Röportaj

Zeynep Arıkanlı: “Şimdi korkma sırası diğerlerinde”

0

Son üç haftadır dünya sanki durdu, gözler kulaklar Mısır’a çevrildi. Ha gitti ha gidecek derken 21. yüzyıl bir diktatörün daha devrilmesine şahit oldu. Bir yandan Tahrir Meydanı’ndan dakika dakika “tweet”ler yağdı, bir yandan muhabirler gözaltına alındı, internet kesildi, haberleşmeye sekte vurulmaya çalışıldı. Devrim, bu çağın yüksek teknoloji koşullarıyla gerçekleşti, sosyal medya en temel mecra oldu ama bir yandan da bu bilgi akışı içinde olan biteni soğukkanlılıkla yorumlama ihtiyacı başgösterdi. Bunun için sorularımızı bölgeyi uzun süredir takip eden bir akademisyene, Galatasaray Üniversitesi’nden Zeynep Arıkanlı’ya yönelttik. Mübarek’in “devrilmesinin” ardından, Arkanlı’ya göre, “şimdi korkma sırası diğerlerinde”.

“Mısır devrimine “isyan,” demek olanı azımsamaktır”

Mısır’da olanları nasıl okumak gerekiyor? Sizce bu bir devrim mi?

Evet. Başlarda bu şekilde adlandırmaya daha temkinli yaklaşıyordum; hareketleri yaftalamak, daha da doğrusu sıradanlaştırmak konusundaki aceleci tavır düşündürücüydü. Ayrıca, “akademik soğukluk” yahut “devlet adamı aklı” diyebileceğim bu soğukkanlılıkta, yüceltilen “analitik mesafe”deki ideolojik tavrı görmek gerekiyor. Bu tavır, hareketin devrimci niteliğini sıfırlamaya yönelik bir tavır bence. Tunus ve Cezayir’de başlayarak –farklı taleplerle de olsa- Mısır’a yayılan bu halk hareketi siyasi devrim niteliğinde. Çıkış noktasının ne olduğu, nasıl patlak verdiği kadar, hangi noktaya ulaştığını, neye dönüştüğünü de görmek gerekiyor. Burada, yaşam koşullarının iyileştirilmesini aşan, hayatın tüm alanlarına yayılan bir dönüşüm talebi var. Sapla samanı birbirine karıştırıyor görünmek pahasına, bu bana Rosa Parks’ı hatırlatıyor mesela.

Bunun dışında, Mısır’daki hareketi devrim(ci)leştiren unsurların başında, Mübarek’in şahsında somutlaşan iktidar/yönetim örgütlenme biçiminin, yapılanmasının kökten değişmesi talebi geliyor. Dolayısıyla, üretim araçlarının mülkiyetiyle ilgili olmaması, örgütlenme biçimi ve elbette içindeki İslam unsuru bu konuda bir kafa karışıklığı, hatta korku yaratıyor olsa da, yönetim/iktidar yapısının yekten değişmesi talebi, bu hareketi devrimcileştiriyor. Zira bu, her şeyden önce, ekonomik zenginliğin nasıl dağıtılacağını, nasıl kullanılacağını, toplumsal örgütlenmenin nerelerden inşa edileceğini yeniden tarif ediyor.

Sözünü ettiğim kafa karışıklığında ise, hareketlerin büyüklüğü, ciddiyeti, dönüştürücü etkisi artık inkâr edilemez noktaya geldiğinde, Batı’nın hareketleri yaftalamak konusundaki o temkinli,  “bekleyip görelim”ci dilin, yaklaşımın rolü olduğunu görmek lazım. Bu, “sömürgeci kibiri” diyebileceğim bir tavrın, aslen de muktedirin dili. Bu dili üreten muktedir tavrının içinde, ilk bakışta “diğerkâmcı”, Tunus, Cezayir ve Mısır halklarıyla dayanışma içinde gibi gözükenler de var, ki aslen de gerçekten dayanışma içinde görüyorlar kendilerini. Ama somut bir dayanışmaya dönüşmeyen, bir tahayyül ortaklaşmasına gidilmeyen, dahil olmayı buralarda kurmayan hayranlık da, “bir Tunus kadar olamadık” da, sözünü ettiğim dili kuşanmış olmakla ilgili.

Burada muktedirden kastım, sadece devletler değil; siyasetçisinden akademisyenine, gazetecisine, hadiselere paye biçme, kendinde harekete isim koyma hakkını görenler. Tunus, Cezayir ve Mısır devrimlerini “isyan,” “galeyan” vs. şekilde tanımlamak, aslında bunları azımsamak anlamına geliyor. Devletlerin, daha geniş ifadeyle de dünyanın gidişatına karar ve yön verenlerin tavrı, bu devrimi bildik paradigmalarla kuşatmak, İslam korkusuyla beslemek ve kategoriler içine tıkıştırmaktan yana… O yüzden, Tunus, Cezayir ve Mısır sokaklarından yükselen “bu bizim devrimimiz” ısrarını sahiplenmek; buradaki dönüştürücülüğün hakkını teslim etmekte inatçı davranmak gerekiyor.

Mısır’da ve Ortadoğu ülkelerinde Mübarek döneminin bitişi nasıl bir yere oturuyor? Lidersiz halk hareketiyle sürecin bu noktaya gelmesi ne anlama geliyor?

Mübarek, yani 30 yıllık diktatörlük döneminin bitişiyle “lidersiz” halk hareketinin birbiriyle doğrudan ilgili olduğunu düşünüyorum. Biraz önce dediğim gibi, Mübarek’in gitmesi talebi, aslen iktidar yapılanmasının baştan aşağı değişmesi talebidir. Gerek hareketlerin gelişim seyri, gerek talepler, gerekse varılan nokta, her şeyden önce, böylesi bir iktidar yapısının reddi anlamına geliyor. Dolayısıyla, hareketin sadece gelişim seyri bile, aslen neyin murat edildiğinin bir işareti. Bunun dışında, lidersizlik, muhalif hareketlerin örgütlenme biçimine dair de bir değişimin ifadesi. Mübarek’in gidişinin Ortadoğu halkları üzerindeki etkisi buradan değerlendirilebilir. Yönetimler açısındansa, son zamanlarda sıkça dile getirilen klişe ifadeyle, “şimdi korkma sırası onlarda.”

“Zengin şişko kedicikler için oy kulanmak”…

Ortadoğu’da bir dinamo etkisinden söz edeceksek eğer tablo nasıl değişecek? Orta vadede Ortadoğu Batılı anlamda bir demoktratik yönetimlere kavuşacak mı?

En başından beri anlatmaya çalıştığım gibi, burada da kullanılan dile dikkat etmek gerekiyor: Konu Ortadoğu olduğunda, “geçiş dönemi” nitelendirmesi yapmak neredeyse bir refleks. İşe, bu jargonun reddiyle başlamak lazım. Bunun dışında, Batılı anlamda demokratik yönetimlerden ne anlaşıldığının netleştirilmesi de gerekli. Demokrasiden anladığımız seçimlerse, buna Kenny Arkana tarzında itirazım var: “Seçimler özgürlük getirseydi şu ana kadar çoktan yasaklanmış olurdu.”

Sistemle sandık başında değil, sokakta hesaplaşılır. Bu noktada gazeteci Hossam el-Hamalwy’den alıntı yapmak isterim: “Ben yolumuzun doğrudan demokrasiye çıkmasını umuyorum; liberal demokrasiye değil. Doğrudan demokrasi halihazırda mahallelerde doğmakta olan, umarım kısa süre sonra da fabrikalarda doğacak olan komitelere üzerinden kolektif karar oluşturmaya dayanır. Liberal demokrasiyse beş yılda bir zengin şişko kedicikler için oy kullanmaktır.” Bu sürecin şişko kediciklerin demokrasisiyle sonuçlanmaması temel dert olmalı.

Yaşananlar farklı kesimlerde farklı tepkilere yol açtı. Bir kesim Müslüman Kardeşler’in güçlenmesinden endişe duyuyor. Bu güçlü ihtimali ve endişeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu değerlendirme için, öncelikle kimlerin endişe duyduğuna bakmak gerekiyor. Müslüman Kardeşler’e gelmeden evvel, genel olarak Mısır’a dair bir endişeden bahsetmek lazım. Mısır’ın Tunus ve Cezayir’den daha fazla ses getirmesi, “endişelendirmesi” ülkenin Ortadoğu’daki kilit rolünden kaynaklanıyor. 1979 (aslında miladı 1973’tür biliyorsunuz) öncesi Mısır olma ihtimali var, ki bence asıl endişe tam da burada. Böylesi bir döneme Mısır içinde ve dışında güçlerin hâkim olmakta aceleci davranması doğal elbette. Ayrıca, tüm halk isyanlarının türlü gruplar tarafından sahiplenilmeye çalışılması da bu sürecin bir parçası.

Bu süreçte Müslüman Kardeşler’in nasıl bir rol olabileceğine gelince: Biliyorsunuz, Müslüman Kardeşler kendilerini Mübarek’e karşı bir alternatif olmaya talip olmadılar. Müslüman Kardeşler Mısır’daki en köklü ve oturmuş örgütlerden bir tanesi ve bu haliyle bile yeterince güçlü. Bu gücü, sadece hareket üzerindeki etkisi üzerinden değil, bu harekete, sokağa nasıl katkıda bulunduğu üzerinde anlamak mümkün. Tanık olduğumuz süreçte, Müslüman Kardeşler yönetimi temkinli bir yaklaşım sergilerken, aşağıda hareketin devamlılığını sağlayacak lojistik desteği sağlıyor. Meydanlardaki insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaktan iletişim ağlarını kurmaya ve korumaya kadar varan ve “sokak dayanışması ve örgütlenmesi” denilebilecek bir mevcudiyeti var. Bu mevcudiyetin neye evrileceği ise bugünün en temel meselesi işte. Hangi aktörün bu sürece nasıl katkıda bulunacağı önemli.

Burada “içerden” birisinin, Neval El Saadavi’nin sözlerinden alıntıyla cevap vermek isterim: “Bizi Müslüman Kardeşler’le korkutuyorlar; yıllarca bize şunu demeye çalıştılar: ‘Sizi Humeyni ve Irak gibi fundamentalist rejimlerden kim koruyor? Mübarek koruyor.’ Biliyorsunuz, bu doğru değil. Bu devrim, bu devrimi başlatan ve korumayı sürdüren genç insanlar siyasi değiller, sıradan genç adamlar ve kadınlar. Sağcı ya da solcu ya da Müslüman değiller. Sokaklarda tek bir dini slogan atılmıyor. Bir tane bile. Adalet, eşitlik, özgürlük için bağırıyorlar; Mübarek ve rejiminin gitmesi gerektiğini haykırıyorlar. Sistemi değiştirmemiz, dürüst olanları iş başına getirmemiz gerekiyor. Mısır yolsuzluk ve şaibeli seçimlerle yaşıyor; kadınlar ve genç insanlar eziliyor; işsizlik var. İşte böylece devrim geldi; çok geç oldu. Bu devrim çok geç kaldı; ama yine de geldi…”

Tabii “sağcı ya da solcu değiller” vurgusu benim açımdan rahatsızlık verici; bu, devrimi omurgasızlaştıran bir vurgu.

“Zalimlere karşı birlikte yürümek”…

Yine bir başka kesimin endişesi de, süreç içerisinde ordunun daha aktif bir seyir alması ve “lidersiz” bu hareketi kontrolü altına alıp siyasi gücünü arttırması. Bu bir endişe kaynağı mı?

Bu sorunuz bana Jean Tardieu’yü hatırlattı: Tardieu, insan elinden çıkmış her şeyin –sanatın, bilimin, teknolojinin, vs.- insanın bilinmezlik karşısındaki endişesinin ürünü olduğunu söylemiştir vaktiyle. Bütün bu kalıplar, hâkim olamadığımız bir boşluğu/bilinmezliği çerçevelemek içindir. Bugün Mısır’a ve genel olarak Ortadoğu’ya dair duyulan endişeler bana bunu hatırlatıyor biraz. Böylesi bir hareketin otoriter bir yapılanmayla çerçevelenmesi yahut devrimci unsurların otoriterleşmesi beklenebilecek bir sonuç ve bu çerçeveyi çizeceklerin başında ordu geliyor. Bu noktada, elbette türlü endişeleri dikkate alarak, ama nasıl bir hayat istendiğinde ısrarcı ve inatçı davranmak ve dayanışma örgütlemek gerekiyor. Bir Kahireli’nin avaz avaz bağırdığı gibi: “Müslüman, Hıristiyan, dinsiz, zengin, fakir fark etmez! Bu zalimlere karşı hep birlikte yürümemiz gerekiyor! Biz buradayız ve onlar gidinceye kadar da yerimizden kıpırdamayacağız!”

Muhammed el Baradey nasıl bir siyasi figür? Arap coğrafyasında nasıl algılanır? Geçiş dönemi için doğru bir isim mi? Kehanette değil de, öngörüde bulunmak gerekirse gerçek bir lidere dönüşme potansiyeli var mı?

Baradey’in nasıl bir siyasi figür olduğundan çok, buradaki “geçiş dönemi” vurgusu önemli. Daha önce de dediğim gibi –sürecin adı bu olsa da- bu vurgu beni hep rahatsız ediyor. Hukuksuzluğun, şiddetin, sözlerin yerine getirilmeyişinin meşrulaştırılmasına, “geçiş dönemi” bahanesiyle hasıraltı edilmesine yarıyor gibime geliyor hep. Baradey’in “reform yanlısı” bir figür oluşu, reformculuğunun öne çıkarılışı devrimin gücünü hafifleteceği endişesi uyandırıyor bende. Obama’nın gelişiyle, yani şiddeti sonuna kadar körükleyen Bush politikaları sonrası tatlı-sert siyasete geçişle örtüşen bir figür Baradey.

Kendisi son konuşmalarından bir tanesinde, “sokak isterse kalıcı iktidara geçmeye de hazırız” dedi. Bu dil, sokakla mesafesini koymuş bir liderin dili. Bunun dışında, kariyeri, ama en çok da Uluslararası Atom Enerjisi Başkanı oluşu, bana biraz Kemal Derviş’in “kurtarıcı” taltifiyle getirilişini hatırlatıyor ve neo-liberal bir tebessüm görüyorum onun suretinde. O yüzden de yüzüm, gözüm, kulağım hâlâ meydanlarda; yani bu sürecin halihazırdaki öznelerinde.

Erdoğan’ın “aferinine” temkinli yaklaşım

Türkiye’de komplo teorileri çok sevilir: Yaşananlarda ABD’nin ve/veya Batı’nın rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu tür değerlendirmelerden, az önce dile getirdiğim sebeplerden ötürü pek haz etmiyorum. Bu rolü öne çıkardığınızda, halk hareketinin gücünü, kudretini azaltmış, önemsizleştirmiş ve bu dünyada büyük güçlerin icazet vermediği hiçbir hareketin sonuca varmayacağını söylemiş oluyorsunuz ister istemez. Gerek ABD, gerekse AB Ortadoğu’daki devrimlere temkinli yaklaşmayı tercih etti elbette. Hareketin inkâr edilemeyecek bir güce sahip olduğu/ulaştığı berraklaşınca da, tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi, “halka kulak verilmesi gerektiği” yönünde telkinler başladı. Bu telkinler, hareketin gücünün kanıtı olduğu gibi –başbakanın Cumartesi Anneleri’ni kabul etmesinin kendisinin iyi niyetinden çok, aslen bu eylemin bir başarısı olması gibi- bu gücü süratle kontrol altına alma arzusunun da bir yansıması.

ABD’nin 1918’de, Milletler Cemiyeti’nin de 1920’lerde Sovyetler Birliği’ne “size her türlü yardıma hazırız” demesi türünden telkin ve desteklerdir bunlar. Amaç, sisteme dahil etmek ve muhalif de olsalar, o sistemin sınırları içinde, bildik paradigmalara muhalif kalmalarını sağlamaktır. 1950’lerde İngiltere’nin beton atmosferine düşen göktaşı etkisi yaratan rock’n’roll’un, Simon Reynolds’ın deyişiyle “Elvis Presley’lerle bir enerji boşalması” sonucu içinin boşaltılması, gelişmemesi, normalleştirilmesi gibi… Büyük güçlerin, devletlerin aldıkları yahut almaya talip oldukları rolü buradan okuyorum. Dolayısıyla devrime değil, mesela bir  Merkel’in Mübarek’in gidişi dolayısıyla halkın sevincini kutlamasına, Obama’nın sevincine, Recep Tayyip Erdoğan’ın “aferin”ine, İsrail’in “Mısır’la iyi ilişkilerimizin sürmesini diliyoruz” beyanına temkinli yaklaşıyorum.

Röportaj: Işıl Sarıyüce – Yeşil Gazete

More in Röportaj

You may also like

Comments

Comments are closed.