Erdoğan’ın sözleri adeta patladı…
Ama herkes Erdoğan’ın daha çok besleme sözlerine takıldı. “şehitlerimiz var, gazilerimiz var, stratejik çıkarımız var” cümlesi biraz da hak ettiği ilgiyi(!) almadı…
“jeopolitik gerçekler” askerin dış politikadaki silahı
Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki politikasından bahseden Pınar Bilgin bir gerçeğe vurgu yapıyor; “doksanlı yılların ortalarından beri ise Türkiye’nin politikası nerdeyse yalnızca “jeopolitik gerçeklere” dayanarak haklı gösterilmiştir.”[i]
Pınar Bilgin bu makalesinde ordunu jeopolitik kavramını kullanarak dış politikayı nasıl domine ettiği anlatılmakta. Yalnız dış politika değil;
“Yine ordu tarafından tasarlanıp liselerde öğretilen zorunlu “Milli Güvenlik” dersi de imtiyazlı bir bakış olarak jeopolitik nosyonun yayılma sürecine katkı yapmıştır. (…) Kitapta jeopolitik, “coğrafi gereklilik ve eğilimlere uygun olarak hükümet politikalarının tanımlanıp uygulanması” olarak tanımlanmıştır.”[ii]
“Türkiye’de ordu, müdahalelerini kaçınılmaz kılan ve gündelik politikaya dahil olmasının “normal” görülmesini sağlayan militarizm kültürünün basit bir mirasçısı değildir. Jeopolitiğin bir “bilim” olarak tanıtılması ve ordunun da bu bakış açısının hâkimi olduğu iddiası yoluyla ordu bizatihi politik süreçlerin biçimlendirilmesindeki merkezi rolünü aktif olarak kurmuştur.”[iii]
Bu makalede ayrıca Erdoğan’ın Kıbrıs konusundaki son açıklamasının nedeni de var; (siviller) “tercih ettikleri dış politikayı dile getirirken jeopolitik diline başvurmayı öğrenmiş görüntüsü vermektedirler.”[iv]
Merkez devlet Harp Akademisi icadı
Jeopolitik stratejinin devamı olarak bugün farklı kelimelerle de olsa sık sık bahsedilen ‘Türkiye’nin merkez devlet’ olma tanımlamasına da bu makalede yer verilmekte.
““Merkez Devlet” metaforu, Türkiye’de ilk defa Harp Akademileri Komutanlığı tarafından yazılan bir metinde önerildi ve o zamandan bu yana, çeşitli aktörler tarafından sıkça kullanıldı” [v]
Kitabın 466. sayfasında ise Merkez Devlet potansiyelinin gerçek olması için dış politikada etkin olunması gerektiği düşüncesinin makale yazıldığında hala danışman olan Davutoğlu tarafından biçimlendirildiği belirtilmekte, kaynak olarak da Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabı gösterilmekte…
“Yakın geçmişte bu metafor, AB’nin istediği reformların Türkiye’de benimsenmesini istemeyen sivil ve askeri aktörler tarafından AB uyum sürecini zora koşmak için de kullanıldı.”[vi]
Jeopolitik önem, merkez devlet olma, askerle ilişkisi ve Kıbrıs sorunu
Tüm bu uzun alıntıları necin yaptık? Eski Büyükelçi Şükrü Elektağ’ın bir yazısı adı geçen makalede alıntılanıyor ve bu aslında konun önemine vurgu yapıyor;
“Jeopolitik ve jeostratejik özellikleri nedeniyle dış politika ve dış güvenlik konuları Türkiye’nin dış politikasına ve dış güvenlik boyutuna şekil veren en ağırlıklı unsurdu. Bu durum, Dışişleri ile Genelkurmayın tam bir karşılıklı güven ve eşgüdüm içinde çalışmasını gerektirir. Ve bu böyle olmuştur.”[vii]
“Türkiye’de asker ve sivil aktörlerin ordunun statüsünün merkezliğini mekân üzerinden yazması ile birlikte sivil-asker dinamiklerinin başka şekilde tasavvur etmek özellikle zorlaşmıştır”[viii]
Bu uzun jeopolitik önem ve asker ilişkisini yeniden yerli yerine koymak önemli. Çünkü makalenin 471 ve 472. sayfasındaki Kıbrıs sorunu bölümünde, “sorunun ilk başında Kıbrıslı kardeşlerle dayanışma ve insani sorumluluğa” vurgu yapılırken, (…)AB sürecinin başladığında ve reform baskılarının arttığı zamanlarda “jeopolitik gerçekler” hatırlandığında bahsedilmekte, güncelde da gene hatırlandığı ve yüzeye çıktığının izlerini Erdoğan’ın açıklamasında görmek mümkün…
Bu nedenle güncelde Erdoğan’ın yine “çıkar”larını hatırlaması reformlarla ilgili baskı altında olduğu ortaya koyan bir işaret sayılabilir.
Coğrafyanın politika üzerinde etkisi biraz önce alıntıladığımız gibi şu veya bu şekilde orduyu müdahil olmaya davet eder. Bu nedenle bir yandan çözüm istediğini beyan eden Erdoğan’ın Kıbrıs’ta çıkarlarım var diyerek coğrafya üzerinden siyaset üretmeye gitmesi, bir nevi orduyu taraf olmaya davet etmesidir. Ordunun Kıbrıs’ta nasıl bir çözüm istediği bilmeyen yoktur!
Davutoğlu, derin strateji ve Kıbrıs
Burada bu jeopolitik gerekçelerle belirlenen dış politika süreçlerinde Kıbrıslı Türklerin ne kadar bulunduğunu da bazı alıntılarla yeniden hatırlamakta yarar var. Şimdi TC Dışişleri Bakanı olan ama adı geçen kitabı yazdığında Erdoğan’ın dış politika danışmanı ve gölge dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kitabı bu yönüyle önemlidir. Kıbrıs’la ilgili bölümde, Kıbrıs’ı kast ederek Davutoğlu diyor ki “orada tek bir Müslüman Türk olmamış olsa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs meselesi olmak zorundadır. Hiçbir ülke kendi hayat alanının kalbinde yer alan böyle bir adaya kayıtsız kalamaz. Nasıl üzerinde ciddi bir Türk nüfusu kalmamış olan Oniki Ada Türkiye açısından önemini korumaya devam ediyorsa (..) Türkiye de Kıbrıs ile insani unsur dışında stratejik olarak da ilgilenmek zorundadır.”[ix]
Adı geçen bölümün başında Davutoğlu ayrıca Kıbrıs’ın önemine ve TC’nin ilgisine atıfta bulunurken yeni Osmanlıcı düşüncelerini de açığa çıkarmakta ve “Kıbrıs Türk toplumunun korunması sadece bu topluluk açısından değil, diğer Osmanlı bakiyesi toplulukların geleceği açısından da büyük önem taşımaktadır”[x] diye yazmakta…
Erdoğan’ın dış politika akıl hocası olan Davutoğlu’nun 2001’de yazdıkları hatırladıktan sonra Erdoğan’ın açıklamaları kimse için sürpriz olmaması gerekirdi. Onların siyasetinde Kıbrıslı Türkler yok, Kıbrıs’taki Müslüman Türkler yaklaşımı var ve bunlar da Osmanlı bakiyesi olarak merkez biat etmeli!
Davutoğlu ve Kıbrıs sorunu
Erdoğan’ın çıkarım var dediği konuyu Gürkan Zengin’in kitabında açık şekilde görmek mümkün;
“Davutoğlu’nun vurguladığı üç faktör, yani turizm, ticaret ve enerji alanındaki bu gerçekler, Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının ana unsurları olarak görülüyor. Antalya, Mersin ve Ceyhan’ın içinde yer aldığı Akdeniz kıyıları Kıbrıs adasına en fazla 80 km mesafededir. Türkiye, ekonomisinin hayat damarları durumundaki bu kadar yakın bir bölgede çatışma ve istikrarsızlık istemiyor”[xi]
Yani Mersin Uluslararası Limanı ve serbest bölgesi 21 rıhtımı ile ayni anda 30’a yakın gemiye yükleme-boşaltma hizmeti verebiliyor, Ceyhun ‘enerji üssü’ haline geliyor, 2008 yılında Türkiye’nin turist sayısı 25 milyon civarında ve turizm geliri de yaklaşık 22 milyar dolar ve bu gelirin büyük kısmı Antalya ve Akdeniz kıyılarından sağlanıyor[xii]…
Davutoğlu’nun Kıbrıs sorunundaki yaklaşımlarına çeşitli yerlerde yer veriyor Gürkan Zengin;
“Kıbrıs’ın sadece Türklerle Rumlar arasındaki bir “etnisite sorunu” olarak algılayan ve Kıbrıslı Türklerin varlığını sadece adadaki Türkleri mevcudiyetine bağlayan yaklaşım değişiyordu artık.”[xiii]
“Türkiye, sadece adadaki soydaşlarının güvenliğini ve refahını savunduğu için değil, bu hayati sahadaki çıkarlarından vazgeçmeyeceği için de Kıbrıs’ı bırakamaz.”[xiv]
Sanırız bu alıntılarla Türkiye dış politikasında artık Kıbrıslı Türklerin çok da önemli bir yer tutmadığı, Türkiye için önemli olanın Kıbrıs’ın kendi coğrafyası olduğu ve bu coğrafya üzerinde Müslüman Türk bir nüfusun olması belli iddiaları sürdürmek için yeterli olduğu net olarak anlaşılmış olduğunu umuyoruz. Son nüfus transferleri ile de bu Müslüman Türk nüfusun ille da Kıbrıslı Türk olması gerekmediği, hatta ‘beslenmesi’ daha ucuz(!) ve idaresi daha kolay(!) demografik yapının daha tercih edilebilir olduğu pratik politikalardan anlaşılmaktadır. Bu arada Müslüman Türk tanımlamasını Davutoğlu’ndan ödünç aldık, burada Türk ile kast ettiği Türkiye yurttaşları olduğu bellidir. Bu nedenle adaya Kürt, Türk, Arap nüfusun taşınması, Müslüman Türk tanımı ile çelişmez. Türkleştirmek aslında resmi söylemin terimi ile durumu açıklamak içindir. Aslında Türkleştirmek ile kast edilen Türkiyelileştirmektir. Hatta taşınan farklı etnik kimliğe sahip bu yeni “Müslüman Türk” nüfusu adanın farklı bölgelerine karışık olarak yerleştirilmesi, aralarında çelişkilerin kullanılarak idarenin daha kolay sağlanması açısından önemlidir.
Tam bu noktada Gürkan Zengin’in kitabına geri dönelim, bugün sürdüğü iddia edilen müzakereleri de daha rahat anlayalım.
“Kıbrıs’ta Barbaros hamleleriyle girilen açılım sürecinin en önemli sonucu siyasi alanda Türkiye ve Türk tarafı üzerindeki baskıların kalkması oldu.”[xv]
“Ahmet Davutoğlu, Annan Planı’nın referanduma sunulan hali için ‘çok iyi müzakere edilmiş bir metin’ nitelendirilmesi yapacaktı. Plan reddedilirse de hiçbir şey kaybetmeden yola devam edilebilecekti. ‘Deniz bitti, bunu kabul edelim’ denilen metin ile planın Bürgenstock’taki son hali arasında dağlar kadar fark vardı.”[xvi]
Planının son halini överken “Türk tarafının elindeki yüzde 36 olan toprak oranı yüzde 29,2’ye düşecekti. Ancak Türk tarafı Ada’nın kıyı şeritlerinin yüzde 52’sine sahip olacaktı”[xvii] cümlesi yukardaki Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikası ile okunduğunda anlamlı oluyor.
Yazar, Davutoğlu’nun açıklamalarına ve yazılarına da dayanarak görüşme sürecini de anlatıyor ve 2003’te Lahey’de kaçırılan treni yakalama çabalama hamlelerini anlatıyordu.
“New York görüşmelerine gidilirken Denktaş hala Cumhurbaşkanıydı ancak Kıbrıs’ta 14 Aralık’ta (2003) yapılan seçimleri CTP kazanmıştı. (…) Türk hükümeti, kendi görüşüne yakın bir partner bulmuştu.”[xviii]
Biraz önce alıntılamıştık, Türkiye Annan Planının son halinden memnundu, yeni müzakereci yani yeni partnerleri iyi iş koparmıştı. Peki memnuniyet neydi?
“Ankara’daki karar vericilerde ‘devletten öylesine paylar aldık ki artık Kıbrıs devletinin Rum devleti haline dönüşme sansı kalmamıştı” düşüncesi hâkim olmuştu. Bundan sonra plan referandumda kabul edilirse Türk tarafı hiçbir mevzi kaybetmeden Kıbrıs’ın dış politikadaki yerine oturtacağını düşünüyordu.”[xix]
Yeni partner, yani Talat Türk hükümetini tatmin edecek bir metnin oluşmasını sağlamıştı, yukarda da alıntıladık, bu uzun süre Türkiye üzerinde çözüm bulunma baskısını ortadan kaldırdı…
Bugüne dair durum tespiti
Şimdi çözüm baskısı yeniden su yüzüne çıktı, AB’nin reform baskısı da artıyor… Haziran’da da Türkiye’de seçim var…
Türkiye’nin yeni hamlelere ihtiyacı var. Coğrafya üzerinden yürüttüğü dış politikada askeri dışlayarak yürüyemeyeceği açık, buna da çok niyeti olmadığını hareketleri ile ortaya koyuyor.
Yeni hamle yapmak için Eroğlu’nun iyi partner olup olmadığına güvenemediği de belli… Eroğlu daha çok Denktaş cephesinin ilişkileri üzerinde yani Türkiye’deki derin devlet-ordu aktörleri ile yakın ilişki halinde olan biri… Yani Denktaş’ın Lahey’i bırakıp kaçtığı gibi, Eroğlu da bir sonraki zirveyi bırakıp kaçabilir.
Ayni zamanda Kıbrıs’taki mali yük Türkiye için ağırlaşmakta, Türkiye’nin bu kadar pahalı bir ilişkiye taraftar olmadığı da açığa çıktı. Bu nedenle Kıbrıs’ın kuzeyinde yeni bir düzenlemeye gidilme sürecini yaşadığımız belli oluyor.
Gene yukarda defalarca alıntıladığımız gibi bunun içinde Kıbrıslı Türklerin rolü olsa da olur, olmasa da olur. Kıbrıslı Türkler artık süreçte ana aktör değiller. Ne nüfus olarak, ne siyasi erk olarak Kıbrıslı Türklerin sürece dâhil olması çok zor…
Bu arada zaten zayıf olan ekonomik sektörler de hızlı bir şekilde Türkiyelileştirilmesi de hızla devam ediyor yani Kıbrıs Türkler hızla bağımsızlılarını daha fazla yitiriyorlar, Türkiye’ye, Türk sermayesine daha fazla bağlı hale getiriliyorlar…
Erdoğan bir süredir Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasına uygun Kıbrıs’ın kuzeyinde yeniden şekillendirmek için somut hamleler atmaktadır. Nüfus ve ekonomik sektörlerin Türkiyelileştirilmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Türkiye, yakın bir zamanda kendine yeni bir partner arayacağı da belli olmaktadır.
Tam burada karar vermemiz gerek Kıbrıs Türkü mü olacağız yoksa Türkçe konuşan Kıbrıslı mı?
Karar vermemiz gereken sıkışan Türkiye’yi kurtaracak, onu Doğu Akdeniz politikasının kalıcı olarak hayata geçmesine biraz daha yaklaştıracak, AB müzakerelerinde ona zaman kazandıracak yeni partner mi olacağız, yoksa iradesine sahip çıkan, kendi yurdunun efendisi olan, kendi kendini yöneten Kıbrıslılar mı olacağız?
Karar vermemiz gerek Kıbrıslı Türksüz, Kıbrıs dış politikasını belirleyip ‘adada bana Müslüman Türk yeter’ diyen bir anlayışa karşı boyun mu eğeceğiz ve bundan sonrası için basit ve yalın ‘Müslüman Türklüğü’ kabul edip bize sunulan kuzey coğrafyasında yaşam sürdürmeye çalışacağız yoksa gerçekten bu memleket bizim, biz yöneteceğiz diyen bir anlaşışla, tüm Kıbrıs’ı anavatan kabul eden bir yerden siyasetimizi belirleyip mücadeleye asılacağız…
Bunlar aslında siyah beyaz tercihler olacak ve griler de siyahlarla beraber sayılacak, bunu da unutmayacağız.
Ve aslında karar anı geldi, zil çaldı, yarın geç olacak, şimdi cevap zamanı!
—-
Murat Kanatlı Yeni Kıbrıs Partisi Yürütme Kurulu üyesidir.
(Bu yazı ayni anda Kıbrıs’ta Yeniçağ gazetesinde yayınlanmıştır)
[i] Pınar Bilgin: “Türkiye Coğrafyasında Yalnız Güçlü Devletler Ayakta Kalabilir: Jeopolitik Gerçeklerin Türkiye’de Kullanımları – Pınar Bilgin – makale Türkiye’de Ordu.” Devlet ve Güvenlik Siyaseti (der. Evren Balta Paker – İsmet Akça.) İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010. ss. 471-472.
[ii] Ayni Makale: ss. 460-461
[iii] Ayni Makale: s. 461
[iv] Ayni Makale: s. 462
[v] Ayni Makale: s. 465
[vi] Ayni Makale: s. 466
[vii] Ayni Makale: s. 470, Milliyet: 14 Temmuz 1997, ABC.
[viii] Ayni Makale: s. 471
[ix] Ahmet Davutoğlu: Stratejik Derinlik. Küre Yayınları: 1. Baskı, 2001 ; 29. Baskı 2009. s.179.
[x] Ayni Eser. s.179.
[xi] Gürkan Zengin: Hoca: Türk Dış Politikası’nda “Davutoğlu Etkisi”. İnkılap: 2010. s. 374.
[xii] Ayni Eser: s.373-374
[xiii] Ayni Eser: s.374
[xiv] Ayni Eser: s.375
[xv] Ayni Eser: s.376
[xvi] Ayni Eser: s.365
[xvii] Ayni Eser: s.366
[xviii] Ayni Eser: s.361
[xix] Ayni Eser: s.365