Ana Sayfa Blog Sayfa 5273

Seçim takvimi 12 Mart’ta başlıyor

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, AKP MKYK Toplantıs’ının ardından düzenlediği basın toplantısında, değerlendirmelerin ardından gazetecilerin sorularını da yanıtladı.

AKP’li Çelik, ”12 Haziran’da yapılması düşünülen milletvekili genel seçimi takvimiyle ilgili sürecin sorulması üzerine” şu değerlendirmeyi yaptı:

”Daha önceki örneklere bakılarak bu konuda bir karar alınabilir veya bir kanun çıkarılabilir. Ama büyük ihtimalle TBMM’nin kararı olarak bu seçim kararı alınacaktır. Mart ayının başında bu kara alınacak ama 12 Martta seçim takviminin işleyeceği şekilde bir karar alınacaktır. Bu konuda grup başkanvekillerimiz gerekli hazırlıklarını yapmıştır. En geç 2 Mart’ta bu karar alınmış olacak ve 12 Martta büyük ihtimalle süreç başlamış olacaktır. 90 günlük süreç çalışacağına göre, 12 Haziranda milletvekilliği genel seçimi yapılmış olacaktır.” (aa)

Viranşehir’de komün kuruluyor

Daha önceden seyyah kimliğinin yanı sıra hukukçu, yönetmen, gazeteci ve yazar olarak tanıdığımız Metin Yeğin, bugünlerde Şanlıurfa’ya bağlı Viranşehir’de demokratik ekolojik toplum konsepti çerçevesinde komün yerleşim projesini yürütüyor.

Bu hafta temellerin atılması ve ortak alanların ekimiyle başlayacak olan projenin 1 Mayıs 2011’de açılışı yapılacak.

Çocuklar Araba İstemiyor

Örgütlenen 70 evsiz aileyi kapsayan proje, ailelerin 6 yaşından büyük tüm bireylerinin ortak çalışması ile bu hafta başlayacak. Kooperatif olarak işleyecek sistemde çekirdek örgütlenme modeli esas alınmış.

Her çekirdeğin 1 erkek koordinatörünün yanı sıra kadınların erkeklerden bağımsız 10 koordinatörü ve 6 yaşından büyük çocukların da 4 ayrı koordinatörü var.

Taş atan, sisteme muhalefet geliştiren çocukların kendi evlerinin, kendi mahallelerinin nasıl olması gerektiği konusunda fikir sahibi olması gerektiğini söyleyen Metin Yeğin, çocukların büyüklerin dünyasının bir parçası olmasındansa, yaşanan hayatta söz sahibi olabilmelerini hedeflemiş.

Çocukların aldırdıkları ilk karar da kente araba girişinin engellenmesi olmuş. Yeğin, çocukların arabalara ayrılacak alanlardan kendilerinin yararlanmak istediğini ve bu haklı talepleri karşısında da komün kente araçların girmeyeceğini söylüyor.

Kadınlar Hayatın İçine

Kadınlar, gerek toplumsal yapı gerekse de üstlendikleri sorumluluklar açısından en ağır yükü taşıyanlar. Kent yaşamında her zaman arka plana atılan kadınlar Viranşehir komününde önemli oranda söz sahibi olabilecekler.

10 kadın koordinatör liderliğinde örgütlenen kadınlar, düzenledikleri toplantılarda evlerin mimarilerinin kendilerine göre düzenlenmesi gerektiğini savunmuşlar. Neticede evlerin mimarisinde mutfağın salonla birleşik olması kararlaştırılmış.

Günün en az 4-5 saatini mutfakta geçiren kadınlar, bu yöntem sayesinde mutfakta çalışırken hem çocuklarından ayrı kalmayacaklarını hem de hayattan izole olmayacaklarını düşünüyorlar.

Ekolojik Tarım

Metin Yeğin, 4 kişilik bir ailenin 30 metrekarelik bir alanda yapacağı tarımla yaz-kış tüm sebze ihtiyacını karşılayabileceğini söylüyor. İlk etapta ekolojik tarım için her aileye 10-15 metrekare alan düşeceğini söyleyen Yeğin, böylece asgari sebze tüketimini herkesin ekolojik tarım ile karşılayabileceğini ifade ediyor.

Gıda ihtiyacından sonraki hedef ise kendi ilaçlarını kendilerinin üretmesi. Bunu da ekolojik tarım yoluyla yapacaklarını söyleyen Yeğin, ilaç olarak kullanılan şifalı bitkileri yetiştirerek insanların mümkün olduğunca eczaneden ilaç satın almasındansa, kendi dertlerine kendilerinin derman olmasını hedefliyor.

Sıcağa Karşı Rüzgar Tünelleri

Viranşehir’in en büyük dertlerinden biri sıcak. Bu soruna karşı evlerin aralarında dar sokaklar oluşturulması hedeflenmiş. Sokakların dar olmasındaki amaç rüzgar koridorları oluşturmak.

Koridorların başına ve sonuna yapılacak küçük su havuzları sayesinde klima kullanmadan doğal bir serinlik yaratmak hedefleniyor.

5 Bin Yıllık Gelenekle Dünya Tecrübelerinin Karışımı

Kerpiç evlerin bölge iklimine en uygun evler olduğunu savunan Yeğin, kerpicin ortamın nemini dengelediğini, kışın sıcak yazın serin tuttuğunu söylüyor.

Bölgenin 5 bin yıllık yaşam kültürü olan kerpiç evlerle kendisinin dünyanın çeşitli yerlerinde uygulanan komün yaşam modellerinden öğrendiklerinin uyarlaması sonucu projeyi geliştirdiklerini söyleyen Metin Yeğin, “TOKİ’nin ‘F Tipi’ izolasyon evlerine karşı ‘türkü söylemek’ için evler inşa edeceğiz” diyor.

Parasız Nasıl Olacak?

Kerpiç evlerin toprak ve samanla yapıldığını söyleyen Yeğin, mahalle meclisi toplantısında 1500 liraya bir hızar alınmasını kararlaştırdıklarını, böylece evlerin kapı ve pencerelerini çok düşük maliyete yapabileceklerini söylüyor.

Viranşehir Belediyesi’nin de kendi görevini yapacağını, elektrik, su ve altyapı konularında kendilerine destek vereceğini söyleyen Yeğin, onun dışında ne Avrupa Birliği’nden ne de herhangi bir sivil toplum kuruluşundan destek almadıklarını, herkesin ortak çalışması ve dayanışması ile bu projeyi tamamlayacaklarını sözlerine ekliyor. (Ekin Karaca/Bia)

Haftanın tortusu

* 3000 kişinin dinlendiği iddia edildi. * Devrilme sırası Kaddafi’ye mi geldi? * Tecavüz meşrulaştırmaları sardı dört bir yanımızı… * Kitaplar ve kitapçılar baskı altında.

* 3000 kişinin dinlendiği iddia edildi: Ve Türkiye’de hiçbir şey olmadı. Siyasetin, toplumun önde gelen 3000 figürünün telefonlarının dinlendiği iddiası gündeme geldiğinde bir ülkede yaprak bile kıpırdamıyorsa; bu o iddiaların insanlar tarafından çok uçuk bulunmasından mıdır? Yoksa bir kabullenmişlik mi söz konusudur? Akp’yi, Chp’yi, Oktay Vural’ı ya da ismi geçen başka herkesi bir yana bırakarak düşünün. Bir ülkede anamuhalefet partisi başkanının dinlendiği iddiası, bunun kendisi tarafından da dile getirilmesi, bir şeyi değiştirmez mi? Ki Türkiye öyle bir durumda ki, dinlenmediğini düşünen çok az insan var. Biraz aktif bir yaşam içerisinde olup, bu korkuyu yaşamayan kim kaldı?

* Devrilme sırası Kaddafi’ye mi geldi? 30 yıllık Mübarek iktidarından sonra 42 yıllık Kaddafi iktidarı da sallantıda. Devrilme öncesi, isyan sırasında, bir çok haberin geldiği ülkelerden ise, daha sonrasında hiç ses çıkmıyor. Tunus’u kim takip ediyor şu anda? Mısır’da iyiden iyiye askeri yönetimin iktidarı ele geçirmesi neden ses gelmeyen bir olguya dönüştü?

Kaddafi iktidarı biraz daha farklı diğerlerinden. Bir kere hem Avrupa ile, hem de Türkiye ile yakın ilişkileri var. Ödüller, ziyaretler… Türkiye de çok sessiz Libya’ya karşı. En büyük katliamların yapıldığı, isyanın genişlediği bu ülkeye yönelik yönetim katından ses gelmiyor.

* Tecavüz meşrulaştırmaları sardı dört bir yanımızı: İlk ses bir akademisyenden geldi. Dekolte ile tecavüz arasında bir ilişki kurdu bu kişi. Tabii dekoltenin sınırı belli değil. Kendisine göre ayak bile dekolteye girebilir. Bunu yazmış bir yerlerde. Yani aslında amaç çok belli. Kadını olabildiğince hayattan dışlamak, hayata katıldığında ise tepeden tırnağa kapatmak. Eğer açıklık olursa, “birileri”  tahrik olup, tecavüze yelteneceğini açık açık ilan etti.

İkinci ses, raylardan geldi. Utandıracak bir yazı yayınlandı TCDD’nin dergisinde. Düşünüyorum da, o dergide yazısı yer alsın, teliften gelen paralarla yaşasın diye kaç kişi uğraşıyordur. Bu yazı ise o uğraşın sonucunda ortaya çıkan ürün. Çam dibine yatırılan, kız giden, kadın gelen insanlar… Amaç da şöhret olmakmış. Kendi istekleriyle yani. (3. sese geçiş)

Üçüncü ses, İstanbul’dan. Kod adı var: N. Ç. Üzerinde uzun uzun düşünülüp yazılabilecek kadar korkunç bir durum bu. 26 kişiye satılan, 15 yaşındaki bir çocuğun davasından tek suçlu çıktı: o 15 yaşındaki çocuk. Neden ise çok ilginç: N.Ç., istemediği kişiyle beraber olmayabiliyor ve eyleminin ahlâki kötülüğünün farkında. Çok açık şekilde şu mesaj verilmiyor mu? Eğer sizi birileri satıyorsa, herkesle beraber olmayı istemelisiniz!! Yoksa herkes suçsuz, siz suçlu olursunuz.

* Kitaplar ve kitapçılar baskı altında: Yeni bir moda türedi. Birileri, içeriğini beğenmedikleri kitapların satışlarını durdurmaya çalışıyor. Bunu yapabilen yapıyor, eğip bükebilecekleri bir muhattap bulabilirlerse tabii ki, yapamayan ise işi daha da arttırıp kitapçı basmaya kadar getiriyor. Metis’in ajandası, bu konudaki tahtını Bir+Bir’e bırakmıştı ki, marjinal sağ bir partinin üyeleri bu ajandayı satan ve tehditlere karşı duran bir kitapçıyı basıp tekrar tehdit ederek, tahtı yine ajandaya geri verdiler. Kafaları tek tipe çalışan, tek tipçilere karşı kitaplarımızı, dergilerimizi korumak zorunda kalacağız artık.

http://www.urbarli.net

Kaddafi savaş uçaklarıyla halkı katlediyor: 250 ölü

Libya’da Kaddafi diktatörlüğü halka savaş açtı. Bugün Trablus’ta göstercilerin üzerine savaş uçaklarıyla bomba yağdırıldığı haberleri geliyor.

El Cezire televizyonu, başkent Trablus’ta sadece bugün ölen sivillerin sayısının 250 olduğunu duyurdu.

Trablus’ta yaşayan Adil Muhammed Salih, El Cezire televizyonuna canlı yayında yaptığı açıklamada , “Bugün burada şahit olduklarımız tahayyül edilemez. Savaş uçakları ve helikopterler rastgele bölgeleri birbiri ardına bombalıyor. Birçok ölü var” dedi.

Kendisini bir siyasi aktivist olarak tanımlayan Salih, bombardımanın önce bir cenaze törenini hedef alarak başladığını belirterek, “Halkımız ölüyor. Her 20 dakikada bir bombardıman yapılıyor” diye konuştu.

İsviçre’deki Libya Hakikat ve Adalet Komitesi Başkanı Fethi El Verfali de “Trablus’ta askeri uçaklar sivillere, protestoculara saldırıyor. Siviller dehşet içinde. BM nerede, Uluslararası Af Örgütü nerede” dedi.

El Cezire’ye göre, ayaklanmanın sürdüğü 5 günden bu yana yüzlerce kişinin ölmesinin yanı sıra 1500 kişi kayıp, 3000 kişi yaralandı.

Öte yandan oğlu iç savaş uyarısı yaparak savaşı tırmandıracaklarını ilan ederken Muammer Kaddafi’nin ülkeden kaçtığı ve Malta ya da Venezuela’ya gittiği iddia ediliyor. (NTVMSNBC, AlJazeera)

Torba Yasaya Göre Sendika Serbest, Grev Yasak!

DİSK, KESK gibi sendikalarla TMMOB, TTB gibi meslek örgütlerinin iki buçuk aylık mücadelesine rağmen TORBA YASA, 13. Şubat’ta Meclis’ten geçerek yürürlüğe girdi. Birçok kanunda değişiklik içeren hükümlerin yer alması nedeniyle ”torba” olarak tanımlanan tasarı, emekçiler açısından pek çok hak kaybını getirdi. Bu yasayla birlikte güvencesiz çalıştırma ve düşük ücret politikaları güçlenirken, sermayeye kaynak aktarma süreçleri de hız kazanıyor. Dikkat çeken maddelerden biri de sendikal haklarla ilgili. Yard. Doç. Dr. Atilla Özsever, temel insan hakları arasında yer alan sendikal hakların, bir sendikaya üye olma, greve katılma ve toplu sözleşme yapma ayaklarından oluşan bir bütün olduğunu oysa Torba Yasayla sözleşmeli personele, sendikaya üye olma hakkı tanınırken, grev yapma, grevi destekleme ve propaganda yasağı getirildiğini anlattı.

Torba’da neler var?

Stajyer sömürüsü artıyor

Artık 5 işçinin çalıştığı işyerlerinde de stajyer çalıştırılabilecek. Eskiden bu sınır 20 işçi idi. Ayrıca stajyerlerin ücreti 239 TL’den 189 TL’ye düşürülüyor. 20’den az işçinin çalıştığı işyerinde bu miktar 100 TL’nin bile altına iniyor.

Kısa çalışma ödeneği fona yıkılıyor

Genel ekonomik krizin yanı sıra sektörel ve bölgesel krizlerde de kısa çalışma ödeneği verilecek, böylece işverenin ücret ödeme yükümlülüğü fona yıkılıyor.

Kısa süreli çalışmada GSS primini işçi ödeyecek

1 Ocak 2012’den itibaren özel sektörde kısa süreli çalışanların boşta geçen günlere ait GSS primini artık kendisi ödeyecek. Kamuda ise devlet ödüyor.

Kadrolu işçiye sürgün

Belediyelerde kadrolu çalışan işçiler, rızası dışında MEB ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün taşra teşkilatlarına gönderilecek. 5 gün içinde işe başlamayan işten çıkarılacak.Taşeronlaşma artacak.

Sözleşmeli personele grev yasağı

Sözleşmeli personelin sendika üye olması serbest ancak greve katılması, grevi desteklemesi, propaganda yapması yasak.

Özel sektörden bürokrat

Özel sektörde 10 yıl çalışan bir yönetici kamuda görevlendirilebilecek. Yani kamu özel sektör zihniyetiyle yönetilecek.

İşsizlik Fonu amaç dışı kullanılacak

Hükümet, fon gelirlerinin yüzde 50’sine el koyabilecek

31    Aralık 2015’e kadar yeni işçiler için işveren primi fondan ödenecek

Mart 2002’den 31 Aralık 2010’a kadar fonda 46 milyar TL birikti. Bunun 3.7 milyar TL’si, yani ancak yüzde 8’i işsizlere verildi

Halen 170 bin kişi işsizlik ödeneğinden yararlanıyor. Yani her 100 işsizden ancak 6’sı işsizlik parası alabiliyor.

GAP’a 2008-2010 döneminde 10 milyar TL. kaynak aktarıldı. Bu fonun yüzde 22’sini oluşturuyor.

Kamu çalışanının iş güvencesi riske giriyor

Kademe ilerlemesi için disiplin cezası almama şartı var.

8 saatlik günlük çalışma süresi artırılabilecek.

Performans uygulaması getiriliyor.

Memur rızası dışında 6 aya kadar başka yere gönderilebilecek.

Tüm uzman personel, sözleşmeli statüye geçiriliyor.

Uzmanlık isteyen denetim yetkisi düz memurlara veriliyor. Yolsuzluğa ve iş kazalarına olanak sağlanıyor.

İş yavaşlatan memur işten atılacak

Disiplin cezası alan aday memur kapı dışarı edilecek.

(Gülden Akyol – Yeşil Gazete)

Dünya Anadil Günü kutlanıyor

Bugün, 21 Şubat Dünya Anadil Günü.

Türkiye’de anadil günü çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Eğitim-Sen, “Eğitimde Anadilin Kullanımı ve Çift Dilli Eğitim” başlıklı bir rapor yayınladı. Diyarbakır’da anadil yürüyüşüne 10 bin kişi katıldı. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde sembolik Kürtçe dersi düzenlendi. İşte Türkiye’de 2011 yılının Dünya Anadil Günü’nden manzaralar:

YTÜ’de sembolik Kürtçe dersi

Halkların Kardeşliği İçin Gençlik Platformu’ndan üniversite öğrencileri Yıldız Teknik Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü önünde sembolik bir Kürtçe dersi düzenledi. Ellerinde, çeşitli renklerde Kürtçe alfabesinde bulunan “W”, “X” ve “Q” harflerini taşıyan Platform üyeleri, “Be, ziman, jiyan, na be”, “Biji biratiya gelan” sloganlarını attı.

Van’da anadil yürüyüşü

TZPKurdî öncülüğünde Van’da düzenlenen “Anadil mitingi”ne on binlerce kişi katıldı. Yoğun polisiye önlemlerin alındığı mitingde on binlerce kişi anadile ilişkin taleplerini “Ez zimanê xwe dixwazim” yazılı Albert Enistein’in dil çıkaran fotoğraflı afişleriyle dile getirdi.

Diyarbakır’da on bin kişilik gösteri

TZPKurdi tarafından Diyarbakır’da düzenlenen “21 Şubat Dünya Anadil Günü” yürüyüşüne on bini aşkın kişi katıldı. Kurdi-Der Genel Merkez Yöneticisi Rıfat Öztürk “Kürt halkının ortak olarak dile getirdiği talep şudur: Ya eğitimin yerel yönetimlere devredilmesi, ya da devletin Türkçeye sunduğu bütün olanakların aynı şekilde Kürt dili için sunulması gerekir” dedi. Diyarbakır’da ve bölgede bulunan sivil toplum örgütleri tarafından düzenlenen ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Konukevi önünden başlayan yürüyüş, Diyarbakır Milli Eğitim Müdürlüğü önüne kadar sürdü. Yürüyüşe BDP Hakkari Milletvekili Hamit Geylani, BDP Diyarbakır İl Başkanı M. Ali Aydın, Kurdi-Der Genel Başkanı Burhan Zorooğlu, Eğitim Sen Diyarbakır Şube Başkanı Abdullah Karahan’ın yanı sıra Diyarbakır’da bulunan çok sayıda sivil toplum örgütü temsilcisi ve on bini aşkın kişi katıldı.

Urfa’da imza kampanyası

Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) “Çok dilli yaşam” projesi kapsamında anadilde eğitim talebiyle başlatılan imza kampanyası çerçevesinde Urfa’da 70 bin imza toplandı. İmza kampanyasına Arap ve Türkmenler de destek verdi.

Eğitim-Sen Anadil raporunu açıkladı

Eğitim Sen tarafından hazırlanan ”Eğitimde Anadilin Kullanımı ve Çift Dilli Eğitim” konulu rapor açıklandı. Eğitim Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç, ”Anadilde eğitime yer verilmesi için yeni bir eğitim politikasının oluşturulması gerekiyor” dedi.

Kılıç, sendika genel merkezinde düzenlenen basın toplantısında yaptığı konuşmada, raporun 26 ilde 781 kişinin katılımıyla gerçekleştirildiğini belirtti.  Rapor sonuçlarına göre, Türkiye’nin çok dilli toplum özelliği gösterdiğini ifade eden Kılıç, Türkiye’de, Türkçe’den sonra Kürtçe, Zazaca, Arapça, Lazca, Rumca gibi dillerin de kullanıldığını söyledi. Araştırmada anadili konuşma ve yazma oranı giderek gerilerken, anadilini yazamayanların oranı yüzde 72,7.

Açıklanan araştırmada, anne-babaların yüzde 20’4’ünün, mevcut nüfusun ise yüzde 16,9’unun anadilini kullanmayı sürdürdüğü belirtilirken, Türkçe dışında anadillerde ise Kürtçe yüzde 11,3 ile ilk sırada yer alırken, Zazaca yüzde 3,2, Arapça yüzde 2,1 ile yer aldı. Araştırmada bir başka dikkat çeken nokta ise, “Anadili nerde öğrendiniz” sorusuna yanıt verenlerin yüzde 97’si anadillerini evde öğrendiğini kaydetti.Kılıç, raporun hazırlanması sürecinde görüşülenlerin, anadillerine karşı duyarlı bir tutum sergilediğini, eğitimde anadiline yer verilmesine olumlu baktığını kaydetti.

”Eğitimde anadilin kullanımı konusunda devlet kaynaklı sorunlar olduğunu” iddia eden Kılıç, ”Anadilde eğitime yer verilmesi için yeni bir eğitim politikasının oluşturulması gerekiyor” dedi.

Dünya dilleri tehlikede

Eğitim Sen 1 No’lu Şube Yöneticisi Adnan Kesici, 21 Şubat Dünya Anadil Günü nedeniyle sendika binasında basın toplantısı düzenledi. UNESCO tarafından yayınlanan Dünya Dilleri Atlası’na göre, dünyada konuşlan 6 bin dilin yarısının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirten Kesici, “Diller kimi zaman hayatın olağan akışının etkisiyle ortadan kalkabilmektedir ama bu olağan sürecin yanı sıra dillerin yok olmasına yol açan pek çok olumsuz etken bulunmaktadır” diye konuştu.

Eğitim Sen İzmir 1 No’lu Şube Yöneticisi Adnan Kesici, Türkiye’de de farklı dillerin baskılarla karşılaştığı değerlendirmesini yaparak, şunları söyledi: “Elliye yakın dilin konuşulduğu belirtilen ülkemizde, bu durumun kültürel zenginliğimiz olarak görülmesi; korunması ve geliştirilmesi için çaba harcanması gerekirken, tehlike olarak değerlendirilmesi ve yasaklarla, engellemelerle unutturulmaya çalışılması, üzüntü vericidir.”

Türkiye’nin okullaşma ve eğitim oranlarını yükseltme amacında olduğunu anımsatan Keskin, “Türkiye, 2013 yılına kadar hem ilköğretimde okullaşma oranını %100’e çıkarmayı, hem okul terklerini ortadan kaldırmayı hem de kız çocuklarının okullaşmasını gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Bu tür hedeflere ulaşmak için eğitimde anadiline yer verilmesi gerekiyor. Buna karşın resmi merciler, eğitimde anadiline yer verme konusunu gündemlerine almayı bile düşünmüyorlar. Eğitim hakkıyla, çocuğun yararıyla çelişen bu tutum, siyasi kaygılara dayandırılmaktadır. Bu siyasi kaygıların da yersiz olduğu açıktır” diye konuştu.

Dünya Anadil Günü nedir?

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), 21 Şubat’ı Uluslararası Anadil Günü adı altında, uluslararası uzlaşıyı, kültürel çeşitliliği ve çok dilliliği desteklemek amacıyla 1999 yılında takvime aldı.

Günün tarihi önemi, 1952’de Pakistan’ın Urdu dilinin Bangladeş halkının da resmi dili olduğunu deklare etmesine tepki olarak ortaya çıkan Bengal Dil Hareketi eylemliliklerine ve bu eylemlerin şiddetle bastırılmasına dayanıyor. 21 Şubat 1952, Bangladeş’in başkenti Daka’da, Bengal Dil Hareketi mensubu birçok öğrencinin Bengal alfabesiyle yazabilme ve Pakistan’ın Bengal dilini de resmi dil olarak tanıması talepleriyle yapılan bir protesto sırasında öldürüldükleri güne tekabül ediyor.

UNESCO raporuna bakılırsa; Dünya’da 2500, Türkiye’de ise 18 dil kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya. 100 yıl içerisinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacaksa o dil tehlikede kabul ediliyor. Tehlikede olan dillerin yanı sıra Kapadokya Yunancası ve Ubıhça da Türkiye’nin kaybolmuş dilleri arasında yer alıyor.

(Yeşil Gazete)

* Habertürk, Fırat Haber Ajansı ve Bianet’ten derlenmiştir.

Şubat 21, 2011 15:59

‘Anadil bir zenginliktir’

ANF

13:19 / 21 Şubat 2011

İZMİR – Eğitim Sen1 No’lu Şube Yöneticisi Adnan Kesici, anadillerin bir zenginlik olarak tanınması gerektiğini belirterek, “Okullaşma ve eğitim oranının yükseltilmesi amaçlanıyorsa, eğitimde anadile de yer verilmelidir” dedi.

Eğitim Sen 1 No’lu Şube Yöneticisi Adnan Kesici, 21 Şubat Dünya Anadil Günü nedeniyle sendika binasında basın toplantısı düzenledi. Anadilin insanın toplumsal var oluşunun ayrılmaz bir parçası olduğunu belirten Kesici, “Anadilleri bireyler açısından olduğu kadar toplumlar açısından da önem taşır. İnsanlık ailesinin kültürel zenginliği, anadilleri aracılığıyla sonraki kuşaklara aktarılır” dedi.

“DİLLER YOK OLMA TEHLİKESİYLE KARŞI KARŞIYA”

UNESCO tarafından yayınlanan Dünya Dilleri Atlası’na göre, dünyada konuşlan 6 bin dilin yarısının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirten Kesici, “Diller kimi zaman hayatın olağan akışının etkisiyle ortadan kalkabilmektedir ama bu olağan sürecin yanı sıra dillerin yok olmasına yol açan pek çok olumsuz etken bulunmaktadır” diye konuştu.

Eğitim Sen İzmir 1 No’lu Şube Yöneticisi Adnan Kesici, Türkiye’de de farklı dillerin baskılarla karşılaştığı değerlendirmesini yaparak, şunları söyledi: “Elliye yakın dilin konuşulduğu belirtilen ülkemizde, bu durumun kültürel zenginliğimiz olarak görülmesi; korunması ve geliştirilmesi için çaba harcanması gerekirken, tehlike olarak değerlendirilmesi ve yasaklarla, engellemelerle unutturulmaya çalışılması, üzüntü vericidir.”

“EĞİTİMDE ANA DİLE YER VERİLMELİ”

Türkiye’nin okullaşma ve eğitim oranlarını yükseltme amacında olduğunu anımsatan Keskin, “Türkiye, 2013 yılına kadar hem ilköğretimde okullaşma oranını %100’e çıkarmayı, hem okul terklerini ortadan kaldırmayı hem de kız çocuklarının okullaşmasını gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Bu tür hedeflere ulaşmak için eğitimde anadiline yer verilmesi gerekiyor. Buna karşın resmi merciler, eğitimde anadiline yer verme konusunu gündemlerine almayı bile düşünmüyorlar. Eğitim hakkıyla, çocuğun yararıyla çelişen bu tutum, siyasi kaygılara dayandırılmaktadır. Bu siyasi kaygıların da yersiz olduğu açıktır” diye konuştu.

Ege’de yerel ekoloji mücadelesi ve EGEÇEP / Yüzüğe Veda…

Cumartesi günü (19 Şubat) Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP) 4. Bileşenler Kurultayına katıldım. EGEÇEP sivil çevre/ekoloji hareketlerinin bir araya gelerek kurdukları bir platform. Üyeleri arasında dernekler, hareketler, siyasi partiler, meslek odaları ve sendikalar var.

EGEÇEP bileşenleri İzmir, Aydın, Uşak, Manisa ve diğer Ege illerinde önemli yerel mücadeleler yapıyorlar. Allianoi kıyımı, Efemçukuru, Kışladağı vahşetleri başta olmak üzere tüm acımasız doğa kıyımlarına karşı ortak hareket ediyorlar.  Yerel mücadelenin nasıl olması gerektiğinin, dayanışmanın nasıl olması gerektiğinin örneklerini sunuyorlar.

Ne yazık ki Ege’nin dört bir yanında saldırı var.  Özellikle madencilik yasası ile altın için nikel için madencilik şirketlerinin önü açılmış. Kamu yararı ayaklar altında, yaşama hakkı ayaklar altında…

EGEÇEP yaptıkları mücadelenin sadece bir çevre mücadelesi olmadığının altını çiziyor. “Yaşam hakkımızı savunuyoruz” diyorlar. Zehir toprağa, suya, havaya karışmaya başlamış. Köyler, tarlalar, dağlar yok ediliyor. Sadece Kışladağ’da 17 çalışacak olan Tüprag 70.000 ton siyanür kullanacak yaklaşık 100 ton altın için… Bu 70.000 ton’un her koşulda yüzde 30’u havaya karışacak. Canlıları, toprağı her yeri zehirleyecekler.

Sadece bir referans, insan kanında 0.2 mg üzerinde siyanür çıkması ciddi bir zehirlenme ve ölüm tehlikesi ile yüzyüze kalmak demek.

İşte EGEÇEP bu ve bunun gibi birçok amansız saldırı ile mücadele diyor.

Hem ekolojik hem de ekonomik krizin yaşandığı bu günlerde; EGEÇEP’in arkasına devletin tüm kurum ve kuruluşlarını (kolluk kuvvetleri – jandarma dahil olmak üzere) almış özel sektör kuruluşlarına karşı verdiği mücadele ve yarattıkları dayanışma kültürü hepimize örnek olmalı diye düşünüyorum.

Bölgede ciddi bir “kalkınma” cinneti var. Her yere saldırıyorlar. Danıştay’ın iptallerine rağmen madenler çalışıyor, herkesin gözü önünde baraj yapmak uğruna kültürümüz yok ediliyor; Allianoi’iyi toprağa gömenler onlar, Efemçukuru’nda İzmir’in su havzasına göz dikenler yine onlar. Kalkınma adı altında yaşama hakkını hiçe sayanlar onlar…

İşte EGEÇEP Foça’da, Çaldağı’nda, Kışladağ’da, Kaynaklar’da, Birgi’de,Allianoi’de; Bergama’da, Aydın’da, Çile’de, Seferihisar’da bu mentaliteye, kalkınmacı yaklaşıma, özetle kapitalizm canavarına karşı amansız bir mücadele yürütüyorlar.

Hainlikle, gizli ajanlıkla suçlanıyorlar, başlarından dava eksik olmuyor ama yine de pes etmiyorlar.

Geliştirdikleri çalışma kültürü de başlı başına bir değer katmış çalışmalarına. EGEÇEP aynı zamanda gördüğüm kadarı hiyerarşiyi, tahakkümü ret eden, çoğulcu demokrasi ile koordine edilen bir topluluk.

EGEÇEP yürütme kurulu, bileşenleri, üyeleri ile beraber bir bütün. Ancak ben yine de haddim olmayarak, özellikle Muammer Sakaryalı’dan bahsetmek istiyorum. Keza, EGEÇEP sözcüsü olan Muammer Sakaryalı’nın politik duruşu ile yaptığı eleştirel ve sorgular yaklaşımlar ile önemli politik değer olduğunu düşünüyorum. Özellikle kalkınmacılık yaklaşımının bölgede sorgulanmaz tabu olmaktan çıkmasına önemli bir katkı sunmuş.

Son olarak, lafını esirgemeyen, eğilip bükülmeyen biri olması da beni kendine hayran bıraktı. Toplantı başında yaptığı konuşmada açık ve net bir biçimde kimseye pabuç bırakmadı Muammer Sakaryalı. AKP’nin dindarlığının nasıl yalan olduğundan tutun da CHP’nin çevre mücadelelerindeki tavrının eksik ve yanlışlığına kadar her şeyi ortaya koydu.

Toplantıda, CHP Milletvekilleri’nin huzurunda CHP’ye  (Güldal Mumcu, Kemal Anadol’a) yöneltiği eleştirileri duymak ve vatanseverlik maskesi ile hareket eden ordunun özel şirketleri korumak için yaptığı zulümlerin çekinmeden sıkılmadan bir anlatıldığına şahit olmak beni daha da umutlandırdı.

Kendisini yine haddim olmayarak Fransız yeşil aktivist Jose Bove’ye benzettiğimi buradan ilan ediyorum. Muammer Abi bıyık bıraksa tam Jose Bove olacak! :)

EGEÇEP’i ve Muammer Sakaryalı’yı anlattıktan sonra da burada iğneyi biraz bize batırmak istiyorum. Ne yazik ki Bergama’da, Kışladağ’da altın madenleri işliyor, Kaz dağları delik deşik, Allianoi toprağa gömüldü bile. EGEÇEP ve onlarca mücadeleye rağmen kapitalist canavarın emellerine adım adım yaklaşmasının altındaki nedenleri detaylıca sorgulamak gerekiyor.

Bu noktada iğneyi, ülke çapında bir dayanışma ağı geliştirememeye batırmak gerekiyor gibi geliyor. Daha fazla destek olabilmek gerekiyor yerel mücadelelere; bir fiil yanlarında olmak tecrübeleri birleştirmek gerekiyor.

Bunu yapmak çok zor mu bilmiyorum ama en azından denemek gerekiyor.

Yüzüğe Veda

İzmir’de toplantı boyunca altın çıkarmanın çevre üzerindeki maliyetini duydukça parmağımdaki yüzüğe bakıp bakıp utandım.

Sıradan benimki gibi bir altın yüzük toplam 8-10 ton zehirli atık demek…

Sıradan benimki gibi bir altın yüzük toplam 1000 lt (1 ton) suyun boşa akması demek…

Sıradan benimki gibi bir altın yüzük için 2 kilo siyanür kullanılacak. Bu siyanürün 0.5 kilosu da havaya karışacakmış.

Bu yüzden, bu yazı ile beraber parmağımdaki yüzüğe de veda diyorum. Artık altın yüzük takmayacağımı da buradan ilan ediyorum.

Yazımı Bertrand Russel’dan bir alıntı ile bitirmek istiyorum. Muammer Sakaryalı’nın Kışladağ’dan Mektup var – Su Perisi’ne mektuplar adlı Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan kitabında da alıntıyı kullanmış. Oradan öğrendim ben. (Yerel kıyımları ve onlara karşı verilen mücadeleleri anlatan kitap yeni çıktı mutlaka okuyunuz derim.)

Herkes tarafından yararlı kabul edilen uğraşlar içerisinde hemen hemen en saçması altın çıkarılması işidir. Altın Güney Afrika’dan yerin altından çıkartılır, hırsızlığa ve kazaya karşı sınırsız önlemler alınarak Londra’ya, Paris’e ya da New York’a taşınır ve bu şehirlerde yerin altındaki, çelik banka kasalarında saklanır. Böyle yapılacağına Güney Afrika’da yerin altında bırakılsa aslında hiçbir şey değişmeyecektir.

Maç Ferrari’nin elinden kaydı

Bir maçı beklersiniz, maç başlar, takımınız kötü durumdadır, rakip takım daha iyi durumdadır. Maçın başında da tüm Dünya’nın bildiği fakat bir türlü önlem alamadığınız açığınızdan gol gelir. Sonra oyun dengelenir. En büyük özelliğiniz olan ablukaya almayı gerçekleştirirsiniz. Gol gelir. Hakem maçın ilk yarısını uzatmaz bile. Farketmez. İkinci yarı başında da golü bulursunuz ve maçın rengi tamamen sizin renginize döner. Rakip, kendi sahasından bir taç kullanırken bile top çıkartmakta zorlanır. Defans oyuncusunun verdiği pasla, forvet oyuncunuz pozisyona girer. Kornerler, kornerleri takip eder ve bir tane sorumsuz oyuncu ortaya çıkar. Zaten ortada kalan pozisyonları ve ortada kalmayan çok net pozisyonları da rakip için değerlendiren bir hakem varken, bu pozisyonda hata yapmasını bekleyemezsiniz. Yapmasın da zaten. 10 kişi kalırsınız, üstüne de penaltı. Maç berabere olur.

Sonrası da gelir. Böyle yıpratıcı bir derbide aynı anda hem 10 kişi kalıp, hem gol yemek büyük bir dezavantaj yaratır. Eşitken, üstün olan kadro da, eksikken bu üstünlüğünü kaybeder. Bu yüzden de skor, Beşiktaş için garip, beklenmedik bir skor değil.

Beşiktaş, bir hafta içinde elindeki her şeyi kaybetti neredeyse. Bir tek Türkiye Kupası kaldı elinde. Kadronun zenginliği, arada gelen iyi oyunlar, yıldız oyuncular bazı gerçekleri gizliyor ama o yandı bitti denilen Galatasaray ile aynı puana sahip Beşiktaş. Şimdi bir de antrenör krizi yaşanacak gibi duruyor ve yıldız oyuncuların gelmesinde büyük bir faktör olduğunu düşündüğüm Bernd Schuster’in takımdan gidebilecek olması, Beşiktaş’ı tamamen kadrosunu yenileme tehlikesiyle karşı karşıya bırakabilir.

Sonuç olarak, Beşiktaş bu maçı kazanabilirdi. Ferrari’nin yaptığı anlamsız hareket sonucu ellerinden kaydı maç. 11’e 11 devam eden bir karşılaşmada farkın daha açılabilecek olma ihtimali varken, eksik kalınca direnemedi Beşiktaş. Artık amaçsız kalan bir yıldızlar topluluğu olarak sürdürebilir Beşiktaş sezonu. Fakat yapılması gereken, seneye hazırlık için, oyun planını oturtmak için kalan maçları kullanmaktır.

http://www.urbarli.net

Ekolojik Anayasa Girişimi ilk toplantısını Yeşil Ev’de yaptı

Cumartesi günü Beyoğlu Yeşil Ev’de ekoloji hareketinin içinden farklı kuruluşlardan, konuyla ilgili entelektüeller ve akademisyenlerden ve Yeşiller Partisi üyelerinden toplam iki düzine kadar insan bir araya geldiler. Türkiye’de yeni bir anayasa yapılacağı ümidi bu biraraya gelenlerin hepsinin müşterek kanısı, dileği ve biraz da kaygısı. Yapılacak anayasanın ekolojik bir ruhla yazılması, doğanın haklarını güvence altına alması gerektiği konusunda ise hemfikirler. Bir araya gelmelerinin sebebi bu çizgiyi berraklaştırmak, bir girişime çevirmekti. Atölye başarılı oldu.

Atölye’nin çağrısını Yeşiller Partisi Eş Sözcüleri Ümit Şahin ve Yüksel Selek yaptılar; ancak çoğulculuk, katılımcılık ilkeleri dahilinde Yeşiller’in rolü ev sahipliğinden öte olmasın dediler. Toplantıya ekoloji hareketinin kendi içinde geniş yelpazesinin tüm renklerinden kişiler davet edildi, ve atölye davet edilenler kadar renkli bir katılımcı kadrosuyla geçti. Toplantının ardından bulguların daha geniş katılıma açılacak şekilde yaygınlaştırılması, olgunlaşan görüşün bir ekolojik anayasa konferansında tartışılmasına karar verildi. Girişimin sekreteryasını Yeşiller Partisi üstlendi.

Atölyenin öncesinde niçin biraraya gelindiği ve ne yöntem izleneceğine dair öneri ve çerçeve sunumları yapıldı. Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin hoşgeldiniz konuşmasında çok sayıda anayasa tartışması olduğunu, ama bunların ekoljiyi gündeme getirmediklerini söyledi, bu atölyenin amacının ise genel çerçeveyi ve ilkeleri belirlemek olması gerektiğini teklif etti.

AB-Türkiye Karma Parlemento Komisyonu toplantısı için Türkiye’de bulunan AB Parlamentosu Yeşiller Gurubu üyesi Ska Keller atölyenin açılış konuşmalarına katıldı ve Avrupa’da anayasa yapım deneyimlerini paylaştı. Keller, anayasaların devrimsel veya şavaş-sonrası süreçlerin eseri olduğuna işaret etti ve anayasaların detaylı metinler değil çerçeve çizen metinler olduğunu söyledi. Değişik Avrupa ülkelerinde çevre konusunun zamanla bunun gündemde olmadığı onyıllarda yazılmış anayasalara nasıl dahil edildiğini anlatan Keller, çevrenin bir mesuliyet ve odak olarak anayasaya dahil edilmesini tavsiye ettiğini söyledi.

Çok aydınlatıcı bir konuşma yapan Ömer Madra, Franziska Keller’ın da işaret ettiği savaş ve devrim şartlarına dikkat çekti ve dünyanın şu günlerde nasıl devrimsel bir enerjiyle çalkalanıyor olduğunu hatırlattı. Madra, savaş konusunda ise katılımcıların dikkatini insanın doğaya açmış olduğu, medeniyetin çöküşüne bile yol açabilecek ciddi savaşa çekti. Madra’nın ifadesince, yeni bir çerçeveye geçiş için tüm koşullar ortada ve anayasayı da bu çerçevede düşünmeliyiz.

Madra konuşmasında temel mesele olarak nesiller arasında adaletsizliği işaret etti, ve sürdürülebilirlik kavramını içselleştirmiş kültürlerden referanslar verdi. Buradan doğanın ve canlı varlıkların haklarına geçen Ömer Madra, hak öznesi olarak insan dışı canlıların tartışmasının daha 1970’lerde beri Christopher D. Stone gibi yazarlarla literatüre girmiş olduğunu anlattı. Madra, bu hakkı reddeden zihniyetin ise nasıl tüzel kişilikleri hak öznesi olarak görmeyi sorgulamadıklarına işaret etti ve Chomsky’den referansla mevcut dünya düzeninin esas sebebinin Amerikan anayasa mahkemesi ictihatlarının kâr amaçlı, piramitsel, hatta faşizan yapılar olan şirketleri tüzel kişilik sayıp hak öznesi hâline getirmiş olması olduğunu anlattı. Bu düzene karşı kendilerinin de parçası olduğu doğayı korumak  için yerel mücadeleler, samimi ve hakiki insanlardan örnek veren yazar, Maude Barlow’un nasıl bir devrimin eşiğinde, kolektif adım noktasında olduğumuzu anlattığını naklederek ve Ekvator Anayasası, Bolivya ve Arjantin anayasaları, Toprak Ana’nın Hakları Beyannamesi, BM Genel Kurulu’nun suya erişimi temel bir insan hakkı kabul etmesi gibi şevk verici, yön gösterici, hatta uygulamada çığır açıcı etkileri şimdiden görülen örnekler olduuna dikkat çekerek konuşmasını bağladı.

Açılış konuşmalarından birini yapan Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Yüksel Selek ise konuşmasında iki temel noktaya değindi. Sözkonusu savaşsa, Türkiye’nin 30 senelik bir düşük yoğunluklu savaşın ardından bu anayasayı yapma ihtiyacını duyduğunu anlatan Selek, ülkenin ulus devlet yaratma sürecinde yaşadığı acıları anayasa yapım sürecinde yeni değerlendirmesi gerektiğini, tarihiyle yüzleşmesi gerektiğini söyledi. Anayasaları aslında toplumların yapacağını ifade eden Selek, Türkiye’de de ilk defa yukarıdan dayatmalara karşı soluk alan toplumun bir sivil anayasa yapıyor olduğunu, gerçekleştirilebilirse bunun devrimsel bir başarı olacağını dile getirdi.

Ekolojik anayasa atölyesinde kırmızı hatlarımızı çizmeliyiz diyen Selek, Türkiye’nin her yanında süren ekoloji mücadelelerine işaret etti ve toplumda bir sahip çıkma ve isyan hâlinin var olduğunun tespitini yaptı. Bu yerel mücadelenin doğanın haklarının korunması için yapılacak anayasada ademimerkeziyetçi bir anlayışın, yerinden yönetimin ve vatandaş katılımının öne çıkarılmasının ne kadar önemli olduğuna işaret eden Selek, eğer toplumda varolan isyanı ve sahip çıkmayı bir coşkuya dönüştürebilirsek doğayı hak öznesi olarak kabul eden bir anayasaya doğru yol alabiliriz dedi.

Öğleden sonra atölye çalışmalarına geçildi. Ekolojik Anayasa Girişimi sekreteryası, sonuçlar çerçevesinde çevre hareketi başta olmak üzere daha geniş  kesimlerle paylaşımların devam edeceğini, ekolojik bir anayasa elde etmeye doğru olgunlaşan teklifler geliştiriliyor olduğunu açıkladı.

(Yeşil Gazete)

!f İstanbul’a yeşil bakış – 2

‘Ütopyamız kalmadı, ütopyacıklar verelim’

Sessiz filme canlı olarak eşlik eden müzik performanslarına katıldınız mı hiç? Özellikle Bela Lugosi’nin Dracula’sı üzerine Philip Glass’ın bestelediği ve Kronos Quartet’in çaldığı, ya da Metropolis’e koca bir senfoni orkestrasının eşlik ettiği gösterimler unutulmazdır.

!fistanbul’un ikinci günü bunlara benzer, ama bir adım da ötesine geçen hoş bir performansa sahne oldu: canlı belgesel! 4 Bölümde Ütopya/Utopia in 4 Movements başlıklı gösterim filmden çok canlı bir peformanstı. ABD’li yönetmen Sam Green’in (soyadı çok anlamlı olmuş) ütopya fikrinin ve geleceğe duyulan iyimserliğin neden yitirildiği üzerine şiirsel metnini ekranda hazırladığı görsel akış ve olağanüstü bir ses manzarası yaratan  Brooklyn’li müzik grubu eşliğinde sahnelemesi kaçırılmayacak bir deneyimdi.

Gösterim sonrası söyleşide öğrendiğimiz kadarıyla bizim bu akşam izlediğimiz, performansın canlı/doğaçlama kısmının ‘altyazı’ gereksinimi nedeniyle kısmen sınırlandırıldığı bir versiyonu, gösterimden gösterime sürekli değişen dinamik içeriği bu gereklilik nedeniyle ‘geçen performansta’ sabitlenmiş ve geçen performansın metni bire bir kullanılmış. Ekranda akan ise fotoğrafların ve küçük videoların tema ve alt bölümleri çerçevesinde arka arkaya sıralandığı bir sunum, hani powerpoint sunumlarına ses ekleyip videoya çeviriyorlar ya, görsellerin sinema kalitesinde olması bir yana, işte öyle bir şey. Gösterimin giriş bölümünde Ekim ayında İstiklal caddesinde yaptığımız 350 kampanyasının yürüyüşü ve Yeşiller ve KEG bayraklarının resimleriyle karşılaşmak da bize özel bir hoşluk oldu.

Green’in performansı şekil olarak bir yandan da Al Gore’un ‘Uygunsuz Gerçek’iyle de akraba, orada da çoğunlukla bir powerpoint sunumuna Al Gore’un konuşması eşlik ederdi. Ancak onun tersine derdi bilgi bombardımanı yaparak bir gerçeğin kabul edilmesini sağlamak değil, yaşadığımız dönem üzerine birlikte düşünmek. Temel derdi olan aşırı tanımlanmış, belirlenmiş ve tasarlanmış projeler olarak erken modernliğe ait bir kavram olan ütopyanın yitimini tam da bunun sonrasında ‘düşünümsel’ adı da verilen geç modernliğin (ya da yeni kapitalizmin) ruhu üzerine izleyiciyle “birlikte düşünmek” gerçekten de çok uygun bir yöntem olmuş.

Bu anlamda Green’in durduğu yer Richard Sennett, Zygmunt Bauman ve Ulrich Beck gibi zamanımız düşünür ve sosyologlarının yaklaşımlarına akraba. Performans dört bölümde yapılandırılmış: ilk üçü yiten ütopyalar üzerine. Evrensel dil Esperanto’nun yükseliş ve çöküşü ve  sosyalist devrimlerin sonunda aldığı haller ve yok olmalarının ardından sıradışı bir yön değişikliğiyle alışveriş merkezleri üzerinde duruyoruz. Kendisi de sosyalist olan asıl tasarımcısı Michael Grüne tarafından 1950’lerde yaygınlaşan Amerikan banliyölerinin yalıtılmışlığına karşı sosyal içerikli bir ütopya olarak tasarlanan alışveriş merkezleri (AVM’ler) daha sonra kreşler ve bakım merkezleri gibi gerçek anlamda sosyal, ancak kar getirmeyecek öğeleri kırpılarak sadece deneyim ekonomisinin mabedleri haline dönüşerek dünya çapıda yayıldı.

Çin veya Türkiye gibi ülkelerde AVM’lere yüklenen sembolik anlamı da birlikte düşününce (Çinli işadamının şanı yürüsün diye dünyanın en büyük AVM’sini kuş uçmaz kervan geçmez bir kasabaya yapması ve günde sadece bir-iki müşteriye rağmen devlet desteğiyle açık tutulması filmin önemli noktalarından) sadece ütopyanın yitiminden değil, gözü kara yatırım mantığıyla distopyanın adım adım inşasından da söz etmeye başlıyoruz.

Dördüncü bölüm ise ütopyalarla başlayan geçen yüzyılın soykırımlarla bitmesine yaptığı vurguyla dip noktasına erişse de Arjantin ve Bosna gibi ülkelerde toplu mezarlardaki cesetlerin kimliğine kavuşturulması için ‘adli antropologların’ çabasını bu dip noktasından umut çıkarmak için kullanıyor; belirsizlikler çağında zeminimizi yitirdiğimiz ve kitle içinde kaybolup önemsizleştiğimiz ortamda çoktan ölmüş insanlara ve kayıp yakınlarına insan olarak değer verilmesi bir umut kaynağı değil mi?

Benzeri bir şekilde Amerika’daki bir ‘Çiftçiler Pazarında’ (Farmers’ Market) ütopyaların yitmesinden bahseden yönetmene arkadaşının yanıtı da ‘çevrene bak, bu ütopya değil de ne’ oluyor. Bu çabalar klasik anlamıyla ütopya mıdır, bu ütopyacıklarla dünkü yazımda değindiğim filmde (bkz.Doğalgazülkesi/Gasland) karşımıza iktidar odaklarına karşı ne kadar mevzi kazanabiliriz, bilemiyorum,  yaşayarak göreceğiz ve bunu da hep beraber ‘deneyim’ hanemize ekleyeceğiz, ama en azından Türkiye’de de yaygın saldırıya karşı hızla yayılan ve yaşamın doğrudan içinden çıkan direnişler olarak bu ütopyacıkların daha iyi bir dünya ve yeni bir kamusallık ve dayanışma inşası için umudu taze tutmamıza yaradığını biliyoruz.

Gösterim 20 Şubat 19.30’da AFM Caddebostan’da yinelenecek.

Gelecek Program: Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi

Programdan önümüzdeki günler için öneriler:

Filmler: “Görünmez Griff/Griff the Invisible”, “İç İşler/Inside Job”, “R”, “LennoNYC”, “Nuummioq”

Etkinlikler:

“Kadınlar Kahramandır”:Yumuşak Bakan Bir Etkinlik, 21 Şubat 17:00 – 18:00, The Hall Festival Merkezi – Arka Salon

Mars’tan Dünya’ya : Geoff Marslett ile Mavi Kutulu Bir Animasyon Atölyesi, 24 Şubat 17:30 – 19:00, Dirty Cheap Creative Stüdyosu: Çatma Mektep Sokak No:7 Depo: 2 Tepebaşı / Beyoğlu

Galata Gezegeni : İstanbul’da Bir Köprü / Film Gösterimi ve İzleyici Odaklı Medyalar Arası Belgesel Sunumu, 23 Şubat 15:00 – 17:30, The Hall Festival Merkezi – Ana Salon

Alper Akyüz