Ana Sayfa Blog Sayfa 5275

21 Şubat: Dünya Anadil Günü

21 Şubat Uluslararası Anadil Günü, 2000 yılından bu yana UNESCO tarafından linguistik ve kültürel çeşitliliği ve çokdilliliği desteklemek amacı ile kutlanıyor.  Uluslararası Anadil Günü’nün temeli ise 1952 yılında Pakistan’ın, Urdu dilinin Bangladeş halkının da resmi dili olduğunu deklare etmesinden kaynaklanan Bengal Dil Hareketi oluşturuyor. Bu gün Bengali Dili Hareketi için Bangladeş polisi ile çatışan Bangladeşli üniversite öğrencilerinin öldürülmesinin yıldönümü olarak kutlanmaktaydı.

İstanbul Bilgi Üniversitesi AB Enstitüsü, 21 Şubat Uluslararası Anadil Günü kapsamında Dolapdere Kampüsü’nde bir etkinlik düzenliyor. Avrupa Birliği Enstitüsü tarafından 21 Şubat Uluslararası Anadil Günü kapsamında düzenlenen etkinlik edebiyatçıları, sanatçıları ve gazetecileri biraraya getiriyor. Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun (KAFFED) ve Global Dialogue’un katkılarıyla düzenlenen etkinlik, Dolapdere Kampüsü’nde saat 17.00’de başlayacak.

Anadil Anıtı, Bangladeş

Etkinliğe paralel olarak 21-28 Şubat tarihleri arasında Demokratik Çerkes Platformu’nun “Ana Dil” temalı afiş tasarım yarışmasında ödül almış eserlerden ve UNESCO’nun ”Dil Önemlidir” temalı afiş tasarım yarışmasından seçkilerden oluşan serginin de görülebileceği programda, farklı dilleri temsilen konuşacak katılımcıların ardından, Çerkes sanatçı Gülcan Altan farklı dillerde şarkılardan oluşan bir konser verecek.

Moderatörlüğünü İstanbul Bilgi Üniversitesi AB Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Ayhan Kaya’nın yapacağı etkinlikte Abazaca dili hakkında Sezai Babakuş, Adigece hakkında Kuşha Doğan Özden, Ermenice hakkında Pakrat Estukyan, Gürcüce hakkında Fahrettin Çiloğlu, Kürtçe hakkında Muhsin Kızılkaya, Lazca hakkında Mehmedali Barış Beşli, Ladino hakkında Karen Gerson Sarhon, Süryanice hakkında Yakup Atuğ bir konuşma yapacaklar.

UNESCO’nun yayınladığı atlasa göre Dünya’da 2 bin 500 dil tehlikede. Türkiye’de tehlikede olan dil sayısı ise 18. (100 yıl içinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacak ise dil tehlikede; bir dili konuşan hiç çocuk kalmamışsa dil ölü kabul edilmektedir). UNESCO tarafından belirlenen “son derece tehlikede” (critically endangered) kategorisine Türkiye’den Hertevin dili giriyor. Bu dilin sadece en yaşlılar tarafından, nadiren kullanıldığı kabul ediliyor.

(Yeşil Gazete)

Yeşiller: “Türkiye Kıbrıslıları Kıbrısla alakasız ‘stratejik ilgi’lerine alet etmemeli”

AKP Hükümeti, Erdoğan ve ‘Başbakan’ Küçük’ün dün Ankara’da gerçekleştirdikleri görüşmeyle Kıbrıs halkının Türkiye’ye tepkisinde bir yumuşama yanılsaması yansıtmaya çalışırken, yarın ve 2 Mart’ta Kıbrıslıtükler gerçek tepkilerini gösterecek protestolar hazırlığında.

Yeşiller Partisi uzun zamandır endişeyle ve Türkiye hükümetinin haksız tavrından rahatsızlıkla izlediği gelişmelerle ilgili bir açıklama yaptı. Parti Meclisi ve Uluslararası İlişkiler Çalışma Grubu üyesi Alidost Numan tarafından yapılan açıklamada yarın ve 2 Mart’ta Ada’da yapılacak protestolarda olabilecek herhangi bir baskı ve saldırının sorumlusunun Türkiye hükümeti olacağı belirtildi.

Numan “Yeşiller olarak, Türkiye’yi, hükümetiyle ve tüm devlet kurumlarıyla, bir an evvel Kıbrıslıların iradesi üzerindeki baskıları kaldırmaya çağırıyoruz. Türkiye yavaşlattığı normalleşme sürecini bir an evvel yeniden hızlandırmalı, Kıbrıs halkının iradesine saygı göstermeli, tüm Kıbrıslıların geleceğini Kıbrısla alakası olmayan ‘stratejik ilgi’lerine alet etme davranışından vazgeçmelidir.” dedi.

Alidost Numan’ın yaptığı açıklamanın tam metni şöyle:

“2 Mart tarihinde Kıbrıslıtürkler İkinci Toplumsal Varoluş Mitingi’nde yine sokakta olacaklar. Bunu, Başbakan Erdoğan’ın hakaretamiz tehditlerine rağmen yapacaklar. Daha önce ise 19 Şubat’ta, yani yarın askersiz bir Lefkoşa için açıklamalar yapılacak.

Yeşiller Partisi olarak Türkiye hükümetini, Ada’daki uluslarası hukuka aykırı fiili hakimiyetini, Kıbrıslıların demokratik haklarını kullanmasına mani olacak şekilde değil, göstericilerin demokratik ifade özgürlüğü ve can güvenliğini koruyacak şekilde kullanmasını talep ediyoruz. Göstericilerin, öncelikle de Türkiye’nin 1950’lerin sonundan beri Ada’da geliştirdiği paramiliter yapılara karşı korunması gerekiyor. Kıbrıslıtürk protestocuların maruz kalacağı herhangi bir baskı ya da saldırının sorumlusu Türkiye hükümeti olarak bilinecektir.

Başbakan Erdoğan, 28 Ocak’ta yapılan ilk Toplumsal Varoluş Mitingi’nde Türkiye’nin 37 senedir bitiremediği “barış harekatı”na karşı tepkilerini dile getirip Kıbrıs bayrağı açan protestocuları hedef almış ve Kıbrıslıtürkleri fazlasıyla rencide etmişti. Erdoğan’ın ifadesinde kullandığı ‘şehit, gazi, stratejik ilgi’ üçlüsü, Türkiye’nin niçin Kıbrıs’ta bulunduğunun ve işgal hâlinin en yüksek düzeyde ve en samimi bir itirafıydı.

Bu hakaret ve itiraf üzerine Kıbrıslıtürklerin tepkilerinin büyüyerek devam etmesi doğaldır. Kıbrıslılar 1960 Cumhuriyeti’nin Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk milliyetçilerin eylemleriyle işlemez hâle getirilmesinde Türkiye’nin aktif rolünü gayet iyi bilirler. Türkiye barıştan yanaysa, izlemesi gereken siyaset Ada’da Adalı tarafından istenmediğini idrak edip çözüm adına anlamlı adımlar atmaya başlamaktır.

Türkiye bir an önce Ada’ya gönderdiği yerleşimcilerce seçilen Eroğlu’yu müzakere masasında tüm Kıbrıs halkının menfaatine olacak cesur adımlar atma yönünde ikna etmelidir.

Türkiye çözüm yönünde samimi bir irade göstermek istiyorsa, Kıbrıs’taki askeri varlığını kayda değer bir sayıda azaltmalı, Ada’nın, 1977-79 BM görüşmelerinde imzalanan Doruk Anlaşmaları çerçevesinde, detaylarına Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumların karar vereceği, yalın fedaratif bir çözümle birleştirilmesine engel olmamalıdır.

Türkiy aynı zamanda, Ada’da on yıllardır gerçekleştirdiği nüfus mühendisliği sonucunda orada bulunan Türkiyelilerin insan haklarını ihlal etmeksizin, politikaları sonucunda gerçekleşen mülkiyet ihlallerinin bedelini ve adayı terk etmeyi seçecek Türkiyelilerin Türkiye’ye dönüşünün ve uyumunun maliyetini sırtlamalıdır.

Kıbrıslıtürklerin tepkileri kendi kaderlerini tayin etmelerine izin verilmemesiyle ve bunun ekonomik zemindeki yansıması olarak Türkiye’den dayatılan özelleştirmeci, kazanılmış hakların ilgası anlamına gelen bir yeniden yapılanma paketiyle alâkalıdır. Türkiye Kıbrıs’taki askeri varlığıyla kuzeyin ambargo altında olmasının ve güneyden fakir bir ekonomiye sahip olmasının sorumlusudur. Ayrıca Ada’ya aktardığı yüzbinleri bulan vatandaş ve kayıtsız nüfusun sosyal devlet üzerindeki yükü kayda değerdir.

Türkiye, 1996’daki Susurluk skandalından beri açıkta tutamadığı kara parayı ve bununla birlikte kumarhane ve cinsel sömürü sektörlerini Ada’ya aktarmış, Kıbrıs’ta güvenli ve yerel bir ekonominin gelişmesine engel olmuştur. Erdoğan’ın tüm bu şartlara rağmen Kıbrıslılara çok gördüğü ve rakamları tamamen yanlış bildiği memur maaşları ise güneydekilerin yarısı ile üçte biri arasındadır.

Erdoğan hükümetinin şımarık ‘beslemeler’ olarak tasvir ettiği Kıbrıslılar bir nesil önce bisikletleriyle yerel ekonomileri içinde yaşarken şimdi bir tüketim toplumu çarkı içinde hapsolmuşlarsa, bunun sorumlusu Ada’nın kültürel ve coğrafi bütünlüğünü, yaşam dengesini yerinden etmiş olan işgal hâli ve ganimet ekonomisidir.

Türkiye bu gidişatı durdurmak yerine hata üstüne hata yapmaya devam etmektedir Son olarak DPT Müsteşar Vekili ve Kıbrıs halkını ayaklandıran ekonomik yapılanma paketinin mimarı Halil İbrahim Akça’yı bir sömürge valisi atar gibi Lefkoşa Büyükelçisi olarak atamıştır.

Yeşiller olarak, Türkiye’yi, hükümetiyle ve tüm devlet kurumlarıyla, bir an evvel Kıbrıslıların iradesi üzerindeki baskıları kaldırmaya çağırıyoruz. Türkiye yavaşlattığı normalleşme sürecini yeniden hızlandırmalı, Kıbrıs halkının iradesine saygı göstermeli, tüm Kıbrıslıların geleceğini Kıbrısla alakası olmayan ‘stratejik ilgi’lerine alet etme davranışından vazgeçmelidir.”

Üçüncü Köprü’de tarihe geçecek belge – Metin Münir

Hükümet kararlı, kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın Üçüncü Boğaz Köprüsü’nü İstanbul’un kuzeyine, şehrin ormanlarının, su havzalarının ve az iskân edilmiş yerlerinin bulunduğu bölgeye oturtacak.
Çünkü esas amaç trafik sıkışıklığını azaltmak değil, rant yaratmaktır
.
Üçüncü Boğaz Köprüsü geçişinin de dahil olduğu Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’nin Garipçe ve Poyrazköy mevkileri arasında konumlandırılması İstanbul’da tarihte görülmemiş bir gayrimenkul rantı yaratacak. Buna o kadar çok ağız sulanıyor ki, yaratılan baskının önüne geçilmesi neredeyse olanaksız.
Nitekim, 27 Aralık 2010’da Tayyip Erdoğan başkanlığında toplanan Yüksek Planlama Kurulu (YPK), Karayolları Genel Müdürlüğü’ne projeyi yap-işlet-devret yöntemi ile gerçekleştirmesi için olur verdi.
Birkaç saat sonra Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Kemal Madenoğlu, ki YPK toplantısında o da vardı, toplantıda alınan kararı Ulaştırma Bakanlığı’na yolladı.
Köprünün en hararetli hamilerinden olan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da halka müjdeyi vermekte gecikmedi: Proje için bu ay ilana çıkılacak, istekli isteyen şirketlere “Buyurun, başvurun” denecek.
Bu YPK kararı AKP’nin Türkiye’yi, nasıl yönettiğinin klasik bir örneği olarak idare hukuku derslerinde yer almaya adaydır. Üstelik bunu ben değil, elimde bir nüshası bulunan YPK kararının, ki altında Başbakan Erdoğan’ın da imzası vardır, kendisi söylüyor.
Belgeye göre YPK, köprünün “Mevcut ulaşım altyapısındaki trafiği rahatlatacak bir koridorda planlanması” gerektiğini söyleyerek, zımnen, Garipçe-Poyrazköy güzergâhının İstanbul trafiğine çözüm getirmeyeceğini kabul ediyor. Ama, güzergâhını değiştir, demiyor.
Tersine, “bütçeye gelecek mali yükün en aza indirilmesini temin edecek şekilde belirlenmesi…” diyor.
Peki, bu ne anlama geliyor? Tercümesi şu: Bu köprünün üzerinden çok az araç geçecek ve biliyorum, sen onu yapacak şirketlere üstüne bir de üstüne para vermek zorunda kalacaksın.
Bu güzergâhın İstanbul trafiğini rahatlatmayacağını YPK toplantısında bulunan DPT Müsteşarı Madenoğlu’nun Ulaştırma Bakanlığı’na daha önce yazdığı mektuplardan biliyoruz. (Yoksa, bunları toplantıda söylemediniz mi Sayın Madenoğlu?)
Her ne kadar hükümet tersini savunuyorsa da, köprü ve onu Anadolu ve Trakya’ya bağlayacak yol, İstanbul’da yerleşimin kuzeye kaymasına yol açacak. Uzmanlara göre, bu, çevrenin tahrip olmasına, İstanbul nüfusunun yirmi milyona çıkmasına neden olacak.
YPK, bunları bilmesine rağmen, milyonlarca insanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyecek olan bu proje için “çevre etki değerlendirmesi yap” demiyor.
“Çevresel etkilerin detaylı olarak belirlenerek gerekli önlemlerin alınması” gibi her tarafa çekilecek müphem bir talimat veriyor.
YPK’nın Karayolları Genel Müdürlüğü’ne verdiği talimatın özeti şudur: Ben sana işi doğru yap diyormuş gibi görüneyim, sen de doğru yaparmış gibi görün. Ama biz bildiğimizi okuyalım.
(Metin Münir, Milliyet Gazetesi 18.02.2011)

!f İstanbul’a yeşil bakış

Vakti kerahat geldi ve memleketin bir KSV (Kültür Sanat Vakfı) ya da başka bir STK’sı değil de doğrudan bir şirket tarafından düzenlenenler arasında ilk mi tek mi bilemeyeceğim ama, en çok bilinen ve en merakla beklenen bağımsız film festivalinin onuncusu, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali başladı.

İlk yıllarında daha da bir heyecanla beklenirdi ama, geçen zaman içinde hem bölümleri, filmleri ve etkinlikeriyle, hem de  partileriyle KSV festivallerine de alternatif, belki de onların da didaktik formlarını dönüştüren, biraz da “rekabet” yaratarak canlandıran niteliğini sürdürdü, kendisi de sahibi salonlar zinciri şirket ile birlikte içerik ve coğrafya olarak genişledi. Umarız bağımsız filmleri gösteren salonların birbiri ardına kapanmasının ardından pıtrak gibi yayılan AVM tipi çok salonlu sinemaların öncüsü aynı zincir şirket festival dışı zamanlarda da “kurumsal sosyal sorumluluğu” gereği bu tür alternatifleri gösterime sokmaya devam eder.

Programda çoğu gösterime de girecek olmasına rağmen en çok ilgiyi göreceğini tahmin ettiğim Hit Filmler ve 10 Yıl Retrospektifi dışında genç sinemacıların filmlerinin gösterildiği ‘Keşfet’, ‘Fantastik Filmler’ ve Kısalar gibi bölümler de yer alıyor.

Yeşil Gazete okurlarını ise bunlara ek olarak ekoloji ve toplumsal hareketlerle ilgili olanlar, yani çevre ve insan haklarıyla ilgili belgesellerden oluşan ‘Dünyanın Çivisi’, kurmaca belgeseller, müzik üzerine filmlerin yer aldığı ‘Sesli Yaşam’, demokratik açılıma mı yoksa Kürt hareketine mi selam çaktığı belli olmayan ‘Açılıma Devam’ ve eşcinsel sinemaya özel ‘Gökkuşağı’ bölümleri ayrıca ilgilendirecektir. Festivalin olgunluk döneminin bir göstergesi de Sundance Film Festivali ile anlaşılarak oluşturulan özel köşe.

‘Doğalgazülkesi’

Festivali Amerikalı tiyatro ve film yönetmeni Josh Fox’un evinin içinde bulunduğu ormanlık bölgede doğalgaz sondaj ve kuyuları açılması için girişimlerde bulunulduğunu öğrenmesiyle başladığı iç karartıcı dedektiflik hikayesinin anlatıldığı belgesel ‘Gasland’ ile açtım. Kenarından bir çayın da geçtiği ve ailesinin kendi elleriyle yaptığı küçük arazisi için gelen 100.000 dolarlık teklif altındaki bit yeniğini araştıran Fox’un karşısına çok geçmeden oğul Bush döneminin perde arkasında asıl başkanlığını yürüten Dick Cheney’in Halliburton şirketi (Irak’taki yatırımlarından da hatırlayabilirsiniz!) öncülüğünde bütün kıtada yaygın olarak yaşanan (ancak medyada pek de duyulmayan) bir dram çıkar. Bush zamanında bir anda Amerikalılar ‘Doğalgazın Suudi Arabistanı’ olduklarını keşfederler ve Halliburton tarafından geliştirilen ‘yeryüzü kabuk çatlatma’ yöntemiyle uygun arazilerden doğalgaz çıkarılmaya başlanır.

Yöntemin özü sondaj kuyularından yeryüzü derinliğine kimyasal bir çorba enjekte edilmesi, bir deprem yaratılması ve oluşturulan basınçla doğalgazı hapseden sert kabuğun çatlatılmasıyla yüzeye yaygın bir gaz çıkışı sağlanmasıdır; tabii ki bu çıkış her zaman kontrol edilemez ve hem gaz, hem de basınç oluşturması için verilen kimyasal çorba yukarı doğru geri çıkarken yerel halkın ve çiftliklerin içtiği ve kullandığı su kuyularına karışacak, sızıntılar yoluyla araziye ve derelere yayılacaktır. Bunun sonucu içme sularının bir anda içilemez hale gelmesi, muslukların ateş alması, kanser ve sinir sistemi hastalıkları başta olmak üzere bir dizi sağlık sorununun yörede yaygın hale gelmesi ve tabii ki çevredeki doğal yaşamın da olumsuz etkilenmesiyle toplu ölümlerin yaşanması ve sağlıklı çiftçilik ve hayvancılığın da imkansız hale gelmesidir.

Ek olarak gazın yoğuşturulduğu yüzey tanklarından yayılan zehirli gaz bulutları ve kuyularda yaşanan patlamalar da sıradan vakalardır. Daha korkuncu Texas ve Colorado’dan başlayan ve hiçbir boş alan bırakmadan yayılan sondajların ve kuyuların adım adım kuzeyde Wyoming ve doğuda New York’a kadar genişlemesidir.

Ancak olayın asıl çarpıcılığı, bu yatırımlar başlamadan hemen önce Cheney’in çok iyi planlanmış girişimiyle bu yatırımların ‘Temiz Hava ve Su Yasalarından’ ve çevresel değerlendirmelerden muaf tutulması ve bu etkilere yol açan teknikler ve malzemeler hakkında bilgilerin ‘ticari sır’ olarak saklanması yoluyla kamusal denetimin imkansız kılınması, federal Çevre Koruma Ajansının ve eyalet düzeyindeki muadillerinin elinin kolunun bağlanması ve ancak başları derde girdiğinde bir sorun olduğunu algılayan yurttaşların şirketlere karşı bile isteye korunmasız bırakılmış olmasında.

Haliyle Erin Brockovich’in benzeri bir durumla ilgili olarak Pacific Gas and Electricity şirketine karşı yürüttüğü kampanyada olduğu gibi burada da titiz bir dedektiflik çalışması yürütmek gerekiyor. Film boyunca da Josh Fox’un yolculuğunda belgelediği bir çok dramı, gizlenen gerçekleri, şirket yönetici ve lobicileri ile kamu görevlilerinin sergilediği ikiyüzlülük ve utanmazlığı (içilebileceği söylenen çeşme suyunu karşılarına çıkarınca hiçbiri içmiyor, zararsız olduğunu iddia ettikleri kimyasalların denetime alınmasına karşı çıkıyor, ısrarla bilgi saklıyor ve açıkça yalan söylüyorlar) ve mağdurların içinde debelendiği çaresizliği izliyoruz.

Oldukça karamsar giden ve Obama’ya da umut bağlanmaması gerektiğini ima eden filmin sonunda iş New York’un su havzalarına zarar verme olasılığına dayanınca kentlilerin kampanyası sonucu kuyuların ilerleyişi Kongre tarafından durduruluyor. Ancak film Fox’un mağdurlarla olan dava kardeşliği hissiyatı ve ‘Not in my backyard/Benim arka bahçemde olmasın!’ anlayışından ‘Bütün ülke, hatta Dünya hepimizin arka bahçesidir’ görüşüne evrilmesi dışında bu engelin de kalıcı bir zafer anlamına gelmediği ve mücadelenin süreceği vurgusuyla sona eriyor.

Fox filmde mülakatlar, anlatımlar, yol görüntüleri, sloganvari ara yazılar ile karışık bir teknik kullanmış ve bilinçli bir şekilde kasvet atmosferi yaratmak için Michael Moore tipi ajitasyonlara ve kara mizaha girişmemiş, ancak bu filmin izlenebilirliğini azaltmıyor, aksine durumdan yola çıkarak yaratılan gerilim nedeniyle sinirden köpürerek ve kasılarak salondan çıkıyorsunuz. Film boyunca solcu müzisyen Pete Seeger’ın ‘This Land is Your Land’ şarkısına bolca referans var ve Fox’un banjosu da (gaz maskesiyle birlikte) önemli yan rollerde. 2010 Sundance Festivalinde Belgesel dalında jüri özel ödülü alan filmin web sitesinde de ayrıca ayrıntılı bilgi, interaktif harita ve eylem çağrı ve önerileri bulunuyor. Film İstanbul’da bir kez daha bugün (18 Şubat Cuma) 13.00’te, Ankara’da ise 3 Mart’ta gösterilecek.

Gelecek program: 4 Bölümde Utopya : Sam Green ve Dave Cerf ile Canlı Bir Belgesel

Programdan önümüzdeki günler için öneriler:

Filmler: “2012: Değişim Zamanı”, “Bir Avuç Cesur İnsan”, “Kadınlar Kahramandır”, “Gintama”, “Aşırıcılar”

Etkinlikler:

– Canlandıranlar Yetenek Kampı Gösterimi ve Yönetmenlerle Söyleşi, 20 Şubat 2011 15:00 – 16:30,
The Hall Festival Merkezi Ana Salon

– Yurttaş !f , 17 – 27 Şubat 2011 15:00 – 19:00, The Hall Festival Merkezi – Ana Salon

– “Geçiş Sürecinde 1.0” Ücretsiz Film Gösterimi ve Söyleşi, 22 Şubat 2011 15:00 – 17:00, The Hall Festival Merkezi-Arka Salon (Söyleşi: Gizem Altın Nance, Buğday Ekolojik Yaşam Derneği İletişim Direktörü ve Pedal Sesi Bisiklet Topluluğu Sözcüsü)

Alper Akyüz

Odatv yöneticileri tutuklandı

Odatv internet gazetesinin sahibi gazeteci-yazar Soner Yalçın, Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan ve Haber Müdürü Barış Terkoğlu sabaha karşı tutuklandı. Tutuklama nedeni ‘Ergenekon örgütü üyeliği ve halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek’. Editör Ayhan Bozkurt ise savcılıktan serbest bırakıldı.

İddialara göre savcılıkta Barış  Terkoğlu’na ‘hangi örgütün hangi gazeteciyi kullanacağına ve medyanın yeniden yapılandırılmasına’ ilişkin bilgiler olduğu öğrenilen “Ulusal Medya 2010” adlı dokümana ilişkin sorular yöneltildi.

Terkoğlu’na ayrıca Nedim Şener’in ‘Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat’ isimli kitabının neden bilgisayarında yer aldığı, “Hakim ve savcıların iftar yemeği”, “Mısır ayaklanması Türkiye’ye sıçrar mı?” şeklindeki haberlerin neden yapıldığının da sorulduğu iddia edildi.

Savcılıkta sorulduğu iddia edilen diğer sorular ise şöyle: Balyoz, Ergenekon, Mısır ayaklanması ve hükümete ilişkin internet sitesinde yayınlanan haberler ile İkinci Ergenekon davasının tutuklu sanığı Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna Hizb-ut Tahrir üyesi olduğu iddia edilen Mahmut Oğuz Kazancı’nın rehber bilgilerinin yüklenmesine ilişkin haberler;  telefonda görüşülen bir kişinin ‘Tutanaklar karıştı, yükleme yok, yanlış haber yapma’ dediği hatırlatılarak, “Sizi yanlış haber yapmayın diye uyarıyorlar. Siz buna rağmen neden haber yaptınız?” sorusu; gazeteci Nedim Şener’in Fethullah Gülen’le ilgili kitabı, gazeteci-yazar Nihat Genç ile Odatv arasındaki ilişki, hâkim ve savcıların iftar yemeğiyle ilgili haberin neden yapıldığı, Yalçın Küçük’le yapılan telefon görüşmeleri.

Nöbetçi 12.Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki sorgusunun ardından tutuklanan Soner Yalçın, Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan, Metris Cezaevi’ne gönderildi.

Adliyeden çıkarken basın mensuplarının sorusu üzerine Yalçın, “Biz bu bayrağı Abdi İpekçilerden teslim aldık. Onların yolunda yürüyoruz” dedi. (İnternet Haber, NTVMSNBC)

Ortadoğu’nun tarihsel yazgısı değişiyor mu?

Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya bütün yönetimleri hallaç gibi sallayan halkların demokrasi ve özgürlük taleplerine ordular nedeniyle gölge düşer gibi olsa da, despotik yönetim anlayışlarının artık eskisi gibi süremeyeceği ortada.  Tunus ve Mısır’ın ardından Yemen, Bahreyn, İran’da da isyanlar gelişiyor. Halk, Ortadoğu’nun yüz yıllık belası monarşi, oligarşi, teokrasi ya da sözde cumhuriyetleri, hangi adla nasıl tanımlanırsa tanımlansın, işbirlikçi elitist iktidarları artık tarihin çöplüğüne atıyor.

Bu topraklarda bir zamanlar hüküm surmuş Osmanlı’nın ardılı olmanın verdiği saçma bir ‘’üstünlük’’ duygusundan mı, yoksa modern Türkiye’nin din korkusundan mıdır bilinmez ama bizde ki soylular(!)  ve halkın azımsanmayacak bir kısmında Arap toplumlarının basiretsizliği ve güvenilmezliği üzerine yaygın bir kanaat vardır. Benzer şekilde batı dünyasında da Arap toplumlarına karsı daha çok İslamofobiden ve kültür farklılığından beslenen bir takım on yargıların varlığı inkâr edilemez. Bu küçümseyici bakısın aksine Mısır, Irak, Libya, Cezayir ile İran halkının mücadele tarihi hiç de azımsanacak gibi değildir. Bu toplumların geçmişteki demokrasi ve özgürlük talepleri ya dışarıdan direkt askeri işgallerle durduruldu ya da çeşitli entrikalarla çıkarları güvenceye alacak despotik militarist anlayışların yönetime getirilmesiyle bastırıldı.

Fakat son olaylar, kişisel bir nedenden başlamış olsa da (Tunuslu bir gencin ‘’kadın’’ polis memurundan yediği tokadı gurur meselesi yaparak kendini yakması) Ortadoğu toplumlarında birikmiş enerjiyi umulmadık bicimde dışa çıkarttı. İsyan Tunus’un ardından sirayet ettiği Mısır’da da sadece onlarca yıllık istibdat rejimlerini yıkmadı, Türkiye’de pek sevilen tabirle söylersek, Ortadoğu’nun yüz yıllık ‘’makûs talihi’’ni de sonlandırarak gerçek bir halk devrimine donuştu.

Mübarek’in anti-demokratik koşullar ve bozuk gelir dağılımına rağmen, 30 yıllık sarsılmaz iktidarının sorgulanmasına dahi olanak vermeyen tarihsel, politik, sosyolojik nedenler, farklı deneyimleri olsa da diğer Arap ülkeleri, İran ve hatta Türkiye içinde geçerli. 19. Yüzyıl sonlarında petrolle başlayan ve soğuk savaş döneminde batı- Sovyet rekabetinden kaynaklanan lanet, Ortadoğu’nun kaderi oldu. Mısır’ın batı çıkarlarını koruyan elitler dışındaki halkı için bu lanet, iki nedenden ötürü daha da ağır sonuçlar doğurdu. Birincisi Süveyş kanalının stratejik önemi, diğeri de İsrail’in bir proje olarak 2. Dünya savası sonrası hemen yanı basında ki varlığı. Tarihteki ilk üç uygarlıktan ikisinin yükselişine tanıklık eden kadim topraklar, binlerce yıllık süreçte insanlığın toplumsal ve kültürel evrimine öncülük ettikten sonra, özellikle 20. yüzyılda şiddet, sömürü, dikta ve tutuculuğun merkezi haline geldi ya da getirildi.

Ortadoğu coğrafyasında her biri sınırlı petrol kaynaklarına sahip olacak biçimde irili ufaklı pek çok devlet, basta Britanya olmak üzere batılı güçlerce bölünerek tasarlandı. Feodal, etnik, dinsel ve bölgesel çelişkileri derinleştirerek kullanmakta ustalaşmış Britanya ve kısmen de Fransa ve İtalya bölgedeki varlığını bu stratejiyle korudu. Lenin’in Ekim Devrimi öncesi makalelerinde sıkça konu ettiği istatistiklere göre, gecen yüz yıl basında dünya yüzeyinde sömürgeleştirilmemiş hiç bir toprak sahası kalmamıştı.[i] Britanya’nın Hindistan Sömürge Bakanlığına bağlı 4 milyon kişilik askeri kuvveti Ortadoğu’ya yığması bölgenin gelecekte tasarlanmış yönetim biçimlerinin asla kendi kaderine terk edilemeyecek önemde olduğuna dair ipuçlarını da veriyordu. Musul, Kerkük, Basra, Kuveyt ve İran’ın güneyindeki petrol sahaları, körfez bölgesi ve Arabistan yarımadasındaki Petrol sahalarının tamamını, Süveyş’in kontrolünü büyük oranda ve Türkiye’deki boğazların geleceğini de uluslararası Montrö Sözleşmesiyle garantiye alan Britanya, stratejik önemi daha az olan yerleri Fransa, İtalya gibi ülkelere bıraktı. Hatta Britanya muhtemel Sovyet tehdidini bertaraf etmek için kuzeyde tampon bölge oluşturmak istemiş ve bu amaçla Türkiye’nin orta ve doğusunu bölgeden pay isteyen ABD’ye önermiştir.  Wilson başkanlığındaki Amerikan Kongresi askeri ve ekonomik acıdan kapasitelerini aşacağı gerekçesiyle planı reddetmiştir.[ii]

Bunca yıllık mücadele sureci sonunda kukla yönetimleri yıkmaya başlayan halk isyanlarını siyasal özne yokluğu, sınıf karakterli olmayışı, orduların rolü, basta ABD olmak üzere büyük güçlerin ekseni dışına çıkamayacağı üzerinden ya da başka argümanları gerekçe göstererek yaşananların bir şeyi değiştirmeyeceğini ileri surenler hala var. Oysa Ortadoğu’da yaşanan değişimin bicimi ve kazanımlarına bakıldığında devrim olarak tanımlanmayı gerektiren pek çok unsuru içerdiği görülür.

  • Toplum-devlet ilişkisi üzerinden düşünüldüğünde Ortadoğu’daki gelenek bozulmuştur. Toplum devletin önüne geçmiştir. İlk defa askeri darbe ya da entrikalarla değil, tabandan yani halkın gücüyle sarsılmaz görünen despotluklar koltuklarını terk etmek zorunda kalmışlardır.
  • Halk gücünün farkına varmış, psikolojik üstünlük sağlamıştır. Devletin şiddet tekeli üzerinden yeniden despotik iktidar kurmak eskisi kadar kolay olmayacaktır.
  • Sınıfsal, etnik, dinsel, kadın, erkek bütün halk kesimlerinin katılımıyla gerçeklesen bu devrim her hangi bir ittirme ya da motivasyonla değil, öz güce dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Tam anlamıyla organiktir.
  • Devrimin bütün toplumu kapsaması demokrasi kültürünün kök salmasında belirleyici ve kolaylaştırıcı etki yaratacaktır. Örneğin Mısır’da en örgütlü yapı olarak Müslüman Kardeşlerin süreçte duyarlı davranarak fırsatçılığa mesafe koyması, ılımlı bir ortam yaratarak karşılıklı saygı ve empatiyi guclendirecektir.
  • Batının halka rağmen despotlarla kurduğu çıkar odaklı reel politiği eskisi kadar etkili olamayacaktır. Eski kolonyal zihniyetle bölge üzerinde hâkimiyet artık zorlaşmıştır. Çünkü devrim Tunus ve Mısır’la sınırlı kalmayacaktır.
  • İsrail’in uluslararası hukuku hiçe sayan askeri yöntemleri kullanması zorlaşacak, hukuk tanıyan pozisyona gelmesi zorunlu olacaktır.
  • Darısı kutsal devlet mitiyle gittikçe kültürel fakirliğe ve boyun eğmeye doğru itilen Türkiye toplumunun başına…

    Not: Bu yazıyı bitirmeye çalıştığım sıralarda Libya’da da büyük protestolar baş gosteriyordu bile. (H.G.)


    [i] V.İ.LENİN. Doğuda Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri. Belge Yayınları.

    [ii] M.S LAZAREV. Emperyalizm ve Kürt Sorunu. Özge Yayınları.

    Dalan’ın şartlı ifade talebine ret

    İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, ”İrtica ile Mücadele Eylem Planı” davası kapsamında hakkında kırmızı bültenle arama kararı çıkartılan firari sanık Yeditepe Üniversitesi kurucusu Bedrettin Dalan’ın avukatlarının yaptığı Türkiye’ye gelip duruşmada ifade vermek için ilgili kanun gereği mahkemeden tutuklanmayacağına dair güvence belgesi verilmesi yönündeki isteminin reddine karar verdi.

    Bedrettin Dalan’ın soruşturma sürecinde yargısız infaza tabi tutulduğu, suçlu gibi gösterildiği ve kaçak olduğunun vurgulandığı belirtilen dilekçede, Dalan’ın yargılanmaktan değil yargısız infazdan kaçtığı ifadesine yer verilmişti.

    Dilekçede, CMK 248. maddenin 7. fıkrasının atıfta bulunduğu 246. maddenin 1. fıkrası kapsamında Dalan’ın tutuklanmayacağı konusunda yasada belirtilen güvence belgesi verilmesi halinde ülkeye gelerek ifade vereceği ve yargılamanın her aşamasında da yer alacağı kaydedilmişti.

    Tedavi için yurtdışına çıktığını açıklayan Bedrettin Dalan halen aranıyor.

    (Ntv-Yeşil Gazete)

    Libya’da 34 gösterici öldürüldü iddiası

    Tunus ve Mısır’dan sonra bölgede halkın yönetimlere karşı ayaklandığı ülkelerden biri olan Libya’da hükümet güçlerinin göstericilere müdahaleleri sonucunda bugün en az 34 kişinin öldüğü iddia edildi.

    Yeşil Gazete Haber Merkezi halen Libya’da bulunan Türkiyeli bir işçiye ulaştı ve Libya’da neler yaşandığını sordu. El Cezire dahil yabancı basının giremediği, yerli basının da devlet kontrolu altında olduğu ülkede yaşananlar dünya kamuoyuna güvenilir bir şekilde yansımıyor. Bugün gazetelere Beyda’da 14 kişinin öldüğü iddiası  yansımış, ancak tam olarak doğrulanamamıştı.

    Edindiğimiz bilgiye göre Libya’daki gösteriler Tunus ve Mısır ayaklanmalarıyla birlikte başladı ve önce ev işgalleri yaşandı. Koreli ve Türk firmaların şantiyeleri basıldı, evler işgal edildi, firmalar çalışamaz hale geldi. Ancak bu durum dış basında hiç yer almadı ve başlangıçta işgallere seyirci kalan polis ve asker, durumun bir halk ayaklanması olmadığına kanaat getirince tüm işgal edilen yerleri zorla boşalttı, onlarca insan hapishanelere yerleştirildi ve yağmalanan şirketlere de ya tazminat ödendi ya da sözler verildi.

    Bilindiği gibi 17 Şubat günü Libya’da Gazap Günü ilan edilmişti. Bugün yaşanan isyanlarda El Cezire dahil hiçbir yabancı basının giremediği Libya’dan protesto görüntüler ilk kez youtube’da yayınlandı. Videolarda göstericilerin “Kahrolsun Kaddafi, Kahrolsun rejim” yazılı pankartlar taşıdıkları görülüyor.

    Aldığımız bilgilere göre hükümet güçleri göstericilerin üzerine ateş açıyor ve Bingazi’de 18, Beyda’da 14, Derne’de 2 ölü olduğu söyleniyor. Hükümet konu hakkında konuşulmasını yasaklamış ve telefonları yurtdışı aramalara kapamış durumda. İnternet erişimi de sınırlı, insanlar ancak kaçak internet üzerinden cep telefonu ile konuşma olanağına sahip.

    1996 katliamı

    Libya bölgedeki diğer ülkeler gibi uzun yıllardır baskıcı bir rejimin egemenliği altında. Ancak Libya’da aşiret kanunları devletin kanunlarından önce geliyor ve devletin kanunları aşiretlerin kanunlarına saygı ile başlıyor. Aşiretlerin yazılı kanunları olmayınca bu durum demokrasi ile bağdaşmayacak keyfi bir yönetim şeklini alıyor. Üstelik Libya’da bu yönetim şekli iller ve ilçeler arasında farklılıklar gösteriyor.

    Libya 41 sene önce bir iktidar değişimine sahne olmuştu. Muammer Kaddafi genç bir subayken yaptığı darbe ile iktidarı ele geçirdi ve Kaddafi diktatörlüğü muhaliflere göz açtırmadı. 1996 yılında 1200 kişi muhalif oldukları için bir gecede kurşuna dizildi. Bu olayın da bugünkü olaylar gibi hükümete yakın olan başkent Trablus’da değil, daha muhalif olan Bingazi ve çevresindeki illerde yaşandığı biliniyor. Halkın özellikle 1996 yılını unutmadığı, ancak çocuklarını kaybeden ailelerin ve aşiretlerin bugüne dek hükümete karşı direnemedikleri söyleniyor.

    (Yeşil Gazete)

    Türkiyelilerden Kıbrıslılara destek

    Başbakan Erdoğan ve hükümet üyelerinin “Toplumsal Varoluş Mitingi” sonrası Kuzey Kıbrıs halkına karşı sergilediği tavır ‘’Utanıyoruz!…’’ başlıklı bir kınama kampanyasının başlamasına neden oldu. Bu kınamaya katılmak isteyenler www.kibrisikibrislilaryonetir.org adresinde imza verebiliyor.

    Başbakan Tayip Erdoğan’ın “Ülkemizden beslenenler” diyerek Kuzey Kıbrıs halkını aşağılaması ve Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in, “Hem istemiyorlar hem de gönderdiğimiz parayı alıyorlar” sözleriyle aynı aşağılamayı yinelemesini “yüz kızartıcı” bulan kınama metninde, hükümet üyeleri “özür dilemeye” çağrılıyor. İnsanları aşağılayarak konuşan devlet temsilcilerinden utanıldığı belirtiliyor.

    Kuzey Kıbrıs halkının “Bu memleket bizim, biz yönetmek istiyoruz” talebinin desteklendiği kınama metninde, tehdit yerine barış politikalarının artık hızla egemen olması ve adanın bir an önce silahsızlandırılması talep edilerek, Kuzey Kıbrıs’ın bir deniz aşırı eyalet olmadığı hatırlatılıyor.

    “UTANIYORUZ!..

    Lefkoşa’da “Toplumsal Varoluş Mitingi”nde eleştirilmeyi  hazmedemeyen Başbakan Tayyip Erdoğan, “Ülkemizden beslenenler” diyerek Kuzey Kıbrıs halkını aşağıladı.

    Kıbrıs İşlerinden sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek, “Hem istemiyorlar hem de gönderdiğimiz parayı alıyorlar” sözleriyle aynı aşağılamayı yineledi.

    Aşağıda imzası olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak, insanları aşağılayarak konuşan devlet temsilcilerinden utanıyoruz. Kuzey Kıbrıs’taki ekonomik durumun nedeni ne olursa olsun, bu ve benzeri söz ve yaklaşımlarla Kuzey Kıbrıs’ta yaşayanların onurlarının zedelenmesine, maruz kaldıkları küstah üsluba ve haksızlıklara “yeter” diyoruz. Devlet temsilcilerinin kendilerini “KKTC’nin IMF’si” olarak görmelerini yüz kızartıcı buluyoruz. Başbakan Tayyip Erdoğan’ı ve hükümet üyelerini Kıbrıslı Türklerden özür dilemeye davet ediyoruz.

    Kuzey Kıbrıs’ın içinde bulunduğu iktisadi ve siyasal olarak sürdürülemez durumun en büyük sorumlularının geçmiş ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri olduğunu belirterek, Kuzey Kıbrıs halkının “Bu memleket bizim, biz yönetmek istiyoruz” talebini var gücümüzle destekliyoruz. Kuzey Kıbrıs’taki toplantı, gösteri, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin kısıtlanması çağrısı yapan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve hükümet üyelerine Kuzey Kıbrıs’ın bir denizaşırı eyalet  olmadığını hatırlatıyoruz.

    Kıbrıs’ta iki toplumun eşitlik ve barış içinde ortak bir gelecek kurmasına yardımcı olmaya herkesi davet ediyoruz. Kıbrıs’ın tamamen silahsızlandırılmasından yanayız; gerilim ve tehdit politikaları yerine barış politikalarının egemen olması için herkesi sorumlu davranmaya çağırıyoruz.

    İmzalar:

    Ahmet Çakmak, Ahmet İnsel, Alev Karakartal, Ali Ersin Gür, Atilla Tuygan, Aydın Bodur, Aydın Engin, Ayşegül Devecioğlu, Ayşegül Yakar Önal, Baskın Oran, Cengiz Aktar, C.Murat Özgünay, Çağatay Anadol, Cengiz Algan, Çiğdem Mater, Dilaver Demirağ, Doğan Tarkan, Ekim Engin, Emre Ertegün, Engin Sarı, Erdal Karayazgan, Esra Mungan, Ezgi İldan, Fatih Kıyak, Ferhat Kentel, Fuat Keyman, Füsun Çeliker, Hakan Gürel, Hakan Tahmaz, Hale Akay, Halil Berktay, Hasan Öztoprak, Hüseyin Çakır, Hüseyin Karakuş, Gaye Boralıoğlu, Gencay Gürsoy, Gürol Oktay, Kadir Erdin, Kazım Özdoğan, Kerem Öktem, Koray Doğan Urbarlı, Levent Barın, İlhan Akkaya, İsmail Pırnar, Jale Mildanoğlu, Mahmut Sürmeli, Mehmet Arslan, Mehmet Demir, Mithat Sancar, Murat Köylü, Murat Paker, Nadire Gül, Nazar Büyüm, N. Emrah Aydınonat,  Necmiye Alpay, Nesrin Sungur, Nil Mutluer, Okan Akhan, Oya Baydar, Ömer Faruk, Ömer Laçiner, Ömer Madra, Roni Margulies, Serdar Değirmencioğlu, Serdar Kordu, Sema Bayraktar, Sevil Durugöl, Sevinç Altan, Sezai Temelli, Şaban Dayanan, Şule Albayrakoğlu, Şenol Karakaş, Ümit Şahin, Yakup Kadri Karabacak, Yaprak Zihnioğlu, Yasemin Göksu, Yüksel Selek, Yıldız Önen”

    (Ajanslar)

    Londra 2012’nin programı belirlendi

    0

    Londra’da gelecek yıl düzenlenecek olimpiyat oyunlarının programı belirlendi. Oyunların biletleri de gelecek aydan itibaren satılmaya başlanacak.

    Londra 2012 olimpiyat oyunlarında ilk spor müsabakaları 25 Temmuz’da, resmi açılıştan iki gün önce Cardiff, Glasgow ve Coventry kentlerindeki kadınlar futbol karşılaşmaları olacak.

    Açılış töreni, kadınlar futbolundaki grup karşılaşmalarından sonra, 27 Temmuz Cuma günü Türkiye saatiyle 21:30’da Olimpiyat Stadyumu’nda yapılacak.

    30 Temmuz’da ise dikkatler yüzme havuzlarına çevrilecek.

    Çünkü efsane yüzücüler Michel Phelps ve Ian Thorpe, 200 metre serbest stilde birbirleriyle yarışacak.

    Atletizmde, tüm dikkatlerin dünya rekoru sahibi Jamaikalı sporcu Usain Bolt’ta toplanacağı erkekler 100 metre finali, 5 Ağustos Pazar günü yapılacak.

    Oyunların kapanış töreniyse 12 Ağustos’ta.

    15 Mart’ta başlayacak bilet satışları öncesi, 26 olimpik spordaki 600’den fazla müsabakanın yer, tarih ve saatlerini içeren bir elektronik postanın bilgi almak için başvuran 2 milyon 200 bin kişiye gönderileceği belirtildi.

    Bilet satışları

    Bilet almak için, Londra 2012 Oyunları’nın resmi internet sayfasına üye olmak gerekiyor.
    26 Nisan’a dek başvurular alınacak. Belli bir sayıdan fazla bilet isteyen sporseverlere, fazla biletler çekiliş usülüyle dağıtılacak. Başvuruların kaç biletle sınırlandırılacağı ise önümüzdeki günlerde belirlenecek.

    Bilet fiyatlarıysa müsabakaya göre değişiyor.

    100 metre erkekler finalini izlemek isteyenler 725 sterlinden fazla ödeyebilir.

    Ama çoğu müsabakanın bilet fiyatları 20 sterlinden başlayacak.

    16 yaş altı ve 60 yaş üstü sporseverler indirimli fiyatlardan yararlanabilecek.

    Maraton, triatlon ve bisiklet gibi sporlardaysa yarış parkurlarının bir kısmında müsabakalar ücretsiz izlenebilecek. (BBC)