Ana Sayfa Blog Sayfa 5130

Lucian Freud hayatını kaybetti

Güçlü realist portre eserleri ön plana çıkan ressam, Sigmund Freud’un torunu Lucian Freud 88 yaşında öldü.

Realist ressam Lucıan Freud 88 yaşında öldü. Ressamın New York’taki ticari temsilcilerinden William R. Acquavella yaptığı açıklamada, ”kendisini 20’inci yüzyılın en büyük ressamlarından biri olarak uğurlayacağız” dedi. Acquavella, sanatçının öldüğü güne değin resim yapmayı sürdürdüğünü kaydetti.

Açık arttırmalarda eserlerine son dönemde giderek daha yüksek bedeller ödenmeye başlanan ressamın, kanepede uyuyan kilolu bir kadını tasvir eden nü tablosu 2008’de 33,6 milyon dolara satılmıştı.

Lucian Freud, modern psikanalizin öncülerinden Sigmund Freud’un torunu. (Ajanslar)

NTV Ruşen Çakır’ın programını da sonlandırdı

NTV’de Can Dündar ve Banu Güven’in programlarının “erken tatil”e girdiği söylenerek sonlandırılmasının ardından, Ruşen Çakır’ın, Mirgün Cabas’la başlattığı ve 2008 Nisan’dan bu yana süregelen Yazı İşleri programı da yayından kaldırıldı. Çakır, NTV’nin yeni yayın döneminde hiçbir siyasi içerikli program yayınlamayacağını söyledi.

Bir haber kanalının siyasi içerikli program içermeyen bir formatta yayın yapmasının isabetli bir karar olmadığını belirten Çakır, “Yazı İşleri programının son iki yıldır NTV’de ve Türkiye medyası içinde önemli bir yeri vardı. Başarılıydı ve izleniyordu. Ancak, yönetimin kararı bu yönde oldu; nedenlerini, kararı verenlere sormalısınız. Ama ben, yönetimin bu kararını kendi adıma doğru bulmadığımı söylemek zorundayım. Elbette en iyi takdiri izleyici verecektir” dedi.

Çakır, NTV’nin siyaset danışmanı olarak kalmaya devam edecek. Bu konuda “Başladığımız yere geri döndük” yorumu yapan Çakır, “Yazı İşleri’nden önceki görevim de buydu. Yeni formatta siyasi programlar olmayacağı için, siyaset danışmanı olmanın canlı yayınlarda haber merkezine bağlanıp spikerle konuşmak gibi bir tanımı olacak” şeklinde konuştu. (Bianet)

Yorum: Şike soruşturması boyut değiştirirken

Dün Fenerbahçe ile Shakhtar Donetsk* arasında oynanan karşılaşma 67. dakikada taraftarlarca bitirilince, futbol üzerinden bir aya yakındır konuştuğumuz şike tartışmaları da bambaşka bir boyuta girdi. Bundan önce Adliye, kulüplerin yönetim binaları ve emniyet arasında gerçekleşen ve bizim basından izlediğimiz olaylar, gerçek yerini buldu. Gerçek yeri derken, olayların sahada çıkması gerektiğini ya da sahalarda olaylar çıkması gerektiğini düşündüğüm anlaşılmasın. Futboldan bahsediyorsak ya da herhangi bir spordan, onu hayatta tutan taraftardır ve dün ilk defa taraftar futbol ile birlikte karşı karşıya geldi tartışmalarla.

Maç öncesinde ve sonrasında tribünlerde tutuklu olan Aziz Yıldırım’a büyük bir destek vardı. Tribünlerin tamamen dolu olmamasını yaza mı yoksa taraftarların desteğinin boyutuna mı bağlamak gerektiği meçhul. Temmuz ayının sonunda bu kadar bile iyi demek de mümkün, Aziz Yıldırım bu durumdayken, o boşluklar olmamalıydı demek de mümkün. Fakat gelen herkesin takıma ama özellikle de Aziz Yıldırım’a sahip çıkmak için orada oldukları da açıktı.

Bu sahip çıkmak da iki şekilde oldu. Biri tabii ki Aziz Yıldırım’ın yanında olduklarını, hatta bizzat Aziz Yıldırım olduklarını, herkese göstermek; diğeri de söylentiler üzerinden tiraj kazanmaya çalışanlara ve bu durumun nedeni olduğuna inandıkları unsurlara tepki göstermek. Bundan da nasibini en çok basın aldı. Ezgi Başaran’ın dün Radikal’de yazdığı yazıdan öğrendiğimize göre Juventus taraftarı’nın baskısına İtalya’daki basın dayanamamış ve İtalya’daki şike skandalı hakkında yaptığı yayınları giderek küçültmüş. Türkiye’nin İtalya’dan farkı şu olmalı: Dün fiziksel olarak da tepkiye dönüştü yaşananlar. Sahadaki fotoğrafçılar çıkartıldı, basın tribünü boşaltıldı, maçı yayınlayan kameraların bazıları engellendi ve sonrası sahaya giren yüzlerce taraftar… Doğal olarak da maç tatil edildi. Görünen o ki; biraz futbol hazırlığı yapıldı dün, biraz da gelecekteki tepkiye yönelik olarak bir gösteri… “Siz bizi bu hale getirdiniz, bizden de size bundan sonra rahat yok!”

Peki ne olacak? Açık konuşmak gerekirse, soruşturmanın gidişatının, her adımda inandırıcılık sorununa battığı bir gerçek. Basın ile olan ilişkilerin daha önce bir çok olaydan üzerlerinde soru işaretleri bulunan bir kaç gazeteciden kurulması, başlı başına bu soruşturmanın inandırıcılığını sarsıyor. El altından alınan ve doğruluğu her zaman şüpheli olan bilgilerle konuşan ya da 7 gün 24 saat ekranlarda bağıran şovmenlerle olacak iş değil bu! Haber yazarken ya da bilgi edinirken şike yapanların futbolda şikeye karşı olması komik değil mi?  Kamuoyunun desteklediği takımların büyük bölümünün ismi geçtiği için, hazır bir inanmama refleksi var zaten toplumda. Bir de sürekli gerçekmiş gibi ortaya atılan bilgiler ve sonrasında bunların yalan çıkması durumu inanmamak isteyenlerin elini daha da güçlendiriyor.

Örneğin, bir “itirafçı” aranıyor net olarak. Belli ki bir itirafçıya gereksinim duyuluyor. (Mahalle maçlarının eksik olmaz sözüyle: Karşı takımdan birinin gol demesi ve ona bakıp “E adamın da gol diyor!” denmesi gerekiyor.) İlk önce Şekip Mosturoğlu’nun itiraf ettiği yazılıyor, çiziliyor. Sonra bu yalanlanıyor. Ortalık biraz duruldu gibi oluyor. Bu sefer de, İbrahim Akın’ın itiraf ettiği yazılıyor. O da yalanlanıyor, bir de üzerine psikolojik baskı ile bu sözlerin söyletilmeye çalışıldığı ortaya çıkıyor. Bunlar arka arkaya gerçekleştiği sürece de kimseyi, hiçbir şeye inandırmak mümkün olmaz. Bir şaibe bulutu içerisinde kirlenen de, kirlenmeyen de birbirine karışacağı için, kamuoyu bu soruşturmaya umut beslemekten pes eder ve her türlü yapı eski haline döner. Siyahlar da grileşir, beyazlar da grileşir.

Şimdi bu işe başlayanların ve giderek çıkmaza sokanların önünde büyük bir sorumluluk var. Amaç gerçekten ortaya konulduğu gibi şike ise sonuna kadar gitmeliler. Fakat amaç söylentileri dolaşan diğer konularda bir şeyler kazanmak ise; derin devlet konusunda, Kürt Sorunu konusunda olduğu gibi biraz yapıyormuş gibi görünerek, başka amaçlarla hareket etmek hiçbir zaman olumlu sonuca yol açmadı. Bizim gibi idealleri olanları da çok fazla kandıramadı. Bu yüzden bu amaçtan vazgeçilmeli. Suçluyu da suçsuzu da aynı şekilde değerlendirip, futbolu (ya da her sporu) daha fazla çıkmaza sokmamalılar. Umutlandırıp, bir gelişme elde edememenin sonuçları daha vahim olacaktır.

* Mircea Lucescu’nun takımı olan Donetsk’i seçmek kimin aklına gelmişse ilginç bir tercih olmuş. Hatırlarsınız 2003-2004 senesinde Beşiktaş’ın başında olan Lucescu, o senenin ikinci devresinde yaşadıklarından sonra “Türkiye Çavuşescu dönemi Romanyası’ndan bile kötü” diyerek Türkiyeden ayrılmıştı. Şimdi temiz futbol diye bağıran bazı yorumcular ise Lucescu’ya demediklerini bırakmamışlardı.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

Doğadan mı korkmalı, sanayiden mi?

Bodrum’daki Gümüşlük Akademisi’nde yapılan “korku” temalı söyleşilerde bu hafta sonu “sanayi ve korku” tartışılıyor.  Yeşiller Partisi Eşsözcüsü, Sosyolog Yüksel Selek ve Yeşiller Partisi Tarım Çalışma Grubu Koordinatörü Hakan Ozan Erzincanlı’nın konuşmacı olduğu söyleşi 24 Temmuz akşamı saat 20:30’da Amfitiyarto’da.

Gümüşlük Adademisi tarafından yapılan duyuruya göre söyleşinin konusu sanayi uygarlığı ve doğa çatışması. Yüksel Selek, konunun sosyal ve politik boyutunu, Hakan Ozan Erzincanlı ise ilk çağlardan itibaren doğayı kendine bir tehdit olarak görmüş olan insanın, artık onu yenmiş olma zannıyla egemenliğinin tadını çıkarıyor oluşunun bedelini sorgulayacak. Fosil yakıtlar, enerji politikaları, GDO’lar, gıda güvenliği ve açlık, biyolojik çeşitlilik, doğal dengeleri bozan büyüme stratejileri masaya yatırılıp alternatif bir yaşam hedefi ihtimalinin aranacağı konuşmada doğadan mı sanayiden mi korkulması gerektiği tartışılacak.

(Yeşil Gazete)

Barınma hakkından ne haber? – Cihan Baysal

Konu insan hakları olduğunda, son yıllardaki bazı olumlu gelişmelere rağmen, Anayasası ve ilgili yasaları hâlâ çağdaş düzeye ulaşamamış sicili kara bir ülkeyiz. Süregelen ihlaller ve mağduriyetler karşısında, Anayasa ve yasalarla çizilen hukuk çerçevesinin yetersizliği, sıkça başvurulan bir argüman. Oysa AB uyum sürecinin başarıyla yürütüldüğü dönemlerde, insan hakları mevzuatı alanında gerçekleştirilmiş adımları, özellikle Anayasanın 90. maddesinde yapılan değişikliği hatırladığımızda, aynı argüman temelsiz bir bahane olabiliyor. 07.05.2004 tarihinde 90. maddeye konan ek tümce, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” der. Godot’yu bekler gibi, milletçe yeni bir Anayasa beklediğimiz bugünlerde, beğenmediğimiz 82 Anayasasının, işlevsel kılamadığımız 90. madde ek tümcesi, birçok insan hakkı derdimize karşı kullanılamayan bir derman olarak atıl vaziyette bekliyor.

İnsan hakkı ihlali

Öte yandan, başları sıkışan ya da kamuoyundan onay talep eden siyasetçilerin, uluslararası insan hakları mevzuatını kendi özel durumlarına göre bir güçlendirme ve başvuru mekanizması olarak kullandıkları da gerçek. Bazı kararlarından dolayı AİHM’e ateş püskürenlerin başlarına gelen hak ihlalleri karşısında AİHM’den medet ummaları veya diğer siyasi parti kapatma davalarında anımsanmayan Venedik Kriterleri’nin kapatma başa gelince birden gündeme taşınması, akla gelen ilk örnek. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2009 yılı kurban bayramındaki ulusa sesleniş konuşmasında, hükümetin başarılı icraatlarını sıralarken BM-Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesinin AKP döneminde yürürlüğe girdiğini iftiharla belirtmişti. Ancak Başbakan aynı sözleşmenin barınma hakkı ile ilgili 11. maddesini ilk paragrafının ve bu maddeye atfen yazılan 4 ve 7 no’lu Genel Yorumlarının en fazla AKP döneminde, üstelik TOKİ ve yerel yönetimlerce ihlal edildiğini gözardı ediyor.

Meclis’e vize alamayan vekillerle ilgili olarak, Kılıçdaroğlu’nun sık sık AY 90. Maddeye referansla uluslararası insan hakları mevzuatını gündeme getirdiği bugünlerde ise, CHP’li Ataşehir Belediyesi, uluslararası insan hakları mevzuatı kapsamında ‘birinci dereceden’ insan hakkı ihlali sayılan ‘zorla tahliye ve ev boşaltmaları’ gerçekleştirerek Genel Başkanlarını bizzat tekzip etmiş oldu. 28 Haziran sabahı mahalleliye önceden hiçbir tebligat yapılmadan, 2006’da, çoğu tapu tahsisli evlerinin o zamanki (Kadıköy) yerel yönetimce yıktırılması sonucu barakalarda yaşamaya mecbur edilen Küçükbakkalköy Romanlarının son dayanakları olan barakalar da dozerlendi ve hasta, yaşlı, çocuk ayırt edilmeden sakinler sokağa atıldı.
Solunum cihazına bağlı yaşayan bir hasta, 15 gündür yorgan döşek sokakta. Cihaza gerekli elektrik ise kordonun sokak boyunca uzatılması sayesinde hayırsever bir komşudan temin ediliyor. Geçimini oğullarının asker maaşlarından sağlayan bir başka hasta vatandaş, evi yıkılanın ikametgâhı da silindiğinden beş parasız sokakta. Mahalleli bu yüzden Yeşil Kart da çıkartamıyor. Gidecek yeri olmayanlar duvar diplerine gerdikleri naylonların altında moloz ve çöplerle yaşamak zorunda. Küçükbakkalköy’de ihlal üzerine ihlal, mağduriyet üzerine mağduriyet yaşanıyor.

İhlaller silsilesi

Başbakan’ın övünçle belirttiği üzere Türkiye, BM-Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi’ni 2003 tarihinde onaylayarak yürürlüğe koydu. Sözleşmenin 11. maddesinin ilk paragrafı Barınma Hakkını yaşam koşullarının sürekli geliştirilmesiyle ilgili mülkiyetten bağımsız bir yaşam standardı hakkı olarak yorumlar. Bu maddeye atfen yazılan 4 no’lu Genel Yorum, Elverişli Konut Hakkı başlığı altında, mülkiyetten bağımsız bir ‘kullanım hakkı’ tanımlayarak, hakkın yasal güvenliğinden (yıkım/ boşaltma tehdidi olmayacak) taraf devletleri sorumlu kılar. Kullanım hakkını ise ‘yasadışı’ işgal ve iskânı da içerecek şekilde geniş kapsamlı yorumlar. Yine 11. maddeye atfen yazılan 7 no’lu Genel Yorum kişilerin, ailelerin veya grupların iradeleri dışında, kendi rızaları olmadan ve uygun veya hukuki korunma biçimleri/ barınma olanakları sağlanmadan zorla tahliye edilerek evlerinin/ mahallelerinin boşaltmasını, birinci dereceden, insan hakkı ihlali olarak niteler.
Kağıthane, Küçükbakkalköy, Ayazma, Sulukule… Bir barınma hakkı ihlalleri silsilesi, konutları dozerlenerek sokaklara atılan nüfuslar nedeniyle de ‘birinci dereceden’ insan hakkı ihlalleri zinciri. Süreç iktidar-muhalefet ayrımı olmadan süregeliyor. Barınma hakkını en geniş kapsamlı şekliyle yorumlayarak Elverişli Konut Hakkı adı altında tanımlayan BM-ESKH Sözleşmesi oradaysa, Anayasa Madde 90 da burada! Ataşehir’in gökdelenler ve lüks konutlarla çevrelenmiş rantı yüksek bölgesinin, uluslararası hukukun barınma hakkı mevzuatı çerçevesinde mi, yoksa neoliberal ekonominin rant yasaları doğrultusunda mı yorumlanacağı ve dolayısıyla Küçükbakkalköy Romanlarını bekleyen gelecek, insan hakları rejimini kullananların samimiyet turnusolu olacaktır. Tıpkı Ayazma ve Sulukule gibi.
Cihan Baysal  (BM-Habitat AGFE ) Radikal 2

Silah bırakmanın yolu güven güvenin yolu siyaset – Cengiz Aktar

Başbakan’ın, Silvan katliamı sonrasında verdiği sert mesajların en endişe vericisi BDP ile artık masaya oturulmayacağı vurgusuydu. Bu konuda söyleyecek fazla bir söz yok. Hükümetin çatışma çözümü konusunda nasıl dünyadan kopuk bir konumda olduğunun yeni bir kanıtı. Tutuklu BDP’liler sorununu ciddiye almayan Başbakan 13 Haziran’dan beri siyaseti devreden düşürüyor. Artık şöyle diyor Başbakan : ‘Eğer bunlar bir barışı talep ediyorlarsa yapacakları tek şey vardır: Terör örgütü silahı bırakacaktır. Silahı bırakmadıkları müddetçe ne operasyonlar durur ne de bu süreç daha farklı bir noktaya doğru gider.’ Ama silah, ne ‘bırak’ demekle ne de bıraktırmaya zorlamakla bırakılacak gibi.

Dünyada benzer çatışmaların çözümünde silah bırakma hayati önemde olsa da her zaman çözümün önkoşulu olarak gelişmiyor. Zira çözüm öncesinde silah bırakmanın bir önkoşulu var: karşılıklı güven! Güven olmayınca silah bırakılmıyor, öyle olunca da silah bırakmayı önkoşul olarak öne süren taraf kendini masaya oturmaktan men ediyor. Çatışma, sorun sürüp gidiyor. Dikkat edilirse hükümet çözüm bekleyen iç ve dış çatışma ve sorunların neredeyse tümünde önkoşul öne sürüyor.

Güvensizlik konusunda Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı ‘Dağdan iniş-PKK Nasıl silah bırakır?’ başlıklı çalışmasındaki bilgiler önemli. Çandar 1999’da Öcalan’ın emriyle icra edilen sınırdışına çekilme esnasında TSK’nın bunu fırsat bilerek harekâtı sürdürmesi ve 200 civarında PKK’linin ölmesiyle güvenin büyük darbe aldığını hatırlatıyor. Daha yakın zamanda Habur fiyaskosu ve PKK’lilerin düzovada siyaset mecrası olan KCK’ya açılan davaların güveni tamamen sarstığına işaret ediyor. Mülâkat yaptığı bir Kürt şahsiyet güven artırma sürecini şöyle tarif ediyor : ‘Kürtler, Abdullah Öcalan’ın ev hapsiyle başlayıp nihai özgürlüğüne varacak olan, dağdakilerin kademeli olarak ineceği, yasal güvenceye kavuşmuş kimlik haklarıyla ilgili gelişmelerin birbiri ardına gideceği bir sürece dayalı çözüme, yani bu yol izlenerek varılacak bir silahsızlanmaya razı olurlar, bunu kabul ederler. Aksi halde, silah bırakılmasına razı olmazlar. Kürtler silahlı güçleri kendilerinin güvencesi olarak görüyorlar’. (s.66)

Bu bağlamda Çandar ‘güven ortamının sağlanması ve sürdürülebilir olması ancak silahların sustuğu ve susturulduğu bir ortamda mümkün olabilir. Bu nedenle, PKK’nin eylemsizlik halinin sürekli kılınması gerekmektedir. PKK’nin eylemsizlik halinin konsolide edilmesi ise, Silahlı Kuvvetler başta olmak üzere, güvenlik kuvvetlerinin PKK’nin silahlı unsurlarına yönelik operasyonlarının durdurulmasını gerektirmektedir’ önerisinde bulunuyor. (s.86) Yani mesele bütün silahlar.

Çatışma çözümlerinde sorunların topyekûn ele alınması ve zamana yayılması önemli. Çünkü sonuçta silahsızlanma silah bırakma kadar zihniyetin de silahsızlanması demek. Bu anlamda silah bırakma, silahlıların bir şekilde toplum hayatına dâhil olmaları da demek. Unutmayalım ki pekçok ülkede dünün ‘teröristleri’ bugünün siyasetçileridir.

Avuçiçi kadar Kuzey İrlanda’da silah bırakma işi onüç yılda tamamlandı ve sürece nezaret eden Uluslararası Komisyon daha geçen yılın Şubat’ında lağvedildi. Kuzey İrlanda’da müzakerelere başlamanın önkoşulu IRA’nın silah bırakması değildi ama silah bırakma, nihaÓ anlaşmanın koşuluydu. Müzakereyle silahsızlanma eşzamanlı yürüdü ve anlaşma anında silah artık yoktu. Bunu Türkiye’ye uyarlarsak, ‘silahla çözüm olmaz’ genel ilkesiyle ‘çözüm için silah bırakılsın’ önkoşulu arasında nicelik ve nitelik açısından büyük fark var.

İrade zamanı

Silvan sonrasında şiddet lobisi zincirinden boşandı. Toparlanmamız şart. Sorumluluk basın, kanaat önderleri ve siyasette. Ama sorumluluğun büyüğü yine hükümette, sadece hükümet olduğu için. Hükümetin çözüm konusunda kalıcı adımlar atması için gereken veri ve ortam hiç olmadığı kadar mevcut. Ama belki eksik olan ya da çok fazla olan, hükümetin özgüveni! İşte bu yüzden arabuluculuğa ihtiyaç olabilir. Bu, Kürt çatışmasının uluslararasılaşması demek değil. Tarafların, çatışmanın galibinin olamayacağı algısı (stalemate) ve çözümün bedelinin çözümsüzlüğün bedelinden daha hafif olacağı hesabını kendilerine hatırlatacak bir kolaylaştırıcının varlığı demek.

Türkiye’de sokak ve siyaset, daha ‘conflict fatigue’ yani ‘çatışma yorgunu’ aşamasına gelinmediğini gösteriyor. ‘Analar ağlamasın’dan çok ‘kana kan intikam’ kokan bu ortamda herkesi sorumluluğa davetten başka ne yapılabilir?

Cengiz Aktar – Vatan

Aynur sahneye, Dicle meclise: Barışalım yeter!

Türküleri değil, silahları susturalım, Hatip Dicle Meclis’e” diyen yaklaşık bin kişi Tünel’den Taksim Meydanı’na yürüdü.

Aynur Doğan’ın Kürtçe şarkı söylediği için “yuhalanarak” konserini yarıda kesmesine karşı ve milletvekilliği düşürülen Hatip Dicle’nin Meclis’e girmesi için aydın, sanatçı birçok kişi “Barışalım Yeter” dedi.

Saat 19:00’da Tünel’de buluşan grup, Kardeş Türküler’in davulları eşliğinde “Ölüm değil, çözüm”, Hiç kimse asker doğmaz”, “Hatip Dicle meclise”, “Aynur Doğan sahneye”, “Halklar özgürlük istiyor”, “Sustur savaşların sesini sustur”, “Yükselt barışın sesini yükselt” sloganları eşliğinde yürüdü.

“Barış için inat ediyoruz”

Basın açıklamasının Türkçesini oyuncu Jülide Kural, Kürtçesini de oyuncu Serhat Ertuna okudu.

Ülkenin yeni bir çatışma ortamına sürüklendiği bu zor günlerde “endişe” duyduklarını söyleyen Kural şöyle devam etti:

“Bizler, demokrasiden, adaletten, özgürlükten, kimsenin bir diğerinin hamisi olmadığı, kardeşlikten yana olanlar inat ediyoruz. Her dilde şarkı söylemek için, barış için inat ediyoruz ve edeceğiz.”

“Sevincimiz kısa sürdü”

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku 36 adayın milletvelili çıkarmasının barış umutlarını güçlendirdiğini söyleyen Kural, “sevincimiz kısa sürdü, yargı ve siyasetin 12 Eylül yaslarını  bile zorlayan işbirliği ülkeyi yine kaotik bir iklime soktu” dedi.

Kural, halkların savaş değil, özgürlük, barış, adalet ve birlikte şarkı söylemek istediğini vurguladı ve tüm aydın, sanatçı, akademisyen, işçi, işsiz her kesimi barış şarkılarını sahip çıkmaya çağırdı.

“Biz başta Hatip Dicle olmak üzere milletvekili seçilen Blok adaylarının meclis’e taşınabilmesi için tüm engellemelerin ortadan kalkmasını, hükümetin derhal demokratik siyasetin yolunu açacak, bağlayıcı, ikna edici adımlar atmasını talep ediyoruz.”

Açıklamanın ardından konuşan İstanbul milletvekili Levent Tüzel, sanatçı Aynur’un yanında olduğunu, Kürt halkının ortaya koyduğu demokratik özerklik talebine herkesin sahip çıkması gerektiğini söyledi.

Tüzel, “13 askerin ölmesinden acı duyuyoruz, artık bu savaş bitsin” dedi.

“Aynur’a Keçe Kurdan’lı selam”

İstiklal caddesi boyunca davul, alkış, ıslıklar eşliğinde yürüyen grup “barış diyerek” hep birlikte zaman zaman koştu. Yürüyüş boyunca kafelerde oturan ve yolda yürüyenler hem fotoğraf çekti hem de alkışlarla destek verdi. Taksim Meydanı’na ulaşan grup, barış horonu çekti ve Aynur’a destek için “Keçe Kurdan” şarkısını söyledi.

Destek verenler

Antikapitalist Öğrenciler, Barış İçin Kadın Girişimi, Barış İçin Sanat Girişimi, Barış İçin Vicdani Ret Platformu, Blok Akademi Grubu, Doğu Güneydoğu Dernekleri Platformu, DurDe, Evrensel Kültür Dergisi, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, Küresel BAK, Küresel Eylem Grubu, Lambdaİstanbul LGBTT Dayanışma Derneği, Özgürlük İstiyoruz İnisyatifi, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, Devrimci Sosyalist İşçi Partsi (DSİP), Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP), Sol Arayış, Yeşiller Partisi.

(Bianet)

McCartney’den 11 Eylül belgeseli

Belgeselde, birçok ünlü sanatçı ve siyasetçinin röportajları da yer alacak.

Efsanevi müzik grubu The Beatles’ın “sir’’ unvanlı üyesi Paul McCartney’in 11 Eylül saldırılarında yaşadıklarını anlatacağı “The Love We Make” adlı belgesel, saldırıların 10. yıldönümü olan 11 Eylül 2011’de gösterime girecek.

Saldırı esnasında konser vermek üzere uçakla New York’a gitmekte olan McCartney’in yaşadıklarını anlatacağı belgeselde 11 Eylül saldırısından 6 hafta sonra Beatles grubu tarafından düzenlenen moral konserleri ve konserlerin hazırlık aşaması da gösterilecek.

ÜNLÜLERLE RÖPORTAJ YAPILDI
New York sakinleriyle yapılacak olan sokak röportajlarının da yer alacağı siyah beyaz sahnelerden oluşacak olan belgesel filmde David Bowie, Mick Jagger, eski ABD Başkanı Bill Clinton, Leonardo DiCaprio, Elton John, Stella McCartney, Governor George Pataki ve Keith Richard gibi sanatçı ve siyasetçilerden oluşan isimler de yer alacak.

Serra Yılmaz Venedik’te Jüri

Serra Yılmaz, Venedik Film Festivali’nin ‘İlk Yapıt’ bölümünün jürisinde yer alacak.

Oyuncu, çevirmen Serra Yılmaz, bu yıl 31 Ağustos-10 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilecek Venedik Film Festivali’ne jüri üyesi seçildi.

Yılmaz, festivalin yan yarışmalarından biri olan ve Luigi De Laurentiis adına düzenlenen ‘İlk Yapıt’ bölümünün jürisinde görev yapacak.

İtalyan yönetmen Carlo Mazzacurati’nin başkanlığını üstleneceği jüride ayrıca Amerikalı yapımcı Fred Roos, Fransız eleştirmen Charles Tesson, Rus yönetmen Aleksei Fedorchenko yer alacak.

Özerklik meselesi – 3

Özerklik üzerine yazıp Kürt sorunundaki hareketlilikten etkilenmemek mümkün değil.

Yerinden yönetim ve özerklik üzerine sanırım ilk kez 2009 yerel seçimlerinden önce o zamanki Özgür Gündem (Günlük) gazetesinde yazmıştım. Yazının başlığında bence hala doğru terminoloji olarak kabul edilmesi gereken “yerinden yönetim” kavramı geçiyordu. O yazıda belediyelerin küçültülmesi, valilerin seçimle işbaşına gelmesi ve belediye hizmeti vermeyen ara kademe yönetimlerin kurulması önerisinde bulunmuştum.

Ardından geçen yılki Türkiye Yeşil Diyalog toplantısında Bölgesel Özerklik ve Yerinden Yönetim konulu bir panel yaptık. Bu panelde konuyu biyobölge kavramını da kullanarak tartışmaya çalıştım. Türkiye’nin idari yapısının bölgesel özerklik temelinde yenilenmesi gerektiğini iddia ettim. Daha sonra Helsinki Yurttaşlar Derneği bu panelde yaptığım konuşma çerçevesinde bir yazı isteyince ortaya biyobölgeler ve bölgesel özerklik üzerine bir makale çıktı (Buradan indirilebilir). Aynı çerçevede daha sonra başka yerlerde de konuşmalar yaptım.

Bu arada Yeşil Diyalog toplantısındaki panelde yapılan en heyecan verici katkının Yunanistan Yeşilleri’nden Orta Makedonya Bölge Parlamentosu milletvekili dostumuz Michalis Tremapoulos’un konuşması olduğunu eklemeliyim. Michalis bize bölgesel özerkliğe dair AB ve Yunanistan deneyimini anlatmıştı. Bu konuşma metninin de bulunduğu bir kitap şu anda yayına hazırlanıyor. Süreç içinde Yeşil Gazete’de de aynı konuyla ilgili iki yazı (Özerklik meselesi 1 ve 2) yazdım.

Bütün bunları şimdi hatırlatmamın nedeni, aslında benim durduğum yerden bölgesel özerklik temelinde bir idari reformu savunmanın ne kadar kolay anlamsızlaşabileceğini göstermek.

Benim tezim çok özetle şuydu: En fazla birkaç milyon nüfusa sahip idari özerk bölgelerde kurulacak parlamentolara ve bölgesel hükümetlere sahip, eyalet sisteminden (federasyondan) farklı olarak tarihsel veya etnik nedenlere bağlı bir bölgeselleşmeye dayanmayan, bunun yerine coğrafi, kültürel ve ekolojik temelde oluşturulmuş bölgeler temelinde yapılan yeni bir idari yapılanma ve bu arada belediye hizmeti veren daha küçük yerel yönetim birimlerinin ilçe ve mahalle düzeyine kadar indirilmesi, böylece büyük belediyeler yoluyla yeniden merkezileşmenin engellenmesi.

Çizmeye çalıştığım bu çerçevenin yerinden yönetim ve doğrudan demokrasi için en kolay uygulanabilir formül olduğunu düşünüyorum. Zaten oturduğumuz yerden icat çıkarmamıza da fazla gerek yok. Avrupa Birliği yerinden yönetim direktifleri ve dünyada uygulanmış diğer deneyimler bize yol gösterebilir.

Tek taraflı özerklik ilanı

Ama dediğim gibi bu tür bir tartışma, bütünüyle Kürt siyasi hareketinin ve devletin karşılıklı hamlelerine bağlı olarak başlamadan bitebilir. Daha doğrusu tartışmanın benim naçizane denediğim şekilde Türkiye ölçeğinde ve “Batıdan” yapılmasının bir anlamı olup olmadığına karar veren siz olamıyorsunuz.

Bugün itibariyle söylemek istediğim şeyin Demokratik Toplum Kongresi’nin tek taraflı özerklik ilanı olduğunu anlamışsınızdır. Hayırlı olsun tabii, ama ben de, eleştiren başka bazı isimler gibi pek bir şey anladığımı söyleyemiyorum. Bir sürü detay var anlamayı zorlaştıran. Örneğin eğer özerklik uygulamaya karar veren yapı bunu BDP’li 100 civarında belediye üzerinden yapacaksa, merkezi olarak verilen eğitim hizmetlerini nasıl olup da etkileyebilecek?  Dolayısıyla anadilde eğitim sorunu nasıl çözülecek?

Dahası özerklik ilan eden Demokratik Toplum Kongresi’nin nasıl olup da birdenbire bir tür yerel kongre iktidarına sahip olduğuna karar vermiş olduğunu anlayamıyorum. (İster istemez Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişteki meşhur yerel kongre iktidarları geliyor aklıma çünkü. Bu konuyla ilgili Bülent Tanör’ün son derece nitelikli çalışmalarına bakılabilir.)

Zaten Demokratik Toplum Kongresi’nin ve bir bütün olarak Kürt siyasi hareketinin de detaylara ve uygulamaya dair net bir fikre, dahası böyle bir iddiaya sahip olduğunu sanmıyorum. DTK tarafından yapılan demokratik özerklik ilanı bir siyasi hamle. Her siyasi hamle gibi zaman içinde bir karşılığı olacak ve yeni bir hamleyle değişime uğrayacaktır. Ancak bu kez ne yazık ki bu hamlenin ağır bir bedeli olacak ve asıl içeriğe dair tartışmayı zayıflatacak gibi görünüyor.

Çünkü bu son hamle önerinin, Kürt siyasi hareketinin demokratik özerkliği 2007’deki ilk yazılı belgelerinden bu yana Türkiye ölçeğinde ve etnik temele dayandırmadan ortaya atmasından kaynaklanan gücünü zayıflatıyor. Çünkü DTK’nın son açıklamasındaki en önemli vurgu Türkiye’nin idari yapılanmasına, demokratikleşmeye ve yerinden yönetimin önemine değil, Kürt halkının statü ihtiyacına yapılıyor.

Aysel Tuğluk’un yaptığı açıklamadaki şu cümleyi birlikte okuyalım :

“Kürt halkı artık mevcut durumda ulusal varlığını tehdit eden politikalar karşısında statüsüz bir halk olarak yaşamak istememektedir. Dünyada Kürtler gibi 40 milyonu aşkın nüfusa sahip olan, ama hakları bu kadar yok sayılan ve ulusal varlığı yok edilmeye çalışılan başka bir halk yoktur. Kürt halkı olarak inkâr ve imha politikası temelinde kurulan siyasi statüsüzlüğü reddederek özgürlük temelinde kendi toplumsal demokrasimizi de kurarak yeni bir statüye kavuşturmak istiyoruz. Kendimizi yönetme güç ve iradesine sahip olduğumuzu belirtiyoruz.”

Demokratik özerklik talebinin (ve ilanının) nedeni buysa, o zaman “Demokratik özerklik sadece Kürt halkı için değil, tüm Türkiye halklarının, inanç ve kültürlerin kendisini özgürce ifade edeceği ve kendi kendilerini yöneteceği bir çözüm modelidir (aynı açıklamadan)” demenin fazla bir önemi kalmıyor.

Yine aynı nedenle Yeşiller gibi, yerinden yönetim, doğrudan demokrasi, ademi merkeziyetçilik, küçük güzeldir gibi ilkeler üzerinden bölgesel özerklik politikası yapmaya çalışan yapıların söylediği şeyler naif ve romantik hale geliyor. Benim gibi kendi kendine gelin güvey olup yazılar yazmaya kalkanların sözleri boşluğa savruluyor.

Umarım bu yanlış hamle, yani tek taraflı özerklik ilanı, tartışmanın hayati önemini ve özerkliğin sadece Kürt halkı için değil, tüm Türkiye için ne kadar önemli ve meşru bir talep olduğunu gölgelemez.

Kendi adıma Kürt sorunuyla ilişkisini ikinci plana atıp özerklik konusunu tartışmaya devam edeceğim.

Özerklik meselesi – 1 yazısını okumak için TIKLAYIN

Özerklik meselesi – 2 yazısını okumak için TIKLAYIN