Ana Sayfa Blog Sayfa 5276

AB özür diledi diyen Bakan Eroğlu’na Brüksel’den yalanlama

Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun geçen hafta yaptığı bir açıklamada, AB yetkililerinin Tabiatı Koruma Kanun Tasarısı hakkındaki olumsuz beyanları nedeniyle kendilerinden özür dilediği iddiasına Avrupa Komisyonu’ndan yalanlama geldi.

Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu 9 Şubat tarihinde Hürriyet Gazetesi’ne verdiği demeçte halen TBMM Çevre Komisyonu’nda bulunan Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’na yapılan eleştirilerle ilgili şöyle demişti:

“Duyduğunuz her şeye itibar etmeyin. Hata yapılmışsa bizden öncedir. Biyolojik Çeşitlilik Tasarısı’nda AB yetkililerinin olumsuz beyanatı oldu. Biz hemen itiraz ettik. Tasarıyı, AB müktesebatına göre hazırladık. Müsteşara söyledim, ‘Bu ne rezalet’ diye. İtiraz ettik, tasarıyı incelediler ve kusura bakmayın dediler.”

Yeşil Gazete Haber Merkezi, Bakan Eroğlu’nun bu demeci üzerine Avrupa Komisyonu Türkiye Masası’na böyle bir şey olup olmadığını, kanun tasarısıyla ilgili olumsuz beyanları nedeniyle daha sonra Bakan’a “kusura bakmayın” deyip demediklerini sordu.

“Türk yetkililer tasarının AB mevzuatını karşılamadığını kabul etti”

Böyle bir özür dilemenin söz konusu olmadığını söyleyen Avrupa Komisyonu Çevre Genel Direktörlüğü (DG Environment) Türkiye Masası sorumlularından Octavian Stamate, Ankara’da ilgili kanun tasarısıyla ilgili eleştirilerini ilettikleri alt komite toplantısının ardından herhangi bir temasları olmadığını söyledi. Hürriyet Gazetesi’nde çıkan haberle ilgili bilgilendirdiğimiz için teşekkür eden Octavian Stamate’nin açıklaması şöyle:

“Bilindiği gibi Avrupa Komisyonu Türkiye’deki doğa koruma çerçeve mevzuatıyla ilgili gelişmeleri yakından izlemektedir ve bu konudaki kaygılarımız ilk olarak 2010 ilerleme raporunda belirtilmiştir. 26 Ocak’ta Ankara’da yapılan AB-Türkiye Çevre Alt Komisyon toplantısında AB delegasyonu tasarı hakkındaki eleştirilerini tekrar etti. Diyalog devam ederken Türk yetkililer mevcut metin yasalaştığı takdirde kanunun Habitat ve Yabani Kuş Direktifleri’ni tam ve doğru bir şekilde karşılamayacağını kabul ettiler. Ayrıca  tasarıdaki boşlukları tespit ederek  Avrupa Komisyonu’yla konuyla ilgili diyalog içinde olmaya hazır olduklarını ve tasarıyı doğa koruma alanındaki AB mevzuatı çizgisine getirmek için gerekli düzenlemeleri yapacaklarını söylediler.

Bu arada Çevre ve Orman Bakanlığı yetkililerinin ve Avrupa Komnisyonu Çevre Genel Direktörlüğü uzmanlarının katılımıyla yakında Brüksel’de özel bir teknik toplantı yapılması konusunda anlaşmaya varıldı. Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’deki konuyla ilgili taraflardan, medyadan ve STK’lardan gelen ve önem taşıyan her türlü bilgiyi memnuniyetle karşılayacağı konusunda sizleri temin ederim.”

(Yeşil Gazete)

Sellerin suçlusu belli oldu: İklim değişikliği

Kanada ve İngiltere’de yapılan araştırmalar; insan kaynaklı sera gazları ile şiddetli yağışlar ve seller arasında ciddi bağlantılar olduğunu ortaya koydu.

İklim değişikliğinin daha fazla buharlaşmaya, nem artışına ve şiddetli yağışların sıklığının ve şiddetinin artmasına neden olacağı biliniyordu. Kanada ve İngiltere’de birbirinden ayrı olarak yapılan araştırmalar, iklim değişikliğinin şiddetli yağışları ve sel risklerini artırdığını gösteriyor.

Kanada kökenli araştırmaya, 1951-1999 yılları arasında dünya çapında, sera gazları tarafından tetiklenen sıcaklık artışları ile yağış artışları ve seller arasındaki bağlantıyı ortaya koyuyor.

Makalenin yazarlarından olan ve Kanada Çevre Ajansında çalışan Xuebin Zhang “antropojenik (insan kökenli) etkiler ile yağışlar arasında ciddi bir bağlantı var” diyor.

İngiliz kökeni bir diğer araştırmaya göre de İngiltere’deki şiddetli yağışların iklim değişikliği ile doğrudan ilişkisi var.

Oxford Üniversitesi’nden Myles Allen “simulasyonlar bize sera  gazlarının sel risklerini en azından iki katına çıkardığını gösteriyor” diyor.

Araştırmacılar binlerce bilgisayarı kullanarak 2000 yılının Ekim ve Kasım aylarında İngiltere ve Galler’deki hava durumlarını tekrardan simule ederek bu sonuçlara varmışlar.

Dünya 2010 yılını da seller ile geçirmişti

2010 yılında Pakistan ve Çin’de meydana gelen seller milyonlarca insanın hayatını etkilemiş, ülke ekonomilerine önemli zararlar vermişti.  Bu sellerin de iklim değişikliği ile ilişkili olabileceği düşünüyor. Belirtmekte fayda var; 2010 yılı, meterolojik veriler tutulduğundan beri küresel ölçekte en sıcak geçen yıllardan biri.

(Reuters – Yeşil Gazete)

Bahreyn’de polis katliama başladı

Bahreyn’in başkenti Manama’da kent merkezindeki İnci meydanında  kamp kuran göstericileri dağıtmak üzere sabaha karşı saldıran polis en az üç göstericiyi öldürdü, yüzlerce yaralı var.

Görgü tanıkları geceyi  kente merkezinde kamp kurarak geçiren göstercileri dağıtmak üzere gelen ağır silahlarla donanmış polis güçlerinin gaz bombası ve plastik mermi kullandığını ve kalabalık üzerine ateş açtığını söylüyor.

Ülkeyi yöneten El Halife hanedanına karşı sloganlar atan gösterciler yüzlerce yaralının getirildiği hastanenin önünde intikam sloganları atıyor.

El Cezire’ye olanları anlatan Bahreynli bir gazeteci polisin insanlar uykudayken herhangi bir uyarı yapmadan saldırıya geçtiğini ve kaçan gösterileri takip ederek saldırıya devam ettiğini söyledi.  Gazeteciler polisin göstericilerin çadırlarının yakınında kurulan tıbbi yardım çadırında bulunan doktorlara bile saldırdığını, ağır şekilde dövülen bir doktorun, orada ölmesin diye sağ bırakıldığını bildiriyorlar.

Muhalefetteki Şii blok, saldırıyı “gerçek bir terörizm” olarak adlandırdı.

Zırhlı araçların halen operasyonu sürdürdüğü bildirilen kentte ülkede çoğunluğu oluşturan Şii ağırlıklı muhalefetin El Halife hanedanına karşı başlattığı gösteriler Tunus ve Mısır’daki gelişmelerin ardından başlamıştı.

(Yeşil Gazete)

*Al Jazeera ve BBC’den derlenmiştir.

Mısır’dan sonra sıra kimde?

Önce Tunus, ardından Mısır’daki gelişmeleri medyadan canlı olarak izledik. Bütün dünyada yüzmilyonlarca insan devrim heyecanını beraberce yaşadık. Meydanları doldurup itirazlarını ve taleplerini dile getirenlerin aslında ne yaptıklarını, gözümüzün önünde olup bitenleri devrim mi, isyan mı, ayaklanma mı diye adlandırmamız gerektiğini hararetle tartıştık. Ardından biraz uzaktan, biraz tepeden bir bakışla Ortadoğu haritalarını önümüze açıp yapma bir bilgelikle sorduk: şimdi sıra kimde?

Aslında bu basit sorunun cevabı da çok açık. Tunus ve Mısır’da kitleler korku eşiğini aşıp meydanları doldururken üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptılar. Diktatörlerini devirdiler ve merakla geleceği beklemeye başladılar. Bundan sonraki süreçte alınacak yol bilinmezlerle dolu. Bir yanda demokrasinin kurumsallaşması var, diğer yanda devirdikleri diktatörleri aratacak yeni tiranların yönetimi ele geçirme ihtimali.

Tunus ve Mısır’da gerçekleşen iktidar değişimleri sadece otokratik yönetimlerin boyunduruğundan kurtulmayı bekleyen ülke halklarını değil, demokratik yönetim modeli iddiasındaki ülkelerin halkları için de muazzam fırsatlar sunuyor. Sıra kimde sorusunun cevabı işte burada gizli.

Mısır ve Tunus’u ilgiyle izleyen batılıların önünde uzun ve zorlu bir görev var. Şimdi hepimiz işin en zor kısmını başarmış olan Tunuslu ve Mısırlı kitlelerle dayanışmak, bundan sonra alacakları yolun demokrasiye çıkması için dışarıdan destek vermek zorundayız. Bunun için yapılacak iş çok açık. Kendi yöneticilerimizin üzerinde kararlı bir baskı uygulayarak eski politikalarını gözden geçirmeye zorlamak, Tunus ve Mısır’ın yeni yöneticilerine meydanların boş olmadığını sık sık hatırlatmak gerekiyor.

Batılı, “demokrat” yönetimlerin Mısır ve Tunus’taki gelişmeler karşısında izledikleri aşırı ihtiyatlı tutum kimsenin dikkatinden kaçmadı. Özellikle AB’nin Tunus ve Mısır meydanlarına karşı mesafeli tavrı bundan sonra olup bitecekler hakkında kaygı duymamız için yeterli. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da batı ülkeleri kendi ülkelerinin ve şirketlerinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutmaya devam ederlerse Tunus’ta ve Mısır’da demokrasi yanlılarının işi gerçekten zor olabilir.

Tunus ve Mısır halklarının yanında olduğumuzu her fırsatta göstermeliyiz. Olayları uzaktan izlemekle yetinmek yerine kendi yöneticilerimizin sürece katkıda bulunmalarını yüksek sesle talep etmeliyiz. Basın özgürlüğü, şeffaf ve adil seçimler, koşulsuz örgütlenme hakkı gibi küresel demokratik standartların uluslararası ilişkilerde asgari koşul olması için baskı yapmalıyız. Bu yalnızca Mısır ve Tunus halkların başladığı işin tamamlanması için değil,

Batılı ülkelerin de kendi ikiyüzlü yönetimleriyle yüzleşmeleri ve gerçek manada demokratikleşmeleri için de şart.

Yani sıra şimdi hepimizde.

Halkın uyanışı ve şiddet – 2 – Mustafa Tuncaelli

Şiddetsiz devrimler çağı!

Tunus ve Mısır ayaklanmaları bize gösterdi ki ‘uyanmış halk’ demokrat konuşmacılara tuvalet kağıdı ya da yumurta atan bir halk değildir. Uyanmış halk, aralarındaki düşünsel, siyasal, dinsel ve kültürel farklara rağmen eşitlik, adalet ve özgürlük için firavuna karşı birlikte direnmeyi seçen bir halktır.

Mısır ayaklanması yine bize gösterdi ki, eşitlikten, adaletten ve özgürlükten çıkarı olan işçi, işsiz, köylü, esnaf, memur, mühendis, doktor, öğretmen, öğrenci bütün ezilen ve özgürlük yanlısı sınıf ve tabakalar bir araya geldiğinde ve direndiğinde firavunlar birer kağıttan kaplana dönüşüyorlar.

Yine son ayaklanmalar bize gösterdi ki iktidarın bütün saldırılarına rağmen şiddete başvurmadan da devrimler yapılabiliyormuş.

1980 yıllarının sonunda Polonya ile başlayan şiddetsiz halk devrimleri çağı tüm Doğu Avrupa’daki halktan kopmuş bürokratik sosyalist rejimleri yerle bir etmişti. Şimdi sıra Arap toplumlarına geldi.

Bütün firavunlar, tiranlar, krallar bence bundan sonra çok korkmalılar. İnterneti, uydu TV’si, cep telefonlarıyla naklen izlenen devrimlerin yaptığı en önemli devrim zihinlerdedir.

Artık, itilmiş, kakılmış, aşağılanmış, horlanmış ve ezilmiş halklar, tiranların, firavunların kağıttan kaplan olduğunu ve önlerindeki en büyük engelin kendi korkuları olduğunu görüyorlar.

Bence kendini yakarak Tunus direnişini başlatan direnişçinin yaptığı en önemli iş, halkın korkularını da yakmış olmasıdır.

Eşitlik, Adalet ve Özgürlük için mücadele edenlere saygı

İlke olarak şiddetsizliği savunmak adaletsizliğin kol gezdiği, güçlülerin söz sahibi olduğu bir dünyada bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler demek değildir. Yüzlerce yıldır haksızlığa, adaletsizliğe, baskı ve zulme karşı verilen mücadeleleri yadsımak, eşitlik, adalet ve özgürlük için çekilen çileleri, dökülen kanları, yitirilen hayatları görmezden gelmek değildir.

Bugün eğer prangalı bir köle değilsek, eskilere oranla nispeten özgür bir ortamda yaşıyorsak, haktan ve hukuktan söz edebiliyorsak bütün bunlar şimdiye kadar bu uğurda verilen mücadelelerin, çekilen çilelerin bu uğurda yitirilen canların eseridir.

Bizlerin, bu uğurda emeği geçmiş, ter dökmüş, çile çekmiş, işkence görmüş, sakat kalmış, özgürlüklerinden mahkum bırakılmış, hapislerde çürütülmüş, idam edilmiş, öldürülmüş, başkaldırdıkları için analarından emdikleri süt burnundan getirilmeye çalışılmış herkese ama herkese şükran borcumuz var.

Ben, eski çağlardan günümüze kadar tüm dünyadaki özgürlük mücadelesinde kanıyla, canıyla bedel ödemiş olan bütün yiğit insanlara teşekkür ediyorum ve anıları önünde saygıyla eğiliyorum.

Panelistleri konuşturmamak için yumurta atmak ile başka seçeneği kalmadığı için dağa çıkıp direnen insanlar aynı kefede değerlendirilebilir mi?

Kesinlikle hayır. Hatta bütün yumurtalı protesto eylemleri de aynı kefede değerlendirilemez. İnsan hak ve özgürlüklerinin yanında yer alıp fikirlerini ifade edenlere, kendimiz gibi düşünmediler diye yumurta atmakla, baskı ve şiddet uygulayan siyasi otoriteyi temsil eden politikacılara yumurta atmak aynı şey değildir. Yine şiddet uygulayan, gaz bombası atan, cop kullanan, silah kullanan, işkence yapan militarist güçlere yumurta atmakta aynı kefede değerlendirilemez.

Kendilerine her türlü eziyet yapılan, hayvan pisliği yedirilen, köyleri yakılan, derin devlet güçlerince evlatları yok edilen, kimlikleri yok sayılan bir halkın kendi onurunu korumak için dağlara çıkması ve savaşması küçümsenemez, aşağılanamaz ve yumurta ya da tuvalet kağıdı atanlarla da eş tutulamaz.

Geçen yazımda, hangi şiddet daha ilericidir diyerek ve şiddet örnekleri vererek bir ironi yapmıştım. Burada amaç, saldıranın başvurduğu şiddet ile kendini savunmak zorunda kalanın başvurduğu şiddeti aynı kefede değerlendirmek değildi. Şiddeti savunmaya başlarsak, ‘nerede duracağız’ sorusunun sorgulanmasıydı.

Karşımızdakine bir şeyler atmak şiddet midir?

Bence kişinin sözle (hakaret, küfür vb şekilde) şahsına ya da fiziksel olarak vücuduna yapılan her türlü tecavüz (müdahale, sınır ihlali) şiddettir. Fiziksel olarak yapılan, kişinin vücuduna her hangi bir şey atmak olabilir, bir şeyle vurmak olabilir, tokat atmak olabilir, kulağını çekmek olabilir fark etmez, hepsi şiddettir. Bu tür uygulamalar yeşiller tarafından savunulamaz.

Saldırılan politikacı olursa;

İktidarın temsilcileri olsun ya da olmasın, politikacılara yumurta atmak anlaşılabilir bir şeydir ama yeşiller tarafından savunulabilir bir şey değildir. Yeşiller, yapılan protestolarda kişilerin bedenlerinin hedef alınmasını savunamaz; bu kişinin iktidarın temsilcisi bir politikacı olması durumu değiştirmez.

Yeşiller protesto hareketlerinin, kırıp dökmeden ve her hangi bir cana zarar vermeden akıllıca yöntemlerle yapılmasını savunmalıdır.

Yine kendilerine şiddet uygulanan, gaz bombası atılan, coplanan, silah çekilen, işkence yapılan, demokratik talepleri ve söz hakları engellenen işçilerin, memurların, öğrencilerin, güvenlik güçleriyle çatışması, taş ya da yumurta atması anlaşılabilir bir şeydir, ama yeşiller tarafından savunulabilir bir şey değildir. Yeşiller bu tür protesto hareketlerinde güvenlik güçleri zor kullansa da, şiddet uygulasa da şiddetsiz yöntemlerle direnmeyi savunmalıdır.

Bazı müdahaleleri mahkemelerin şiddet olarak görüp görmemesi yeşillerin ilkesel duruşunu değiştirmez.

Her türlü hakları diktatörlerce ya da işgal güçlerince gasp edilmiş halklar ne yapabilir?

Tarihte bir çok örneğini gördük, günümüzde de bir çok örneğini görüyoruz; tüm hakları gasp edilmiş ve en ufak kıpırtıları bile şiddetle bastırılan halklar, egemenlerin uyguladığı şiddete karşı, şiddete başvurmak zorunda kalıyor. Peki biz, meşruiyetini egemenlerin uyguladığı şiddetten alan bu başkaldırılara, şiddete başvurdukları için karşı mı olacağız?

Tabii ki hayır. Adaletsizliğin egemen ve güçlülerin söz sahibi olduğu bir dünyada tahakkümün bir aracı şiddet olduğu müddetçe karşı çıkışın içinde şiddet de beklenmeli.

Bizler her şart altında eşitlikten, adaletten, özgürlüklerden ve bunun için mücadele edenlerden yana olmalıyız.

Ezilenlerden ve onların başkaldırılarından yana olmak başka, şiddeti alkışlamak başkadır.

Bizler, ezilenler de başvursa şiddeti alkışlayamayız, ama ezilenlerin başkaldırısını ve haksızlığa karşı direnişini sonuna kadar destekleriz.

Son olarak şiddet tartışmalarında örnek verilen ve desteklenen iki şiddet olayını değerlendirmek istiyorum. Filistinli çocukların intifada hareketi, Kürt çocukların polise taş atması olayı.

Şiddete uğrayan buna karşı vereceği tepki türünü kendi seçer. Dışarıdan kişiler olarak bizim bir şeyi doğru bulmamızın ya da bulmamamızın mağdur açısından bir önemi yok. Sıkıntıyı çeken de giriştikleri eylem sonucu bedel ödeyen de onlardır. Söz hakkı onlarındır.

Filistin yıllardır işgal altında ve acı çekiyor. Halk kendi kaderiyle baş başa. Dünya kamuoyunun dikkatini çekip, İsrail üzerinde baskı kurmak ve bu sayede çözümü zorlamaktan başka seçenekleri yok. Bu yüzden en değerli varlıkları olan çocuklarını ateşe atıp, kırılmaları pahasına mücadeleyi seçiyorlar. Bize düşen ‘çocuklarınızı ateşe atmanız yanlıştır’ diye ahkam kesmek yerine İsrail’in kınanması ve çözüm için başta kendi hükümetimiz olmak üzere uluslararası kamuoyunun ve Birleşmiş Milletler’in acilen devreye girmesini istemek olmalıdır.

Ülkemizdeki Kürt çocukların polise taş atmasına gelince; bu durum devletin yıllardır uyguladığı baskı ve yok sayma politikasının sonucudur. Ne ekersen onu biçersin. Devletin yıllardır uyguladığı yok sayma politikası ve devlet terörü karşıtını, artık yeter diyen mağdurların direnişini yaratmıştır. Kürtler Kürt oldukları için direnmiyorlar, onlar Kürt kimlikleri yıllarca inkar edildiği ve halende Türklerle eşit vatandaşlık haklarına sahip olmadıkları için direniyorlar. Sonuçta bu talep haklı bir taleptir ve Kürtlere eşit vatandaşlık hakları tanınmalıdır.

Yalnız burada Filistin direnişinden farklı bir yan vardır. Ülkemizdeki Kürtler bu ülkenin vatandaşıdır. Seçim kanunumuz adaletsiz ve seçim barajı çok yüksek olsa da seçme ve seçilme hakları vardır ve parlamento da temsil edilmektedirler. Bunun dışında kimlik talepleri hariç diğer vatandaşlarla eşit hak ve özgürlüklere sahiptirler. Ayrıca, kimlik taleplerini de kapsayan eşitlik ve özgürlük talepleri sadece Kürtler tarafından değil diğer bir çok vatandaş tarafından da desteklenmektedir. Eğer ayrı bir bağımsız devlet kararları yoksa, ki yok olduğunu söylemekteler ( en azından kitle tabanı olan ve sözü dinlenen örgütler böyle söylüyor), bunun için şiddete başvurmaları onların lehine değildir. Aksine şiddet, direnişten pek memnun olmayan ve bu direnişi boğmak için yıllardır uğraşan egemenlerin işine yarıyor ve ayrıca Kürt halk direnişinin Türk kamuoyuyla birleşmesini önleyen bir işlev de görüyor.

Kürt hareketinin şiddetsiz sivil itaatsizlik eylemleriyle başarıya ulaşması bugün dünden daha fazla olanaklıdır ve hepimizin görevi şiddet eylemlerine karşı çıkarken, barışçıl, şiddet içermeyen hak ve özgürlük temelli her türlü sivil itaatsizlik eylemlerinin desteklenmesi olmalıdır.

İsmail Gülgeç’e veda

Cumhuriyet gazetesi ve Bianet’te çizen, Karikatürcüler Derneği eski Başkanı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) üyesi karikatürist İsmail Gülgeç bir süredir tedavi gördüğü İstanbul Tıp Fakültesi’nde önceki gece saat 23.30 sıralarında yaşamını yitirdi.

İlk çizgileri 1968’de Yeni İzmir gazetesinde yayınlanan Gülgeç entelektüel ayı karakteri ve “Hayvanlar” çizgi bantı ile tanınıyordu.

64 yaşındaki Gülgeç, geçirdiği kalp krizi nedeniyle 7 Şubat’ta İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılmıştı.

Gülgeç için yarın saat 10.00’da Cumhuriyet gazetesinin Şişli’deki merkez binasının bahçesinde tören düzenlenecek. Törenin ardından Gülgeç’in naaşı, yaşadığı yer olan Çanakkale Eceabat ilçesi Kocadere Köyü’ne götürülecek. Gülgeç’in yarın ikindi namazının ardından Kocadere Köyü mezarlığında toprağa verileceği belirtildi.

İsmail Gülgeç'in bugünkü Cumhuriyet gazetesinden yayınlanan son bantı

İsmail Gülgeç kimdir?

1947 Gaziantep’te dünyaya gelen İsmail Gülgeç, iİlköğrenimi sırasında geçirdiği hastalık nedeniyle okulu bırakmak zorunda kaldı. Sonraki yıllarda kendi kendini yetiştirmeye çalıştı, karikatüre yöneldi. İlk çizgileri 1968’lerde Yeni İzmir gazetesinde yayınlandı. Ardından Demokrat İzmir, Ege Ekspres, Devir, Milliyet gazetelerinde çizen İsmail Gülgeç Milliyet Çocuk Dergisi’nde yayınladığı “Ormangiller” adlı karikatür bantı geniş bir ilgi uyandırdı. 1979’da yayınlanan İnce Memed resimli romanı (Yaşar Kemal’in yapıtıyla birlikte) yurt dışında da yayınlandı.

1980’lerde Cumhuriyet Gazetesi’nde çizmeye başlayan Gülgeç, “Memo” adlı dizisinde tarihsel olaylardan esinlenirken “İnsanlar” adlı dizisinde günlük yaşantıdan görüntüler verdi. “Hayvanlar” adlı dizisinde de güncel, toplumsal olayları değişik bir bakış açısı içinde vermeye çalıştı. Gülgeç, Milliyet’in haftalık mizah eki Kirpi’de de çizdi.

Sanatçı, Ahmet Ümit’in “Başkomser Nevzat/Çiçekçinin Ölümü (2005-Ekim)” isimli kitabını çizgi-roman olarak resimleyen Gülgeç, şarkıcı Nazan Öncel’in “7’n Bitirdin” isimli albüm kartoneti için 12 şarkıya 12 karikatür çizdi.

İsmail Gülgeç, 1988, 1989 ve 1991 yıllarında Karikatürcüler Derneği Başkanı olarak görev yaptı. Gülgeç, Cumhuriyet’te “Hayvanlar” adlı çizgi bantını çiziyordu.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim Kurulu yayımladığı başsağlığı mesajında, “Değerli meslektaşımız İsmail Gülgeç’i kaybettik. Karikatür dünyasının çok değerli isimlerinden biri olan İsmail Gülgeç’i sevgi ve saygıyla anarken ailesine ve basın topluluğuna başsağlığı diliyoruz” denildi.

(Yeşil Gazete)

*Bianet ve Cumhuriyet’ten derlenmiştir.

Şirince Evleri kurtuldu

Şirince Evleri’nin yıkım kabusu son buldu. Bir süredir Nişanyan Evleri için var olan ve uygulamaya konulan yıkım kararı durduruldu. Yıkılması planlanan evlerin içerisinde Nesin Vakfı’na ait olan binalar da bulunuyordu. Kısa bir süre önce Şirince için bir çağrı yayınlayan Ali Nesin’in, kurtuluş mesajı aşağıdaki gibi:

Sevgili Dostlar,
Felaketin eşiğinden dönüldü.
Elektrikleri kesmişler, evleri boşaltma emri vermişlerdi.
12 saat sonra yıkıma geleceklerdi.
Çoğunda panik, korku, gözyaşi…
Kiminde de saf adrenalin…
Son anda sağduyu kazandı ve yıkımlar durduruldu.
Köydeki sevinci, rahatlamayı görmeliydiniz.
Beş gündür kimsenin gözüne uyku girmiyormuş.
Herkes için bir felaket olacaktı yıkım, ama en büyük felaket sanırım devlet ve erkanı için olacaktı.
Bir köyün 22 evini yıkmak ne demek? Sorumlu bir kurul nasıl boyle bir karar alabilir?
Her neyse. Yanlışlık sonuna kadar götürülmedi.
Yoğun desteğiniz için Nesin Vakfı çocukları ve Şirinceliler adına çok teşekkür ederiz.
Sağolun, varolun.
Ali Nesin

Ali Nesin’den Şirince’de yıkıma isyan

İzmir’in Selçuk İlçesine bağlı Şirince Köyü’nde bulunan Nişanyan Evleri’ne alınan yıkım kararı uygulanıyor. Nesin Vakfı’na ait Şirince Köyü’nde bulunan ve eğitime vakfedilen binalar da kaçak olduğu gerekçesiyle yıkılıyor. Aziz Nesin’in oğlu Ali Nesin, basın mensuplarına yazdığı bir mektupla yıkımın engellenmesi için yardım çağrısında bulundu. Yıkımı gerçekleştirecek olan CHP’li il genel meclisine sitem eden Nesin, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun duruma el koymasını talep etti.

Selçuk Kaymakamlığı, Şirince Köyü’nde bulunan yapıların yıkım ihalesini tamamladı. Aralarında Nesin Vakfı’na ait yapılarında da bulunduğu çok sayıda binanın yıkım işleminin Mart ayının ikinci haftasında gerçekleşeceği tahmin ediliyor.

İzmir’in Selçuk ilçesinde bağlı Şirince köyü barındırdığı doğal değerlerden dolayı 1986 yılında “doğal sit alanı”, 1997 yılında ise “üçüncü dereceden doğal sit alanı” ilan edilmişti. Bu tarihten sonra yapılan ya da tamir edilen evler kaçak sayıldı.

Yıkım kararı alınan evler arasında yazar Sevan Nişanyan’ın yaptığı evler de bulunuyor.

CHP’nin çoğunlukta olduğu İl Genel Meclisi üyelerinin aldığı karar önümüzdeki günlerde uygulanacak.

Ali Nesin’in yıkımlar nedeniyle yazdığı mektup şöyle:

Sevgili Dostlar,

Hayatın bir mücadele olduğunu biliyordum da, doğrusu böylesine yoğun bir mücadeleden habersizdim.

Sel, deprem, bora, tufan ve her türlü afet, hepsi vız gelir, ama aptallık karşısında acz içinde kalıyorum, ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi, nasıl davranacagimi bilemiyorum. Bu yüzden sizleri bilgilendirmekte geciktim. Son ana kadar, “olmaz, bu kadarı da olmaz” dedim.

Yanılmışım. Olabilirmiş. Bugün yarın Nesin Vakfı’nın Şirince’dekii iki evinden birini yıkacaklar. Aldığımız duyumlara göre yarın (yani Perşembe günü) sabahın köründe yıkıma geleceklermiş.

Bu evler Nesin Vakfı’na ayda 1500 lira kira getiriyordu. O parayla çocuklarımızı besliyor, isitiyor, giydiriyor, okutuyorduk.

Ev deyip geçmeyin. Bunlar bildiğiniz evlerden değil. Nakış gibi islenmiş olağanüstü güzellikte iki Rum evi. Sadece gelir değil, ayni zamanda gurur kaynağımızdı bu evler. Ve sadece Türkiye’ye değil, dünyaya kazandırdığımız zenginliklerdi.

Turistlerin “tipik Rum evleri” diye fotoğraflarını çektikleri üç beş Şirince evinden ikisiydi, Şirince’nin alametifarikalarıydı.

Çocuklar kazanıyor, Şirince kazanıyor, Türk turizmi kazanıyor, insanlık kazanıyor, üstüne üstlük kimse kaybetmiyor… Daha ne!

Kazın ayağı öyle değil işte…

Anlatmaya ta en baştan başlayayım:

1998’de Şirince’ye Sevan Nişanyan dostumu ziyarete gittim. Eski bir Rum evini restore etmiş. Mütevazı kalmaya çalışarak bana gösterdi. Gördüğümü şöyle anlatmayı deneyeyim: Muhteşem bir ev, ne evi, olağanüstü bir başyapıt, baş döndürücü bir güzellik, kelimelerle ifade edilemeyecek bir şey. Siz hiç okşama ve ibadet karışımı bir istek veren bir ev gördünüz mü bugüne kadar? Ben gördüm! Bundan ben de isterim diye tutturdum. Nesin Vakfı için eski bir harabe satın aldık. İskeletin yarısından çoğu gitmişti, sadece bayıra dayalı kısmı kalmıştı, ikinci katın yerinde de yeller esiyordu.

Her uygar insan gibi önce izin almaya çalıştık. Türkiye’ye yeni gelmiştim, saf ve temizdim o zamanlar! Meğer izin almak mümkün değilmiş.

Şöyle bir sahne canlandırın gözünüzde: Bir sabah uyandığınızda, doğup büyüdüğünüz dededen kalma evinizin tarihi eser olduğuna karar verildiği, dolayısıyla bir sonraki emre kadar çivi çakamayacağınız söyleniyor. Sen kimsin, ne hakla, ne tarihi gibi sorular soramıyorsunuz.

Sonuç mu? Sonuç şu: Damınız akıyor, aktaramıyorsunuz. Ahırınız yıkılıyor, onaramıyorsunuz. Evladınız evleniyor, oda ekleyemiyorsunuz. Sıcak basıyor, çardak dikemiyorsunuz. Keçiler bahçenize giriyor, bahçe duvarı yapamıyorsunuz… Şirince yaşanmaz bir yer oluyor.

Ve kaç yıl boyunca? Sıkı durun: Tam 27 yıl boyunca! Yani bir kuşak boyunca! El insaf! Buna zulüm denir. Devletin vatandaşına yaptığı zulümdür bu. Başka da adi yoktur. Büyük Z ile zulüm.

Güzelim Rum evleri teker teker yok oluyor, Şirince boşalıyor, bir tarih yok oluyor ve acısını köylü çekiyor. Ama devlet erkanının umurunda değil. Neden olsun ki, onların damı akmıyor ki!

Bu arada cesur bir adam çıkıyor ve bu yok oluşa izin vermiyor. Seversiniz sevmezsiniz, Sevan Nişanyan bir fenomendir. Sanki elinde sihirli değnek, neye el atsa ortaya güzellikler saçılır. Tartışın, kavga edin, ama bu yeteneğini de lütfen teslim edin.

Sevan da (ve ayıptır söylemesi) ben de iyiyi, doğruyu, güzeli gördük mü dayanamayız. Sonunda ölüm olsa o yolda gideriz. Dostluğumuzu da biraz yarım aklımıza ama daha çok bu inadımıza borçluyuz. Öyle yaptık. Aptallık yerine iyiyi, doğruyu, güzeli tercih ettik. Aynen Matematik Köyü’nde yaptığımız gibi.

Arsa dahil toplam 70.000 dolara iki göz kamaştırıcı yapıt daha ortaya çıktı. Bu iki evden biri yarın yıkılacak.

Bugun birini, yarın diğerini, bir sonraki gün de Matematik Köyü’nü yıkarlar.

Sadece Nesin Vakfı’nın degil, Nişanyan evlerinin ikisi de dahil olmak üzere toplam 22 köy evi yıkılacak.

Köylüler infial halindeler. Devletle halk karşı karşıya.

Dokuz nüfuslu yoksul bir ailenin iki göz evi yıkılacak örnegin. Hem de bu kış kıyamette.

İnsanların kimseye zarar vermeden, kıyıda köşede biriktirebildikleri üç beş kuruşla, alınteriyle, emekle yaptıkları evler yıkılacak.

Aptallığı yeterince yazdım sanırım, yazmaktan ben sıkıldım. İşin  özüne geleyim: Gelin Şirince’de konuğumuz olun. Yarattığımız güzellikleri son bir defa görün. Vahşete ve tarihe tanık olun. Başka imkanı olmayanlar için yarın akşam saat 9’da Taksim’den, AKM’nin önünden Şirince’ye otobüs kalkacak.

İşin özünün özü: Bir iki gün içinde gerçekleşecek bu vahşetin sorumlularını herhalde merak ediyorsunuzdur. Söyleyeceğim. Ama içim kan ağlaya ağlaya söyleyeceğim: İzmir İl Özel İdaresi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin egemenliği altındaki İzmir İl Genel Meclisi.

CHP artık kime şikayet edilir bilmiyorum; son merci öleli 70 kusur yıl olmuş.

Sayın Kılıçdaroğlu: Ne yap ne et, bu halkı bu halk partisinden kurtar! Şirince gibi on köy, Nesin Vakfı gibi on vakıf feda olsun, yeter ki bizi bu halk partisinden kurtar.

Muhtaç oldugun kudret halk partisinde degil, bu halkın kendisinde mevcuttur!

Sevgi ve saygılarımla

Ali Nesin”

Toplam 16 yapı yıkılacak

İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı tarihi Şirince köyünde, butik otel olarak işletilen 16 yapıdan oluşan Nişanyan Evleri için İzmir İl Özel İdaresi Encümeni tarafından alınan yıkım kararının yarın uygulanacağı öğrenildi.

Selçuk Kaymakamlığı, Şirince köyünde bulunan, aralarında Sevan Nişanyan tarafından işletilen “Nişan Evleri” butik otel işletmesinin de bulunduğu 22 yapı için “sit alanında kaçak olarak inşa edildikleri”gerekçesiyle İzmir İl Özel İdaresi Encümeni tarafından geçen yıl eylül ayında alınan yıkım kararı, yarın uygulamaya konulacak.

Sevan Nişanyan, konuya ilişkin yıkılmak istenen şeyin sadece bir takım evler olmadığını, “yaşamın” kendisi olduğunu savunarak, “Yeterince yaşadım. Başkalarının hayat boyu yapamadıkları kadar eser koydum ortaya. Kitaplarımla, yazılarımla, küçük otelcilik alanındaki öncülüğümle, bu köyde yaptıklarımla, topluma ve insanlara karşı borcumu fazlasıyla ödediğimi düşünüyorum. Yıkmaya çalıştıkları şey bir takım evlerden ibaret değildir. Yaşamımı yıkmaya kararlılar” dedi.

Nişanyan Evleri’nin kurucusu Sevan Nişanyan, 16 yapıdan oluşan butik otel işletmesinin yakınına, adını “Hodri Meydan” koyduğu 12,5 metrelik bir seyir kulesi inşa ettirmişti.

(Yeşil Gazete)

Dünya Bülteni, Radikal ve mail listelerinden derlenmiştir.

Japonya protestolar sonucu balina avını durdurmak zorunda kaldı

Japonya, bir sivil toplum örgütünün protestoları nedeniyle her sene yaptığı Antarktika’daki balina avını durdurdu.

ABD merkezli çevreci grup Deniz Çobanı Koruma Topluluğu (Sea Sheperd Conservation Society) aktivistleri Japon filosunun ana gemisini bir süredir takip ediyordu.

Ülkenin balıkçılık kurumundan bir yetkili avın “şimdilik” güvenlik nedeniyle durdurulduğunu açıkladı.

Ticarî balina avı 1986’dan bu yana yasak ancak Japonya avlanmayı sağlayan bir bilimsel araştırma yönetmeliğini kullanıyor.

İzlanda ve Norveç ise yasağa resmî çekinceler koymuş durumda ve ticarî avlanmaya devam ediyor.

Yükleme rampası bloke edildi

Tüm avın durdurulup durdurulmayacağı henüz netlik kazanmadı.

Balıkçılık kurumundan Tatsuya Nakaoku, Reuters’a verdiği demecinde “Güvenliği öncelik olarak belirlediğimizden, filo şimdilik avlanmayı durdurdu. Bundan sonra ne yapacağımızı düşünüyoruz” dedi.

Aktivistlerin gemileri filoyu haftalardır taciz ediyordu.

Deniz Çobanı Koruma Topluluğu, botlarından birinin, filonun ana gemisinin kıç kısmındaki yükleme rampasını bloke ettiğini ve böylece zıpkınlanan balinaların gemiye yüklenmesini engellediğini söyledi.

Çevrecilere göre son günlerde balina avcıları Antarktika’daki geleneksel avlanma bölgelerini terk edip Güney Amerika’nın güney ucuna yöneldi.

Japon filosu dört gemi ve 180 kişilik mürettebat barındırıyor ve güney kış sezonunda Antarktika sularında 850 balina avlamayı amaçlıyor.

Kurtarılan her balina bir zafer

Deniz Çobanı’nın kaptanı Paul Watson, Steve Irwin gemisinden AFP haber ajansına uydu telefonuyla bağlanarak yaptığı görüşmede “Kurtarılan her balina bizim için bir zafer, demek ki bu sene birçok zafer kazandık” şeklinde konuştu.

Ticarî balina avı dünya çapında 1986’dan bu yana yasak.

Japonya bilimsel araştırma amacıyla avlanmaya devam edeceğini açıklasa da balina etinin yolculuğunun en sonunda yemek masalarında son bulduğu bilinen bir gerçek.

Çok az sayıda Japon düzenli olarak balina eti yiyor ancak birçoğu balına avı yasağını kültürel bir geleneğe yabancı müdahalesi olarak görüyor.

(BBC)

Çev: Serkan Köybaşı

İzlem’in yeni sayısı yayımlandı

İnsan Hakları Ortak Platformu tarafından yayımlanan İzlem’in 14. sayısı, ilgi çekici yargı kararları ile yasamadan önemli haberleri içeriyor.

Bu sayıda, yargı kararları arasında; partisinin TBMM’deki grup toplantısının bir bölümünde Kürtçe konuşarak “Siyasi Partiler Kanunu’na muhalefet ettiği” iddiasıyla yargılanan, kapatılan DTP’nin eski milletvekili Ahmet Türk’e “ceza verilmesine yer olmadığına” karar verilmesiyle ilgili haberi okuyabilirsiniz. Kararda yer alan yorum diğer mahkemeler tarafından da kabul edilirse, TBMM’de Kürtçe konuşulması, yargılama nedeni olamayacak.

Kürtçe’yle ilgili bir başka karar da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verildi. Ocak ayında verilen kararda Mahkeme; cezaevinde yazdıkları Kürtçe mektuplara el konulan kişilerin yaptığı başvuruya ilişkin olayda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin haberleşme özgürlüğünü ele alan 8. maddesinin ihlal edildiğine hükmetti. Haberin ayrıntılarını Uluslararası Kararlar bölümünde okuyabilirsiniz.

Yargıyla ilgili bir başka haber de Hizbullah sanıklarının tahliyesi nedeniyle tartışma konusu olan Ceza Muhakemesi Kanunu’nun uzun tutukluluğu sınırlayan 102. Maddesiyle ilgili. Madde uyarınca, suçlu oldukları Yargıtay tarafından da kayıt altına alınan cinayet sanıklarının tahliye edildi.

İzlem’in bu sayısında, caddelerin en kalabalık olduğu saatlerde bile kadınların travmatik deneyimler yaşamasına neden olan saldırıların artık son bulacağını düşündürten bir karar hakkında bir haber de yer alıyor. Haberde bu yılbaşı, kadınları taciz eden saldırganlara para cezası ile kurtulmalarını sağlayacak TCK’nın “taciz” başlıklı 105. Maddesi yerine, TCK’nın “cinsel saldırı” başlıklı 102. maddesini uygulayan hakim Celal Koç’un kararının dayanağının Yargıtay içtihatlarının oluşturduğuna yer veriliyor.

Yasama bölümünde Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı, 9 Şubat günü TBMM Genel Kurul’da kabul edilerek yasalaşan tasarının ayrıntılarını okuyabilirsiniz. Bu bölümde okuyabileceğiniz bir başka haber ise 12 Eylül referandumuyla yapısı değiştirilen, 2 bölümden ve 17 üyeden oluşması düzenlenen Anayasa Mahkemesi’nin çalışma usullerine ilişkin hazırlanan kanun tasarısı hakkında.

İzlem’in 14. sayısını İnternet üzerinden okumak için: http://e-kutuphane.ihop.org.tr/

(Yeşil Gazete)