Ana Sayfa Blog Sayfa 5256

Direniş, Örgütlenme ve Ruhanilik: Zapatista Kadınları Mücadelelerini Yeniden Tasarlıyor – Sylvia Marcos

“Giyinişimizle, konuşmamızla, yönetme ve organize olma biçimimizle, dua etme, kolektif çalışma şeklimizle, dünyaya olan saygımızla, kendimizi onun bir parçası olarak kavradığımız doğa anlayışımızla tanınmak ve saygı görmek istiyoruz”. [i]

Sylvia Marcos

Meksika meclisine o gün seslenen ikinci kadın olan Maria de Jesus Patricio, diğer adıyla “Marichuy”, en büyük yerli siyasi gruplar ağı olan CNI’yi temsil ediyordu. Konuşmasında kadın haklarına saygı gösterilmemesine sadece yerli topluluklarda rastlanmadığını üzerine basarak tekrarladı. Bu sırada salondan alkışlar yükseldi. “(…) geleneksel âdetler toplum içindeki yerli kadınların haklarına zarar veriyorsa, bunun sadece yerli halkları ilgilendiren bir sorun olmadığını düşünüyoruz. Sadece bu bölgelerde yaşanan bir sorun değil, tüm toplumda tezahürünü görebildiğimiz bir problemle karşı karşıyayız.”[ii]Konuşmasının devamında Marichuy , sözlü geleneğin getirdiği hitabet yeteneğini kullanarak, iyi olan, takdir gören “usos y costumbre”leri ( örf ve adetlerini) saymaya başladı: “Umumî işleri kotarmak için kolektif işbirliklerinin kurulması, ritüellere katılan kadınların spiritüel liderlikler üstlenmesi, iktidar ve varlık elde etmekten ziyade topluma hizmet etmek için siyasi temsilcilik görevlerinin üstlenilmesi, yaşlıların bilgeliğine saygı gösterilmesi ve mutabakata dayalı karar alma mekanizmaları.” Bunun ardından yerli kadınların durumunu kötü etkileyen baskıcı yargı sistemini ve bunu çevreleyen din kurumlarının etkilerini dile getirdi.[iii]

2002 yılının aralık ayında şöyle denmişti: “Amerika kıtasının yerli kadınlarının Birinci Zirve’sinde yapılan nihai açıklamayla getirdiğimiz talepler şunlardır: Devletler kendi kamusal politikalarında bizim dünya görüşümüze, özellikle de ritüel törenlerimize ve kutsal yerlerimize saygı göstermeli… Farklı mezhep ve dinlerden talebimiz, yerli halkların inanış ve kültürlerine saygı göstermeleri ve bizi, ruhaniliğimizle çatışan dini vecibelere zorlamamalarıdır.”[iv]

Orta Amerika’da yaşayanlar eski geleneklerini, içine düştükleri toplumsal-siyasi değişikliklere karşın koruyor ve yeniden canlandırıyorlar. Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan yerli halklar, dünyayı algılamak konusunda kendi terimlerini geliştirdikleri bir medeniyet kurup yaşattılar. Onu kıtanın sömürgeleştirilmesi boyunca korudukları gibi günümüzde de korumayı sürdürüyorlar, sembolik ve dini evrenlerini yorumlamak için haklarına sahip çıkıyorlar. Bu yeni ruhaniliği tarihsel bağlamda değerlendirmek için, tarihsel ve etnografik metodolojilerin ötesine geçmek ve bu dini ve toplumsal cinsiyetçi [gender] rollerin dayandığı felsefi düzlemi sürece dahi etmek gerekir. Bu sayede Orta Amerikalı halkların, kendi kozmoslarını nasıl algılayıp kurduklarını ve onu bir dişil‑eril ikiliğe oturttuklarını görmek mümkün olacaktır. Buradaki iddiam, bugünün çağdaş koşullarına adapte oluyor olsalar da, Latin Amerika yerlileri için yerli bilme şekillerinin özelliklerinin verdikleri mücadelenin görünmeyen boyutlarını açığa çıkarıyor olduğudur. Bu açık paradoksun tam manasıyla anlaşılabilmesi için, birbirini dışlayan ikili kategorilere dayanmayan bir epistemik evrenin “ötekiliği” kabul edilmelidir.[v] Yerliler, tezatların tek potada birleşmesini tutarlı bir olgu olarak algılamaktadır. “Yerli ruhaniliği” ve toplumsal cinsiyetçi ikiliğin derin karmaşıklığını çözmek, bu yeni ruhaniliğin içerdiği sömürgecilikten kurtulma çabalarının nasıl işlediğini ve Orta Amerika halklarının yüzyıllar sürmüş tutsaklıklarını nasıl “ruhani” bir dini düzleme taşıyabildiklerini bize gösterir. Bu düzlem, yerli halkların toplumsal adalet için verdikleri siyasi mücadeleyle yakından ilişkili ve bağlantılı olmanın yanı sıra karşılıklı olarak da birbirine bağımlıdır.

Birkaç yıl önce, çığır açan kitabı Meksika ve Orta Amerika Yerli Ruhaniliği’nde Gary Gossen, ruhanilik kavramını şöyle tarif etmişti: “…Anahtar kelime olan ruhanilik, ‑çeviri vasıtasıyla- (yerli) inananların ve uygulayıcıların içsel durumlarını, dünya görüşünü ve kozmolojisini dile getirmeye çalışır.”[vi]

On küsür yılın ardındanbirden fazla yöneticisi olan yerel kadın grupları ağı, Birinci Zirve’de bir araya geldi ve ruhanilik kavramını, artık çeviri gerekmeksizin içselleştirdi. Bu sözcüğü kullanarak hem dinî gelenek ve icralarının resmedilişine (batıl inanç değilse, cahil ve geri kalmış) meydan okuyor, hem de kozmolojileri ve dünya görüşleri yoluyla kendi inançlarına (“ruhanilik”) karşı saygı gösterilmesini talep ediyorlar. Buradan itibaren, bugünün yerli kadınlarının adalet mücadelesi ve kendi eğitim ve ruhanilik haklarını şekillendirdiği biçimiyle Orta Amerika kozmolojisinin bazı temel unsurlarını değerlendirmeye çalışacağım.

 

Aynılık ya da Eşitlik – İkilik

Kadın ve erkeği birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak gören bir felsefi mirasın varisleri olan yerli kadınlar kozmolojik birikimlerini ifade etmeye uygun ifade olarak la paridad üzerinde mutabakata varmıştır: Aynılık. Başka bir deyişle “aprendiendo a caminar juntos”, yani birlikte yürümeyi öğrenmek!

Eski Meksika’da dişil‑eril ikili birlik, evrenin yaradılışında, türemesinde ve iyileşmesinde ve sürdürülebilmesinde büyük öneme sahipti. Dişil ve eril olanın tek kutuplu bir ilke içerisinde erimesi, Orta Amerika düşünme biçiminde sürekli karşımıza çıkan bir niteliktir. Hem tekillik hem de ikiliği içeren bu ilke, en üst Yaratıcı olan ve adı “Çifte Tanrı” ya da “İkili Tanrılık” anlamına gelen Ometéotl başta olmak üzere tanrı ve tanrıçaların çiftler halinde temsil edilmesiyle tezahür eder. On üçüncü gök kubbenin ardında bulunan Ometéotl dişil-eril bir çift olarak tasavvur edilmiştir. Bu üstün çiftten doğan diğer ikili tanrılar da doğal fenomenleri vücuda getirirdi. Örneğin Thompson, Maya dinideki Itsam Na ve partneri Ix Chebel Yax’tan söz eder.[vii] Las Casas, Izona ve eşinin oluşturduğu çiftten bahseder[viii]; Diego de Landa’ysa da Itzam Na ve Ixchel’e tıbbın tanrı ve tanrıçası diye atıfta bulunur.[ix] Michoacan bölgesi sakinleri için yaratıcı çift Curicuauert ve Cuerauahperi’ydi.

Omecihuatl ve Ometecuhtli, İkili Tanrı Ometéotl’un dişil ve eril yarılarını temsil eder. Kadim Nahua mitoslarına göre bu iki tanrı büyük bir kavgaya tutuşmuş, bu esnada tabak ve çömlekler kırmış ve yere çarpan her çömlek parçasından yeni bir çifte tanrı meydana gelmişti. Bu efsane kimi araştırmacıya göre tanrıların çokluluğunu açıklarken, aynı zamanda ilk ikili tanrının diğer ikiliklere nasıl can verdiğini de gözler önüne seriyor. Bu durumda her daim var olmuş ve tüm evrene yayılmış bir ikilik olan toplumsal cinsiyet, tüm fenomenlerden sorumlu çoklu özgül ikilikleri “doğuran” olarak görülebilir.

Orta Amerika’nın her yerine nüfuz etmiş olan yaşam/ölüm ikiliği, aynı ikili gerçekliğin iki farklı unsurudur. Bunu Tlatilco’da bulunmuş ve başının bir yarısı yüz, diğeriyse kurukafayla temsil edilmiş bir figür örneğinde açıkça görebiliriz. Kozmos düzeyinde güneş ve ay, bir eril‑dişil mütekabiliyeti olarak kabul edilmektedir.[x] Benzer şekilde yeni doğan bebeklerin törensel yıkanmasında, dişil ve eril sulara başvurulur.[xi] Kozmik ikiliği başka yerlerde de görebiliriz; örneğin mısır dönüşümlü olarak hem dişil (Xilonen-Chicomeocoatl) hem de erildi (Cinteotl-Itztlacoliuhqui).

Kozmosun aslî düzenleyici gücü olan ikilik, zaman ölçümüne de yansımıştır. Zaman iki takvim tarafından sürdürülür: Biri, insan gebelik döngüsü ile ilişkilendirilmiş olan 260 günlük (13×20) bir takvimdir[xii], diğeri ise 360 günlük (18×20) bir tarım takvimidir.[xiii] Bu takvimi astronomik takvime adapte etmek için 5 gün eklenmiştir. CNMI üyesi bir kadın olan Candide Jimenez’in de dediği gibi “La dualidad se da.” İkilik içinde yaşıyoruz; ritüellerde, dizilerde, ortak yaşamımızda…[xiv]

Hem Frances Karttunen hem de Gary Gossen, Orta Amerikan ikiliğini dinamik olarak tanımlar.[xv] Diğer yazarlar, zıtların kutupsal düzenlemesine ikiliğe koşulların veya hareketin kesin bir “tersinirlik” veren bir bütünleyicilik ekler. Akıcılık çift kutupluluğun kapsamını, feminen ve maskülene daimî değişken bir doğa vererek derinleştirir. Akıcılıkla birlikte feminenlik her zaman maskülenliğe ve zıddına da nakil hâlindedir.

 

Akışkan Gerçeklik

Böylesine iyi yapılanmış bir evrende piramit benzeri bir “hiyerarşi” düzenine ve katmanlaşmaya yer olamaz. Sayısız Nahua anlatısında, ilamatlatolli’ye de (yaşlı bilge kadınların söylevleri) baksak,heuhuetlatolli’ye de (yaşlı erkeklerin konuşmaları), ya da tanrı çiftlerinden bahseden kaynakları da incelesek, bir tarafın diğer taraftan “üstün” olduğu şeklinde bir çıkarıma varamayız. Aksine, bu kavramsal evrenin dayanağı olan bir nitelik de ikiliklerin gözler önüne serilmesi gibi görünmektedir. İkiliklerin bu şekilde işlenişi, gökte, yerde ve hatta yerin altında ve evrenin dört bir köşesinde kendini gösterir. Süregelen bu çözülme her zaman hareket halindedir ve asla katı bir şekilde katmanlaşmış veya sabitlenmiş değildir. Böylece ikilik, tüm evrenin içine işler ve her nesnede, durumda, ilahta ve bedende izini bırakır.

EZLN – Ejército Zapatista de Liberación Nacional (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) sahneye çıktıktan sonra “kadın hakları” kavramı Chiapas’a geldiğinde, yerli kadınlar eşitlik ifadesini sürekli duyar oldular. Bu sürece destek olmak için oraya gelmiş olan yardımsever kadınlar tarafından talep edilen eşitlik, yerli kadınlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Orta Amerika evren bilincinde eşitlik diye bir kavram yer almaz. Bu bilinçte, tüm evren, birbirini –farklılıkları aracılığıyla- dengeleyen unsurlar sayesinde var olmuştur ve böylece denge yaratılır.[xvi] Bu denge sürekli değişim halindedir.[xvii] “Eşitlik” ise sabitlik, hareket etmeyen bir şey gibi algılanır. Dahası, iki varlık asla aynı olmak yoluyla eşit olamaz. Bu ikilik kavramı günlük yaşamlarında ve ritüellerinde böylesine yer etmişken, eşitlik yerli kadınlar için çaba sarf edilecek bir kavram değildir.[xviii] Yerli hareketinin içinde bulunmuş olanlarımız görmüştür ki “caminar parejo” (beraber yürümek), yerli kadınların erkeklerle olan ilişkilerini yürütürken kullandıkları metafordur. Denge kavramı, eşitlik kavramına bir alternatif teşkil etmeye başlamıştır.

 

Toprak Anamız/Kutsal Toprak: Bir İnanç

Sık sık yerli halkların yurt, toprak ve arazi talep ettiklerini duyarız. Bu talep dünya üzerindeki her yerli halkın temel hak iddiası gibidir. “Yerli halkların hayatta kalmaları, ayrılmaz bir şekilde toprakla bağlantılıdır.”[xix] Peki ama yurt ve toprak talebi ne demektir? Yerli kadınlar için toprakla olan ilişkilerinin birden fazla anlamı olduğu çıkarılabilir. Toprağın, ana olarak sembolize edilmesi kadınları ona bağlar. Kadınlar dünyanın beden bulma aracı ve üreyicileridir. Comandanta Esther yakın zamanda Kongre’de yaptığı konuşmada bunu şu şekilde ifade etmiştir: “Toprağa olan saygımızın ve yaşam anlayışımızın başkaları tarafından tanınmasını istiyoruz; toprak doğadır ve biz de onun parçasıyız.”[xx] Kendine has İspanyolcasıyla yaptığı bu konuşmada çok karmaşık bir toprak kavramı ortaya çıktı. Bir kere her şeyden önce toprak bir varlıktı. Nurio, Michoacan’daki Ulusal Yerli Halklar Kongresi’nde yerli bir kadın şöyle konuştu: “Tüm nehirlerimiz, tüm ağaçlarımız, toprağımız, oldukları gibidir… hala canlıdırlar.”[xxi] Toprak canlıdır; varlıklara nasıl saygı duyuyorsak ona da saygı duymamız gerekir. Bolivya ve Ekvador gibi bazı Latin Amerika ülkelerinin yenilenmiş çağdaş anayasalarında toprak, hakları olan bir tebaa kabul edilmektedir.

Kuzey ve Güney Amerika’daki yerli halkların yaşam görüşlerinde yer bulan, yeryüzünde yaşayan “insandan öte” varlıklar üzerine yapılan araştırmalar, bu yoruma bir arka plan teşkil eder.[xxii] Orta Amerika mitolojisinin büyük kısmında dünya kutsal bir yerdir.[xxiii] Dişil olan dünya, verimli bir ilahtır. Üzerinde yaşayan insanların başlarına gelen tehlikeleri ve kötülüğü de barındırır. Dünya aynı zamanda kaygan ve korku verici bir yerdir.[xxiv] Klasik iyi-kötü ikiliğiyle algılanır. Doğaüstü bir varlık olarak, yaptığınız işlere göre size zarar da verebilir, fayda da sağlayabilir. EZLN’nin şair subcommandante’si Marcos, bunu şöyle ifade eder: “Bu yerli halklar toprağın ana olduğunu söylerler; derler ki toprak, kültürel dölyatağıdır, onun içinde yaşar tarih, onun içinde yaşar ölüm.”[xxv]

Yerli halkların dünyaya bakış açısı aynı zamanda ahlaki nitelikler de taşır ve ahlaki düstur der ki kişi her koşulda çok dikkatli hareket etmelidir. Yerli halktan Maya Manuel Gutienez E. çağdaş Hıristiyanlar hakkında şöyle söyler: “…kadim…inancın varisleri olarak…kurtarıcı bir umuttan çok tedbirli bir beklentiyle şekillenen, ihtiyatlı bir inanç geliştirdiler…”[xxvi]

Toprağın yerli kadınlardan gördüğü bu hürmet ve inanç, nadiren dikkate alınır. Genellikle toprak sahibi olma ya da miras olarak toprak edinme kavramlarına indirgenir. “Toprak” sanki yalnızca bir malmış gibi dillendirilir. Bugünün dünyasında bir toprak parçasına sahip olabilirsiniz ya da yerli kadınlar toprak sahibi olma ya da miras yoluyla toprak edinmeyi ister. Yerli halkları ortak mülkiyet hakkından mahrum bırakan bir toplumda bu talep anlaşılırdır ve zaruridir.

Ancak yerli kadınlar toprağa, köklerinin salındığı yer, kutsal bir mekan, benliklerine işleyen bir sembol olarak sahip olma hakkı talep etmektedir. Zirve’de yerli kadınlar bildirgesinde şöyle yazıyordu: “Hükümetlerin Toprak Anamızın değerine ve yerli halkların atalarından kalan toprakla olan ruhani ilişkilerine saygı duymalarını talep ediyoruz…”[xxvii]

 

İtaat Ettiğimiz Önderlik (Mandar obedeciendo)

Bu deyim gerçekte ne anlama geliyor? Hangi kültürel etkilerden kaynaklandı? Lenkersdorf bunun Zapatista’lar tarafından yaratılmadığını söylüyor.[xxviii]Bu deyim Chiapas’daki Tojolabal Maya Yerlilerinin sıradan bir tabiridir ve 1970’lerde derlenen Tojobal-Espanol-Tojobal sözlüğünde yer alır. Açıktır ki, bu deyim sözlükten eskidir. Lenkersdorf’a göre, bu deyim Zapatista’ların atalarından kalma bilgece Maya fikir ve deyimlerini – özellikle Tojobal grubunun eski deyişlerini – ulusal siyasal tartışmaya nasıl dâhil ettiklerinin bir örneğidir.

Ama mandar obedeciendo deyimine dönersek, bu bazı eleştirmenlerin iddia ettiği gibi, gerçekten de birinin diğerine kumanda ettiğini, birinin diğerine tabi kılındığını mı ima eder? Lenkersdorf bu deyimin derin anlamını çözmeyi sürdürür.[xxix] Özgün Maya deyiminin çevirisi şöyledir: “Yetkililerimiz komut alır.” Ortak, topluluksal “biz” komutları verendir. Bu “biz” en üst yetkilidir. Başka bir anlam düzeyi, “bu toplulukta yetkililerimizi kontrol eden biziz.” Tojolabal dilinde, yönetmek “iş” anlamına gelir: yönetenler, “çalışanlardır.” Bazen, bu deyim biraz değişir ve şu anlama gelir: “topluluğun yetkilileri-çalışanları.” Bu topluluksal “biz” içinde herkesin bir işlevi vardır. Bu ufki(yatay) bir topluluktur, ama herkesin işlevi aynı değildir. Kilise başkanları, yerel yönetim temsilcileri vardır. Herkesin, en yüksek yetkili olan topluluksal “biz” denetiminde kendi özgül görevi vardır.

Gördüğümüz gibi, bu topluluklarda mandar (komuta) kavramı tamamen farklı bir kavramdır. Azami yetke olarak bu ortak “biz” bazı kişilerin onlar adına konuşmasına karar verebilir. Lendersdorf der ki, sorun, Mayaların usullerinden tamamen habersiz olan (Meksika) egemen toplumunun bu sözcüleri önder sanmasındadır. Bunlar önder değildir, yalnızca topluluksal “biz” tarafından seçilen sözcülerdir. O zamana kadar bilinen sözcüler konuşmadıysa, bu topluluksal “biz”in sessiz olduğu anlamına gelmez. Örneğin, Zapatismo’nun ulusal sahneye çıktığı yedi yıldan beri, birçok farklı (kadın) sözcü duyduk. Bir süreliğine seçilen Ramona oldu. Ana Maria da bir süreliğine görünür oldu, sonra Comandanta Trini geldi ve sayısız başka kadın belirdi ve kayboldu. Şimdi Comandanta Fidelia, Yolanda’yı duyuyoruz. Denilebilir ki, hepsinin mazhar olduğu kabulle, gözükmeye, önderlik etmeye, yönetmeye devam etmeleri gerekir, ama mevcudiyetlerinin temeli bu değil. Meksika Kongresinde evvelce dikkatimizi çekmemiş olan iki kadın duyduk: Commandanta Esther ve Maria de Jesus Patricio. “Birçok yapıyı topluluksal örgütlenme düzeyinde tanılayabiliriz… bilginin yaratılması ve yeniden yaratılması için örgütlenme – ruhani yaşam da buna dahildir.”(s. 174)[1] Topluluksal “biz” (kadın) sözcülerini seçer. Esther, milletvekilleri karşısındaki sunumunda, bunu şöyle ifade etti: “Biz kumandanlarız (İspanyolca dişil haliyle), topluluksal olarak kumanda edenler, halklarımıza itaat ederek kumanda edenler.”[xxx]

 

Kalbimizle Düşünüp Örgütlemek

Yerli kadınların taleplerinde merkezi konumda olan bir sözcük varsa, o da corazon’dur, “kalp.” Kalp (Lopez Austin’e göre teyolía[xxxi]) en yüksek entelektüel etkinliklerin mekânıdır. Hafıza ve akıl orada yaşar. Kalp duygulara ve aşka bir gönderme değildir; yaşamın kökenidir. Chiapas’taki Maya yüksek toprakları hakkındaki klasik bir etnografya eseri, Calixta Guiteres-Holmes’un Perils of the Soul’u (Ruhun Tehlikeleri), kalbin bölge insanları için ne ifade ettiği konusunda çok açıktır. Kalp tüm bilgeliğe sahiptir, hafıza ve bilginin mekânıdır, “algılama onun aracılığıyla gerçekleşir.”[xxxii]

1997’de Oaxaca’daki Birinci Ulusal Yerli Kadınlar Kongresinde, yaklaşık beş yüz yerli kadın hep bir ağızdan dedi ki: “Grabar en nuestros corazones” [Kalplerimize nakşedin]. Hafızanın bu mekânında kadın ve yerli halk olarak hakları hakkında tüm öğrendiklerini tutuyorlardı.[xxxiii] 1995’de, Comandanta Ramona CCRI Comandancia General del Ejercito Zapatista de Liberacion Nacional’den bir mesaj gönderdi: Meksika halkına, Meksikalı kadınlara, ülkemizdeki herkese sesleniyorum.” Mesajının sonunda, dedi ki: “Tüm kadınların kalkmasını ve hepimizin hayal ettiği özgür ve adil Meksika’yı inşa edebilmek için örgütlenme gereksinimini kalplerine ekmelerini istiyorum.” Açıktır ki, kalp iş ve örgütlenmenin mekânıdır. Yalnızca duygular ve heyecan örgütlenmeye yetmez.[xxxiv] Lendersdorf der ki, Tojolabal’daki sanatların belirleyici özelliklerinden biri “kalbin düşündüğünü ortaya çıkartmalarıdır.”[xxxv] Düşüncenin mekânı olarak gene kalpten söz ediliyor, kafadan değil.

Şimdi de Comandanta Esther’in 28 Mart 2001’de Camara de Diputados’taki konuşmasına bakalım. Şöyle dedi: “Onlar [milletvekilleri] aklı kendi yanına almış olan bir dünyaya, uzamlarını, kulaklarını ve kalplerini açtılar.” Kalp kendini akla açar. Kadınlar “kalp” kavramını kullandığı zaman, bunun derin içerimlerini kaçırabiliriz. Bu onlar için yaşamın merkezidir, aklın, hafızanın merkezi. Ne kadar sevgiyle çevirsek de, söylemlerindeki kalbe olan göndermeyi, salt heyecan olarak duygusallaştırmayalım, sömürgeleştirmeyelim ya da indirgemeyelim. Bu istemeden etnosantrik yorumlamalara götürebilir. Örgütlenmek için bir araya geldiklerinde, şöyle derler: “Sa siente fuerte muestro corazon” “Kalbimiz kendini güçlenmiş hissediyor” (kişisel iletişim).[xxxvi]

Zirvede sunulan belgelerden biri diyor ki: “atalarımızın seslerini olduğu kadar ruhsal seslerimizi de dinleyen kalp hakkındaki kadim bilgiye göre kimliğimizi yeniden inşa etmeyi kendi kendimize öneriyoruz…”[xxxvii]

 

Tüm Varlıkların Karşılıklı İlişkililikleri: Dünyada Var Olma Halleri

Orta Amerikalılar için, dünya “dışarıda bir yerlerde,” onların dışında ve ayrı oluşmuş değildi. Onların içindeydi hatta onları kat ediyordu. Eylemler ve sonuçları, “Ben”in çevresinden çözümsel olarak soyutlanabileceği Batı düşüncesinde olduğundan çok daha tertipliydi. Üstelik bedenin geçirgenliği evrenin özündeki geçirgenliği, maddesel ve maddesel-olmayan arasındaki sürekli geçişin karakterize ettiği bir varoluş düzenini tanımlayan tüm “maddi” dünyanın geçirgenliğini yansıtıyor. Bu kavramlaştırmada, evren tam anlamıyla geçirgen bir bedenselliğin tamamlayıcılığı olarak ortaya çıkar. Klor de Alva şöyle yazar: “… Nahua’lar çok boyutlu varlıklarını bedenlerinin ve etraflarındaki fiziksel ve ruhsal dünyanın ayrılmaz bir parçası olarak tahayyül ettiler.[xxxviii]

Nahua’nın “kavramsal varlığının” Conquista (Güney Amerikanın Fethi) sırasında Hıristiyanınkinden çok daha az kısıtlı ve “ötekilerle, bedenle ve ötesindeki dünyayla fiziksel ve kavramsal bütünlük” oluşturmaya daha fazla eğilimli olduğunu ekler. [xxxix]

Comandanta Esther’in deyişiyle yeryüzü hayattır, doğadır ve hepimiz onun bir parçasıyız. Bu basit deyiş, Orta Amerika kozmos kavrayışının tamamlayıcılığı içinde bütün varlıkların birbiriyle bağlantılı olduğunu ifade eder.[xl] Varlıklar birbirinden ayrılamaz. Bu temel ilke bugün yerlilere ait tıp sistemlerinde, ayrıca ilk tarihsel ana kaynaklarda tutarlı bir biçimde karşımıza çıkmaktadır.[xli] Bu ilke, insan kolektifliğinin, herhangi bir bireyselleşmenin çok zor olduğu çok özel bir biçimini oluşturur.[xlii] “Ben” çevresindekilerden soyutlanamaz. İçerisi ile dışarısı arasında daimi bir geçiş vardır.[xliii] Lenkersdorf Tojolabal dilindeki (Chiapas’ta bir Maya dili) bir ifadeyi yorumlar: “Lajan, lajan aytik” “estamos parejos”, yani “hepimiz özneyiz.” Lenkersdorf’a göre bu deyiş, Tojolabal kültürünün temelinde yatan “öznelerarasılığı” ifade eder.[xliv] Bu deyiş bizi yerli kadınların tercih ettikleri, yukarıda bahsettiğimiz terime de götürür. Yerli kadınların eşitlik üzerinde değil de “benzerlik” (parity, caminar parejos, la paridad) üzerinde ısrar etmeleri ortak miraslarından, kendi kozmos kavrayışlarına daha iyi uyan alternatif toplumsal cinsiyet kavramları aldıkları anlamına gelmektedir.

Bugün Orta Amerika’da yerli kadınlar tarafından yeniden üretilen bu yaygın ruhani ve kozmolojik göndermeleri incelediğimizde, hepsinin özünde şunun olduğu görülmektedir: Evrendeki herkesin ve her şeyin birbiriyle bağlantılı olması. Yeryüzüyle, gökyüzüyle, bitkilerle ve gezegenlerle bağlantılı kadınlar ve erkeklerin öznelerarası niteliği. Comandanta Esther’in yasa yapıcılar karşısında “bize hayat veren, bizim doğamız olan” yeryüzünü savunmasını başka nasıl anlayabiliriz? “Mandar obedeciendo”nun birinin diğeri üzerindeki dayatması olmamasını başka türlü nasıl yorumlayabiliriz? “Biz”in aynı zamanda “ben” olmasını? Kolektif özneler olarak cemaatlerin bir birliği yansıttığını?

 

Son Düşünceler

Yerli kadınların atalarının dini mirasını canlandırma yönündeki girişimleri, sömürgeleşmeyi çözen bir çabadır. Önceki esaretlerin çökertilmesiyle, atalarının ilham verdiği bir direniş ufkunu yeniden yaratmaktadırlar. Atalarının ekonomik, siyasi ve kültürel alanda mustarip olduğu itaat ettirmenin şiddetini reddederek bir kurtarıcı bir etik ileri sürmektedirler. Onların seslerinden tekrar tekrar duyduğum bir deyişle bitireyim: “Adalet istemeye geldik, merhamet değil, sadece adalet!” “Biz Zapatista kadınları yorulmuş ya da yılmış değiliz… Mutluyuz, çünkü mücadelemize devam edeceğiz.”

 

Not: Bu yazı kolektif bir çeviri çalışması ile tercüme edilmiştir.

 

Çevirmenler:

Ebru Kılıç

Esen Gür

Mehmet Moralı

Turan Cavlan

Ogün Duman

 

[1] Sayfa numarası 174 değil, 17 olmalı, gönderme de First Indigenous Woman Summit of Americas (Birinci Amerikalar Yerli Kadınlar Zirvesi) op. Cit.

[i] Comandanta Esther, “Queremos Ser Indigenas y Mexicanos,”, Perfil de la Jornada IV içinde, 29 Mart 2001.

[ii] “La mujer frente a los usos y costumbres,” Perfil de la Jornada VII içinde, 29 Mart 2001.

[iii] Age.

[iv] Amerika Kıtası Birinci Yerli Kadınları Zirvesi, Memoria,( belgeler ve son açıklama), Fundacion Rigoberta Menchu, Mexico, 2003, s. 80.

[v] Sylvia Marcos, “Embodied Religious Thought: Gender Categories in Mesoamerica,” Religion, no. 28 içinde, 1998.

[vi] Gary Gossen, Miguel Leon Portilla’nın katkılarıyla, South and Mesoamerican Native Spirituality, Crossroad, New York, 1993, s. 17

[vii] Eric Thompson, Historia y Religion de los Mayas [Maya Tarihi ve Dini], Fondo de Cultura Economica, Mexico, 1975.

[viii] Fray Bartolomé de Las Casas, Apologética historia summaria de las gentes destas Indias [Hindi Bölgesi Sakinleri Tarihinin Apolojetik Özeti], Instituto de Investigaciones Historicas, Universidad Nacional Autonoma de Mexico, Mexico, 1967 [1527].

[ix] Diego De Landa, Relacion de las Cosas de Yucatán [Yucatán Bölgesindeki Şeylerin İlişkisi], Ediciones Porrua, Mexico, 1966, [1574].

[x] Felix Baez-Jorge, Los Oficios de las Diosas, Universidad Veracruzana, Xalapa,1988.

[xi] Fray Bernardino de Sahagun, Historia General de las Cosas de la Nueva Espana [Yeni İspanya Şeylerinin Genel Tarihi]; Bu kitap aslen Codice Florentino [Floransa Kanunu] adıyla tanınır, Consejo Nacional para la Cultura y las Artes, México, 1989 [1577].

[xii] Peter T. Furst, “Human Biology and the Origin of the 260-Day Calendar: The Contribution of Leonhard Schultze Jena (1872-1955), Symbol and Meaning Beyond the Closed Community: Essays in Mesoamericak Ideas, Gary H. Gossen (Der.), Institute for Mesoamerican Studies, State University of New York, Albany, 1986

[xiii] Fray Andres de Olmos, Teogonia e Historia de los Mexicanos, Editorial Porrua, México, 1973 [1533].

[xiv] Candida Jimenez, Amerika Kıtası Birinci Yerli Kadınları Zirvesi, Memoria (hazırlık belgeleri), Fundación Rigoberta Menchu, Mexico, 2003.

[xv] Frances Karttunen, “In Their Own Voices: Mesoamerican indigenous Women Then and Now” (Fince kaleme alınmış bir makalenin İngilizce yazmaları, Noiden Nuoli, The Journal of Finnish Wormen Researchers içinde, 1986; Gary H. Gossen, “Mesoamerican Ideas as a Foundation for Regional Synthesis,” Symbol and Meaning Beyond the Closed Community: Essays in Mesoamerican Ideas, içinde age.

[xvi] Alfredo Lopez Austin, “Cosmovisi ón y Salud entre los Mexicas,”, in Historia General de la Medicina en México, vol. 1, UNAM, Mexico, 1984.

[xvii] Sylvia Marcos, “Embodied Religious Thought: Gender Categories in Mesoamerica,” age.

[xviii] Ibid.; Alfredo Lopez Austin, “Cosmovisi ón y Salud entre los Mexicas,” age.

[xix] Andrea Smith , “Report on the Native Health and Sovereignty Symposium,” in; Political Environments, no 6 ,1998, p. 32,

[xx] Comandanta Esther, “Queremos Ser Indigenas y Mexicanos,” age.

[xxi] Ramón Vera, “Autonomía No Es Independencia, Es Reconciliación,”, in: La Jornada, March 27, 2001, p.4

[xxii] Kenneth M. Morrison, “The Cosmos as Intersubjective: Native American Other-than-Human Persons,” in: Indigenous Religions: a Companion, Graham Harvey, ed., Cassel, London-New York, 2000; Frédérique Appfel Marglin, “Andean Concepts of Nature,” presentation at the Conference on Orality, Gender and Indigenous Religions, Claremont School of Religion, May 2001

[xxiii] Sylvia Marcos, “Sacred Earth: Mesoamerican Perspectives,” in: Concilium, no. 5, October 1995

[xxiv] Louise Burckhart, The Slippery Earth: Nahua Christian Moral Dialogue in Sixteenth Century Mexico, University of Arizona Press, Tucson,1989.

[xxv] Subcomandante Marcos, “La Cuarta Guerra Mundial,” in: Ideas 1, December, 2001, p. 30.

[xxvi] Gary Gossen in collaboration with Miguel Leon Portilla, South and Mesoamerican Native Spirituality, age., p. 277.

[xxvii] Rigoberta Menchu, First Indigenous Women’s Summit of the Americas, Memoria, age., p. 78.

[xxviii] Carlos Lenkersdorf, Los Hombres Verdaderos. Voces y Testimonios Tojolabales , Siglo XX!, Mexico, 1996

[xxix] Ana Esther Cecena, “El Mundo del Nosotros: Entrevista con Carlos Lenkersdorf,” in: CHIAPAS, no 7, 1999, pp. 191—205.

[xxx] Comandanta Esther, “Queremos Ser Indigenas y Mexicanos,” age.

[xxxi] Alfredo Lopez Austin, Human Body and Ideology, University of Utah Press, Salt Lake City, 1988.

[xxxii] Calixta Guiteras-Holmes, Perils of the Soul: The Worldview of a Tzotzil Indian, Free Press of Glencoe, New York, 1961, pp. 246—47.

[xxxiii] Sylvia Marcos, “Mujeres Indígenas: Notas sobre un Feminismo Naciente,” in: Cuadernos Feministas, 1, no. 2, 1997, pp.14—16.

[xxxiv] Comandanta Ramona, “Mensaje de Ramona,” in: Las Alzadas, Sara Lovera and Nellys Palomo, eds., 2nd edition, CIMAC-La Jornada, México, 1999., p303

[xxxv] Carlos Lenkersdorf, Los Hombres Verdaderos. Voces y Testimonios Tojolabales, age, p. 166

[xxxvi] Comandanta Esther, “Queremos Ser Indigenas y Mexicanos,” age.

[xxxvii] First Indigenous Women’s Summit of the Americas, Memoria, op,cit., p 60.

[xxxviii] Jorge Klor de Alva, “Contar Vidas: La Autobiografía Confesional y la Reconstrucción del Ser Nahua,” in: Arbor, no 515—16, November—December, 1988.

[xxxix] Age.

[xl] Alfredo Lopez Austin, Human Body and Ideology, age

[xli] Age.

[xlii] Jorge Klor de Alva, “Contar Vidas: La Autobiografía Confesional y la Reconstrucción del Ser Nahua,” age.

[xliii] Sylvia Marcos, “Embodied Religious Thought: Gender Categories in Mesoamerica,” age.

[xliv] Carlos Lenkersdorf, Los Hombres Verdaderos. Voces y Testimonios Tojolabales, age

Küreselleşme, direniş, çokluk – Fuat Keyman

Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn: Arap coğrafyası ve Ortadoğu’da var olan otoriter, baskıcı, kapalı, sorumsuz, yolsuzluk ve kayırmacılık sorunları çok yüksek rejimlere karşı gelişen protesto ve direniş hareketleri, dünya gündeminin ana odağında. Artık küresel ekonomik krizden ya da küresel güvenlik risklerinden konuşmak yerine, dünyanın gündeminde kimsenin beklemediği bir şekilde başlayan ve yayılan “direniş ve değişim hareketleri” var. Kimse tam olarak ne olduğunu çözümleyemiyor. Kimse bu direniş hareketlerinin neyle sonuçlanacağını kestiremiyor. Arap coğrafyası ve Ortadoğu’da büyük bir “belirsizlik” durumuyla karşı karşıyayız. Türkiye’nin bu coğrafyalara karşı, akademik ve uzman düzeyde, ne kadar ilgisiz ve bilgi eksikliği içinde olduğunu bir kere daha anlıyoruz. Birkaç genç akademisyen ve uzmanın dışında doyurucu yorum ve çözümleme yapan neredeyse yok. Radikal gazetesi ve Açık Radyo, bilgilendirmek açısından başarılı bir çaba içinde. Aynı sorunu, yurtdışındaki medyayı izlediğiniz zaman da gözlemliyoruz. Türkiye’den daha iyi olmakla birlikte, bu coğrafyalar ve ülkeler üzerine yapılan tarihsel, toplumsal ve siyasal çözümlenmeler çok doyurucu değil. Ne olduğu ve olacağı üzerine hem bilgi eksikliği hem de belirsizlik duygusu içindeyiz.

2010’lu yıllar
Büyük bir belirsizlik durumu içermekle birlikte, Arap coğrafyası ve Ortadoğu’da yaşanan direniş ve değişim, 2010’lu yıllara damgasını vuracak nitelikte. Nasıl 11 Eylül 2001 insanlık dışı terör eylemi 2000’li yılların ilk on yılına damgasını vurduysa ve 11 Eylül sonrası dünya diyebileceğimiz bir dönüşümü ortaya çıkarttıysa, 2011’de bu coğrafyalarda yaşanan direniş ve değişim hareketi de, 2010’lu yıllara damgasını vuracaktır. Önce Tunus, sonra Mısır, şimdi Libya ve Bahreyn, giderek Suudi Arabistan’ı da içine alacak şekilde yaşanan direniş ve değişim, sadece bu coğrafyalarda değil, bölgesel ve dünya siyasetinde, küreselleşme süreçlerinde ve ülkelerin iç siyasetleri ve toplumsal yaşamlarında çok önemli dönüşümlere yol açacak. Yaşanan belirsizliğe rağmen, bu saptamayı yapabiliyoruz. Dahası, direniş ve değişimin yaptığı ve yapacağı etki, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarla da sınırlı kalmayacak. Akademik, felsefi ve kamusal zihniyet dünyalarında da, çok önemli kırılmalar yaratacaktır, yaratmaya başladı da.

Bu bağlamda, en az üç önemli zihinsel kırılmadan bahsedebiliriz. Birincisi, direniş ve değişim, Batı-merkezci Oryantalist yaklaşımın, Doğu diye nitelediği toplumlarda, “içerden ve toplumdan gelen değişim olamaz” ve “bu toplumlar geleneksel ve İslam temelli yapıları içinde, demokratik rejimi istemezler ya da yaratamazlar” tezlerinin ne kadar yanlış, önyargılı, dışlayıcı ve toplumları anlamadan uzak olduğunu çok net olarak açığa çıkardı. Yaşanan direniş ve değişim hareketleriyle ve bu hareketlerin güçlü bir biçimde seslendirdiği değişim, demokrasi, iş, adalet, yolsuzluğa karşı sorumlu ve hakkaniyetli yönetim talepleriyle, Batı-merkezci Oryantalizm, sadece kuramsal ve akademik alanda değil, günlük yaşamda ve politik düzeyde yanlışlanmış oldu. İkincisi, direniş ve değişim İslami köktenci söylem ve siyasette de ciddi kırılma yarattı. Direniş ve değişim, İslami köktenci tezleri seslendirmedi, güçlü bir İslami rejim istemedi.

Aksine yukarıda sıraladığımız demokrasi, refah, özgürlük, eşit vatandaşlık ve hakkaniyetli bir yönetim talebinde bulundu. Üçüncüsü, direniş ve değişim, neoliberal küreselleşmeye karşı da bir nitelik gösteriyor. Taleplere sadece serbest pazar mekanizmalarıyla, bu ülkeleri var olan küresel sisteme entegre etmeyle ya da medeniyetler arası diyaloga dayalı kültürel kimlik temelli reform hareketleriyle yanıt verilmesi mümkün değil. Batı-merkezci Oryantalizm kadar, onun yöntemsel kardeşleri İslami köktenci söylem ve neoliberalizm de, bu direniş ve değişim hareketinden nasibini aldı. Artık bu söylemlerle, bu zihniyetlerle, ne bu toplumları anlamak, ne bu toplumların bugün ürettiği direniş ve değişim hareketini çözümlemek ne de bu toplumları yönetmek mümkün: Yeni kavramlara, yeni bir zihniyete gereksinimimiz var.

Küreselleşme ve çokluk
Tam da bu noktada, “belirsizlik durumunun” önemi ortaya çıkıyor. Arap coğrafyası ve Ortadoğu’da yaşanan süreci hem anlama ve yönetmede hem de bu bölgenin geleceği konusunda ciddi bir belirsizlik var. Bu durum aslında bize, direniş ve değişim hareketinin, “bugün” ortaya çıkan, “yeni” bir nitelik taşıyan ve “küreselleşmenin bugün yaşadığı krizin tanımladığı tarihsel bağlam” içinde ortaya çıkan bir hareket olduğu gerçeğini gösteriyor. Küreselleşmenin ekonomik, siyasal ve kültürel boyutları içinde bugün yaşadığı çok boyutlu krizin ve bu temelde içerdiği belirsizliğin bugün en somut olarak yaşandığı alan, Arap coğrafyası ve Ortadoğu bölgesi. Direniş ve değişim hareketinin yaşandığı ülkelerin tarihsel geçmişlerini bilmek çok önemli ama bugün yaşananları açıklamakta yeterli değil. Direniş ve değişim, ne Oryantalizme özgü Batıya benzemeyi, ne İslami köktenciliğe özgü dine dayalı bir yönetimi ne de neoliberalizme özgü serbest pazar normları temelinde var olan küresel sisteme entegre olmayı istiyor. Aksine demokrasi, iş, eşit vatandaşlık, refah, siyasi katılım, adalet ve hakkaniyete dayalı iyi toplum yönetimini talep ediyor.

Bu talebi, tek bir sınıf, tek bir parti, tek bir kültürel kimlik seslendirmiyor. Var olan baskıcı, yolsuzluklarla donanmış ve adaletsiz sisteme karşı olan tüm vatandaşlar tarafından bu talep güçlü bir biçimde, meydanlarda dile getiriliyor. Machiavelli ve Spinoza ve Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi başlıklı kitaplarında da (Ayrıntı, 2004) Michael Hardt ve Antonio Negri, bu tür örgütsüz ama geniş toplumsal katmana, “çokluk” adını veriyorlar. Çokluk örgütsüz ama apolitik değil. Sokaklarda ve meydanlarda gösteri, sosyal medya yollarıyla, direnerek değişim istiyorlar. Demokrasi istiyorlar, refah istiyorlar, siyasal katılım ve siyasal temsil istiyorlar, eşit vatandaş olmak istiyorlar, adalet ve hakkaniyet istiyorlar. Eski ölüyor, yeni doğmuyor. Gelecek belirsiz, güvensizlik ve endişe var ama aynı zamanda da umut çok ve canlı. Artık, direnişi ve değişimi anlamaya dönük bir tartışma yapmanın zamanı.

Fuat Keyman – Radikal İki (6 Mart 2011)

TİHV’in 20. yılında, Ateşin Düştüğü Yer

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 20. kuruluş yıldönümü dolayısıyla ve ‘Sürmekte Olan Toplumsal Travmayla Baş Etme Projesi’ kapsamında Depo’da geniş katılımlı bir etkinlikler dizisi düzenleniyor.

Ateşin Düştüğü Yer, insan hakları ihlalleri konusunda toplumsal belleği canlı tutmayı ve hakikatle yüzleşme sürecine katkıda bulunmayı amaçlıyor.

Gönüllülük esasında düzenlenen bu etkinlikler dizisi kapsamında bir sergi yer alacak, konu etrafında seminerler düzenlenecek, belgesel film gösterimi gerçekleştirilecek ve bir katalog yayınlanacak.

9 Mart 2011’de saat 18.30’da açılan sergi, 10 Mart-22 Nisan 2011 tarihleri arasında İstanbul Tophane’deki Depo’da izlenebilir.

(Yeşil Gazete)

Victor’un ardından: Toprak

Victor’un ardından serisinin ikincisi ‘Filiz’ için tıklayınız

Victor Fethiye’de, annesinin bir göz toprak evinde, bir sabah vakti ölü bulundu. Bahçesinden kuş seslerinin geldiği ve ciğerlere çekilen her nefeste yeniden doğmuş gibi hissedilen bir evde, çocukluğunun ilk yıllarından beri kendini bulduğu hayatın, iklimin, seslerin, kokuların ve duyguların ortasında…

Bir sabah uyanamadı. Uyanmadı.

Bundan güzel ölüm olur muydu Victor için? Ölümü zamansızdı evet, ama hangi ölüm zamanındaydı ki, hele Victor gibisi için?

Sözü Victor’un dostlarına bırakmadan önce, son bir kelamım var benim Victor’a:

“Varlık içerisindeki yokluğu, yokluğun içerisindeki varlığı hissederek… ” yazmışsın ya hani. İşte bunu unutmayacağım, diğer herşeyi unutsam bile.

 

Dr. Uygar Ozesmi (Greenpeace Akdeniz Genel Direktörü):

“Victor Ananias inatçı ve yılmaz, çoğu zaman duruşundan taviz vermez ve bu haliyle alay etmesini de becerebilen bir insandı. Bir naturel fuarının ertesinde içerideki metafizik sağlık güruhundan sıkıldığımız bir anda, dogmatikliğe inat beraber bir sarma sigara tüttürdüğümüzde insan yüzümüzü gosterdik birbirimize. En güzel zamanlarımızı Tophane’deki Buğday Derneği Evi’nde tahta masa etrafında birlikte hazırlanan yemeklerin etrafinda geçirdik. O masa ve sohbetlerimiz Ferzan Özpetek’in Cahil Periler filminden fırlamış gibiydi… Buğday Derneği’nde soyut betimlemeleri ile şeyh şıhlaşmaması, guru muru olarak algılanmaması için mücadele verildi, esasında söyledikleri doğadan aldığinı doğaya vermezsen doğa iflas eder şeklinde bir pazar tezgahından fırlamış saflıkta ve gerçeklikteydi. Bu yanıyla Türkiye’deki ekoloji hareketine gerçek bir ilham kaynağı oldu. Ekolojik Dükkan, Kutu’da Organik Ürün Dağıtımı, Ekolojik Çiftlik Ziyaretleri (TaTuTa), Toplum Destekli Bahçe Projesi, Ekolojik Pazar gibi kavramları Turkiye’ye ilk defa getirdi. Ekoloji hareketindeki yerini doldurmak imkansiz değilse şayet, o zaman cok zor olacak”

 

Erdem Vardar

Kişisel olarak Victor’u pek tanımazdım aslında. Sohbetimiz karşılaştığımızda üç beş cümleden ibaretti. Birbirimize hayallerimizden, yaptıklarımızdan bahsetmedik hiç. O yüzden onu anarken bir dost olarak  onu nasıl sevdiğimi değil, bir dava arkadaşı olarak ona nasıl sonsuz bir saygı beslediğimi anlatabilirim ancak.

Victor’u düşününce üç şey aklıma geliyor: Sadelik, bilgelik ve onur. Davasıyla kendisi bir olan ender insanlardandı. Ayrı kulvarlarda aynı yöne doğru yürüyorduk. Elbette o fersah fersah öndeydi. Onun yaptıklarından, yaşantısından ilham alıyorduk.  Ekolojik yaşam felsefesi için bir önderdi. Üzerinde yaşanmaya değer bir dünya için kocaman bir umuttu. Onun çabası ve inadı, daha güzel bir dünya için uğraşlarımızda bize de enerji ve cesaret veriyordu.

Öyle bir yoldaş düştü ki ben de sendelediğimi hissediyorum.

 

Banu Dökmecibaşı

Bunu yazmak cok zormuş, su anda bu kadarını yazabildim, sana hiç mektup yazmamıştım değil mi dostum, oysa eminim hoşuna giderdi şu çılgın iletişim dünyasında bir mektup almak…

Tam 20 yıl önce  yeniyetme bir şehir çoçuğu olarak şehrin çıkmazından kurtulma umuduyla terkedip Bodrum’da yeni bir yaşama başladığımızda, karşımıza çıkan en doğru, en güzel kişiydin Victor. Gecenin bir vakti otostop yaparken şimşek hızıyla giden bir araba zor bela durup da geri dönüp bizi aldığında, bunca yıllık bir dostluğun başladığını sen de biz de hissetmiştik, değil mi? Hemen ertesi gün kendimizi senin küçük taş evinde yerelliğin, doğallığın, ekolojik yaşamın kapılarını aralarken bulmuştuk. Bodrum’da yeni açtığın minicik doğal ürünler dükkanında ilk kez ‘bildiğimizin, bize dayatılanın dışında’ beslenmenin, yaşamanın, doğayla bütün olmanın yalnızca ‘şehirden kaçmak’ olmadığını gösterdin, henüz kendin 19-20 yaşlarındayken. Gülben ile beraber biz küçük acemilere tüm bilginizi ve şefkatinizi açtığınızı nasıl unutabiliriz ki?

Yıllar boyunca yaşamımız pek çok yere, şekle evrildiğinde ve hep bir yerlerde çakıştığında, her zaman kaldığı yerden devam eden bir dostluğa sahip olmak ne kadar özeldir… Ne olursa olsun dünyanın bir yerinde varolduğunu bilmekten keyif aldığın bir dostunun olması… Anı mı? Öyle çok ki! Saatlerce köy köy dolaştıktan sonra açlığını gidermek için bakkal dükkanlarında her şeyin içeriğini birlikte saatlerce  okuyup da tabi ki kendine yiyecek birşey bulamamanı mı, terk edilmiş köylere yaptığımız yürüyüşleri mi, senin eski tekneni kendime ev yaptığım zamanı mı, ya da senin ellerinle restore ettiğin minyatür taş evde 4 arkadaşımla yaşadığımı mı, Başak Cafe büyüyüp de bir restoran olduğunda mutfağında, kitaplığında geçirdiğim saatleri mi, bebeğiniz Ali’nin doğumuna kendi çoçuğum gibi sevinmemi mi, büyümeyen cüce köpeğimi evlat edinip ‘vegan’ beslenmeye alıştırmaya çalışmanı mı, İstanbul’da bile çakışan yollarımızı mı, ikimizde kendimizce inandığımız mücadeleleri verirken bazen senin kafandan geçenleri anlayamadığımda sonunda birlikte gülüp geçmemizi mi? Paylaşımlar öyle çok ki!

Ne gariptir ki elimde bir tek fotoğraf bile yok seninle geçen zamanlarımızdan, demek ki hiç ihtiyaç duymamışım zihnim dışında kaydetmeye, nasılsa yaşam bizi hep karşılaştıracaktı. Ne gariptir ki biliyorum tüm dostların dünyanın neresinde olursa olsun hep bunu hissediyordu.

Benim, bizim, pekçoğumuzun zihnindeki bireysel farkındalık yoluna destek olduğun, yol gösterdiğin, sorular yarattığın için teşekkür ederim…Yeşermeye devam et dostum Vitito…

 

Erol B. Scott

Victor’u, Bodrum’daki Buğday lokantasında gönüllü olarak bulaşık yıkayıp garsonluk yaptığım zaman tanıdım. Ekolojik hareketin bambaşka boyut kazanmasını sağlayan Victor’u benden önce tanıyanlar, Victor’un Bodrum pazarındaki köylülerle beraber ekmek satmasından söz ederlerdi.  Birçok oluşum ve insan arasında ağlar oluşmasını sağlayan Victor’un ekolojik hareket içinde yaptıklarını hayranlıkla izlerken bir yandan da ne kadar yalnız kaldığını çevresinde yeterince örgütlenme olmadığını üzülerek izledim yıllarca. Onun yaptıklarına ancak İstanbul’daki Doğal Hayatı Koruma Derneği ile ortak yaptığı çalışmalara kadar destek olabildim. Daha sonra ona yetişemedim öyle hızlı koşuyordu ki ben yalnızca bıraktığı izlerden onu izleyebildim.

Komşumuz olan annesi Gülben rahatsızlandığında, Bodrum’da onun yetiştiği ortamları gördüğümde, baba Victor’un ve komşumuz olan annesi Gülben’in hikayelerini dinledikçe Victor’u Victor yapan tuğlalar yavaş yavaş yavaş kafamda oturmaya başladı. Onun insanlar için seferber olduğu zamanları hatırlıyorum. Zaten halihazırda varolan projelere bile yetişmekte güçlük çekerken şimdi kafasında yaşama geçirmeyi hayal ettiği, başlamış başlamamış bir sürü projeyle aramızdan ayrıldı. Ola ki onu yanımızdayken yeterince destekleyip yanında olamadıysak, işte şimdi projelerin, hayallerin, yaptıklarının arkasında olup, hak ettiği desteği vererek onu çoğaltma zamanıdır.

Dahası  doğa için, toplum için, dostluklar için, inandıkları için çalışan insanların çevresinde daha sıkıca el ele tutuşup onların  mücadelelerinde daha dengeleyici bireyler olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Onun ölümünün içimde yaşattığı acıyla dostlarıma daha çok sarılıyorum. Onların varoluşlarını daha yakından izlemeye, yolculuklarına daha çok destek olmaya çalışacağım. Belki TaTuTa çiftlikleri için koşamadı ama hepimizin yürümesini isteyeceği 9 Nisan’daki büyük Anadolu yürüyüşünde onun için de yürüyeceğim.

Yeri gelmişken bizleri yetiştiren annelerimize, babalarımıza, anadoluya, topluma, toprak anneye bu aramızdan erken ayrılan tüm evlatlar için sabırlar diliyorum. Umarım şu her taraftan saldırı altında olduğumuz dönemde birbirimizle dayanışma içinde olarak gözlerinin arkada kalmamasını sağlayabiliriz.

Onun, işler istediği gibi gitmediğindeki sessiz çığlığı, keyifli olduğunda yüzündeki tatlı gülümsemesi hep gözlerimin önünde olacak. Onu, hep yaşantısıyla, bana öğrettikleriyle anacağım… Umarım çocukluğunun geçtiği, onu yetiştiren Bodrum’da huzur içinde olur…

 

Bilge Contepe

Gözümün önünde eski yıllar geldi. Victor küçük bir çocuktu. Beyaz uzun elbiseli uzun sakallı hippi geleneğini sürdüren babasının ev yapımı doğal çörekler satan el arabasını sürmeye çalışırdı. Bodrum o günlerde alternatif yaşam tutkunlarının yeri idi. Victor’un annesi Gülben’i akademiden tanırdım. Okuldan bu yana doğal ve sade bir yaşamı tercih etmiş, kendine de böyle bir yaşam kurmuştu. Şilili kocası ile elektrik kullanmayan, odun ateşinde yalnızca sebze ve doğal yiyeceklerle beslenen vejeteryan kişilerdi. Victor işte böyle gerçek bir doğal yaşamın içinde büyüdü gelişti ve bu hayatın savunucusu oldu. Yeşiller Partisi ilk kurulduğu zaman çok gençti ve hep aramızda idi. Bodrum’da vejeteryan yiyecekler üreten ve yapan bir eski Bodrum evini uzun yıllar ayakta tuttu. Doğal ekolojik pazarı orada ilk Victor kurdu. Bodrum’un eski doğal kimliğinden çıkarak bozulması ile de Bodrum’u terk etti. Doğduğu, yetiştiği örnek yaşamının mücadelesini de hiç ödün vermeden önemli izler bırakarak sürdürdü.

Victor güzel ilkeli ve doğal yaşadı… Bıraktığı doğal yaşam ve ekoloji mücadelesi Victor’u unutmayacak.

 

Nuri -kalanlardan biri

Victor bir şey yaparsa iyilik için yapar. Bir bildiği vardır hep. Bir de ne yaparsa tüketmeden yapar, üretir. En zor işler bile zevkle, muhabbetle olur onunla. Hatta bir kere tüm evin perdelerini yıkayıp ütülemiştik. O ütü boyunca konuştuklarımız yazmakla bitmez.

Victor ilginçtir de. Doğduğu yer, yedikleri, konuştukları, arkadaşları ilginçtir hep. Ama bir o kadar da samimi ve dürüst. İlk duyunca ‘entel dantel’ gelir. Sonra tanışınca en yakın, en bilindik halinize hitap eder.

Victor’la hala tanışmak isteyenler bunu başarabilir. Çünkü dokunduğu yerde izler var. Victor’la yeni tanışmak ve hasretini gidermek isteyenlere hemen ipuçlarını vereyim:

1- Çamtepe’deki Yaşam Okulu’na katılın,

2- Bugday Derneği’ne üye olun, ofislerini ziyaret edin,

3- Bir TaTuTa çiftliğine gidin, Victor’u anlatsınlar size,

4-Buğday’ın projelerine gönüllü destek verin, Victor’la çalışanlardan anılarını dinleyin,

5-Buğday’ın Organik Pazar’ına gidin alışveriş yapın, üreticilerle konuşun, kahvaltı yapın,

6-Yemek yapın ve sakın yalnız yemeyin,

7-Toprağa tohum atın,

8-Zeytin hasat edilirken Güneşin’i arayın ve zeytin toplamaya gidin.

Daha çok şey var. Çünkü hep üretti, bize verdi. Mezarı başındaki sepeti ilk defa boştu. Cünkü gitmeden her şeyini verdi.

Eyvallah Victor. Vardır senin bir bildiğin.

 

Teşekkür…

Victor hakkındaki düşünce ve duygularını bizlerle paylaşan ve Victor’un anısına sahip çıkan herkese sonsuz teşekkürler.

Bu yazı dizisi boyunca yardım ve desteğini esirgemeyen, yorgun gözlerimden kaçan hataları bulup düzelten Ümit Şahin’e de ayrıca, özel olarak teşekkürler.

Başta dediğimiz gibi, Victor’un ardından Victor’u anmak istedik, bunu layıkıyla beceremeyeceğimizi çok iyi bilerek. Kusurumuz mutlaka vardır, affola.

Durukan Dudu

Af Örgütü: Türkiye ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasalarını gözden geçirmeli

Uluslararası Af Örgütü, Türkiye yetkililerine, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” yasanın kullanımını gözden geçirmeleri çağrısında bulundu. Bu çağrı, 3 Mart 2011 tarihinde sekiz gazetecinin Ergenekon örgütüne üye oldukları iddiası ile gözaltına alınmalarının ardından yapıldı.

Gazetecelerin bazıları, uluslararası insan hakları hukuku çerçevesinde ifade özgürlüğü hakkının kısıtlanabileceği hususlardan daha geniş bir tanıma sahip olan Türk Ceza Kanunu’nun 216. Maddesi uyarınca gözaltına alındılar.

Avrupa ve Orta Asya Program Direktörü Nicola Duckworth, “en az iki gazeteci keyfi olarak uygulanan ve azınlık muhalif fikirleri kovuşturmak amacı ile kullanılan yasalar altında gözaltına alınmıştır. Türk Ceza Kanunu’ndaki bazı maddeler ve diğer yasalar ifade özgürlüğü hakkını doğrudan veya keyfi uygulamalar ve muğlak tanımlalar doğrultusunda kısıtlamaktadır. ” dedi.

Uluslararası Af Örgütü, geçmişte de Türkiyeli gazetecilerin maruz kaldığı kovuşturmalara yönelik endişelerini dile getirmişti. Bu kişilere 2007 yılında “Türklüğü aşağılamak” ile suçlanan ve 2008 yılının Nisan ayında beraat eden Ahmet Şık ve “yargıyı etkilemeye kalkışmak”, “kamu görevlisini aşağılamak” ve “iletişim gizliliğinin ihlali” suçları ile itham edilen ve Aralık 2010’da beraat eden Nedim Şener de dahil.

(Yeşil Gazete)

“Dokunan Yanıyor!” – HT*

Yazı günüm olan salının, kadınların Yeşil Gazete’de çoktan almaları gereken inisiyatifi almaya başlamalarına ve özel bir güne (8 Mart’a) denk gelmesi ve bu nedenle Çarşamba çıkacak yazıyı, pazardan yazma zorunluluğu nedeniyle biraz sallantıda bir yazı olacak. Gündemin bu kadar hızlı değiştiği bir ülkede 2.5 gün kaybetmek…

Gündemin müthiş bir süratle değiştiğini bu hafta daha iyi örnekleyebiliriz. Geçen hafta içerisinde 2 Mart’ta büyük bir miting oldu Kıbrıs’ta. Polis rakamlarının bile 54 bin olarak verdiği büyüklükte bir miting. Üzerine konuşulup, yorum yapılıp, değerlendirmelerde bulunulabilecekken, 3 Mart sabahı olanlar bütün haftanın gündemini ezdi geçti. Artık ne Libya, ne Kıbrıs… Onlar geride kaldı. Kıbrıslıların istekleri, mücadeleleri şu anda dündemin problemi değil artık. Fakat ne kadar görmezlikten gelinebilir? Bir “yok-ülke”de,  toplumsal varoluş mücadelesi veren bir halktan bahsediyoruz çünkü.

Bu hafta içinde gündemde yitip giden bir başka çarpıcı gelişme ise, Türkiye’nin çözmeden devam ettirdiği başka bir sorunda yaşandı. PKK eylemsizlik kararını ilk önce askıya aldı, sonra kısa bir süre daha uzattı. Seçimlere doğru giderken böyle karşılıklı taktiksel hamleleri daha göreceğiz ama biz gerçekten bunları mı görmek istiyoruz? Barışı görmek istiyoruz. Şimdiye kadar geliştirilen yaklaşımların da bunu sağlamadığı ortada.

3 Mart sabahı yaşananlar, şu anda başka gündem bırakmayacak kadar önemli. Zaman aralıklarıyla gerçekleşen dalgalar, kimileri için sahillere güzel güzel vururken, bir süre sonra kontrolden çıkıp, artık yaşam alanlarına da su taşımaya başladı. Kimi dalgaları uzaktan izleyenler ve bundan mutlu olanlar da, yeni dalgalardan etkilemeye başladı. Gazetecilere yönelik büyük baskı bu haftanın konusu. Ahmet Şık ve Nedim Şener tabii ki bu konunun baş özneleri. Bunun yanında pek sözü edilmeyenler de var. Merkez medyanın marjinal gördüğü sol medya üzerindeki baskının öznelerinin hiç adı bile geçmiyor. 4 Mart’ta yapılan o büyük onur yürüyüşünde, tutuklu gazeteci sayıları veriliyordu ya hani, işte o istatistikleri oluşturan insanların büyük bölümü kimilerine marjinal gelen o sol medya mensupları. 25 Şubat günü açıklama yapan Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) tutuklu gazeteci ve yazarların sayısının 51′e yükseldiğini söyledi. O günden sonra işte o bildiğimiz dalga geldi, İsmail Beşikçi ve bir yazısını yayınlayan derginin yetkilileri para ve hapis cezalarına çarptırıldılar ve NTV eski genel yayın yönetmeni Mustafa Hoş ve Mirgün Cabas BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterini “telefonla arayarak” düşürmekle suçlandı. Haberi ortaya atan gazetenin bile yalan haber olduğunu kabul ettiği bir durum bu. Olsun, yine de suçlandılar resmi olarak. Baskı baskıdır. Mantıklı ya da mantıksız, elde bulunsun. Dava bitince suçsuz oldukları kanıtlanır nasıl olsa diye, suçlanan insanlar ülkesi oldu Türkiye.

Hapis cezası kadar para cezası da çok yıkıcı… Sonuçta, para kazanmak için bu işi yapmayan, kazandığı parayı işini büyütmek ve daha sonra çimento, elektrik işine girmeyecek olan insanlardan bahsediyoruz.

Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları üzerine biraz daha düşünmek gerek. Bu iki kişi de, gazeteciliklerini, tutuklandıkları karanlıklarla mücadele ederek geçirmişler bir kere. Nedim Şener’in Hrant Dink cinayetinin üzerinin kapatılmaması için ortaya koyduğu çaba ortada. Bunu herkesin biliyor olduğunu varsayıyorum, çünkü Nedim Şener 2 yıldan beri dinlenen bir gazeteciymiş. Yani fikirleri, düşünceleri yıllardır birileri duymuş, okumuş, görmüş. Dink cinayetinde tetikçilerden daha fazla sene ile yargılanmış, beraat etmiş, ödüller almış bir gazeteci.

Ahmet Şık’ın durumu ise daha da ilginç. Darbe Günlükleri adlı haberin Nokta Dergisi’nde ortaya çıkartılmasında çalışmış bir gazeteci Ahmet Şık. Daha sonra, Ergenekon Davası’nın giderek karıştırılması ve Türkiye’nin derin devletinden ziyade, son hükümetin muhaliflerinin ve onların suç olup olmadığına bakılmaksızın hareketlerinin yargılanıyor hale gelmesiyle bir de kitap yazmış. Ergenekon’un ne olup ne olmadığını  bu kitapta anlatmış, kamuoyunun kafasındaki karışıklıkları gidermeye çalışmış. Bunu da bir yerlere hizmet mantığıyla yapmadığı için, gazeteciliğin büyütecini başka bir olgu üzerine doğrultmuş ve yeni bir kitap yazmaya girişmiş. Sonuç ne? Sonucu Ahmet Şık gözaltına alınırken söyledi: Dokunan yanıyor!

Şimdi, insanlar düşünüyor: Bu desteklediğimiz “şey” nasıl oluyor da canavar haline gelip, kefil olacağımız insanları yemeye başladı? Yukarıda bahsettiğim dalgaların uzaktan hoş gelmesi böyle bir durum işte. Bir başka gazeteci tutuklandığında, tutuklanma nedenine bakmaksızın (suç oluşturabilecek nedenlerle değil, muhalefet etmeye başladıklarında tutuklanmaktan bahsediyorum. İşkenceci bir insanın, muhalif bir kitap yazdıktan sonra tutuklanması gibi) mutluluk yazıları yazanlar, şimdi basın özgürlüğü dediğinde olmuyor. Bu canavar el birliğiyle yaratılmış oldu bir kere. Bu dokunanın yandığı ateşe herkes çalı çırpı attı. Demokrasi diye yutturula yutturula bu ateş herkesi yakar hale geldi.

Artık 2011 Türkiyesi’nde  40 model McCarthyciliği yaşıyoruz. Sıra yavaş yavaş herkese geliyor. Bu tutuklamaların belki de tek iyi yanı, bir kaç sene, bir kaç ay önce farklı taraflarda olan kişilerin de bazı gerçekleri görmeye başlamış olması olabilir. AKP hayranlıklarıyla beni bazı şüphelere sürüklemiş olan Avrupa Yeşiller’i bile soruşturmanın gelecek safhalarını günlük izlemeye alacağını da duyurdu.

Blogların kapatılmasına yer bile kalmadı. Köşe yazarlarına, gazetecilere tutuklamalar, baskılar gelecek de; blog yazarlarına gelmeyecek mi? Bir kaç site daha var ne yazık ki kapatılması gereken ama. Onlar da kapatıldığında, kimse tepkisini kolektif olarak duyuramayacak.

… Ve Victor Ananias. Lise 2’de tanıştığım bir kişiydi kendisi. Karaburun’da toplanan Ütopyalar Toplantısı’nda… Ütopyasını anlatmıştı. Dinlemiştik. O günden bu zamana o ütopyasını gerçekleştirmek için çalıştı, bunu başardı. Şimdi ise, ütopyasını bize bırakıp, doğaya döndü. Ütopyasını gerçekleştirmek için uğraşmalıyız.

* Haftanın tortusu

http://www.urbarli.net

Evrenin ta kendisi: Bilinç ve yaratıcı güç – Shiva Shakti

Hemen hepimiz yin yang sembolünü biliriz. Bir tarafı siyah, bir tarafı beyaz bir daire; beyazlığın içinde siyah bir nokta, siyahlığın içinde beyaz bir nokta… Yin yang sembolü bize, karşıtlı ikilik diye tanımladığımız şeylerin aslında bir bütünün parçası olduğunu öğretir. İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, güneş ve ay, erkek ve kadın, beynin sağı solu, ve benzeri karşıtlıklar aynı bütünün parçası ve tamamlayıcısıdır. Dahası, bir rengin içindeki diğer renge ait nokta, bir tarafın diğer taraftan da bir şeyler taşıdığını niteler. Kötülüğün içinde iyilik, erkeğin içinde kadın, güzelliğin içinde çirkinlik…

Postmodern batı akımlarının yeni vardığı bu “karşıtlı ikiliğin bütünlüğü” kavramı, binlerce yıllık geçmişe ait Hindu, yogik ve Tantrik yaklaşımlarda açıkça görülür. MÖ 1500 yıllarında yazıldığı düşünülen Veda’lar ve hemen hemen aynı döneme dayanan Tantra öğretilerinde ilahi Tanrı ve Tanrıçalar’dan bahsedilir ve Tanrılar kadar Tanrıçalar’a da hürmet edilir. Bu anlayışlarda Tanrıça, Tanrı’nın arkasındaki güç değil, bilakis içindeki yaratıcı güçtür ve Tanrıça gücü olmadan Tanrı, Tanrı olamaz. Tıpkı yin yang sembolünü ya da beyni ikiye bölemeyeceğimiz gibi. Yogik ve Tantrik metinlerde tanrılar bilincin (consciousness), tanrıçalar ise yaratıcı güç shakti’nin bedenleşmiş halidir.

Saiva Tantra yazıtlarında evrenin yaradılışı şu şekilde hikaye edilir. Her şeyin sahibi ve ta kendisi olan Tanrı Shiva (bilinç) her zamanki gibi tüm varlığı ile sakince oturmaktadır, etrafında yılanlar ve tüm yaratıklarla ve hiç bir şey olmamaktadır. Birden karşısına bir kadın görüntüsü çıkar; shakti’nin bedenleşmiş hali Param. Shiva şaşkınlıkla bağırır: “Sen de kimsin?!” Param, küçümseyerek karşılık verir; “Asıl sen kimsin?!” Öfkelenen Shiva, “ben her şeyim,” der, “eğer sen varsan, benim bir parçam olmalısın!” Şuh bir kahkaha atan Param, “öyleyse yok olayım da gör,” der ve birden gözden kaybolur. Shiva şaşkınlıkla kalır ve sorar; “bütün sesler nereye gitti?” Sonra bir OMM (aum) sesiyle geri gelir Param. Birbirlerinin varlığını ve bütünlüklerini kabullenirler. Hani çocukken bir arkadaşımızla karşılıklı elele tutuşur, ayaklarımız birbirine yakın dönerdik ve bu dönüş gitgide hızlanır, birimizin elini bırakmasıyla bir tarafa fırlama tehlikesi yaşardık… İşte Shiva ve Shakti bir gün elele dönerek dans ederken, yavaşça parçalanmaya başlarlar. Bu parçalanışla evrenin oluşmaya başladığı, eril bilinç ve yaratıcı dişil gücün parçalarının tüm evrene olduğu gibi insan bedenine de dönüştüğünü anlatır Saiva Tantra. Bu parçalanış hızlandığında Shiva sorar, “ya kendimizi insan bedeninde unutursak?”.

“Merak etme,” der Shakti, “ben bizi hep hatırlatacağım.” İşte denir ki, çocukların annelerini isterken çıkardıkları “nnnn, nnnn” sesi, aslında yaratıcı güç, her şeyin kaynağı ve ana tanrıça Shakti’ye bir çağrıdır. Saiva Tantra takipçileri, yaradılışın sesi aum’un arkasına bir de “nnn” sesini eklerler. Bu sesi çıkarmak için dilin, dokunduğu üst damak ve ön dişlerle birleştiği yer ise dişil güç noktası olarak tanımlanır.

Ses dalgasından, enerjiden ibaret bedenlerimizin yaradılış hikayelerinden biri bu. Pek çok metinde Shiva ile Shakti’nin dansına ait değişik hikayeler var. Ama hepsinin ortak noktası, evrenin yaradılışının eril bilinçten çok, bilinci harekete geçiren bir enerji vasıtasıyla olduğu, bu güç olmasa hareketin ve yaradılışın mümkün olmayacağı. Tanrı/Tanrıçalara inanmasak da yaratıcı güç, ana tanrıça Shakti, kadın/erkek hepimizin bedeninde varolan bir enerji. Nasıl bir anne çocuğun tüm ihtiyaçlarını karşılarsa, ihtiyacımız olan yaşam enerjisi de evrenden, ulu tedarikçiden gelir. Yani Shakti, evrensel annedir.

Shakti’ye içinde varolduğumuz ve yaşadığımız evrenin ta kendisi demek de mümkün. Shakti’nin Shiva ile titreşimi, metinlerdeki tabiriyle dansı, evrendeki genişleme ve büzülmenin nedeni. Bir kuşun kanat çırpması, hayatta iyi ve kötü anlarımızın olması, hatta gündüz ve gece, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, beynimizin sağı solu, duygu ve düşünce, yin ve yang, işte bu dansın bir bütün olarak yansıması, erillik ve dişillik aynı ölçüde, bir ses kadar bize yakındır.

Bizler, aldatıcı zaman ve mekan düzleminde, evrensel bilincin ve bütünün mikrokozmik nabız atışları, bu titreşimin bedenleşmiş haliyiz. – Parama Shiva

 

Yeşeren Olgu Alibeygil

Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi

Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), BM seviyesinde kadının insan haklarını ülkeler seviyesinde geliştirmek amaçlı en yararlı araçlardan biridir. CEDAW, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1979′da kabul edildi, 1981′de sözleşme biçimini aldı ve Türkiye tarafından 1985 yılında imzalandı. Sözleşmenin imzalanması, devletleri kadınlara karşı ayrımcılığın ortadan kaldırılması için somut adımlar atmakla ve CEDAW Komitesine düzenli olarak kadının insan haklarının geliştirilmesi konusunda ülkedeki devlet uygulamalarını raporlamak ve sunmakla yükümlü kılar. Kadın örgütlerinin CEDAW Komitesine sunmak amacıyla “gölge” ya da diğer adıyla “alternatif” rapor hazırlamaları sık bir uygulamadır. Bu gölge raporlar CEDAW’in öngördüğü şekilde kadının insan haklarının gelişip gelişmediğine dair sivil bir bakış açısıdır ve BM inceleme sürecinde çok daha inandırıcı ve etkili bir araçtır.

Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği CEDAW sürecinde 1997 yılından bu yana inceleme dönemlerinde gölge rapor yazarak, hükümetlere ve CEDAW Komitesine lobicilik faaliyetinde bulunarak ve Komitenin tavsiyelerde bulunması için savunuculuk yaparak rol almaktadır. Üçüncü inceleme döneminde, yani Türkiye’nin Ülke Raporu sunacağı 1997 yılında, Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği, Mor Çatı Kadın Derneği ve Eşitlik İzleme Platformu ile birlikte gölge raporu yazılmasını koordine etmiştir.

2004 yılında, Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği Türkiye’nin 2004-2005 yılındaki yeni rapor dönemi için gölge raporunun yazılmasının koordinasyon ve kolaylaştırma sürecine başlamıştır. Haziran 2004’te CEDAW’in ön oturumu için Türk Ceza Kanunu Ulusal Kadın Platformu′nun 26 üyesiyle gölge raporu hazırlayıp sunduk. Ön oturumda çok beğenilen gölge raporumuz çoğunlukla yeni yasalar (medeni kanun, ceza kanunu ve cinsiyet eşitliği için anayasal değişiklik) ve bunların toplumsal cinsiyete etkilerini, gelecekteki reformlar (kamu yönetimi, yerel yönetişim, iş kanunu ve kota sistemi) için tavsiyeleri içermekteydi. Ön oturum raporunda üzerinde durulan bu noktaların çoğu, CEDAW’ın “kritik sorular” listesine eklendi ve Komite, Ocak 2005 resmi oturumu öncesinde cevaplanması için bunları Türk Hükümeti′ne sundu. Ocak 2005 oturumu öncesinde gölge raporumuzu yeni Türk Ceza Kanunu ve kadının iş gücüne katılımının artırılması için politika taleplerimizle güncelledik. Bu rapor tekrar Platform tarafından desteklendi ve Komiteye oturum öncesi yollandı. Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği ve platformun 3 üyesi Komitede gölge raporundaki taleplerimiz için lobicilik faaliyetinde bulundu.

CEDAW Komitesinin tavsiyelerinde raporumuzdaki noktaların hepsine değinildi, ve Türk Hükümeti gerekli reformları yapmaya ve varolan yasaları, politikaları ve programları uygulamaya çağrıldı.

İnceleme oturumundan sonra, ilgili tüm taraflara, STK’lara, hükümet yetkililerine ve yerel gruplara bu bilgiler yollandı. Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği CEDAW konusunda bilinçlendirme ve konuyu gündeme yerleştirme amaçlı büyük bir medya kampanyası başlattı. CEDAW Komitesi′nin uygulamaları konusunda halen Türk Hükümeti′ne lobicilik faaliyetinde bulunuyoruz ve aynı zamanda Türkiye’nin 2008’de olacak incelemesi için hazırlanıyoruz. Türkiye′nin CEDAW Sözleşmesi uyarınca 4. ve 5. Gözden Geçirilmesi sürecine yazdıkları gölge raporlar ile katkıda bulunan CEDAW Sivil Toplum Yürütme Kurulu ve TCK Kadın Platformu tarafından 6. Gözden Geçirme için hazırlamış oldukları gölge raporu tamamlandı ve İngilizce olarak NY′da 46. oturuma hazırlanan CEDAW Sekreteryası′na gönderildi.

Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği Türkiye’nin web sitesinden alınmıştır.

Victor’un ardından: Filiz

0

Victor’un ardından serisinin ilki ‘Tohum’ için tıklayınız

Zeytin ağaçlarıyla çevrili ufak bir bahçe. Toprağın üstü ağaçların gölgeleriyle benekli. Güneş orada bir yerde, şu ağaçların hemen arkasında. Ama gölge de var be, mis gibi. Hem sıcak, hem de serin hava. Kuşlar ötüyor etrafta, ufaktan bir rüzgar var hafiften terlemiş ensende hissettiğin…

Ve Victor ortada, patlıcanların dibini temizliyor. “Herşey emek ister. Bu patlıcanlar da emek istiyor işte. Havalandırmak lazım diplerini, bu toprakların sebzesi değil ya. Sonra su vermek lazım yazın.” diye anlatıyor usulca bir yandan da.

Her sözü yüreğimi açıyor acıtmadan. Kabukları kırılıyor, kalkanları paramparça oluyor benliğimin. Onu öyle gördükçe toprağa çömelmiş çalışır; ve dinledikçe anlattıklarını, ve bir kaç saniyeliğine de olsa buldukça kendimi o bahçede, yalanım kalmıyor ki kulağıma fısıldayacak. “Her ilişki emek ister, birbirimize emek göstermemiz lazım diye düşünüyorum.” deyişini canlandırıyorum gözlerimin önünde. Görüntüsü bulanıyor geçmişimin gözyaşlarıyla, sesi kayboluyor geleceğimin patırtılarında.

 

“Herşey emek ister”

“Çok fazla söz var…. Ama artık yüzyüze değiliz çoğu zaman. Yaptığımız işlerin çoğu bizi hayattan koparıyor, bilgisayar başına oturtuyor çok fazla.”

Bodrum pazarındaki tezgahından başlayıp Buğday Vejetaryen Restoran ve Kültür Merkezi’ne genişleyen, oranın mahsulü olan Buğday Dergisi’nin saçtığı tohumlarla yeşeren Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin meyveleri TaTuTa ve ekolojik pazarlara kadar uzanan kocaman bir hikayesi var Victor’un ekip emek verdiklerinin.

Ekoloji, doğal yaşam ve toprak kültürünün, aynı dünyanın geri kalanı gibi bu toprağın da insanından koparılmaya çalışıldığı zamanlardı, emek istiyordu hayaller. Hakikat, her zamankinden fazla emek istiyordu.

Victor Bodrum pazarındaki tezgahının ardından eski bir Rum evini kendi emeğiyle restore edip “Buğday Vejetaryen Restoran ve Kültür Merkezi” ni kurdu. Bu sıcak mekan Türkiye’de türünün ilk örneğiydi. Ekolojik yaşam ve tarım konularında Türkiye’de yeni bir çığır açacak “Buğday” dergisini de 1996 yılında eliyle yazıp fotokopiyle çoğaltarak burada çıkarmaya başladı. “Buğday” çevre sorunları, ekolojik yaşam, sürdürülebilirlik, organik tarım, vejetaryen ve vegan yemek tarifleri, meditasyon ve ruhani barış gibi konularda hem teorik hem de pratik bilgilerin bulunduğu bir nevi fanzin olarak başladığı yayın hayatına giderek büyüyerek ve daha fazla insana ulaşarak bugün de hala devam ediyor.

Elini toprakla buluşturup çamurla sıvamaktan hiç vazgeçmeden yaptıklarını İstanbul’a da taşımaya, daha fazla insana ulaşmak istedi Victor. “Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği” 2002 yılında resmi olarak kuruldu ve kısa sürede Türkiye’de bu konudaki en önemli sivil toplum örgütü haline geldi. Bunun dört temel nedeni vardı diyebiliriz : Victor’un hem teorik hem de pratik anlamdaki bilgi birikimi ve deneyimi; bu değerlere baş koyan bir çok güzel, azimli ve birikimli insanın hızla Buğday çatısı altında bir araya gelmesi; ekolojik yaşam ve tarım konularının Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmesine rağmen bu konuda yeterli girişimin olmaması; ve belki de en önemlisi, derneğin aktivitelerinde teori ve pratiğin çok başarılı bir dengeyi yakalamış olması.

Bahsettiğimiz bu son nedeni biraz açalım. “Buğday” bir yandan uluslararası konferanslara aktif biçimde katılıyor, bir yandan Türkiye’de konunun uzmanlarını bir araya getiriyor, bir yandan da bir ayağını sürekli kırsalda tutarak köylülerle toplantılar, eğitimler, projeler düzenliyordu.

Bu yoğun emeğin bir sonucu olarak 2003 yılında “Birleşmiş Milletler Çevre Programı” Buğday Derneği’ne maddi destek vermeye başladı. Dernek aynı yıl BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ile Türkiye İstatistik Kurumu arasındaki görüşmeler için de bilgi ve danışma hizmeti verir hale geldi.

Victor ve arkadaşlarının yoğun emekleri ve geniş vizyonlarıyla aynı yıllarda Türkiye “eko-turizm” kavramıyla tanıştı, hem de son derece bütüncül ve çığır açan bir projeyle : TaTuTa. Türkiye’nin dört bir köşesindeki köylerden ekolojik ve tarım turizmiyle ilgilenen çiftlikler, köylü aileler seçildi. TaTuTa sayesinde şehirli insanlar bu çiftliklere ister bedeli karşılığı turizm amaçlı, ister belli sürelerde karın tokluğuna çalışarak çiftlikteki işlere yardım etmek ve organik tarımı öğrenmek amacıyla gidebilir oldu. Buğday bu projesiyle hem BM’den hibe aldı, hem de uluslararası eko-turizm ağlarının Türkiye temsilcisi haline geldi.

Benim de üyesi olduğum 80’li kuşakların ekolojiye ve kırsalda/doğada yaşama olan ilgileri artıyordu aynı yıllarda. Neoliberal dünyanın parıltılı sahteliğinin birdenbire üzerimize boca ediliverildiği bir dönemde çocukluğumuzun 3-5 yılını da olsa kurtarmayı başarmıştık. 20’li yaşlarımıza girerken de, o veya bu nedenle, o veya bu şekilde, doğal bir hayatın, sade bir hayatın özlemi bir yerlerden çıkarıveriyordu başını. Aynı filizlenen birer tohum gibi, ruhumuzdaki betondan önyargıları çatlatıp kendine yer açıyordu saflık ve gerçeklik arayışlarımız.

TaTuTa tam da bu yıllarda geldi. Özellikle genç neslin muhabbetinde konu ne zaman “Böyle dünya mı olur, böyle yaşam mı olur, böyle yalan mı olur?” dertleşmelerine gelse, TaTuTa’nın ismi anılırdı birilerince. Sağlam bir derdimizin olduğuna inandığımız bir ülkede, aynı dertten müstarip bir yek biz olmadığımıza kanıttı Victor ve Buğday ve TaTuTa.

 

Kahraman olmayan kahraman

“Aklımı yitirdiğimi düşünen de oluyor, yaptıklarımı örnek alan da. Benim için pek önemi yok açıkçası, İnandığım için yapıyorum, insanların onayını almak için değil…”

Bir an geldi, Victor Buğday Derneği’ndeki görevlerinden ayrıldı. Dostlarından Nuri Özbağdatlı’nın Victor’un ölümü ardından söylediği gibi, “birşey yaparsa iyilik için yapardı Victor.” Buğday yeni bir yapılanmaya gitse iyi olacaktı, Victor’un kalbinden geçenlerin Bodrum’un bir köyünde ya da hallice bir arkadaş grubunda uygulanması başka şeydi, ulusal çapta bir sivil toplum örgütünü ileriye taşımak başka bir şey. Gönüllülük esasına dayalı bir oluşumun parçası olup da Victor’un Buğday’a 2007 mayısında yazdığı mektubu okuyan herkes farkedecektir : Belli ki bir iletişim yumağı vardı içinden çıkılamayan Buğday’da… Yılların yorgunluğu, alınan sorumlulukların ağırlığı, kötü niyetle söylenmese de ağızlardan çıkan her bir ters lafın kurşun olup oturması yüreklere…

Victor, Buğday’ın en yorgun adamı, ayrılırken küskün olsa, başkalarını suçlasa, kendisine yapılan haksızlıkları anlatsa, hayalkırıklıklarını paylaşsa, kimse dönüp de birşey demezdi herhal. “Haklısın Victor” dan başkası gelmezdi dillerin ucuna. Buna rağmen kimseye kırgın olmadan, “hata bendedir mutlak” diyerek “hayrına” ayrılıyordu yıllardır parça parça büyüttüğü Buğday’ın başkanlığından. “Ben bunu da çözemedim, şunu da. Bak onu da beceremedim”  diyerek yapmaya henüz zamanının yetişmediklerini anlatıyordu mektubunda, kısacık yıllara sığdırdığı mucizeler sanki hiç gerçekleşmemişçesine.

Sonra birşeyler oldu, Victor ayrılamadı. Buğday Victor’u bırakmadı. Victor toprağa düşene kadar da bırakmayacaktı.

Aynı yıllarda yeni bir proje daha başladı Victor’un önderliğinde : %100 ekolojik pazarlar. Buğday’ın ESAS’lı (Ekolojik, Sağlıklı, Adil, Sürdürülebilir) Üretim ve Kullanım Döngüleri programının bir parçası olarak ilk pazar Feriköy’de açıldı. Türkiye’de bir ilkti. Bunu kısa süre içinde Kartal, Beylikdüzü, Bakırköy ve Samsun’da açılan pazarlar izledi. Kimisi bilerek kimisi bilmeden, çoğunluğu da meraktan yolunu ekolojik pazara düşürenler Victor’u daha kuşluk vaktinde görürlerdi dinç ve neşeli. Tezgahların arasında dolaşır, tanıdık-tanımadık her rastladığıyla en azından o sıcak ve perdesiz bakışlarını, pek muhtemelen de sarmalayan muhabbetini paylaşırdı.

Bir teyzem var benim, misal… Kartal’daki ekolojik pazarın müdavimi, istisnasız tüm gıda alışverişini oradan yapacak kadar. Onu ekolojik pazara bu denli alıştıran biraz güzel aşla biraz gençlik anısıysa köyden kalma; hiç tanımamasına rağmen boynuna sarılıp “bir öpeyim seni yavrum” dediği Victor’un gözlerinde gördüğü ışıktır biraz da.

“İnsanların hayatında fark yaratmanın, yaşamlarını değiştirmenin hazzından başka ne isterim?” diye sorar dururdu Victor.

Sözünü ve aşını, malını ve feryadını, aşkını ve pişmanlıklarını olduğu gibi, düşünüp tartmadan paylaşabildiğin yoldaşlarla hayallerin için keyifle mücadele etmek; bir de bu emeklerinin karşılığını, insanların yaşamında yarattığın değişimi en yakından görmek, duymak, bilmek…

Daha fazla ne ister ki bir insan hayatta? Hele hele Victor, başka ne ister ki?

Velhasıl şanslı adam Victor. Çok şanslı. Ardından dökülen gözyaşlarının sonunun hep bir gülümsemeyle, bir umutla, bir “çok güzel yaşadı be!” sevinmesiyle bitmesi ondandır.

 

Yarın: Victor’un ardından: Toprak

Blogçular da sokağa – Mehveş Evin

İnternet yayınını düzenleyen yasanın düzeltilmesi için daha ne kadar bekleyeceğiz? Blogçular da en temel haklarını bilgisayar başında değil sokakta arayabilir

Her güne “Acaba bugün nasıl bir sıkıntı yaşanacak, ne protesto edilecek, neyin imza kampanyası yapılacak?” diye başlıyoruz.

Hangi abuk, nefret dolu köşe yazısı sinirlerimizi zıplatacak?

Hangi internet sitesi erişime kapatılacak?

Hangi gazeteci veya yazar, işi nedeniyle gözaltına alınacak?

Ortam bu.

Bir yandan herkesin demok-ratik haklar konusunda daha  duyarlı olduğunu, hızla iletişim kurup bir araya gelebildiğini  görmek, sevindirici… Öte yandan yargıda ve uygulamada, halen           en temel konularda bu kadar vahim engellerle ve cezalarla   karşılaşmak, üzücü.

Bütün kalemler yasaktır!

Geleneksel medya kendi  derdiyle meşgul. Ancak blogspot’un kapatılması, gazetecilerin özgürlüğü kadar tartışmamız gereken bir mesele. Çünkü en temel bireysel hak, insanların elinden alınıyor.

Blogspot’ta yemek tariflerini paylaşan da var… Felsefi konularda yazan da, günlük tutan da…

Blogları sansürlemenin, insanların elinden zorla kalemleri toplatmaktan bir farkı yok günümüzde. “İkinci bir emre kadar, tüm kalemler yasaklanmıştır. Çünkü bazı kalemler,  yasaya aykırı hareket etmiştir” demektir bu.

Böyle bir saçmalık olamaz. Sorun, Digitürk’ün açtığı davadan kaynaklanıyor. Süper Lig’in korsan yayınını tespit eden Digitürk, ‘uyarılara rağmen’ yayın sürünce mahkemeye gitmiş. Sonuç: Kapatın gitsin!

Ancak bu işin suçlusu Digitürk değil. İnternet ve  bilişimle ilgili yasalarımız, bu konudaki tüm sivil toplum  uğraşlarına rağmen hâlâ   düzenlenmedi. Bu esneklik yüzünden sorunlu siteler veya alt domain’leri değil, blogspot IP’si toptan kapatılabiliyor.

Tıpkı YouTube’da olduğu gibi.

YouTube yasağı kalkıp, yayına başladıktan sonra unutulan yasal sorunlar, şimdi yeniden hatırlandı. Ancak bu sefer bıçak   kemiğe dayandı.

Bu işi artık çözmek zorundayız. İmza kampanyası mühim evet, ama maalesef yetmiyor. İnternet yasaklarıyla ilgili yapılacak yasal düzenleme sürekli gündemde tutulmalı. TÜSİAD, TBV gibi kuruluşların önerileri daha geniş kesimler tarafından sahiplenilmeli.

Blogçular, bilgisayarlarının başından kalkıp ortak dertleri için gerekirse sokağa çıkmayı bilmeli.

 

-Milliyet-