeada16bb4c
[13] Abigail Fielding-Smith, North-south divide strains Yemen union, The Financial Times, 12 January 2011: http://www.ft.com/cms/s/0/c7c59322-1e80-11e0-87d2-00144feab49a.html#axzz1C08RDtxu
[14] EurActiv, ‘Jasmine’ revolt wave reaches Albania, 24 January 2011: http://www.euractiv.com/en/enlargement/jasmine-revolt-wave-reaches-albania-news-501529
[15] Clemens Höges, Bernhard Zand and Helene Zuber, Arab Rulers Fear Spread of Democracy Fever, Der Spiegel, 25 January 2011: http://www.spiegel.de/international/world/0,1518,741545,00.html
[16] Shibley Telhami, Results of Arab Opinion Survey Conducted June 29-July 20, 2010, 5 August 2010: http://www.brookings.edu/reports/2010/0805_arab_opinion_poll_telhami.aspx
[17] Shibley Telhami, A shift in Arab views of Iran, Los Angeles Times, 14 August 2010: http://articles.latimes.com/2010/aug/14/opinion/la-oe-telhami-arab-opinions-20100814
[18] Clemens Höges, Bernhard Zand and Helene Zuber, Arab Rulers Fear Spread of Democracy Fever, Der Spiegel, 25 January 2011: http://www.spiegel.de/international/world/0,1518,741545,00.html
[19] Merav Michaeli, Israel may be on the eve of revolution, Ha’aretz, 17 January 2011: http://www.haaretz.com/print-edition/opinion/israel-may-be-on-the-eve-of-revolution-1.337445
[20] Ibid.
[21] Yagil Levy, Israeli NGOs are entrenching the occupation, Ha’aretz, 11 January 2011: http://www.haaretz.com/print-edition/opinion/israeli-ngos-are-entrenching-the-occupation-1.336331?localLinksEnabled=false
[22] Richard Falk, Ben Ali Tunisia was model US client, Al-Jazeera, 25 January 2011: http://english.aljazeera.net/indepth/opinion/2011/01/201112314530411972.html
[23] Jack Khoury and Haaretz Service, Two decades of secret Israeli-Palestinian accords leaked to media worldwide, Ha’arets, 23 January 2011: http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/two-decades-of-secret-israeli-palestinian-accords-leaked-to-media-worldwide-1.338768
[24] Haaretz Service and The Associated Press, Hamas urges Palestinian refugees to protest over concessions on right of return, Ha’aretz, 25 January 2011: http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/hamas-urges-palestinian-refugees-to-protest-over-concessions-on-right-of-return-1.339120
[25] Alan Greenblatt, Palestinian Papers May Be Blow To Peace Process, NPR, 24 January 2011: http://www.npr.org/2011/01/24/133181412/palestinian-papers-may-cause-blow-to-peace-process?ps=cprs
[26] Johannes Stern, Egyptian regime fears mass protests, World Socialist Web Site, 15 January 2011: http://www.wsws.org/articles/2011/jan2011/egyp-j15.shtml
[27] Simon Tisdall, Egypt protests are breaking new ground, The Guardian, 25 January 2011: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2011/jan/25/egypt-protests
[28] Ibid.
[29] MATT BRADLEY, Rioters Jolt Egyptian Regime, The Wall Street Journal, 26 January 2011: http://online.wsj.com/article/SB10001424052748704698004576104112320465414.html
[30] Catrina Stewart, Violence on the streets of Cairo as unrest grows, The Independent, 26 January 2011: http://www.independent.co.uk/news/world/middle-east/violence-on-the-streets-of-cairo-as-unrest-grows-2194484.html
[31] IBT, Suzanne Mubarak of Egypt has fled to Heathrow airport in London: unconfirmed reports, International Business Times, 25 January 2011: http://www.ibtimes.com/articles/104960/20110125/suzanne-mubarak-of-egypt-has-fled-to-heathrow-airport-in-london-unconfirmed-reports.htm
[32] Angela Balakrishnan, IMF chief issues stark warning on economic crisis. The Guardian: December 18, 2008: http://www.guardian.co.uk/business/2008/dec/16/imf-financial-crisis
[33] Stephen C. Webster, US intel chief: Economic crisis a greater threat than terrorism. Raw Story: February 13, 2009: http://rawstory.com/news/2008/US_intel_chief_Economic_crisis_greater_0213.html
[34] DCDC, The DCDC Global Strategic Trends Programme, 2007-2036, 3rd ed. The Ministry of Defence, January 2007: page 3
[35] Ibid, page 81.
[36] Rev. Martin Luther King, Beyond Vietnam: A Time to Break Silence. Speech delivered by Dr. Martin Luther King, Jr., on April 4, 1967, at a meeting of Clergy and Laity Concerned at Riverside Church in New York City: http://www.hartford-hwp.com/archives/45a/058.html

[Global Research’teki İngilizce orijinalinden Nadir Demirer ve Mehmet Bayram tarafından çevrilmiştir]